27 Aralık 2018 Perşembe

BU ÜLKEDE SANATÇI OLMAK... | Bedri Baykam | 27.12.2018



#MüjdatGezenYalnızDeğildir #MetinAkpınarYalnızDeğildir! Türkiye sanal dünyada bu hashtaglerle çalkalanıyor! Halkımız bu çok değerli arkadaşlarımızın, efsanelerimizin arkasında durarak onlara sahip çıkıyor.
Bu çınarlar kolay yetişmiyor. Ama sanatçıları harcamak isteyenler için bu işler sudan ucuz! Uzun bir röportajın başı-sonu kesilir, yorumlanır ve çıkarılması gereken ağır negatif anlamlar hemen elde edilir. Medyatik ortaklar, ağza alınmayacak küfürlerle destek verirler bu saldırıya! Soysuz, pardon sosyal medyada da yine küfür-tehdit koroları, hazır kıta bekleyen malum takım hemen yaylım ateşine geçer. Onlara dur diyecek savcı-polis işbirliği ise, biliyorsunuz pek yoktur!
Bu ülkede sanatçı olmak veya yaşamını kaleminle kazanmak, henüz bu “işlere bulaşmaya” karar verdiğinizde ailenizden veto yemektir. Tüm çevrenizden muhalefet görmektir. Lise veya mahalle arkadaşlarınız, okuyup koca koca mühendisler, doktorlar, bankacılar olmak üzere yola çıkmışken, sizin bilinmeyen denklemlerle dolu bir geleceğe yelken açmanızdır. Çevrenizin size bazen acıyarak, bazen bıyık altından gülerek bakmasıdır, sanatçı olmak. Yazdığınız dizelerle, sınıfta arkadaşlarınızın önünde sizinle alay etmeye hazır bir hocayla muhatap olmaya kadar gidebilir bu negatif ortam (Sanatsever öğretmenleri tenzih ederim, kaçınılmaz şekilde Pink Floyd’un “The Wall” filmi geldi aklıma.) Bu ülkede sanatçı olmak, bu yaşamsal kararları alırken, ister çevre baskısı ister kendi içsel tereddütlerinizin devreye girmesiyle, uykusuz geceler geçirmek ya da hatta kabuslar görmek demektir. Bu ülkede bu marjinal görülen meslekleri yapmak, sevdiğiniz bir insan olduğunda, size o ailenin “kız vermemesi”dir... Belki kadın sanatçılarımız bu konuda bir nebze daha şanslıdır. Onlar sanatçı olacaksa, evin muhtemel erkeği “adam gibi” bir işe sahipse, o zaman belki bu “fantezi” kabul edilebilir...
Bu ülkede sanatçı veya yazar olmak, daha işin ilk dakikalarından itibaren karanlıkla, kaosla, düzenin irili ufaklı yumruklarıyla yaşamaya alışmaktır.
Ama bunlar henüz maçın başlangıcıdır. Şayet vicdanınız varsa -ki gerçek sanatçıların kocaman vicdanları vardır- şayet insanların eşit, dürüst, demokratik bir hukuk devletinde yaşamasını, bugün insan olmanın olmazsa olmaz şartı olarak görüyorsanız -ki gerçek sanatçılar yalnız bu hedefe kilitlenmiş olarak yaşıyorlardır- o zaman bu topraklarda, adına ne derseniz deyin, düzenin, hükümetin, iktidarın gözünde “istenmeyen insan” olarak yaşamak durumunda kalacaksınız demektir.
Biz yazarlar ve sanatçılar için de bunun anlamı şudur: Herhalde bizi çok sevip özledikleri için, sürekli telefonlarımız dinlenir, hele duyarlılığımız kanıtlanmışsa! İktidar sahipleri, her fırsatta halka seslenirken, bizleri aşağılamayı, bizlere hakaret etmeyi kendi varoluş şekilleri haline getirmişlerdir. Üzerimize her fırsatta çamur sıçratılır. Yürüyüşlerde, biber gazı ile beslenmek, masaj yerine cop yemek, sürekli tehdit altında yaşamak, artık bizler için olağan ortamlardır. Aklına esen her grup ya da her bağımsız yandaş, bizlere Twitter’dan tehdit ve küfür yağdırmayı cezasız kalacak bir alışkanlıkları haline dönüştürmüştür. Onlara bir şey olmaz da, ne zaman bir demokrat Atatürkçü’nün sözlerinde bir suç ihtimali ucundan belirse, birilerinin “yüksek sesle buyurmasıyla” bağımsız yargı tesadüfen bir-iki saat içinde devreye girer, gereken hız ve sertlikte polisler eşliğinde “şüpheli” ifadeye götürülür! Bunlar yaşadıklarımızın göreceli olarak hafif olanlarıdır. Yoksa, kurşunlar, bombalar, bıçaklar için hedef tahtasına özenle yerleştirilmek, yıllarca hapiste tutularak çürümemizi beklemek, diğer reva görüldüğümüz muamelelerdir.
Müjdat Gezen ve Metin Akpınar için, Sanatçılar Girişimi olarak yayınladığımız bildiriyi okumuşsunuzdur... Bu ülkede halkın gururu olmuş abideleri ve sevenlerini kimse korkutamaz, bunu bir kere daha gördük. Toplum, bu vesileyle bu yeri doldurulmaz değerlerini ne kadar çok sevdiğini tekrar anlamış oldu!

BİZİM İÇİN ŞAMPİYON!
Yine muhteşem bir Türk filmi gördüm. Sinemamızın son zamanlarda boyut atladığını düşünüyorum. Lütfen hafta hemen “Bizim İçin Şampiyon” filmini izleyin! Yok böyle bir şey! Gerçekten tebrik ediyorum genç yönetmen Ahmet Katıksız’ı! Büyük olgunlukla tamamlamış “Şampiyon”un her zerresini. Hikayenin senaryosunu da Serkan Yörük’ün desteğiyle kaleme alan Katıksız, bu yaşanmış hikayeyi, akıl almaz bir inanılırlık, duygusallık ve akıcılıkla filmini tamamlamış! Ayrıca sahnelerin görüntü zenginliği ve “zarafeti” birbiriyle yarış halinde sanki! Bir atın, bu kadar muhteşem bir şekilde rol yapabilmesi neye bağlı? Lütfen bana izah eder misiniz? Diğer oyunculara gelince... Farah Zeynep Abdullah, Fikret Kuşkan ve Ekin Koç, mükemmel bir performans gösteriyorlar. Bu filmde aşk var, dram var, acı var... Bu Şampiyon sizin için, doyasıya yaşayın! Hatta içinizden gelirse, doyasıya ağlayın...
Şu meşhur “Yabancı Film Oskarları”na bu film gidemeyecekse, hangisi bundan sonra gider, bilemem! Müfit Can Saçıntı, Can Ulkay, Ahmet Katıksız.. Günümüz Türk sineması, emin ellerde gönülleri fethediyor.... Her birine teşekkürler!

20 Aralık 2018 Perşembe

KAFASI KARIŞIK ÜLKEDE SİYASET KONUŞ(AMA)MAK! | Bedri Baykam | 20.12.2018


Hangi rejimde yaşadığımızı kimse tam bilmiyor. Adı Cumhurbaşkanlığı tek adam rejimi mi, Başkanlı gösterişli parlamentolu rejim mi, anlayan beri gelsin!
Demokrasi mi? Evet, TVlerde veya gazete sütunlarında hala tartışmalar var. Atatürk döneminde demokrasinin bir diğer adı “serbest münakaşa” idi. Bugün kullanacağımız tanımlamalara bu girmez! Bizimki, demokrasi kılıflı sözde tartışma ortamından ibaret. Muhalefet milletvekillerinin bile tazminatların ortasında sürekli dava, baskı tehdit eşliğinde tuhaf bir yaşam alanı var!
İktidar yine ağır tehditlerle coştu. Bu ülkede gücü ellerinde tutanların demeçleri, gidebileceği yere kadar engelsiz ulaşır. Eleştirel yorumlar ise, hemen inceleme konusu olur, cımbızla şaibeli yorum ve suç unsuru aranır!
Sayın Cumhurbaşkanı, Fırat Nehri’nin doğusuna planlanan operasyonla ilgili olarak, “Terör örgütleriyle mücadelemizi, hiç aralık vermeksizin devam ettiriyoruz. Açtıkları çukurları onlara mezar edeceğiz.” dedi. 61 yaşıma kadar, bir liderden alışmadığım görmediğim, oldukça ağır ve kararlı sözlerdi.
Ardından Başkan’ın gündemine Kılıçdaroğlu ve Fatih Portakal girdiler. Onlar için kullanılan kelimeler “nispeten” daha ılımlıydı: “Çıkmışlar, sokağa davet ediyorlar. Bu ne terbiyesizliktir ya. Bir tanesi TV ekranlarından kendini, haddini bilmez, edep yoksunu çıkmış sokağa davet ediyor. Ahlaksıza bak! Zaten bunlara yargı gereken cevabı verecektir... Burası Paris mi? Gezi olaylarında, 15 Temmuz'da, zaten herkes dersini aldı. Bu ülkede bundan sonra bu tür olaylara girişenler, bunun bedelini ağır öderler”
Ben şahsen Gezi göndermeli demeçleri duyunca, biraz şaşırdım. Neredeyse ondan birkaç gün önce, Dışişleri Bakanlığı, tam tersine Fransa’da hak arayan “Sarı Yelekliler” hakkında Fransa’ya nasıl da verip veriştirmişti! İsrail’den sonra bu sefer de Fransız polisinin kullandığı “orantısız gücü” eleştirme yoluna giderek, nasıl örnek bir demokratik tavır sergilediğini dosta düşmana göstermişti! İnanın ben de sanmıştım ki, artık hükümetimiz, gösteri hakkını kullanmak isteyenlere karşı Hollanda polisi gibi davranacak! Acaba bu çelişki ileride Dışişleri Bakanlığı’nın başına dert açar mı? Çünkü bugün açıyorum gazeteyi, bakıyorum ki CHP’li Öztrak da Başkan’ın “Gezi olaylarındaki gibi birşeyler yapmaya tevessül edersen, bu millet 15 Temmuz’da FETÖ’cülere bu meydanları nasıl dar ettiyse yine dar ederiz” açıklamasını şikayet ediyor!
Bence CHP’liler böyle bir ortamda orantısız güçle darp edilirlerse, hemen bu konularda uluslararası bir duyarlılık sergileyen Dışişleri Bakanlığı’na maddi ve manevi olarak sığınabilirler! (mi?)
Şimdi biz burada anayasal sokak gösteri ve yürüyüş kanunu haklarının yazılı olarak var olmalarına karşın kullanılıp kullanılamayacağını konuşuyoruz. Aslında bırakın yürümeyi, diğer haklarımıza dikkat edin!

HANGİ YÜRÜMEK? KONUŞMAK YASAK!
Şayet “sivri bir isim” bir kanalda biraz fazla rahat atıp tutabildiyse, hemen rahatsız olan birileri, kanalı arayıp münasip dille, bu beyefendinin bir daha oralara kadar gelip, gece geç saatlere kadar yorulmasına gerek olmadığını anlatıyor (!)
Yer sıkıntısından ertelenmekten bir hal oldum ama, esas bu söylediklerimle ilgili diğer ana konu, Türkiye’de artık yakın (ve hatta uzak!) tarihin kesinlikle tartışılamaması: Bugün siz ideal demokratik bir düzende olabileceği gibi, ne 15 Temmuz, ne 17/25 Aralık, ne 28 Şubat, ne 12 Eylül ne de 12 Mart 1971 veya 27 Mayıs 1960 hakkında özgürce görüşlerinizi paylaşamazsınız! Çünkü buna yeltenirseniz, her kelimeniz, aleyhinize delil olarak sunulabilir! Özellikle bu konularda hükümetin resmi söyleminden farklı bir görüşü dile getirirseniz, ne darbeciliğiniz kalır ne de vatan hainliğiniz!
Size, size şayet birileri “N’olacak bu işlerin sonu, bu kadar da olmaz ki!” derse, siz hemen konuyu futbol sanmış olun ve “Merak etmeyin Ersun Yanal Fenerbahçe’yi toparlayacaktır” diyerek oradan sıvışın!

ADAY LOTO NİHAYET SONA YAKLAŞIYOR!
Nihayet Millet İttifakı anlaşmalı CHP Büyükşehir adayları belli oldu. Böylece süregelen “aday loto”ları sona ermiş oldu! Benim neden adayları üyelerin seçmediğini anlamam pek mümkün değil! Demokrasi çığırtkanlığı yapmaktan da bıktım. Partinin örgütü, bu durumdan ayağa kalkmadığına göre, antika olan benim! Demek ki “egemenlik kayıtsız şartsız ulusundur’ cümlesini yaşama geçirelim diye tepinip durmaya gerek yok! Hiç olmazsa Ankara ve İstanbul’a milletvekili aday atanmadığına sevindim. Mansur Yavaş ve İmamoğlu’nun adaylıkları hayırlı olsun! Tanju Özcan (Bolu), Ali Akyıldız (Sivas) ve Fatma Kaplan Hürriyet (İzmit) gibi başarılı milletvekillerinin aday yapılmasına ve kazanırlarsa parlamentodaki koltuklarını kaybedebileceklerine üzüldüm. Sonuçta, artık aday saptama tartışmalarını terk edip, adaylığa oturan arkadaşları destekleme vakti geldi...

13 Aralık 2018 Perşembe

CUMHURİYET İMECESİ: SON 48 SAAT VE SİZ! | Bedri Baykam | 13.12.2018



Konu vatansa, gerisi teferruattır!”
Atatürk’ün bu cümlesini, son zamanlarda daha sık duyar olduk. Hem kendisinin bu çok güzel ve güçlü özet tasvirini hatırlatanlar, hem de bu cümleyi kendilerinin bir konuya olan bağlılıklarını göstermek isteyenlerin ağzından uyarlamalarla...
Ben de Türkiye’nin tüm aydınlanmacı, solcu, Atatürkçü, devrimci, sosyal demokrat, sosyalist, demokratik sol, tüm kişi ve kurumlarına seslenerek aynı şeyi söylüyorum: Konu Cumhuriyet Gazetesi ise, gerisi teferruattır!
3 ay öncesine kadar, gazetenin hangi dev senaryoları atlatıp, tekrar eski gerçek Atatürkçü, ödünsüz Kemalist çizgisine döndüğünü, onlarca yıl yazmasına rağmen gazeteden uzaklaştırılmış yazarlarını nasıl geri kazandığını hepiniz biliyorsunuz. Ne yazık ki Cumhuriyet, farklı bir Can Dündar çizgisine geçtikten sonra, güç ve tiraj kaybetti, en sadık bazı okurları bile o dönemde tepki koyarak gazeteyi almayı bıraktılar. Aynı süreçte, maalesef gazetemizin bir çok gayrimenkulü elden çıkarıldı, izah edilemez kararlarla Cumhuriyet ekonomik bir darboğaza itildi. Yeni yönetimin, bu zorluklara karşı ekonomik güç sağlamak için başlattığı İMECE’ye değerli okurlarımız çok rağbet ettiler.
Ne var ki, bu büyük dayanışmada, son iki güne girmiş bulunuyoruz. Bugün size düşen, son saniyede de olsa, henüz bu çorbaya tuzunu katma fırsatı bulamamış onca başka okur ve aydınlanmacı vatandaştan bu desteği istemek, ayrıca henüz bunu yapmamışsanız, kendi katkınızı sunmak için son 48 saatinizi en iyi şekilde kullanmak! (Tabii bu İMECE döneminin sona ermesi, sizin yarınlarda da Cumhuriyet Vakfı’na yardım etmenizi engellemiyor, o apayrı bir konu!)
Cumhuriyet’e neden su ve oksijen kadar ihtiyacımız olduğunu hatırlamak için, yalnız son iki-üç günlük anti-demokratik haberlere bakmak yeterli! Sözcü’de yazan Emin Çölaşan ve Necati Doğru gibi her aydının kefil olabileceği Atatürkçü demokrat yazarlara “FETÖCÜ” damgası (!) vurmaya çalışmak, “Yayıncılık Etik İlkeleri” adı altında, her türlü yoruma açık bir sansür mekanizmasını RTÜK üzerinden devreye sokmaya karar vermek, içine düşürüldüğümüz akıl almaz yeni gündemin parçaları. Size göre Türkiye’de kaç gazete, bu konuları “duyurmak”tan öte, yorum yaparak bu demokratik saldırılarla mücadele edecek?
Ben gerçekten anlayamıyorum, bu gazetenin bugünkü Türkiye nüfusuna bakıldığında, nasıl EN AZ 200.000 satmadığını! Lütfen objektif olarak düşünün. Bu ülkede sol muhalefetin oyları ne kadar? 12-13 milyon. Ülkede yaşananlara artık katlanamadığını bas bas bağıran kaç kişi var aralarında? Herhalde devlet memuru, öğretmen veya bürokrat olduğu için bu çoooook demokrat ülkede kendini saklamaya mecbur hissedenler, bu rakamın diyelim %35’i. Geriye kalır en az 8 milyon kişi! Bunların dörtte biri bu gazeteyi alsa 2 milyon kişi eder! Ben ne diyorum, 200.000! Yani bu rakamın da onda biri... Gerçek rakamlar nerede? 40.000 civarında! Peki dünyada durum ne? 127 milyon kişinin yaşadığı Japonya’da Yomiuri Shimbun 14 milyon gazete satıyor! Aynı ülkede Asahi Shimbun 12 milyon satıyor. Japonya’dan devam etmeyelim, moraliniz çöker! Almanya’da Bild gazetesi neredeyse 4 milyon gazete satıyor günde. USA TODAY 2.3 milyon satarken, Los Angeles Times bir milyona yakın satıyor. En ciddi gazetelerden Washington Post “az satanlar”dan (!): 700 bin! Hadi diyelim bunlar kitle gazeteleri rakamları. Zaten bu “ana akım” denilen gazetelerin durumunu da biliyoruz. Hürriyet, 1969’da nüfusu 33-35 milyon civarında olan Türkiye’de bir milyon satıyordu. Bugünkü durumu ortada.

Cumhuriyet, kuruluş harcında Mustafa Kemal kararlılığı olan, onun yön göstermesi, adını koyması ve sonra mirası ile yürüyen, 94 senedir bu ülkenin referans gazetesi olan yayın. Dünyada belki en çok kıyaslanabileceği diğer köklü gazeteler, ABD’de The New York Times, Fransa’da Le Monde ve İngiltere’de The Times.
Cumhuriyet Gazetesi, dünyanın dört bir yanındaki Türkler için bir gurur vesilesidir! Hem de siyasi düşünceleri ne olursa olsun! Cumhuriyet, basın alanında neredeyse bir asırdır süren bir yüksek standart geleneğidir.
Bunu çevremizdeki insanlara anlatmayı başarmaya mecburuz. Çünkü hiçbir toplum bu kadar ağır ve mantıksız bir tıkanmaya mahkum kalmayı hak edemez. Hiçbir ülke, ayağının altından demokrasi halısı her türlü kurnaz operasyonla çekilirken, bu konularda kendisini uyaran en önemli yayını görmezden gelerek sonsuza dek yaşayamaz!
Bu gazete birçok şehit verdi yakın tarihimizde. Muammer Aksoy, Uğur Mumcu, Onat Kutlar, Ahmet Taner Kışlalı’nın her biri, günlük hayatı beraber yaşadığımız öncü, devrimci, onurlu ve cesaret timsali efsanelerdi. Artık gazetenin harcında ve mürekkebinde onların ruhu var. Bir ülkenin aydın, yurtsever insanları, üniversitelileri, işçileri, emeklileri, sanatçıları bu gazeteyi zorluklarından çekip çıkaracak olan kişilerdir. Kaybettiğimiz değerli ve yeri doldurulmaz büyük yurtsever aydınlarımız için bu kadar üzülen, kahrolan, anma törenlerine gidenler onlar olduğuna göre, o fikirleri taşıyan ve demokrasi şehitlerimizin de gazetesi olan mükemmel bir yayını içine düşürüldüğü darboğazdan çıkarmak, başta onlar olmak üzere, hepimizin görevidir. Hem kendi ailemizin, hem ülkenin tüm ilerideki kuşakların geleceğini koruyacak olan, bu kararlı direnç olacaktır!
Bir yandan partilerde, kitle örgütlerinde, derneklerde, dost meclislerinde arkadaşlarımız mangalda kül bırakmayarak, demokrasi-vatan-millet-Sakarya-özgürlük diye ortalığı inletiyorlar, bir yandan da Türkiye’de demokrasiyi tüm sorunsallarıyla beraber sırtında taşıyan bir-iki gazeteye destek vermiyorlar. An-la-ya-mı-yo-rum!
Cumhuriyet Gazetesi’ne destek olun: Bu İMECEde hiçbir para ya da katkı az veya değersiz değildir. Hiç kimsenin yapılan bir katkıyı küçümseme hakkı yoktur, bu tavır yardımlaşma ve aynı sepete katkılarla hedefe yaklaşma duygusuna verilecek en büyük zarardır. Zengin bir iş adamı yalnız 100 lira verebilir, bir başka işadamı 100 bin lira verir. Bir lise öğrencisi 200 lira verir, bir belediye işçisi 50 lira verir. Hepsi de aynı saygıdeğerlikte katkılardır.
Cumhuriyet’e destek olun, alın, aldırın, geleceğinizi koruyun. Cumhuriyet ile yalnız sizi kuşatan tehlikelere karşı koymakla kalmazsınız. Aynı zamanda sürekli olarak kendini güncelleyen uluslararası bir üniversiteye katkıda bulunmuş ve ondan yararlanmış olursunuz.
Lütfen bu önceliğinizi ertelemeyin, her gün kendinize “Bugün Cumhuriyet için ne yaptım?” sorusunu sorun! Lütfen şimdi telefona sarılın, bilgisayarınıza dalın, gereğini yapın... Bu hattı da lütfen hiç bir gün aklınızdan çıkarmayın! Okuduğunuz için sağ olun.

6 Aralık 2018 Perşembe

YUNANLILAR’IN DEMOKRASİ “İCADI” VE BİZ TÜRKLER!| Bedri Baykam | 06.12.2018



MÖ. 5. yüzyılda Atina’da Aristo, Sokrat ve Eflatun demokrasi kavramını şekillendirirken, onların da öncüsü Solon’du. Kelime, “halk” anlamındaki “demos” ve “yöneten güç” anlamındaki “kratos”tan geliyordu. Kadınlar, yabancılar ve köleler oy veremezken, erkekler kent meclisindeki tartışmalardan sonra oy kullanıyordu. Filozofların tartıştığı en kritik nokta, oy vermenin gerektirdiği yeterli eğitim ve bilgi düzeyiydi.
1215’te İngiltere Kralı I. John, sınırsız yetkilerini kendi kararıyla Magna Carta ile azaltırken, 1776’da Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi ve 1789 Fransız Devrimi’nin unutulmaz ürünü “İnsan ve Yurttaşlık Hakları Bildirgesi”, adım adım Mustafa Kemal Devrimi’nin “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” cümlesinin altyapısını hazırlayan felsefi ve siyasi temellerdi.
Peki bu verileri niye hatırlattım? Çünkü, CHP birçok il ve ilçede hangi adayı öne çıkardığını açıklıyor veya açıkladı bile! Ardından neler yaşanacağını çok iyi biliyoruz! Gözyaşları, istifalar, hayal kırıklıkları...
Demokrasinin ortaya çıkışının üstünden 2500 seneden fazla geçmiş ve düşünün ki, Atatürk gibi “serbest münakaşa” rejimini getirmek için vücudunu siper eden, ülkesinde yönetim biçimi olarak muasır medeniyetler seviyesine ulaşmak isteyen büyük önderin partisi, demokrasiden ürküyor! Çok mu zor: Bırakın Zonguldak’ı Zonguldaklı üyeler, Üsküdar adayını Üsküdarlılar, Şırnak’ı Şırnaklılar seçsin. Ama hayır! Kılıçdaroğlu’nun farklı bir demokrasi anlayışı var. Ona ve hepimize göre tabii ki oy vermek her vatandaşın tartışılmaz hakkı, en donanımsızlar dahil... Ama görüyoruz ki kendi üyelerine, yani siyaseti içinden bilenlere pek güveni yok! Onlara “Siz pek bir şeyden anlamazsınız” demiş oluyor! Dolayısıyla, ister milletvekili olduğu için adaylığına karşı çıktığım Gürsel Tekin, ister İstanbul için doğru isim gördüğüm İnce veya adı geçen İmamoğlu, ister Kadıköy’ü çok iyi tanıyan Kadir Öğüt, veya enerjisini bildiğim Ali Asker Aksu, fark etmez... Yüzlerce ismin CHP üyelerinin önünde eşit şartlarda yarışmalarını isterdim. Ama Sayın Kılıçdaroğlu ise hepsini “Parti Meclisi” çatısı kılıfıyla kendi seçmek istiyor! Hadi diyelim ki İYİ Parti ile ortak aday olacak isimler var, bu durum bile üyelerle birlikte ele alınabilirdi!
Atatürk ve Kılıçdaroğlu demokrasi üstüne ne konuşurlardı, çok merak ediyorum! Üzülüyorum...

BRÜKSEL MÜZELERİNİN DEV YERALTI AĞLARI
Herkesin yolu bir şekilde Brüksel’den geçebilir. Ne var ki Avrupa’nın göbeğindeki bu kentin imajı, Paris-Londra-Berlin’in yanında çok sönük kalıyor. Sebepleri araştırmaya değer! Dünya Başkanlığı’nı yürüttüğüm UNESCO resmi partneri, Uluslararası Sanat Dernekleri’nin (IAA) Avrupa Genel Kurulu için Brüksel’e gittim. 1976’da bir futbol maçı için uğradığım bu kenti yeniden gezdim. Emin olun Brüksel’e haksızlık yapılıyor. Lokantaları ve biraları çoğunlukla kaliteli (bazı lokantalar, biranın fazla soğuk içilmediğini iddia edip benimle polemiğe girdi!) Ama tüm seyahatin doruğu, ne katıldığım sempozyum ne de olağan tartışmaların yaşandığı Genel Kurul’du. Doruk tartışmasız kentin göbeğinde yer alan, Belçika Kraliyet Müzeleri ve onun sırtına dayalı komşusu, IAA’in de kurucularından olan ünlü sürrealist ressam Rene Magritte’in müzesiydi. Orada insanın aldığı tat, gerçekten manevi bir zirve! İnsan beyninin iç kıvrımlarına girerek, bilinçaltını, rüyaları ve hayal gücünü kullanan usta sanatçı, kimse kızmasın, benim gözümde Dali’nin üstünde bir noktada duruyor. Sanatçının müzede fotoğrafları, evrakları, mektupları, eskiz defterleri ve müze mağazasında bazı simge eserlerinin replikaları da bulunuyor. Bu keyif derinliğini New York Modern Sanat Müzesi’nde, Philadelphia Müzesi’nde ve Centre Pompidou’daki bazı retrospektiflerde hissetmiştim.
Ama esas burada, bu dev altı müzelik kompleksi 19. yüzyıl başından itibaren inşa eden, en güzel şekilde koruyan, geliştiren ülkenin yapısına nasıl imrendiğimi itiraf etmek istiyorum. Magritte Müzesi, Eski Ustalar Müzesi, (19.) Yüzyıl Sonu Müzesi, ayrıca bunların geçici sergi bölümleri ve kalıcı sergi bölümleri.. Bunlara bir de merkezden biraz daha uzak Wiertz ve Meunier müzelerini eklediğimizde ortaya çıkan, yarısı yer üstünde, yarısı yer altında dev bir kültür organizması! Koca tüneller, sanki yüzyıllara yayılan o 20 bini aşkın yapıtı taşıyan bilgi ve estetik damarları! Kıskanmadım, sanatla arasına buzullar koymuş politikacılarımızı düşünerek imrendim. “Giderseniz görün” demiyorum. Özel olarak bu müzeleri gezmek için Brüksel’e gidin diyorum!

BİR KURAL TARTIŞMASI VE MANTIK
Yazdıklarımın takım tutma ile bir ilgisi yok. Hatta tuttuğum takımın aleyhine. Çünkü Fenerbahçeliler’in önemli bir kısmı da “Kasımpaşa maçı tekrarlanır mı?” diye umut besliyorlar. Ben objektif bir değerlendirme yapıp takımlar dışında kalarak işin mantığını önünüze koymak istiyorum. Çünkü evvelsi günkü gazetelerde, birçok eski hakem Kasımpaşa’nın penaltısının tekrarlanması gerektiğini savunarak, kural hatası yapıldığını iddia ettiler.
Her penaltıda üç şık vardır: Ya gol olur ya penaltı dışarı gider ya da kaleci veya direkten dönen top tekrar oyuna girmiş olur. Kasımpaşa maçında top kaleciden döndü ve Kasımpaşalı Eduok, herkesten önce yetişerek boş kaleye gol attı. Ama şöyle bir farkla: Diagne topa vurmadan, Eduok sahaya en az 3,5 metre girerek kuralı ihlal etmişti. Hakem, VAR hakemlerinin ikazına uyarak golü geçersiz saydı ama atışı da tekrarlatmadı. Herkes de buna itiraz etti.
Türkiye’de ve dünyanın sayısız yerinde, penaltı atışı gol olduğunda hiçbir hakem içeri giren var mıydı diye bakmıyor ve %97 golü veriyor! Kasımpaşalı Eduok’un herkesten önce 3-4 metre içeri girerek kendine sağladığı avantaj göz ardı edilse veya penaltı tekrarlansa, kural ihlali yapan takım mükafatlandırılmış olacak. Düşünsenize, her penaltıda futbolcu arkadaşına diyecek ki, “Hemen arkamdan sen de içeri dal, ya golü atarız ya da penaltı tekrar edilir”. Böyle bir saçmalık olabilir mi? Eduok içeri 3,5 metre daldığında, onu görüp mecburen hareketlenen iki Fenerbahçelinin, vuruş anında henüz ayakları çizgiyi terk edip içeri düşmemiş! Yani iş tekrara kalsa, ortaya iki garabet çıkacak: Hem kural ihlalcisine doğrudan mükafat hem de gol olan her penaltıyı “içeri dalmıştı oyuncular” diye iptal etme gereği... Ne geriye ne ileriye doğru bu uygulanamayacağına göre, hakem en doğru kararı verdi!


29 Kasım 2018 Perşembe

TARİHİ ÖLÜMCÜL HATADAN DERS ALINDI MI? | Bedri Baykam | 29.11.2018



Biliyorum, bu konuyu daha önce ele aldık; ama bugün tekrar yazıyorsam, geçmişte yapılan dev hatalardan ders almamız için... Kabus gibi görünen yerel seçim geldi çattı. CHP bir yandan adaylarını konuşuyor, bir yandan da başta İYİ Parti olmak üzere, kiminle ittifak yapabileceğini düşünüyor. Milletvekilleri dahil siyasilerin, sorumsuzca “yerel” sıfat kovalamayı bir inat konusu olarak görmeleri, Türkiye’yi demokratik açıdan çıkmaz sokağa taşıyan bugünkü ağır bunalımı getirdi.
Herkesin sözde şikayet ettiği tek adam yönetimi, kendi başına gelmedi. Öncelikle, Ecevit’in 1980 darbesi sonrası, solun tekrar CHP çatısı altında birleşmemesi için verdiği olağandışı çaba, parçalanmanın ana temeli. Ama 1994 Yerel Seçimleri öncesinde yaşanan ibret vakaları da bugün Türkiye’de siyasetin durma noktasına gelme nedeni.
1993’te “Taban Operasyonu” adını uygun bulduğumuz, 1994 Yerel Seçimleri öncesi sosyal demokratları birleştirme hareketini başlatmıştım ve katılım çığ gibi büyümüştü. Ne var ki halkın nabzını tutamayan SHP, CHP ve DSP birbirleriyle uğraşmaktan, gerçek politik ortamın tuzaklarını göremiyorlardı. Taban Operasyonu olarak, Ağustos’ta bütün Kemalistleri ve sosyal demokratları bu kritik yerel seçimden önce birleştirmek için çağrımızı yaptık. İmzacılar arasında artık aramızda olmayan çok değerli isimler vardı: DİSK Başkanı Kemal Nebioğlu, ÇYDD Başkanı Türkan Saylan, Ahmet Taner Kışlalı, Suphi Baykam, Onat Kutlar, Mustafa Ekmekçi, Oktay Ekinci, Aysel Ekşi, Erdal Öz, İlhan Arsel gibi... Ayrıca Alev Coşkun, Erol Tuncer, Ceyhan Mumcu, Rutkay Aziz, Doğan Taşdelen, Genco Erkal, Melike Demirağ, Fatma Girik, Necla Arat, Zeynep Oral, Arif Keskiner, ÇYDD, ADD, Mülkiyeliler Birliği, Mimarlar Odası, Veterinerler Odası, ÇASOD, UPSD, o günlerde çok faal olan Devinim Dergisi ile sayısız değerli isim ve kurumun imza verdiği bu tarihi hareketin deklarasyon ve basın toplantılarında vurgulananlar şunlardı: “(...) Demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş ve yaşama nedenlerinin temel ilkeleri hızla yok edilmek istenmekte ve ülkenin bütünlüğüne yönelik saldırılar devam etmektedir. Eğitimde, kültürde, insan hak ve özgürlükleri alanında çağdaşlık karşıtı akımlar, örgütlü biçimde yıkıcı eylemlerini arttırmışlardır. Laik Türkiye Cumhuriyeti’nin korunması, demokratik siyasal yaşamımızda gündemin ana sorunu konumuna gelmek durumundadır.
(...) Yaklaşmakta olan 1994 Yerel Seçimleri’nden önce tabanın istemi olan birleşme konusunda sosyal demokratların kaybedecek vakitleri yoktur. Bu amaçla adı geçen partilerin özveri ve uzlaşma içinde yakınlaşıp ivedi, yapıcı bir diyalog içine girmeleri demokrasi açısından, dilekten öte bir zorunluluktur.”
Ecevit ilk günden faks çekti: “Bizi kesinlikle yok sayın!” Baykal ve Karayalçın’la olan kişisel temasları ben yürüttüm ama bir türlü CHP’yi de SHP’yi de ikna edemedik. Herkes kendi partisine daha fazla sandalye istiyordu. Bizler ise, konunun belediye değil, orta vadede ülkenin rejimi olduğunu söylüyorduk: “Ya birleşin, ya ittifak yapın ya da birbirinize rakip olmamak için alan paylaşımına gidin”. Bu arada partilerin il ve ilçelerini, kurultaylarını gezerek “birleşin” derken, bazen şiddete varan bir taciz yaşıyorduk. Çünkü hiç kimse, mesela “Şişli Gençlik Kolları Başkanı” sıfatını bile kaybetmeye hazır değildi. Koca cumhuriyetin geleceği, üçüncü plandaydı!
Yalvarmalarımıza rağmen, İstanbul’da CHP Ertuğrul Günay’ı, SHP Zülfü Livaneli’yi ve DSP Necdet Özkan’ı aday yaptı. Sonuç acıydı. Üç partinin toplam oyu %34.8 iken Tayyip Erdoğan %25.19’la koltuğu kaptı. (DYP+ANAP da %42.6’yı buluyordu!)
Ankara’da ise durum daha dramatikti. SHP (Korel Göymen), DSP (Faruk Sarıkaya), CHP (Ali Dinçer) oyları toplamda 36.8 olmasına rağmen, elbirliğiyle 20 yılı aşkın bir süre devam edecek Melih Gökçek hükümranlığına 27.4 ile geçit verdiler! (SHP ve CHP toplamı bile %29 ediyordu.)
Merkez sağda, ANAP-DYP de, aynı bölünmelerle RP’nin gerisinde kaldı! Böylece sağ ve sol, RP’nin en az 2,5 katı toplam oylarına rağmen, hırslarına yenilip sahneyi bugün hedefi olduğumuz anti-demokratik çöküşe sunmuş oldular! Ardından her seçim benzer hatalarla oylar bölündü. Örneğin 1999’da CHP-SHP birleşmesinden sonra CHP Karayalçın’ı aday yapınca, DSP buna CHP’ye küsen Doğan Taşdelen ile yanıt verdi. Sonuç: %10 farkla alınacak seçim, %2’den az bir oyla kaybedildi. Yine tüm ikazlara rağmen!
VE BUGÜN: CHP eski İstanbul İl Başkanları, aylardır tekrarladığımız vurguyu yapıyorlar: “Önseçim yapılmadan İstanbul kazanılamaz!” Peki CHP buna fiili olarak ne yanıt veriyor? “Her şeyi en iyi biz biliriz, örgüte sormaya gerek yok.” Muharrem İnce’nin teklifi de böylece güme gidiyor. Bu arada sırf kendi adaylık şansları artsın diye, İYİ Parti ittifakına ve yine alan paylaşımlarına dudak bükenleri de biliyoruz.
Geçmiş felaketlerden ders almamayı bir yaşam tarzı, hatta varoluş nedenleri haline getirenlerin dikkatine, saygıyla sunulur!

REKLAMLAR İZLENMESİN İSTEYEN REKLAMCILAR!
Beynimi tırmalayan konu: TV’lere reklam verenler, dev bütçeler harcıyorlar. Kimisi sıkıcı olsa da, bazıları bizi ağlatabiliyor ya da güldürebiliyor. Ama, bir programın ardından reklamlar girerken, ses en az %35 oranında artıyor! O anda her evde aynı ses yükseliyor: “Ya ne bağırıyor bu böyle! Kesin şunun sesini zaten reklam girdi, program başlayınca açarız.” Dün reklamcı bir dostuma konuyu sordum: Reklamlar önemli ve pahalı olduğu için, algısı, etkisi adına bu yapılıyormuş (!). Gerçekten pes! Bana göre hava hoş, ama reklam veren her firma bilsin ki, bu saçma yöntem hatası yüzünden, reklamları daha iyi izlenmiyor... En az %60 oranında HİÇ izlenmiyor!

ÇARPIŞMA”YA TEBRİK
Ne yazık ki, televizyon başında öyle sürekli dizi seyretmek için ayırabileceğim bir zaman yok. Ama tabii ki arada, başarılı bir film veya dizi, insanı gece yarısı televizyona kilitleyebiliyor. Evvelsi akşam yine zapping yaparken Show Tv’de Kıvanç Tatlıtuğ’un başrol oynadığı “Çarpışma” dizisinin ilk bölümüne yakalandım. Yıllardır eleştirdiğim birçok zaaf, yönetmen Uluç Bayraktar’ın önümüzde hızla akan görüntülerinde yoktu. Her figüran ve başta Tatlıtuğ olmak üzere her oyuncu rolünün hakkını veriyordu. Senaryo ve diyaloglar çok güçlüydü. Her sahne alkışı hak ediyordu. Ben tekrar zor denk gelirim, ama sizlere tavsiyemdir!

22 Kasım 2018 Perşembe

ADD BAŞKANI’NA YAKIŞMAYAN TAVIR | Bedri Baykam | 22.11.2018



Hayatta yazdığım zor metinlerden biri bu. Şanssız bir şekilde karşı karşıya gelen ADD ve Fenerbahçe’nin üyesiyim, hatta gönül bağıyla bu kurumlara sonsuza dek bağlıyım. Sessiz kalmamı gerektirecek başka nedenler de var. Olayın tetiğini çeken ADD Başkanı Süheyl Batum, yakın dostum. Değerli bir hukuk insanı, siyasi olarak aynı bölgede yer aldığım bir insan. Ancak rahmetli Muammer Aksoy ile ADD’nin kuruluş çalışmalarından beri sürdürdüğüm dostluğumuz ve bu projeye bağlılığım, sessiz kalmamı imkansız kılıyor. Aksoy, ADD’yi, toplumu Atatürkçü düşünce etrafında birleştirmek için kurdu. Ayrıştırmak için değil. Fenerbahçe’nin kendisine ve yönetimine alçak kumpaslarla saldıran FETÖ ile neler yaşadıklarını tarih tüm detaylarıyla yazmışken, o satılmış hakim ve savcılar alçak senaryolarıyla Aziz Yıldırım’ı bir yıl hapiste tutmuş ve Fenerbahçe’ye kan kusturabilmek için her şeyi yapmışken, Fenerbahçe tartışmasız şekilde yıllardır Atatürk’e, Anıtkabir’e ve Cumhuriyet’e en yakın mesajları vermiş olan kurumken, bir de bunun üstüne defalarca en zarif şekilde, “Önemli olan Atatürk’ün hangi takımı tuttuğu değil, hangi takımın onun izinden gittiğidir” diyerek duruşunu belli etmişken... Süheyl Batum’un saldırgan tweeti ortalığı ateşe verdi! Batum’un sarı lacivertlilere reva gördüğü sataşma, ne yazık ki gerçeklerden fersah fersah uzak. Normalde Batum’un Fenerbahçe’ye liyakat madalyası takıp doğal müttefiki ilan etmesi ve her takımı bu çizgide ilerlemeye davet etmesi lazım. Ergenekon ve Balyoz davalarından içeride yatan koyu Galatasaraylılar bile, Silivri davaları boyunca Fenerbahçe camiasının sağlam duruşu karşısında Fenerbahçe forması ile fotoğraf çektirip sürekli bu formalarla dolaşmışlardı.
Batum’un kabullenemediği hatası şu: Kendisi ADD Başkanı olmasına rağmen, “Galatasaray’a haksızlık yapıldı, Terim veya Şaş veya futbolcular ceza almamalıydı” diyebilir. “Fenerbahçe boş yere olay çıkardı” diyebilir. Bu tavrı Galatasaray Lisesi’nden oluşuna verip, sayfayı çeviririm. Hatta kendisine ve belki çoğu Galatasaraylıya göre haklı da olabilir. Ama Batum, konuyu futbol ve disiplin bölgesinde bırakmayarak, Fenerbahçe’ye siyaset ve FETÖ kiri üzerinden bindirmeye kalktığında neler yaşanacağını, toplumu nasıl affedilmez şekilde böleceğini hiç göremedi.
Şimdi ADD ve Fenerbahçe arasında yaşanan kavga, aslında toplumumuzda görülen yıkıcı bir ayrışma sendromunun hortlamasından başka bir şey değil. Ne yazık ki Türkiye’de sol ve Atatürkçü kişi veya kurumlar, birbirlerine tuzak kurma, dayanışma ruhundan uzaklaşma ve düşmanlara keyif verme konusunda birbirleriyle yarışmaya bayılırlar.
Burada Fenerbahçe’ye haksızlık yapmak istemem. Aslında yaşanan sorun, Fenerbahçe ve ADD arasında değil, Süheyl Batum ve Fenerbahçe arasında. Ne yazık ki, ADD’nin Yönetim Kurulu, bu konuda işleri sakinleştirip Batum’u özür dilemeye ve olayın etkisini azaltmaya teşvik edeceklerine, hangi mantıkla yazıldığı belli açıklamalarla yarayı derinleştirme yoluna gittiler. Daha kötü bir seçim olamazdı. Gerçi yönetimden dört üye (Tansel Çölaşan listesinden) sağ olsunlar gerçekleri açıkça ifade ettiler; ancak bu, ADD içi hesaplaşma havası verdiğinden, toplum içindeki tepkiyi dindiremedi.
ADD’ye kuruluşundan itibaren üye olup katkı verdim. Yurdun her yerinde konuşmalar yaptım, sayısız il ve ilçede... Rahmetli kurucusu Muammer Aksoy’la o kuruluş yıllarında, 1988-1989’da, sürekli görüştük, “tehlikenin” son zerresine kadar farkındaydık. Batum’un Fenerbahçe’ye yaptığı ağır sataşma ancak konuları hiç bilmeyen fanatik bir taraftarın söyleyebileceği sözler, bunları Aksoy’un ADD’sinin Başkanı sarf edemez. Ayrıca olayın ardından hatada ısrar, daha da inanılmaz! ADD bu durumu zamana bırakıp geçiştirmeyi aklına bile getirmesin. Bu açık yara kolayca kendiliğinden kapanmayacak. Sevgili Batum, eminim bu ülkeye daha çok hizmetler yapacak, ama devirdiği çamların farkına vardıktan sonra. Şu dönemde kendini dinlenmeye almasının ADD açısından daha hayırlı olacağını düşünüyorum.

İDO’YU KİM ÖLDÜRDÜ?
Ülkemin her tarafı denizlerle kaplı. İstanbul, her yönüyle, boğazıyla, adalarıyla denizin içine ve ortasına kurulmuş. Şehir Hatları Vapurları ile beraber, İDO, İstanbullulara yıllardır çok büyük ve değerli bir hizmet veriyordu. Şimdi, tersine her geçen gün gelişmesi gereken deniz ulaşımı ve bu kadar kabul görmüş bir hizmet hattı, neden birden karaya oturtulur, tüketici bunu anlamaz, kabul etmez. Gerek dedikodu çarkından, gerek basından birçok şey duyuyoruz, öğreniyoruz. Osmangazi Köprüsü ile ilgili duyumlar, Pazar günü Hürriyet’te Jale Özgentürk’ün haberinde söz edilen Bursa Belediyesi’nin BUDO’su, Ambarlı Liman arsası, Sirkeci-Harem hattı ve Kabataş hakkındaki olumsuzluklar, bunların her biri ayrı ayrı etki etmiş olabilir. Ama tek şey kesin: Bu halk haklı olarak bunlara gerekçe değil, bahane diyecek ve olayın arkasında rantı başka yerlere kaydırma arzusunu bularak suçlayacak. Herkesin aklını başına alarak toplumu daha fazla mağdur etmeden bu hatadan dönecek formülleri bulması lazım. Bunu başaramayan herkes halkın gözünde kaybeder!

GEZİ FOBİSİ HİÇ BİTMEYECEK Mİ?
Bizler “Osman Kavala’nın suçu ne?” sorusuna yanıt ararken, geçen hafta bir sabah vakti öğrendik ki, yine birçok öğretim görevlisi göz altına alınmış!
Kör şafakta ansızın yapılan baskınlarla birilerini göz altına almak, literatürümüze Van Üniversitesi rektörü Yücel Aşkın’a 2004’de reva görülenlerle başladı. (Kendisi buyıl ancak beraat etti o davadan!) O günden sonra Ergenekon-Balyoz derken sayısız defada, sayısız masum insanın FETÖ kumpaslarıyla toplanıp götürüldüklerini gördük. FETÖcüler’e geçmişte onların açtıkları davaların “savcılığını üstlenebilecek kadar” yakın duranlar, bugün onların her kuruma sızmış kalıntılarını sistemimizden temizleyebilmek için akla karayı seçiyorlar. Ancak görüyoruz ki, 15 Temmuz’dan önce FETÖ hainlerinin yıllardır ifşa ettiğimiz rezil kumpaslarını öngörememiş olanlar, şimdi de gülünç bir FETÖ taktiğiyle masum insanlara içeriksiz gerekçelerle, Gezi bahaneleriyle baskınlar yapabiliyorlar!
Bu toplum artık gerginlikten de, sürekli kavgadan da, yalan senaryolarla halka “korku ve dehşet” yaşatanlardan da, tehditlerden de bıktı. İktidar artık yalnız Türkiye içinde değil, dışında da buna benzer ilkel saldırılarla ülkeyi yıpratmaktan vazgeçmeli. FETÖ taktik ve saldırı alışkanlıklarının hala kullanılabiliyor olması bile, başlı başına bir acizlik ve hayal kırıklığı...


16 Kasım 2018 Cuma

TÜRKÇE EZAN, DİSİPLİNE VERME KONUSU OLABİLİR Mİ? | Bedri Baykam | 15.11.2018



Hayır olamaz. Olmamalı. Ne yazık ki Kılıçdaroğlu yönetiminin son yıllarda çok meraklı olduğu çeşitli milletvekillerini ve partilileri disipline göndermek, CHP’nin imajına büyük zarar veriyor. Hele geçen hafta gördüğümüz gibi, konu “Türkçe ezan” olduğu zaman, yara derinleşiyor. Kılıçdaroğlu ve kurmaylarının anlayamadığı konu şu: Türkiye’nin gerçekleri gereğince bugün ezanın yalnız Arapça okunması gerektiğine inanabilirler. Öztürk Yılmaz’ın görüşlerine tamamen karşı çıkabilirler. Ama farklı bir görüş savunuyor diye kendisini disipline yollamanın elle tutulur, sosyal demokrat bir partiye yakışan hiçbir yönü yoktur. Daha da ötesi, bu tavır günümüz gençliğine tamamen ters düştüğü gibi, ayrıca CHP’nin kuruluş felsefesine ve Atatürk’ün Türkiyesi’ne de yakışmamaktadır. Konu burada, Kılıçdaroğlu CHP’sinde Atatürk’ün uygulamalarının ağıza alınmasının bile artık “ihraç sebebi” haline getirilmek istenmesidir. Konu, AKP’den hemen yaldızlı bir “aferin” alan, Öztürk Yılmaz’ın ihraç girişimini çok aşmaktadır! Hani son günlerde Atatürk’e saldıran meczuplar artıyor ya? Kusura bakmayın ama, Atatürk’ün en temel fikirlerine karşı uygulamaya konulan bu anti-demokrat cadı avı, iki sapığın çekiçle onun heykellerine saldırılar yapmasından kat be kat daha ağır bir yara açıyor içimde! CHP’nin yönetimi, günümüz Türkiyesi’ndeki siyasi nabza uymak için kendini kesinlikle Arapça ezandan yana gösterebilir. Ama bu konuda “ihraç” mekanizmasını çalıştırmak, Cumhuriyeti kuran Atatürk iradesini kırmızı çizgilere alarak, geçmişiyle beraber yok etmeye kalkışmaktır. 22 Ocak 1932 ve 16 Haziran 1950 arasında uygulanan Türkçe ezan, daha sonra faşist tavırlarıyla gerçek rengini belli eden DP tarafından kaldırılmıştır. Kaldı ki onlar bile Türkçe ezanı yasaklamamışlar, ancak “ezanın Arapça söylenmesine getirilen yasağın kaldırılması” konusunda bir karar almışlardır. Ayrıca her gün değişik vesilelerle demokrasi ve ifade özgürlüğünün öneminden söz eden bir partinin, “insanların namaza kendi anlayacakları dilde davet edilmesini” isteyen bir görüşe karşı bu kadar radikal bir cezai yaptırımla yaklaşması, kara mizah gibidir! Ali Sirmen ve Rahmi Turan gibi sol-Atatürkçü yazarların da karşı çıktığı bu yaklaşım, CHP’nin hiç hak etmediği şekilde yasakçı, geçmişini inkar eden bir parti olarak belirmesine neden olacaktır. CHP tabanının böyle hassas bir konuda katı ötesi ve cezacı bir yaklaşıma destek vermeyecekleri kesindir. Umarım YDK, olayların bu tatsız boyutlara varmasına engel olur.


MÜSLÜM” FİLMİ ÖNYARGILARI EZİP GEÇİYOR!

Geçen hafta sonu “Müslüm” filmine gittik. Gerçekten çok tebrik ediyorum yönetmenleri, yani Ketche ve Can Ulkay’ı. Ulkay’ın daha önce o şaheser “Ayla” filmini de izlemiştim. Her ikisi de birbirinden daha iyi kotarılmış iki proje. “İki yönetmen aynı filmi nasıl çeker?” sorusunun yanıtını ben kendim bizzat yaşayarak vermiş bir insanım.
Müslüm Gürses, yaşamının son dönemine kadar, entellektüel çevrelerde fazla prim yapamamış bir arabesk müzik şarkıcısıydı. Yansıttığı imaj, onun için yanıp tutuşan, İstanbul varoşlarından veya yurdun dört bir yanından gelen ve birçoğu kendini jiletleyen gençlerin katıldığı konserler, yanık bir ses, röportajların yansıttığı “çok dramatik bir geçmiş” olgusu ve sonuçta genellikle aydınların büyük kısmının biraz dudak büktüğü bir profildi. İşte “Müslüm” filmi, bütün bu varsayım ve önyargıları, dinamitlercesine yok ediyor. Filmin başından itibaren kendimizi o ufacık çocuğun, “Müslüm Akbaş”ın yerine hemen koyuyoruz ve dünyayı onun korkuları, heyecanları ve umutlarıyla görmeye başlıyoruz. Bu yönetmenlerin ve o küçük aktör Şahin Kendirci’nin başarısı. Ardından filmin derinliklerine çekiliyoruz. Kıskançlık ve şiddet üstüne beyni kurgulu bir baba, fedakar bir anne, kan dolu sahneler... Size filmin akışını fazla anlatmadan, “Müslüm”ü hissettirmeye çalışmanın zorluğunu yaşıyorum. Güneyin en zor şartlarında var olmaya çalışan gencecik insanları, onların rüyaları, mücadeleleri, aşkları nasıl göğüslediklerini aktaran mükemmel bir kurgu ve birbiriyle rekabete giren çarpıcı sahneler... Ve eşim Sibel’i ağlatan, Timuçin Esen’in “Müslüm Baba” performansına Muhterem Nur rolünü mükemmel oynayarak harika bir şekilde eşlik eden, eski öğrencim Zerrin Tekindor... Bana daha fazla anlattırmayın, görmediyseniz hemen gidin bu hafta sonu! (Sevgili yönetmenler, ben o şehrin üstünde süzülen görkemli kuşun şehrin üstünden uçuş sahnesini 4 saniye uzatırdım, bir de filmin sonunda, kredilerin okunmasını zorlaştıran akış hızını yavaşlatırdım.)

İSMET KÜNTAY ÖDÜLLERİ VE “İSMET ABİ”...
Tiyatromuzda sağlam bir gelenek oluşturan “İsmet Küntay Ödülleri” geçen hafta Büyük Kulüp’te, çok nezih bir topluluğun katıldığı törenle dağıtıldı. Sağolsunlar, organizasyon komitesi bu sene yine bir ödülü de benim vermemi istedi ve bir konuşma da yaptım. O törende beraber oturup geceyi alkışlara boğduğumuz insanlar arasında, sevgili Müjdat Gezen, İlker Başbuğ, Tamer Levent, Hıfzı Topuz, Ayşe Emel Mesci gibi efsaneler vardı.
Ama o gecenin ve ödüllerin güzel hikayelerinin ötesinde bir şeyler anlatmak istiyorum... Rahmetli İsmet Küntay, benim için öz amcam kadar yakındı. Ergenlik yıllarımın sayısız hafta sonunu İsmet Abi’yle ve değerli eşi Nadide Teyze’yle beraber geçirme fırsatım oldu, sevgili ablam Hülya ile hafızalarımızda en güzel şekilde yer eden büyülü günlerdi. İsmet ve Nadide Küntay’la aile dostuyduk. Kendisinden babamla olduğu gibi Cumhuriyet değerlerini, solculuğu ve ayrıca önemli yazarların kimliğini, Gogol’u, Kafka’yı, Nazım Hikmet’i dinleme şansım oldu. Beraber balığa çıkardık, Nadide Teyze’nin mükemmel köftelerini yer, futbol sohbetleri yapar, ardından Dalyan’daki efsanevi Pazar Maçları’nı izlerdik. Bugün Türk tiyatro ortamı için İsmet Küntay ödülleri çok değerli, geleneksel ve itibarlı sanatsal nişan anlamını taşıyor. Benim için ise İsmet Abi, bana sırt üstü yüzmeyi, kütüphane oluşturmayı öğreten en yakınım, daha nasıl anlatayım? Bu ödüllerin uzun soluklu başarısında, başta iki sene önce kaybettiğimiz değerli eşi Nadide Küntay’ın ve başlı başına bir kültür efsanesi olan sevgili Hayati Asilyazıcı’nın sonsuz emeği var. Kaç genç tiyatrocuyu, sahne insanını, sahne arkası emekçisini onurlandırmayı başardılar; bu büyük bir performans, gerçekten bravo! O duygulandırıcı gecede, Hıfzı Topuz, Zuhal Olcay, ODTÜ Müzikal Topluluğu, BKM Tiyatro, Hüseyin Köroğlu, Okday Korunan, Gülsüm Soydan, Tiyatral Mardin Topluluğu, Pervin Bağdat, Tiyatro Sahnekarlar, Özdemir Nutku, Mustafa Şen, Eren Aysan, Mustafa Bal, Bakırköy Belediye Tiyatroları, KATS Sahne Sanat ve Eğlence Merkezi, Medina Yavuz Almaç, Alper Maral, Behlüldane Tor ve Kamil Kellecioğlu ödülleri paylaştılar. Küntay ailesine ve Jüri Başkanı sevgili Asilyazıcı’ya ne kadar teşekkür etsek azdır!

9 Kasım 2018 Cuma

DERBİ: KİN-NEFRET-ŞİDDET-SİYASET SARMALI! | Bedri Baykam | 08.11.2018



Hala Galatasaray-Fenerbahçe maçı ile boğuşuyoruz. Önce, sahada yaşananlar: Galatasaraylılar başka şeyler söylüyor, Fenerbahçeliler başka! Herkes “gerçek” konusunda kendi yorumlarında ısrarcı! Benim yorumlarımı da tereddütle okuyun, sonuçta ben de “tarafım”! Nasıl siyasette herkes “kendine demokrat” olmayı seçiyorsa, medya patronları demokrasiyi kendine göre yorumluyorlarsa, nasıl sosyal demokrat parti liderleri bile demokrasiden kaçıyorlarsa, futboldaki tavır da farklı değil! Atatürk-İnönü’den sonra, ne sağda, ne solda demokrasiyi gerçekten ilke edinen bir lider görmedim. Sporda neden farklı olalım ki?
KUROSAWA’NIN RASHOMON’U!
Bu, aklımıza Japon yönetmen Kurosawa’nın Rashomon filmini getiriyor. Ormanda bulunan bir ceset ve ölen adamın tecavüze uğramış karısı hakkında olayın şahidi olan üç kişi vardır: Bir gezgin, bir oduncu ve bir haydut... Ne var ki her biri yaşananları kendilerine göre aktarırlar. Gerçek nerede saklanmaktadır?
Konumuza dönersek, Fenerbahçe’nin ilk golü: Penaltı pozisyonunda, Valbuena’nın muhteşem ara pasında Muslera kontrolsüz şekilde kalesinden çıkıp Isla’yı biçiyor. O anda, gol pozisyonu kalkmış göründüğünden, Galatasaraylılar pozisyonun penaltı olabileceğini akıllarına bile getirmiyorlar. Ama VAR öyle düşünmüyor ve Fırat Aydınus’u ikna ediyor. Benim içim rahat. Geçen hafta Fenerbahçe-Ankaragücü maçında, Fenerbahçe aleyhine verilen tıpatıp aynı kararda hakem Hüseyin Göçek’e hak vermiştim. İyi de Galatasaraylılar neden farklı düşünüyorlar acaba?

VALBUENA’NIN DEHASINI TACA ATMAYA ÇALIŞANLAR
İkinci Fenerbahçe golünde, yine Valbuena’nın dehası var. Fransız yıldız, kendisine 2. sınıf futbolcu muamelesi yapan Aykut Kocaman ve yok sayan Philip Cocu’nun esaretinden kurtulmanın rahatlığıyla, taç atışının peşinden topa sahip olup, Jailson’a o nefis ara pasını veriyor, top filelerde! O gol vuruşu, en az ondan 20 dakika önce Galatasaraylı Linnes’in attığı nefis şutla gelen gol kadar güzel. Fakat maçtan sonra ortalık Fatih Terim’in “Valbuena’nın asistiyle gelen 2. gol öncesi, top taca Valbuena’dan çıkmıştı” sözleriyle sarsılıyor! Tabii bunu VAR’la penaltıya gelen itirazlar takip ediyor! Bu sefer maçta çıplak gözle izlerken pek fark edemediğimiz analizlere geçiyor sıra... Net şekilde Valbuena’nın orada taç değil, zaten faul atışı yapması lazımmış! Belhanda göz göre göre Valbuena’yı düşürmek için uğraşmış! Zaten eski hakemler ekranda aynı şeyi söylüyor, ama o taç olayını, Galatasaraylılar büyüttükçe büyütüyor! Peki ben mi abartıyorum yorumlarımı?
Bu sefer Fenerbahçeliler de Galatasaray’ın attığı 2. gol öncesi net bir şekilde topun Ozan’dan çıktığını, esasında pozisyonun korner olmadığını görüyorlar. Evet, Ozan ilk kornerden sonra bu mantıkla hızla görev yerine doğru koşuyor, bunu herkes görüyor. Yoksa bunu ben mi uyduruyorum acaba?

MAÇ SONRASI KOVALAMACA VE SAKLAMBAÇ MI OYNANDI?
Maçtan sonra yaşananlar var bir de... Saha içinde Jailson, Soldado ve Belhanda, N’Diaye, birbirlerine giriyorlar. Salt görüntülerden söz ederek konuşacağım, yorumsuz: Belhanda Soldado’nun bacak arasına diz atıyor. Yere düşünce de üzerine çıkıp ayağına basıyor. Soldado ve Belhanda koç gibi alınlarını birbirlerine dayamışlar, her an kafalar patlayabilir... Ardından Jailson Belhanda’ya tokat atıyor. Maç bittikten sonra, dostluk içinde birbirlerini kutlamaları gerekirken, birden belki 30- 40 Galatasaraylının sahaya dalıp Fenerbahçelileri linç etmeye çalışır gibi kovalamaya başladıklarını ve yakaladıklarının da boğazını sıktıklarını görüyoruz. Şimdi aynı görüntüleri, Galatasaraylılar şöyle yorumlamayı seçmişler: “İyi ama Jailson da tokat atmıştı”. “İyi ama gol de haksız taçtan gelmişti!” Ben kendi kendime diyorum ki, sahada futbolcular arasında bireysel olarak yaşananlar, hiçbir zaman toplu bir linçvari saldırı fiilinin bahanesi olamaz. İşte o anda ne fanatikliğim kalıyor, ne aydınlığım, ne de karanlığım!
JAİLSON TOKADI” VE SİVAS BAHANELERİ
Sonra aklıma parlamentomuz geliyor... Zavallı bir milletvekilinin ya da grubun üzerine aynı şiddet ve küfürlerle saldıran diğer sözde milletvekillerimiz... Her birinin gerekçesi var ve kafalarında tamamen haklılar! Veya en masum şekilde hakkını savunan bir kişi veya topluluğa reva görülen coplar, biber gazları ve aynı şiddet merakı! Tesadüf mü? Bir Jailson gerekçesi uydurulursa, bir Aziz Nesin bahanesi yaratılırsa, demek ki hemen bir çeşit Sivas katliamı yaratmaya hazırız! Ve o yüz kızartıcı saldırıyı dışarıdan izleyenler “ama Jailson da tokat atmıştı zaten” diyerek, gözlerini gelmekte olan katliama kapamaya hazır. Stattaki on binler de hazır, sokaklardaki yüz binler de! Biri diyor “işte bu cehennem ateşi”, diğeri diyor “oh yesinler bakim dayağı, nasıl da tokat atmıştı zaten!” Peki, Fenerbahçeli futbolcular o güruhtan kaçmayı başaramasalardı, 4-5 kişinin altında nefessiz kalıp ölselerdi, biz bugün neleri konuşuyor olacaktık? Futbolun Sivası’nı yaşamak için sahada illa ölüm mü olması lazım? Yüz kızartıcı yorumlarından utananlar olacak mı acaba, holiganizm sarhoşluklarından uyanınca? Hadi malum Hasan Şaş vakasını geçelim. Hadi Fatih Terim için “hayal kırıklığı içinde, kulaktan dolma bilgilerin dolduruşuna gelmiş olabilir” diyelim... Peki Galatasaray’ın başkanına ne diyeceğiz?

KİNDAR” YÖNLENDİRMESİNİN KÖKENİ
Aradan 2-3 gün geçtikten sonra bir başkan nasıl kalkıp “içinizdeki kini ve nefreti saklı tutun” diyebilir? Hem de sözde Fenerbahçe başkanını ve yönetim kurulunu büyük bir dostluk gösterisiyle karşıladıktan sonra... Daha neler göreceğiz? İmam-cemaat söylemindeki ünlü örnek bu “yönetici”lerin aklına geliyor mu hiç? Yarın o kini ve nefreti içinde saklı tutan 5-10 Galatasaraylı, rakip takımdan bir taraftarı bir köşede kıstırıp linç ederlerse o başkanın istifası ne işe yarayacak? Tabii her birimiz bu konuyu dinlerken aklımıza Erdoğan’ın aynı doğrultudaki fikirleri geliyor. Cengiz acaba bu tüyler ürpertici sözleri söylerken, Erdoğan’ın, “dindar ve kindar bir nesil istiyorum” konuşması mı bilinçaltına işlemişti? Bu yüzden mi bu ağır gafı bu kadar rahatlıkla yapabildi? Bana göre tesadüf değil. Siyaset maalesef kötü örneklerle, sporumuzu da ciddi boyutlarda yozlaştırmış durumda...
Aslında yaşanan her şey bir yana, günün en korkunç olayı, Koray Şener’e 22 yaşında statta gelen korkunç ölümüne rağmen, bu rezil kavgaların, polemiklerin, sataşmaların yaşanabilmiş ve hala yaşanıyor olması...
Şener ailesi ile ne kadar empati kursak da onların acısını tam olarak hissedemeyiz. Mekanı cennet olsun. Fenerbahçe Yönetimi ve Başkan’ın verdikleri büyük katkı ise bizlerin yüreğine değen küçük bir teselli...

OSMAN KAVALA NEDEN TUTUKLU?
Bugünkü yazım, “Kaç tane gerçek olabilir ve nerelere saklanıyor?” sorusu etrafında şekilleniyor. Merakla soruyorum: Osman Kavala, neden tutuklu? Hakkındaki iddianame ne zaman hazır olacak? Bir yılda neden şekillenemedi? Ömründen eksilen bu uzun dönemin bedelini kim ödeyecek? Tutukluk halinin devamı sanki otomatiğe bağlanmış... Dosyaya konan gizlilik ibaresi nedeniyle, avukatları da delilleri göremiyorlar. Bu ağır suçlamalar karşısında gerçek nerede saklanıyor ve bu bunaltıcı esrar perdesi daha ne kadar sürecek? Bu soruların yanıtını bilmek, bizlerin de vatandaş olarak hakkı!


1 Kasım 2018 Perşembe

“WELCOME TO İSTANBUL-İSTANBUL AIRPORTTT!!!” | Bedri Baykam | 01.11.2018



Bazı bölümleriyle “göstermelik olarak” da olsa, “Yeni İstanbul Havalimanı” 29 Ekim tarihine Cumhurbaşkanı aceleciliğiyle kısmi olarak açıldı. Erdoğan istese, öğleden sonra o açılışı gerçekleştirip ardından Ankara’ya resepsiyon için dönebilirdi. Cumhuriyet’le gizli ya da yarı örtülü hesaplaşma, her ne kadar ortasına Saray kondurmuş olsa da Başkent’e bir türlü tam ısınamama ve muhalefete gol atma dürtüleriyle hareket etti. Herkes 3. havalimanının isminin ne olacağına kilitlenmişken, Erdoğan “En önemli markamız İstanbul” söylemi üzerinden giderek yeni ismi “sözde” açıkladı! Sözde diyorum çünkü bana sorarsınız o konu şimdilik buzdolabına kaldırıldı ve ileriki zamanlarda birinin adı verilebilecek muhteşem bir boşluk ortada bırakılmış oldu. “New York-JFK”, “Paris-Charles de Gaulle”, “İstanbul-İstanbul” havalimanları! Aaa, bu arada Atatürk Havalimanı için endişeye gerek yokmuş, neşe içinde yuvarlanabileceğimiz Millet Parkı’nın bir köşeciğinde, gariban kargo uçaklarının inebileceği bir kalıntı olarak devam edebilecekmiş! Ne kadar bonkör ve üstelik zekice bir formül değil mi? Böylece hiç kimseler “Peki Atatürk Havalimanı n’oldu?” diyemeyecek; diyen olursa da, “Ahan da şurada, biraz dikkatli bakarsanız ilerde köşede görebilirsiniz” yanıtını alacak!
Böylece hiçbir yolcu havalimanımızın adında artık “Atatürk” yok! Beş büyük İstanbul köprüsünün adında da Atatürk yok! Bursa’ya uzanan köprünün adı Osman Gazi! İnönü stadının adı Vodafone Park... Bu arada Afyon, Eskişehir, Bursa, Antalya, Antakya, Konya, Sakarya, Kayseri gibi birçok stadın adından Atatürk silindi. Böylece yavaş yavaş Atatürk ve İnönü isimlerinden kurtuluyor yurdun dört bir yanında bu değerli iktidar! Hem de hep “Aşk olsun, aaaa, nereden çıkardınız bunları!” sözleriyle etrafa sükunet telkin ederek, yavaş yavaşşşş, kurnazca, sinsice, zamana yayarak... CHP bu konularda çok tepkili veya tetikte mi? Bana sorarsanız, biraz görmezden geliyorlar veya akılları daha çok adaylıklarda...
Böylece Erdoğan’ın nehri, planlandığı gibi aktıkça akıyor, “Eski Türkiye” diye sürekli aşağıladıkları o güzelim kurucu yıllarımızın izleri adım adım yok ediliyor!

İSTANBUL’A İNCE, ÖN SEÇİMLE ADAY OLMALI!
3-4 ay önce milletvekili seçilen bir siyasiden belediye başkan adayı çıkmaz/çıkamaz. Bu CHP örgütünün aklıyla, vicdanıyla, emeğiyle alay etmektir. Lütfen Milletvekilleri, kendi prestijleriyle oynamasınlar! Muharrem İnce ne diyor? “İstanbul’a aday olurum, ama tüm üyelerle ön seçim yapılırsa”. CHP’ye yakışan tek yöntem budur. Bence zaten o aday, bence de o sandıktan büyük ihtimalle Muharrem İnce çıkar. Ama onu da bu sefer Kılıçdaroğlu değil, örgütün aday seçmesi lazımdır. Cumhurbaşkanlığı adaylığından sonra bulamadığı “B planı” bu olmalıdır. Tabii umarım İnce de artık bir özeleştiri yapacak ve “yalnız adam” senaryosuyla yürümekten vazgeçecek. Kılıçdaroğlu’na gelince, onun da ön seçim dışındaki atama formülleriyle aday saptamanın, kaçınılmaz şekilde küslük, hayal kırıklıkları veya istifalar getireceğini, artık sosyal-demokrat bir partiye bu yöntemin yakışmadığını görmesini temenni edelim. CHP, kesinlikle güvenilmesi gereken sağ duyulu ve köklü bir örgüte sahiptir...

FENERBAHÇE’DE YERLİ HOCA ŞART!
Fenerbahçe, tarihinin en büyük krizlerinden birini yaşıyor. Bunu yalnız puan cetvelindeki yerine bakarak söylemiyorum. Daha önce tutmayan Terraneo-Pereira sisteminin benzeri, bu yıl da şimdilik takımı yaya bıraktı. Şimdi yönetim ve Comolli, bu tabloya müdahale etmek için Cocu’nun yerine hangi hocayı getirirse getirsin, o da benzer sorunlar yaşayacak. Yarısı “eski”, yarısı “yeni” bir kadro... Bu yeni hoca, ilk döneminde kaçınılmaz şekilde elindeki kadroyla çeşitli karışımlar deneyecek. Kimse kalkıp ona “Ortada yürüyen bir takım var, fazla karıştırma, bunları oynat” da diyemez. Çünkü Cocu’nun takımı galibiyetin şifrelerini unutmuş! Basında gezdirilen hoca isimlerinin yarısı yabancı, yarısı yerli. Ama dili yanan ve sezonun neredeyse üçte birini harcayan Fenerbahçe yöneticileri büyük ihtimalle yabancı teknik adam tuzağına düşmeyecekler. Çünkü tekrar ithal bir hoca gelirse, deneme yanılma yöntemi ile boşa geçecek zamanın çok farkındalar. Ben olsam takımın başına şu geçiş döneminde Ersun Yanal veya Yılmaz Vural’ı getiririm. Değişik sebeplerle karar almada gecikme yaşıyorsam, önce camianın içinden eski futbolcu has bir Fenerbahçeli’yi birkaç maç takımın başına koyarım. Vural’a “magazin figürü” yakıştırmasını yapanları, kesinlikle mazur görmem ve kınarım. Zaten bir karşılık beklemeden her renkten taraftarın bu kadar sevdiği, bu kadar donanımlı ve enerjik bir spor adamı zor bulunur!
Tabii bir de işin farklı boyutu var. Bütün spor programları ve sosyal medyada aynı şey konuşuluyor: “Cocu yetmez, Comolli’nin de gitmesi lazım”. Bu üzerine düşünmeye değer bir durum. Cocu’yu kim getirmişti? Comolli. Transferleri kim yaptı? Kamuoyuna yansıdığıyla, o işin de ana sorumlusu kendisi. Tüm isimleri takip eden, fiyatlandıran, kim kalsın, kim gitsin diye kararlar alan, hep o! Sonuçta orta saha başta olmak üzere, takım kadrosu şiştikçe şişti. Seyircilerin bir türlü ısınamadığı Reyes’leri, Frey’leri, Jailson’ları, Benzia’ları seçen o. Slimani bize “mükemmel bir santrfor” diye geldi, ben iki aydır kendisinde henüz herhangi bir ışık göremediğimi sürekli anlatıyorum. Ligde 10. haftada, tek golü var. “Çok hareketli, çok deplase oluyor” yorumları beni ikna edemiyor. Öte yandan Başkan Koç’un, transfer kararlarının hep üçlü olarak Cocu-Comolli ve yönetimin onayıyla yapıldığını aktardığını biliyoruz. Ama kamuoyu farklı okuyor. Her ne kadar 2. başkan Semih Özsoy, Cocu’nun ayrılışıyla “artık bedelin ödendiğini” ifade etse de, kamuoyu nezdinde anlaşılan Comolli kaldıkça, o hesap gündemde kalacak. Başkan Koç, çok önem verdiği sportif direktörlük koltuğunda Comolli’yi tutmak istiyorsa, kamuoyu önünde onun işlevini, aldığı ve almadığı sorumlulukları çok iyi anlatması lazım. Öte yandan Fransız direktörün de yerli bir hoca ile anlaşabileceğini kanıtlaması lazım. Başkan Koç, hak etmediği eleştirilerden uzak durmak için -yerli olacağına inandığımız- yeni hoca ile Comolli’nin ahengini bulmalı. Toplum nezdinde büyük bir kredisi olan Ali Koç, hiçbir zaman şunu aklından çıkarmamalı: “Bu kongre üyesi on binlerce insan, bana güven oyu verdiler. Ne Cocu’ye, ne Comolli’ye, ne de gelecek yeni hocaya. Tutan aşı tutar, tutunamayana bir süre sonra teşekkür eder yoluma devam ederim. Yetki de benim, sorumluluk da! Eninde sonunda Kongre’ye hesap verecek olan benim, onlar değil”
DÜNYANIN EN KISA FIKRASI
Bir varmış, bir yokmuş...
Suudi Başsavcı Suud El Mucep, “Kaşıkçı cinayetini araştırmak” için Türkiye’ye gelmiş...


25 Ekim 2018 Perşembe

MHP-AKP İTTİFAKI “ESSAHTAN” ÇATLAYABİLİR Mİ? | Bedri Baykam | 23.10.2018



Grup toplantısında ne patlama oldu ama! İşin traji-komedisi, Bahçeli aynı toplantıda kalkıp “kimse niyetlenmesin, biz milletimin ittifakına sonuna kadar bağlıyız” demeci verse, aynı alkış tufanı yine kopardı! Aslında bana sorsanız, 59 ayrı sebep oluştu bu beraberliğin bitmesi için: İlk anda aklımıza gelen sıcak konular Brunson’un salıverilmesi ve yurt dışı yasağının kaldırılması, fındık fiyatları konusundaki ağır çatlak, Katar’dan kabul edilen ne idüğü belirsiz sözde hediye uçak, Erdoğan’ın muhalefetin baskılarını kabul edip Mc Kinsey gafından geri adım atması, andımız konusunda AKP ve Erdoğan’ın Danıştay kararına gösterdiği aşırı direnç ve tepki, “AF” yasa taslağı konusunda ana konuya inmeden, olayın “uyuşturucu terörüne bu yasayla geçit verip vermemek” konusundaki tartışmada tıkanması gibi başlıklardı.
Bütün bunları üst üste eklediğinizde, ittifak çatlağı hakkında “gecikmiş bile!” diyebilirsiniz!
Amaaaa... Bahçeli bu büyük tavrı koyduktan hemen sonra, her iki taraf da birden “ittifak devam ediyor da, hani yerel seçimde yok” söylemine gerileyiverdi. Erdoğan açısından bu anlaşılır bir duruş. MHP desteği, elinin tersiyle itebileceği bir ortaklık değil. Unutmayalım ki, onlardan seçimlerde ve referandumda gelen desteklerle bu rejim dönüşüp saray sefası başlayabildi! Gerçekten de MHP’nin AKP ortaklığı biterse, ortaya hangi siyasi tablonun çıkabileceği birçok yönlü bulmaca olur! Bu riski, her iki taraf da pek istemez bence! Çünkü bu hesaplı değil, kontrolsüz güç olur. Dolayısıyla Erdoğan’ın “herkes kendi yoluna!” sözleri, özellikle parlamentoda kolay kolay yaşama geçemez.

KAŞIKÇI OLAYI VE YOBAZLARIN KÜÇÜK BEYİNLERİ...
Ne yazık ki üç haftadır dediğimiz her şey, kabus gibi gerçekleşti. Suudi Arabistan, bu dünyanın güvenilir bir hukuk devleti ile hiçbir ilgisi olmadığını (!) tekrar kanıtladı. İşin doğrusu, bu işin bu şekilde dünyada büyüyebileceğini hiç düşünmemişlerdi ve hatta bunun gerekçesini hala anlamadılar! Mantıklarına göre “altı üstü bir adam” temizlediler, hepsi bu! Aradan 16 gün geçtikten sonra cinayetin kılıfını uydurmaya çalışan Suudiler, konuştukça battılar: Kral ve Prens’i aklamak için uydurdukları o ilkokul çocuklarını kandıramayacak masal, artık tam bir turnusol kağıdı görevi üstlenecek; kimin bu fıkraya inandığını ve kimin “kral çıplaaaak!” diye bağırdığını dünya görecek... Masal, şimdiden Trump’ı mutlu etmeye yetti! Suudilerin yaptıkları palavra açıklamaya mesela Amerika’da Trump’tan başka inanan çıkacak mı!? Buna inanmış görünen siyasiyi, üç kuruş beyni olan hiçbir aydın hiçbir “insan” affetmez!
Bizim Cumhurbaşkanlığı sözcümüz de hemen “Suudilerle aramızı bozmak istemediğimizi” gündeme getirdi. Acaba dünya Suudilere şu soruları soracak mı? “Madem Kaşıkçı sizin konsoloslukta öldürüldü, neden 16 gündür bundan kimseye bahsetmediniz? Sizin, ülkeler arası seyahat ederek tesadüfen aynı gün oraya gelen önemli gazetecileri kendi kararlarıyla öldürme hakkına sahip, kendi başına buyruk bir timiniz mi var? ‘Cesedi yerel bir işbirlikçiye vermek’ ne demek? Siz demek ki mafya devleti olduğunuzu baştan kabul ediyorsunuz. Her ülkede toplam kaç işbirlikçiniz var?”
Yobaz beyin, her yerde yobaz beyindir. Muhakeme gücü azdır. Mantıkla şekillenmez. Yasalara, barışa, insan haklarına inanmaz. Kendi çıkarları için yalan da söyler, yılanken melek kılığına da girer, insanları kandırır, takiyye yapar...
Fetöcülerle, şu utanılası kaçış açıklamalarını yapan bu devlet arasında büyük benzerlikler yok mu? Her ikisi de gözünü kırpmadan, kendinden olmayan insanı yok edebiliyor, insan mantığıyla alay edercesine yasadışı, alçak operasyonlara girişiyor. Biri gecenin saat 22.00’sinde Boğaz Köprüsü kapatarak darbe başlatabileceğini sanıyor, sonra sokağa çıkan darbe karşıtı masum insanları yok etmeye girişiyor; diğeri, iki saat önce vahşice öldürdüğü gazetecinin kıyafetlerini giydirdiği bir şaklabanı sokağa salıp “Bakın işte bizim konsolosluktan çıkış yapmış” palavrasını dünyaya inandırabileceğini sanıyor! Aynen her noktanın artık mobese kameralarıyla izlendiğini unutan ve her akşam ana haberlerin palyaçosu olan amatör hırsızlar gibi! Yobazlardaki bu gelişememiş beyin ve saldırganlık, özellikle genç kızlarımızı “senin içindeki cinleri çıkaracağım”, “artık hasta olmayacaksın” gibi yalanlarla ağına düşüren veya kameralar önünde Cumhuriyet’in kurucusuna saldıran seviyesiz, maneviyat dolandırıcısı sefillikle ortaya çıkıyor.
Konumuz artık, katillerin Kaşıkçı olayına takındıkları kılıfların bayağılığı değil. Bu yasal kılıflı terör örgütünü, hangi devletlerin koruduğu ve suçlarını görmezden gelebilmeyi midesine ve onuruna yedirebildiği...

ARA GÜLER BABİL’DEN SONRA DA YAŞAYACAK...
Türkiye Ara Güler’in kaybı ile sarsıldı. Cenazesine katılabildim, bir gün sonra Çin’e gittiğim için kaçırmaktan korkmuştum. Duygusal, samimi ve bir sanatçı için görkemli bir buluşmaydı. Gerek Ara Güler, gerek cenazesi hakkında her şey söylendi. Buna rağmen birkaç noktayı vurgulamak istiyorum: Bundan yalnız iki ay önce Bomonti’de Ara Güler Müzesi açılmıştı. 90 yaşındaki usta fotoğrafçı, sürekli “Ben bir foto muhabiriyim” diyerek kendisine karşı mütevazi bir yaklaşıma girse de, Ara Güler, uzun ömrü boyunca çektiği tüm görselleri -yani eski deyimlerle kontakları, diaları- eski Leica’sı kadar sevmese bile dijitallerle yaptığı çekimleri, hepsini özenle biriktirdi, korudu. İşte onların güçlü bir müzeyle geleceğe doğru açıldığını görebilmesi, eminim hayatının en mutlu anlarından biriydi. 
Sanatçıların en büyük sorunudur bu, “Benden sonra eserlerimin akıbeti ne olacak?” Özellikle yaşamla sürdürülen büyük kapışmanın “grande finale” dönemi yaklaşırken, bu koca kuşku çıkmaya başlar ortaya... Her büyük sanatçının bir rüyası, bir umudu ve kaygısıdır bu! Bunu laf gelişi değil, birinci elden, konunun içinden biliyorum. O gün Ara Güler için hissettiğim mutluluk ve keyif, o yüzden emsalsizdir. 
Ara Güler için söyleyebileceğim bir diğer konu, fotoğrafları nedeniyle biraz kim vurduya giden yazarlığıdır. Örneğin en son Aras Yayıncılık’tan çıkan “Babil’den Sonra Yaşayacağız” başlıklı kısa hikayeleri içinden, aynı ismi taşıyan metin, müzede de bir duvarı boydan boya kaplıyordu ve inanılmaz derecede etkiliydi: “Merhaba. Ben uzun boylu denizci. Tanıdığınız uzun boylu denizci. Doğuştan Hint-Avrupalı, Ari veya Sami ırklarına mensubum. Sarışınım, beyazım, Habeşim, karayım. Grönland, Kop, Adisababa, Bombay, Sulukule, Sidney, Leningrad, New York, Kanada veya Nagazaki’de doğdum...” diye başlayıp devam eden o müthiş kitabı bugün hemen alın ve okuyun. Kilisede yankılanan cümlenin dediği gibi, “küçük insanların muhteşem yaşamından” o müstesna kareleri, basit ve firara hazır anları çaktırmadan zapt ederek çıkaran gözün, diline ve kalemine de nasıl hakim olduğunu bizzat yaşayın! Mekanın cennet olsun...