30 Mart 2019 Cumartesi

HAYDİ TÜRKİYE, VİCDANINI DİNLE, SANDIĞA KOŞ! | Bedri Baykam | 28.03.2019



Bırakın artık kendi mahallenizden gelen negatif baskılardan etkilenmeyi! Bırakın her köşede, aile toplantısında, kahvede sizin seçimlere yönelik umutlarınızı söndürmeyi kendi zeka gösterileri haline dönüştüren çevre baskısını! Felaket tellallarını susturun! Size her gün “Bu muhalefetten bir şey olmaz!” diye yayın yapan, iyi niyetinden şüphe etmediğim arkadaşlarınızı, komşularınızı, hatta gerekirse kardeşinizi, amcanızı susturun! Gün, o gün değil! Bu satırları yazan arkadaşınız, daha iyi bir ana muhalefet partisi şekillenebilsin diye ezelden beri en çok eleştiri getiren kişi! Bunları o söylüyor size! Gideceğiniz her sandıkta ana muhalefet partisine veya millet ittifakına damgayı basın! Negatif enerjiyle sizi kuşatmaya çalışan, maalesef yıkıcı propagandalara farkında olmadan beyni esir düşmüş yakın çevrenizi tam tersine siz sarsın, “Kendine gel” deyin!

BU YAŞADIKLARIMIZ UNUTULUR MU?
Onlara hak etmediğiniz nasıl bir yıkıcı ortamla karşı karşıya kaldığınızı hatırlatın. Tamamen illegal bir şekilde, devlet imkanlarının nasıl bir partinin çıkarları için devreye sokulduğunu, kimi sözde valilerin, din adamları veya üniversite rektörlerinin AKP propagandasına nasıl alet edildiklerini gözü körelmişlere yüksek sesle hatırlatın! Devletin zirvesinin seçim vaatlerini yalnız iktidar partisi lehine yapmaya nasıl cüret edebildiğini sorun! Utanmadan her muhalif aday veya seçmeni “terörist” diye adlandırmaktan çekinmeyenlerin propagandalarını kursaklarına tıkayarak her demokrat adayın arkasında durun! Kendileri saraylarda kuş sütü ile beslenirken, bilmem kaçıncı yüz milyon dolarlık uçaklarını her gece özel cilalarla korurken, sayısını kimsenin bilemediği korumalar ordusu ile sokağa adım atarken, halkın ucuz domates peşinde kuyruklarda kendini heba ettiği bir ülkede yaşadığımızı göremeyenlere karşı gerçekleri haykırın! “Beka sorunu” diye diye halkın gözünde seçimlerin yasallığını sorgulatan ve sanki düşmana karşı bir savaşa gidiliyormuş havasını estirerek halkı tedirgin, muhalefeti de tehdit ederek her yerde panik havası estirenlere, artık yüksek sesle sandıkta DUR demeye mecburuz! Milleti mahkemelerde süründürmeye çalışarak aba altından sopa göstermeyi bir alışkanlık haline getirenlere karşı, bu halkın, demokratik kitlelerin korkutulamayacağını herkesin ayağa kalkarak en cesur şekilde dillendirmesi lazım! Muhalif her milletvekili veya öğrencinin, sosyal medyada yer alan en basit cümlesinden yola çıkarak hakkında soruşturma açanların, ana muhalefet partisi liderini idam etmekten veya muhalifleri direklerde sallandırmaktan söz edenlere karşı kılını kıpırdatmadığı utanç verici bir düzende yaşadığımızı, kimse unutmasın, unutturmasın!
Koskoca gururumuz olan Atatürk Havalimanı’nı, kim ne derse desin, aldığı tüm uluslararası ödüllere rağmen yalnız adı nedeniyle ölüme mahkum etme yolunu seçenlere elbet bu halkın vereceği demokratik bir yanıt olacak değil mi? Yakında, inat çıkarları üzerine inşa edilmiş yeni havalimanında her türlü aksaklık ve kaos üstümüze düşmeye başlayınca, insanlar nasıl tehlikeli bir gidişatla karşı karşıya olduğumuzu daha iyi anlayacaklar!

BİLİYORUM YORGUNSUNUZ AMA...
Biliyorum, yorgunsunuz, yorgunuz. Bu baharın yorgunluğu değil. Biraz abartılı şekilde uzun süren bir kabusun getirdiği yorgunluk. Bıkkınlık. Sıkıntı...
Kaç seçimde umutla sabah güne başlayıp, büyük bir heyecanla sandıklara yürüdük... Her defasında ya bir sandık açılırken gidip başında durup tek tek oyları saydık ya da her ihbarı dikkatle değerlendirerek, ipuçlarının peşinde koştuk.
Kaç kere “Bu sefer oldu!” dedik, hatta 2015 seçimlerinde gerçekten muhalefet olarak keyiften havalara uçarak ve kazandığımıza inanarak, kitapta yazan veya yazmayan her kutlamaya giriştik. Ne kadar mutluyduk o Haziran akşamı, hatırlıyor musunuz?! O ilk gece Devlet Bahçeli, hiçbirimiz işin nerelere varacağını pek anlamadan “yeniden seçim-hodri meydan” gibisinden yorumlarla üzerimize geldiğinde, ülkemizde demokrasi kavramının sanki fişini çekiyordu. O seçimden sonra ülkemiz bir ay boyunca 17 yıldır ilk defa ne kadar rahat nefes almıştı, hatırlıyor musunuz?
Son Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden önce, Muharrem İnce’nin yarattığı umutlar da tavan yapmış, demokratik beklentilerle yanıp tutuşan geniş kitleler, tam olası bir zafere kilitlenmişken, çok yüksekten düşmüşlerdi. İşte biraz da “o gece”nin negatif etkisiyle “politikadan soğudum”, “artık oy vermeyeceğim”, “hep boş yere umutlanıyoruz”, yorumlarını yapmak, toplumda “in” sayılır hale geldi! Bunları uygulayanlar, çok zeki-pratik-akıllanmış-gerçekçi sayılır hale dönüştürüldü halkın gözünde!

İŞTE BU AHVAL VE ŞERAİT İÇİNDE DAHİ...
İşte tüm bu çok iyi bildiğimiz olumsuzluklara rağmen artık kapris yapmadan çevremizdeki rotasını ve hedefini saptayamamış iktidarın istediği gibi düşünceleri göçük altında kalmış dostlarımızı ve çevremizi sizin bizzat ayağa kaldırmanız lazım! “Boşver ya, ne uğraşacağım, zaten bir şeyin değiştiği yok” yaklaşımının kimleri çok mutlu edeceğini bilmiyor musunuz?
Gün Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi’ni yüreğimizde ve her hücremizde hissetme ve ülkemize, Atatürk devrimlerine, demokrasi ve özgürlüklere sahip çıkma günüdür! Geçmişin sandık mağlubiyetleri, sizin ateşinizi söndürmeye değil, tam tersine sizi üç misli daha ayağa kalkmaya teşvik etmelidir! Son 3-4 gününüzü, çevrenizdeki kararsızları uyandırıp ayağa kaldırmak için harcayın! Gerekirse başlarından aşağı bir kova soğuk su dökün! Çocuklarının geleceğini yok edercesine gözleri kararmış arkadaşlarınızı sandığa yollayın! HAYDİ TÜRKİYE! Sandığına sahip çık! Geleceğin için oy ver! ATATÜRK’ÜN GÖZÜNDE, GÖREVİNİ YAPMAMIŞ OLMAKTAN BAŞKA KORKACAĞIN HİÇBİR ŞEY YOK!

22 Mart 2019 Cuma

SANATÇILARIN CANKURTARANI: EPİVERON | Bedri Baykam | 22.03.2019



Bugün sizlerle sanat dünyamızın oluk oluk kanayan, derin ve ölümcül bir yarasını paylaşacağım. Çağdaş sanatçılarımız, yıllardır korkunç bir komplo ile karşı karşıyalar. Bu dramatik konuyu bir makaleye sığdırmak kolay olmasa da, bir özetini aktarmak istiyorum. Bunu hem Türk çağdaş sanat ortamında sayfayı açan ilk sanatçılardan biri, hem meslek örgütümüz UPSD’nin 13 yıldır başkanı, hem de UNESCO nezdinde resmi partner sorumluluğu üstlenen Uluslararası Sanat Dernekleri’nin Dünya Başkanı olarak yapacağım. Atatürk’ten özlü sözler alıntılayarak sanatçıya destek olduğunu sanan iyi niyetliler dikkatle okusun...
Sanatta Avrupa’nın aksine, devlet desteği ile buluşamayan sanatçılarımız, bireysel veya kurumsal koleksiyonerler sayesinde zor da olsa işlerini satarak, bin bir zorluk ortasında bir varoluş savaşı veriyorlar. Sanat, ekonomi kötü giderken, insanların özellikle daha da uzak durmayı seçtikleri bir alan. Buna rağmen, her sanatçı, ister genç ister kariyerli, bu dünyanın en zor mesleklerinden birini yapmaya devam etmek için büyük savaş verir.
Bu zor ve çok pahalı işi yapan sanatçılarımız, başka bir inanılmaz tuzağın ortasında buluyorlar kendilerini.
Medeni ülkelerde müzayedeci olmak için hukuk ve sanat tarihi alanında diplomalara sahip olmak lazımdır ve bunun üzerine de en zor imtihanlara girilir. Türkiye’de ise, mesela menkul kıymetler borsasında dikiş tutturamamış olmak, eskicilik, halı ticareti veya antikacılıktan gelmek yeter de artar bile! Doğru dürüst denetleme veya kanun yoktur!
Bu müzayedeciler, mesleklerini doğru dürüst yapmak yerine, sürümden çok hızlı para kazanmak için, “ellerine düşen” resimleri, değerinin onda birine veya beşte birine piyasaya koyarak, bu sanatçıları “iki paralık” etmiş oluyorlar. Daha düne kadar bin bir zorlukla yürüttükleri sanat hayatlarında, galerilerde sergi açan, koleksiyonerlere resim satan, kimileri 70-80, kimileri 50-60 yaşında, Türkiye’nin en saygın sanatçıları, birden kariyerlerinin yok sayılması tehlikesi ile karşı karşıya kalıyorlar! Galeriler sergilerini iptal ediyor, kimi koleksiyoncular bu sanatçıları resmen taciz etmeye girişiyorlar! “Bana bu resmi 10 liraya sattınız, bakın müzayedede 2 lira! Siz adam mı kazıklıyorsunuz?” Bu derece ciddi kavgalar yaşanıyor. Bu konuda hiçbir yetkisi olmayan, çoğu donanımsız tüccarlar, en saygın sanatçıları biçip budarken hiçbir ikaz dinlemiyorlar. Noterden gelen ihtarnamelere aldırmıyorlar, mantık olarak konuyu anlatan sanatçıların nazik ve düşünceye davet eden telefonlarını birkaç kereden sonra açmıyorlar. Hukuk boşluklarını bildiklerinden “İstersen yargıya git!” diye suratlarına haykırabiliyorlar. Ekmeklerini kendileri de sanattan kazanan bu adamlar, ülkede sanatı üreten en saygın ünlü sanatçılara sanki savaş açmışlar ve bundan hiç yüzleri kızarmıyor! Ayrıca bu vahşi kapitalist tavırları göstererek yalnız sanatçı ve galericisini değil, sattıkları eserleri ellerinde bulunduran koleksiyonerleri de korkunç bir şekilde mağdur ediyorlar: Onlar, mesela bir resmi piyasaya vererek en az 100 kazanmalıyken, eline 17 lira tutuşturulup evine yolluyorlar!
Sorsanız, “Efendim serbest piyasa, bütün dünyada böyle!”. Gerçeklerin ise bununla hiçbir ilgisi yoktur! Batı dünyası, kuşaklardır bilinçle sanat toplayan, asırlardır binlerce müzesi olan, medya organları sanatla dolup taşan bilinçli sanatseverler ve kurumların dünyasıdır. Batıda önüne gelen, iddia veya at yarışı bahsi oynatır gibi “müzayedecilikcik” yapamaz! Sanata ve sanatçıya minimum bir saygı gösterilir.
Sonuçta bu resimler bin bir farklı yolla, tehlikeli sanat aracılarının eline geçer. Mesela topluma hizmet amacıyla bir hastaneye resim bağışı yapan ressamlar, altı ay sonra bu eserlerini değerlerinin onda birine müzayedelerde görmektedirler! Yaptıkları iyilik, kendilerine karşı bir ölüm fermanı olarak dönüş yapmıştır! Böylece o ressamın “tüm eserleri artık onda bir değerine düştü!” şeklinde bir algı yaratılmış olur. Bu, kirli dünyanın, sanatçıya reva gördüğü affedilmez bir muameledir!
Müzayedelerin çekici görünmek için bir eseri piyasa satış değerinin 1/3 oranında daha düşük bir fiyatla sunması kabul edilebilir bir rakamdır. Bu herkesi kollayan bir ortalamadır. Ama değerinin yüzde onuna-on beşine sunulan bir eser, kendine güveni olmayan ve eğitimsiz genç işinsanlarından oluşan alıcıya mesaj gibidir: “Bu resmi almayın, herkes bundan kaçıyor” Bu şahıslar ne yazık ki sanat piyasasına hisse senedi piyasası gibi bakarlar. Birbirleriyle sanat üzerinden akıllı ticaret rekabetine girişme meraklarından, işin sanatsal boyutu ile hiç ilgilenmezler. Onların hedefi, bozuk düzenden nasibini almaktır. Hangi sanatçıyı niçin sevdikleri, en çok beğendikleri eserlerin hangileri olduğu gibi temel konular gündemlerine gelmez. Dedikodu ile resim alıp, dedikodu ile satarlar. Özgüvenleri yoktur, çünkü bilgi donanımına zaman ayırmazlar ve bunu örtmek için fuardan fuara gezerek hava atarlar.
Başkanı olduğum UPSD, burada ancak basit bir özetini yaptığımız tabloya karşı birkaç ay önce yeni bir mücadele başlattı: “EPİVERON” (Eser Piyasaya Veriliş Onayı). Bu belge, sanatçı-galerici-koleksiyoner ilişkisini en sağlıklı hale getiren bir girişim. Ayrıca EPİVERON, hazırlandığı her eser için “müzayede çıkış fiyatı alt birimi” getirmekte, bu şekilde sanatçıyı ve koleksiyoneri korumaktadır. Artık bu ülkede, koleksiyoner ve sanat kurumu olarak sanata en ufak saygısı olan herkes, EPİVERON belgesi olmayan bir eser alıp satmamalıdırlar! EPİVERON belgesi olmayan bir eser almakla, sigortasız işçi çalıştırmanın bir farkı yoktur! Şu andan itibaren bu kaideye riayet edenler ve etmeyenler, Türk çağdaş sanatını koruyanlar ve onu sülük gibi sömürmek isteyenler olarak ikiye ayrılmış olacaklardır!



15 Mart 2019 Cuma

IAA Dünya Başkanı Bedri Baykam’a Azerbaycan'dan “VATAN EVLADI” Nişanı / Baykam granted an honor medal from Azerbaijan



IAA Dünya Başkanı Bedri Baykam’a Azerbaycan'dan “VATAN EVLADI” Nişanı
2015 yılından bu yana UNESCO resmî partneri International Association of Art Dünya Başkanlığı görevini sürdüren ve aynı zamanda UPSD (Uluslararası Plastik Sanatlar Derneği) Başkanı olan sanatçı Bedri Baykam, Azerbaycan'ın değerli "Vatan Evladı" nişanına layık görüldü. 
Azerbaycan Dede Korkut Uluslararası Vakfı Başkanı ve Azerbaycan Dünyası Dergisi genel yayın yönetmeni Eldar Ismayilov, Bedri Baykam'ın dünyada çağdaş sanatın ve kültürün gelişiminde büyük emeği olduğunu söyledi. Sanatçı, Azerbaycan ve Türkiye arasındaki kültürel bağı ve dostluk ilişkilerini güçlendirmek için yaptığı hizmetlerden ötürü Azerbaycan Dede Korkut Uluslararası Vakfı ve Azerbaycan Dünyası Dergisi tarafından tesis edilen "Vatan Evladı" nişanı ile ödüllendirildi.

Türk dünyasının bu yüksek ödülü, İstanbul'da yapılacak bir törenle Dede Korkut Vakfı Başkanı Eldаr Ismayilov tarafından Bedri Baykam'a Dünya Sanat Günü Haftası’nda takdim edilecek.


************************



AZERBAIJAN HAS ANNOUNCED
“THE BROTHER OF THE HOMELAND” MEDAL
FOR IAA PRESIDENT BEDRİ BAYKAM

Bedri Baykam, President of the International Association of Art (official partner of UNESCO) since 2015 and also President of UPSD (Association of Plastic Arts in Turkey) since 2006, has been granted by Azerbaijan Republic, very valuable decoration medal “The Brother of the Homeland” taking in account all Turkic Republics around Asia.

Azerbaijan’s Dede Korkut Foundation’s President and General Manager Eldar Ismayilov, stated Bedri Baykam’s great contributions in art and culture’s progress around the world. Baykam’s efforts in developing the relationship and cultural connections between Azerbaijan and Turkey, has been shown as one of the main reasons for this precious decoration.

President Eldar Ismayilov will present this important and high medal of the Turkish World to Bedri Baykam on a very special evening reception in Istanbul during the week of World Art Day, which is April 15, the birthday of Leonardo da Vinci.




KORKU SEN NELERE KADİRSİN! | Bedri Baykam | 14.03.2019



Çifte standart”, iktidarın yasaları, mantığı, hukuku, zaten kendi yazdığı anayasayı hiçe sayarak artık toplumu alıştırdığı yüz kızartıcı bir yaşam ve yönetim tarzının adı. Cumhuriyet’in dünkü manşeti söylüyor bunu yine: “CHP liderine ‘şerefsiz, alçak’ diyen Bakan Soylu’nun hakaretini ‘ifade özgürlüğü’ olarak değerlendiren Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı, ‘5 paralık adam’ diyen Kılıçdaroğlu için fezleke hazırladı.”
Yine AKP’li Başkan adaylarının oğulların taşımacılık imparatorlukları hakkında tek bir soruya yanıt bulunamazken, birden gündeme Mansur Yavaş’la ilgili alakasız iddialar atılıyor. Tabii, anketler AKP adına alarm sireni çalmaya başlayınca, bir hamle yapma zorunluluğu doğdu! O iddiaları zaten duydunuz, Yavaş’ın bangır bangır verdiği yanıtları da gördünüz, insan gülsün mü, ağlasın mı bilemiyor! Yavaş’ı dolandırmaya çalışan %80 şizofren raporlu, çocuk istismarından davalı olduğunu medyadan öğrendiğimiz, Yavaş’a bilerek “sahte senet” veren, sahte ÖSYM sonuç belgesiyle hukuk fakültesine kaydolmaktan 20 ay hapis cezası alan bir meczup, hemen “saygın işadamı” tanımlamasıyla sunularak, AKP’nin Ankara kabusuna yama edilmeye çalışılıyor! Aslında bu iddialar, yargıda ne kadar etik, eşitlik kalmış, onu görmemiz için bir turnusol kağıdı işlevi görecek!

KORKUTMA-SİNDİRME TEHDİT POLİTİKALARI
Olay o kadar tanıdık ki! İktidarın her alanda güçlüsü, yani askeri, polisi, yargıyı, parlamentoyu, medyayı kontrol eden kesimi, aynı zamanda en mağduru! Bir yandan gölgelerinden korkup internetteki, sokaktaki her hareketten rencide oluyorlar, bir yandan da gözdağı vermeyi ihmal etmiyorlar. Onlar hep mağdur, hep panikteler! Bu da yetmiyor. Etrafı da korkutarak paniğe vermek en büyük adetleri! “Oyunuzu bize vermezseniz, ülkeyi karanlık ötesi günler bekliyor.
Erdoğan, geçen gün İYİ Parti Genel Başkanı Meral Akşener’i resmen hapisle tehdit etti: “Hanımefendinin kaçacak deliği de yok. Çünkü o milletvekili de değil. Onunla hemen hesaplaşacağız. Onun hesabı ağır olacak. Milletimiz onlara sandıkta en büyük tokadı atacak. (…) Birileri şuan cezaevinde süre dolduruyor, aynı yola sen de düşebilirsin” Akşener’in yanıtı mert ve net: “Hapisse hapis, ölümse ölüm. Bir adım geri atmak varsa fıtratımda, kanım kurusun. (...) Elinden geleni ardına koyma!”
Bu arada muhalif halk kesimlerine her gün küfür ediliyor: “Teröristler, illetler, zilletler...” Savcılarımıza göre, herhalde bunlar serbest! Sanki halkın bir yarısı, diğer yarısı onlara küfür etsin diye varlar!
Korku dağları ne kadar sarmış biliyor musunuz? LGBT üyeleri yürüyüş için toplanıyorlar, birden işgal kuvvetlerini bastırır gibi panzerler, polisler, coplar devreye giriyor! 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nde herhalde hem kadınlardan hem de emekçilerden korkuyorlar ki, paniği abarttılar.

KADINLARIMIZIN “YÜRÜYEMEYİŞİ” VE EZAN İDDİALARI!
Her gün dövülen, sövülen, öldürülen şiddete uğrayan, dayak yiyen adeta kadınlar değil de kendileriymiş gibi, her yaştan kadınımızı terörist yerine koyarak yine yolları kapattılar, gaz sıktılar, düşman savar gibi dört koldan harekete geçtiler! Tabii bir de taraflı-tarafsız, dindar-dinsiz, sağcı-solcu, herkese pes dedirten bir olay yaşandı! Yandaş basın, uyanık bir videocunun gecikmeli paylaşımından yola çıkarak hemen Taksim’de en doğal haklarını kullanmaya çalışan kadınlarımızın protestolarını “Ezanı protesto etmişler!” şeklinde devreye soktu! Biliyorsunuz din konusu, ülkeyi birbirine düşürmek için seçilmiş en iyi silah haline dönüştürülebiliyor!

BİR ‘GAZETECİ’NİN YORUMLARI
Dün bir arkadaşım meşhur 1.36 dakikalık videoyu ve konuyla ilgili yorumlar paketini yolladı bana, sağ olsun. Karar Gazetesi’nden Yıldıray Oğur’un bu yorumlarını ben orada olmadığım için size aktarıyorum:

Aslında olayın yaşandığı saatlerde ve o gece boyu, aralarında muhafazakar derneklerden başörtülü kadınların da olduğu yürüyüşe katılan binlerce kişi, İstiklal’in Taksim girişinde bu yaşananları gören on binlerce insandan bir teki bile sosyal medyaya, kalabalığın ezanı protesto ettiğini, övünerek ya da eleştirerek yazmamıştı. (...)
Yıllardır ezanlar okunurken, binlerce gösterinin yapıldığı İstiklal Caddesi’nde ‘ezan protestosu’ diye bir şey yaşanmamıştı. Ezanın protesto edilmesi, görenlerin ve duyanların kayıtsız kalmayacağı infial yaratacak bir olaydı. Ama o gece kimse böyle bir olaydan bahsetmedi.
İşte dolaşıma sokulan video bu sırada çekildi. 
Zaten video dikkatli izlendiğinde kalabalığın bu sırada “Yürüme hakkımız engellenemez” diye slogan attığı da duyuluyor.
(...) Bu görüntülerden hemen önce ve hemen sonra çekilmiş görüntülere bakınca da protestoların ezandan önce ve sonra da sürdüğü görülüyor.
Yani yatsı ezanı o gece kalabalık kadın gösterici grubuyla polis arasındaki gerilimin arttığı ve göstericilerin polisi protesto seslerinin zirveye çıktığı bir sırada okunmaya başladı.
(...) Dün, gösteriyi düzenleyen kadın dernek ve gruplarının ortak resmi hesabından bir açıklama yapıldı.
Açıklamada ‘Şimdi de kalkmış ezana karşısınız diyorlar. Kimse çarpıtmasın. Bizim isyanımız polis barikatına, kadınların yürüyüşünü, #8Mart’ı engellemek isteyenlere...’ denerek iddialar reddedildi.”

SONUÇ
LGBT ve kadınlarımız müsterih olsunlar, çünkü yalnız değiller! Bakın HARB-İŞ Sendikası’nın yürüyüşü de engellenmiş! Gel de rahmetli Demirel’in “Yollar yürümekle aşınmaz” sözünü bile özleme!
Burada hatırlattığımız her konunun özü aynı: İktidarın düşme korkusuyla giriştiği anti-demokratik, hukuk anlayışından yoksun, şiddet ve tehdide dayalı bir varoluş çabası! Temelinde sindirme ve tüm bunlara karşın “bekaa” üzerinden girişilen bir korkutma ve mağduriyet telaşı... Sorun şurada: Mızrak artık çuvala sığmıyor!



8 Mart 2019 Cuma

TİYATROKARE, SİZE SÜPER İYİ GÜNLER DİLİYOR! BAKIN NASIL... | Bedri Baykam | 06.03.2019


22 yaşında gencecik birini sahnede düşünün. Oynadığı rolün kabuğuna son derece rahatlıkla girebilen ve sahnede 17’lik otistik gencin “ta kendisi” olduğuna bizleri inandıran bu aktörün ismi, Emir Özden. Benim seyrederken aklıma gelen kıyaslamayı oyundan sonra Sibel yaptı: “Bu performans tiyatro sahnesinde olduğu için, Dustin Hoffman’ın ‘Yağmur Adam’ filmindeki oyun gücünden de zor ve büyük bir başarı”. Oyun bittikten sonra Artı Bir sahnesinde izleyicilerle yapılan söyleşiye katıldım. Orada bu konuda genç Emir’i tebrik ettikten sonra, şunu söyledim ona samimi olarak: “Gerçekten Dustin Hoffman’ın senin bu 130 dakikalık canlı, sürekli performansını izlemesini isterdim. Büyük keyif alırdı.”
Emir, dikkatle dinliyor. Özgüvenli, mütevazi, güleç, sakin, espritüel...

Pazar akşam üstü, Nedim Saban’ın yönettiği ve TiyatroKare’nin sahneye taşıdığı “Süper İyi Günler” oyunundan söz ediyorum. Tiyatro neredeyse her seferinde bizlere keyif verir. Bizler zaten bir oyun seyrederken gülmeye çok yatkınızdır ve fırsat kollarız. Güldürü tiyatromuz da zaten çok güçlü bir gelenekten geldiği için, pek hayal kırıklığına uğramayız.
Bazen de, tiyatromuz, yerleşik ifade ve tarzların ötesine geçmek için bir hamle yapar. Bu sefer ana konu komedi, trajedi veya siyaset değil, sahneye koyma teknikleri ve gerek yönetmen, gerek oyuncular ve hatta tüm ekip tarafından girişilip altına yatılan deneysel tekniklerdir. Süper İyi Günler’de harika bir işbirliği oluşmuş. Kerem Çetinel’in dekor ve ışık tasarımı, Orçun Okırgan’ın koreografisi, Arda Kemirgent’in müziği, Tufan Dağtekin’in görsel yönetmenliği ve tüm ekip sayesinde, Emir’in dışında, başta sevgili dost Celile Toyon ve tüm diğer oyuncular, Ayça Erturan, Korel Cezayirli, Didem İnselel, İbrahim Can Sayan, Şebnem Seviktürk, Onur Kırat, Uğur Can Arıkan, Cem Arslan, Sevcan Aydın ve Beste Koçak, oyunun başarıya ulaşmasında büyük pay sahibi oluyorlar. Bu saydığım isimlerin her birinin çok önemli olduğunu unutmamamız lazım. Çünkü seyirci de, basın da çoğu zaman bu tuzağa düşüyor ve sadece yönetmen ve başrol oyuncularını aklında tutuyor. Halbuki bir oyun, her şeyden önce ancak bir ekip başarısı ile ayakta kalır ve sürer. Bu saydığım isimler, Mark Haddon’un yazdığı ve Simon Stephens’in uyarladığı bu oyunu Türk tiyatroseverlere ulaştırmayı başaranlar...
Oyun tamamen dijital bir sahne tasarımı ile yürüyor, büyük başarıyla. Bu derinlikli ışık oyunlarıyla kah bir merkezi tren istasyonunda, kah Londra’da, kah metro merdivenlerinde, kah herhangi bir sokakta oluyoruz. Üç boyutlu animasyonlar eşliğinde, 80 metrekare dijital ekranlar, harika bir görsel tasarım oluşturuyorlar.
Otistik çocuklar, dünyanın her yerinde aynen Down sendromlu çocuklar gibi, toplumun her an yüzleşmesi gereken kaçınılmaz bir gerçek olarak duruyorlar. Otistik çocukların (ve büyüklerin) aynı zamanda yalnız dünyaları içerisinde, rakamlarla çok ilginç boyutta bir başarıya yöneldikleri de bilinen bir olgu.
Otizmde, birçok rahatsızlıkta olduğu gibi, erken tanı önemini korurken, aileler çoğu zaman bunu çocuklarına “konduramıyorlar”, bu yüzden teşhis ve tedavi gecikiyor. Bu arada “farklı” çocuklara karşı, okullarda arkadaşlarının zalimliğe varabilen tahammülsüzlükleri ve ondan da önemlisi, sınıf öğretmenlerinin bile anlayış eksiklikleriyle üzücü şekilde tavır sergilemeleri, bu konuyu toplum açısından hızla kanayan yara noktasına taşıyorlar.

Sonuçta TiyatroKare ve Nedim Saban, büyük gelecek vaat eden gencecik bir aktörü de kullanarak, bu sosyal duyarlılık projesini, hem de ciddi bir sahneye koyma başarısıyla yaşama geçirmişler, gerçekten tebrik etmek lazım. Bu oyunun gerektiği kadar duyulmaması, izleyicilerin bu duyarlı piyesten çok az haberdar olmaları, işin üzerine gidilmesi gereken konu. Nedim Saban bu ülkede tüm olumsuzlukların ortasında “Ben kendi işimi iyi yapmaktan sorumluyum. Herkes bunu yaparsa toplum bu şekilde kendini koruyabilir ve ilerleyebilir” diye düşünenlerden. İnanın ki, sürekli şikayet ederek ülkeyi bırakıp gitmekten söz edenlere karşı, onun bu tavrı altın değerinde...

ŞİMDİ SEÇMENİN PES ETME ZAMANI DEĞİL!
İnternette gezinen binlerce videodan birini izledim. İstanbul’un kenar ilçelerinden biri mi, yoksa Anadolu’nun bağrından bir il veya ilçemiz mi, tam detayı hatırlamıyorum. Ama çok iyi hatırladığım, o iki yaşlı köylü kadının ağzından dökülen sözler: “Bugüne kadar hep AKP’ye oy verdim. Ama vallahi artık vermeyecem. Bizim ülkemizin bir şanı var şöhreti var ağırlığı var. Hiç normal bir ülkede, bir cumhurbaşkanı yerel seçim için propaganda yapıp çay dağıtır mı, söyleyin Allah rızası için!” Bunları söyledikten sonra da iki yaşlı teyzemiz, verip veriştiriyorlar AKP ve Erdoğan’a...
Birçok başka AKP seçmeni de, ekonomik gerekçelerle bu sefer AKP’ye neden oy vermeyeceklerini ısrarla anlatıyorlar. Seçmenin bu meşhur “bekaa” sorununu da, tüm samimi çabasına rağmen algılayamadığını görüyoruz. Uzun lafın kısası, AKP seçmenlerinde bir çözülme görülüyor. İlginç bir şekilde anketler de bu doğrultuda sonuçlar veriyor.
Ama bir de madalyonun diğer yüzü var. Muhalefetin oyları bu sefer yine aynı yoğunlukta bir araya gelmeyi başaracak mı? İnsanlar yine işlerini güçlerini bırakıp, seçmen kütüğüne yazılı oldukları ile, ilçeye gidecekler mi? Çevrede dile getirilen tavırlardan biri, “vallahi bu sefer hiç kimse beni sandığa götüremez!” Bu arada adayların kimliği ile halk arasında yaşanan tanımamazlıklar, çelişkiler ve kopukluklar da işin cabası...
Ben de diyorum ki, “yüzdük yüzdük kuyruğuna geldik.” AKP seçmenin de çözülme emareleri gördüğümüz bu seçim öncesinde, CHP’ye ve muhalefete küsmek pek akıl karı değil. Ankara, İstanbul ve İzmir Büyükşehir Belediyelerini kazanmaya bu kadar yaklaşmışken... Düşünmeye değer...