24 Nisan 2020 Cuma

MECLİS, “SANATÇI MUSTAFA KEMAL”İN ATÖLYESİYDİ… | Bedri Baykam | 23.04.2020


Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 100. kuruluş yıldönümünde Cumhuriyetimiz’in kurucusu Atatürk’e, silah arkadaşlarına ve kanları, canları, malları pahasına onlara destek olan Anadolu’nun cefakar halkına şükranlarımı sunarak yazıma başlamak istiyorum.

TBMMTürk halkının geleceğine 100 yıldır yön veren meclisimiz, kağıt üstünde teorik olarak değil, ter, kan, gözyaşı ve emeklkurulmuş bir Anadolu mucizesidir. Cumhuriyetimizin arkasında ülkesini kurtarmak için vücudunu siper etmiş sayısız şehidin kanı, aziz hatırası, kaybolan gençlik hayalleri ve bir halka mal olmuş büyük acılar vardır. Ama o acılar “tamamına ermiş”, şehitlerimiz vatan için, inandıkları büyük önderin izinde cesaret ve kararlılıkla ölüme koşmuş ve yaşanan olağandışı sekiz yıllık süreç sonunda, Çanakkale’de evrensel temelleri atılmış olan destan, 29 Ekim’de Ankara’da Cumhuriyet’le taçlanmıştır. Demir ağlarla birbirine sonsuza dek bağlanmış üç önemli tarihimizi biliyorsunuz: Mustafa Kemal’in Samsun’a çıktığı 19 Mayıs, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin kurulduğu 23 Nisan ve Cumhuriyet’in ilan edildiği 29 Ekim...

SANATÇI ATATÜRK
Mustafa Kemal Atatürk, Osmanlı İmparatorluğunun parçalanan toprakları ve emperyalizm tarafından yutulmakta olan geleceğinin kaçınılmaz kaderini gördükten sonra, bu kaosun içinden Türkiye Cumhuriyeti’ni yaratmakla kalmamış, aynı zamanda ödünsüz devrimleriyle ona çağdaş, laik bir hukuk devleti bünyesinde sağlam bir gelecek çizmiştir.

TBMM, 23 Nisan tarihinden itibaren genç Mustafa Kemal’in büyük hayallerini gerçekleştireceği en sağlam araç olacaktır. Fransız Devrimi’ni araştırdığı o uzun yıllarda, Selanik günlerinde, asker arkadaşlarıyla olan rakı masası sohbetlerinde, hatta Çanakkale Savaşı’nın kimi çok ender dinlence anlarında, aklında hep çağdaş bir ülkenin hayali vardı. Türkiye Cumhuriyeti, Mustafa Kemal’in önce tüm işleyiş çarkları ve laik hukuk devleti perspektifiyle kafasında inşa ettiği büyük bir “yeni dünya” projesiydi. Samsun’a çıktıktan sonra, Amasya’nın ardından Sivas ve Erzurum Kongrelerini toplayan Büyük Önderin aklında hep “demokrasinin”, yani o yıllarda kullanmayı sevdiği deyimle “serbest münakaşa”nın içinden filizlenip yaşama geçecek, renklenecek, ete kemiğe bürünecek, belki Avrupa’yı hatta tüm dünyayı imrendirecek Cumhuriyet fikri vardı. Laik, demokratik hukuk devleti ve onun barışçıl bir Türkiye’de ve dünyada yaşayacağı ortam… Büyük Önderin hedefleri çok netti: Gençlik yılları boyunca bıkıp usanmadan ürettiği iddialı ve nefes kesen projeler bu hedeflerin hızlı birer skeçi idiyse, 23 Nisan 1920’den itibaren, hedeflediği muhteşem tabloya ulaşmak adına artık en önemli çalışma atölyesi, içinde renkleri, malzemesi, ressam diliyle “boyası” ile Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin ta kendisiydi! Yine bu Meclis, Cumhuriyet’in inşası yolunda büyük dehanın en önemli eseriydi. 19 Mayıs’ta büyük tarihi yolculuğuna çıkarken de, sonuçta aklında askeri zaferlerden bile daha çok, ana hedef olarak, kuracağı yeni Cumhuriyeti yönetmek vardı. Bu kararlılığını en iyi ifade ettiği cümlesi de “Ben 19 Mayıs’ta doğdum” sözleriydi. O devrimci doğum 23 Nisan’ın ilk önemli taşı olurken, Meclis’in rüştünü dünya aleme kanıtlaması, 29 Ekim ve Cumhuriyet’in kurulma anıydı.    

DEMOKRASİYE HAYRAN BİR LİDER
Mustafa Kemal’in demokrasi hayranlığı, yaşamı sürecinde de yoğun olarak deneyimlediği ağır çelme ve muhalefet entrikalarına rağmen hep canlı ve taze kalmıştı. Büyük Önderde, 21. yüzyılda bazı iddialı liderlerimizde gördüğümüz “demokrasi korkusu” yoktu. İkna etmek, tuzaklara karşılığını vermek, kendisine komplo kuranları doğduklarına pişman etmek, utandırmak, onları sözleriyle dahi ezebilmek, onun büyük karizmasıyla kolaylıkla gerçekleştirdiği becerilerdi. Kendi dönemindeki liderlerde ise, demokrasi korkusu değil düşmanlığı vardı! Atatürk, Meclis’te kendine rakip olacak partileri çokseslilik adına çoğaltma çabasında iken, bu esnada dünyadaki isimler Hitler, Mussolini ve Stalin idi! Atatürk’ü ilgilendiren tek adam olarak yağdıracağı emirler değil, 180 derece düşünerek hata yapmamayı başarmak, halkın farklı görüşlerinin Cumhuriyetimize uygun gördüğü ortak aklı yorulmadan aramaktı. Samsun için yola çıkmadan önce İstanbul’da geçirdiği altı aylık süreçte Vahdettin’den Fevzi Çakmak’a, İngiliz gazetecilerden kendi yakın arkadaşlarına, Fethi Okyar’dan Ali Fuat Cebesoy’a, Rauf Orbay’dan sağ kolu İsmet İnönü’ye herkesle görüşmemiş miydi? Mustafa Kemal demek, her şeyden önce “istişare” demekti! İnsanlara, farklı bireylere saygı duyarak onların görüşlerini almaktı. Mustafa Kemal dev 23 Nisan adımını cinsiyet-din-ırk-mezhep ayrımı yapmadan her sesin eşit haklarla yükseldiği, demokrasinin olmazsa olmaz koşullarının yaşama geçtiği ve vatanın Ankara’da atan kalbi olarak gördü.

ÇOCUKLARA EMANET EDİLEN BİR ESER
İnsanların gelip geçici olduğunu bilen Büyük Önder, Cumhuriyetin her şeyden önce bağımsız anti-emperyalist ve milli egemenlik kavramını içselleştirmiş bir gençliğe emanet edilmesini metodik bir yapıya oturtmak istemiştir. Mustafa Kemal kadar tarihsel analiz bilinci gelişmiş, tarihin öğretilerini hazmederek, farklı önderlerin savaş ve barış siyasalarını karşılaştırarak analiz etmiş bir önderin, en büyük eserini yaşama geçirirken geleceğe yönelik yaptığı bu atılımları kendi takım arkadaşları yerine, Cumhuriyet’i bu bilinçle yetişmiş kuşakların coşkulu sevgisine emanet etmesi hiç de sürpriz değil.

Cumhuriyet’in ve onun şiarı olan “Egemenlik Kayıtsız Şartsız Ulusundur” cümlesinin üstüne oturduğu yapı, bu kavramı yıpratmaya çalışan onca sağ ve sol lidere rağmen sağlam ve kararlı temeli sayesinde bugün de kalbimizde ve aklımızda yaşamaya devam ediyor.

Atatürk Cumhuriyeti, önderinin geniş bakış açısı ve hümanist idealleri sayesinde, 21. yüzyılda da dünyanın gıpta ile baktığı bir yaşam biçimi ve yönetim modeli sunabilmiş, evrensel barışın, bilim ve sanatın, demokrasinin, eşit vatandaşlık anlayışının korumaya alındığı bir kale olmuştur. Bu yüzyıl boyunca devrimlerinin taşıdığı yaşam tarzı ile siyasi ve ilkesel değerleri kaldıramayan, bunlara karşı üst üste kurnazca veya arsızca saldırıya geçen onca bahtsız gördük. Ancak, bugün 100 yaşını dolduran Meclisimizin simgesi olan Cumhuriyetimiz, onca tuzağa rağmen ulusun kuşaktan kuşağa aktardığı bilinçli direnç ile ayakta durmaktadır ve sonsuza dek durmaya devam edecektir.




16 Nisan 2020 Perşembe

SAHTE HÜMANİZM VE ORTA DOĞU SATRANCI | BEDRİ BAYKAM | 16.04.2020


Korona krizi, deprem veya düşen bir uçak gibi birdenbire gelmedi. Yavaş yavaş, sessizce bırakılan bir ağ gibi çöktü üstümüze... Usul usul…
Aklıma 34 yıl önce San Francisco Chronicle’da tek tük çıkmaya başlayan AIDS haberleri geldi. Önceleri sanki sadece gay’ler arasında oluşan bir hastalık gibi sunuldu. Bir süre sonra işin rengi değişince, paranoya başka türlü yayılmaya başladı. Gelelim bugüne... Aralık ayında Los Angeles’taydım, “Çin’de Korona virüsünden dün 5 kişi daha öldü” şeklinde, normalden farklı bir nezleden söz eder gibiydiler. İstatistikler ve virüsün medyadaki kapsama alanı yavaş yavaş arttı. Tehlike “herkesten” çok uzak gibiydi. Ardından AIDS’ten çok daha hızlı bir yayılımla birkaç Asya ülkesinin ardından İtalya üstünden Avrupa’ya sıçradı. Gerisi malumunuz...
Sonra, adeta bilim-kurgu senaryosu gibi görünen o sessiz dünyaya geçiş yaptık. Uçakla seyahatin neredeyse ortadan kalktığı, şehirleri domuz, geyik, deve ve fokların bastığı, insanların bir metre yakınlarına başka bir türdaşları geldiğinde kendilerini tehdit altında hissettikleri, sokağa en robotik kılıkla çıkanın en büyük itibarı görüp “en akıllı” seçildiği farklı cins bir uzaylı filmi!
Bizlere de bu çılgınca akan filmin sessiz kareleri hakkında, “akıllı geçinen” makaleler yazmak kaldı. “Felsefe” yapmak, yemek tarifleri paylaşmak veya ev içi yaşam tarzları sunmak, film listeleri, kitaplar veya ev oyunları önermek...
Bugünden itibaren ister siyaset, ister ekonomi, ister sanat olsun, tarihin orta yerinden çizilmiş bir ayrım hattı olacak: Korona öncesi ve… inşallah sonrası diye! Acaba, dünyanın bomboş kaldığı bu süreç 3-4 ay mı sürecek, yoksa daha 8-9 ay mı var önümüzde? Bu nedenle dünyadaki kaç işletme beyaz bayrak çekerek veya kırmızı lavlar altında kalarak tedavülden kalkacak?
Her gün milyarlarca dolarla oynayan iş adamları, bugünlerde, kazandığı göreceli olarak küçük paralarla iki çocuk okutmaya çalışan mikrobiyoloji uzmanı genç doktorların gözünün içine bakıyorlar. Oysa bu uzmanlık alanındaki doktorlara tüm sektörlerin, servetlerinin ve hatta yaşamlarının bağlı olacağı herhalde akıllarına gelmezdi! Bugün yaşananlar herkes için absürt bir kabus...
Orhan Kural’ın bir ay önceki videosuna muhakkak rastlamışsınızdır. Olağandışı bir performanstı. “Yağma yok efendim, bu maske sizi koruyacak mı sandınız? Bugün 22 bin kişi açlıktan, binlerce kişi sıtmadan, binlerce kişi doktorsuzluktan ve hastanesizlikten ölüyor” diye başlayan o video, insanlık tarihinin genel yaralarına parmak basıyor. Bu toplum, ancak şapka çıkarabilir o metne…
Wall Street finansçıları, petrol tüccarları, dev batı ülkelerinin büyük para babaları, silah baronları… Umurlarında mı günde kaç bin bebeğin, çocuğun ya da yetişkinin sefalet içinde aç susuz ölmesi? Onlar için 5 kuruş değeri yok! Silikon Vadisi’nin eşsiz dijital patronlarına gelince; onlar genele hizmet taşıdıkları için daha fakir ve dezavantajlı kitlelere iyilik fonları oluşturuyorlar, sonuçta şirin görünmeleri lazım, çünkü yaşarlarsa hemen hepsi olası müşterileri… ama nereye kadar?
Hepimizin ezbere bildiği, dünyanın sosyo-ekonomik uçurumları üstüne patinaj yapacak halimiz yok. Ama gerçek, insanlık açısından tiksinç. Korona ile kendi kalesinde tehdit altına giren büyük medeni toplumlar, bu kez panik içinde! Açlık, susuzluk ve hastanesizlikten ölen milyonlarca insanı ezelden beri böcek gibi görenler, şimdi insan ırkının nihayet evrendeki yerini hatırlamışlar! Ne kadar etkileyici, değil mi!

İÇ SİYASİ MEZE OLARAK KORONA
Birkaç gün önce konuşmalarından birinde Cumhurbaşkanı, “Ülkemiz medya ve siyaset virüslerinden kurtulacak” çıkışıyla, Korona’ya yine farklı bir boyut kazandırdı. Böylece 45 gündür pandemi ile boğuşan Türkiye’de bu dev sağlık savaşının, nasıl anında yatay geçişle siyasi ortamda rakiplerinin üstüne gitmek için bir araç olarak kullanılabildiğini gördük. Şaşırdım mı? Yalan söyleyemem, bu defa ben bile şaşırdım! Yüz binlerin katili olan Korona virüsün dahi iç siyasete bu kadar kolayca malzeme yapılabileceğini düşünmemiştim.
Bir de geçen hafta sonu yaşadığımız baskın sokağa çıkma yasağı konusu var. İçişleri Bakanı’nın istifası ve bunun “kabul görmeyişi” çok konuşuldu, artık her zerresi mikroskobik incelemeye alınmış o konuya dönmeyeceğim. Ama olayın sonucunda “Soylu bu işten karlı çıktı” yorumlarına bakıyorum da, pes diyorum gerçekten! Bir taşla meğer kaç hedef vurulmaya çalışılmış! Yüz binlerce vatandaşa virüs bulaşma tehlikesi yaşatmış bu hatanın gerçek faili, bence Soylu değildi. Ama onun sorumluluğu üstlenip, istifada alkış alıp, ardından “göreve iadesi” ve onu takip eden bu yorumlar beni şoke etti! Bir insan bu gel-git trafiğiyle mi güçlenir? Bu Orta Doğu satrancı mı oluyor? Bu satrançta biri pelikan, diğeri benim adını ve kapsama alanını bilmediğim iki vezir mi var? Bunlar birbirine karşı mı oynuyorlar aynı anda?

UNESCO DİREKTÖRÜ’NÜN MEKTUBU
Geçen hafta size hikayesini anlattığım gibi, dün yani 15 Nisan, Dünya Sanat Günü’ydü. Her sanatçı, her kurum elinden geleni yaptı ve on-line kutlamalar bu yıl gerçek buluşmaların yerine geçti.
Normalde Dünya Sanat Günü haftası için Türkiye’ye davet etmiş olduğumuz UNESCO Genel Direktörü Madame Audrey Azoulay, ne yazık ki malum sebeplerden gelemedi. Ancak kendisiyle yaptığım yazışmaya yanıt olarak, Dünya Başkanı olduğum UNESCO Resmi Partneri AIAP/IAA için önemli bir yazılı kutlama metni gönderdi. Bu metin, uluslararası bir politikacının geçiştirmek üzere kaleme aldığı herhangi bir tebrik metni değildi. 2,5 sayfalık metin özenle yazılmış, her kelimesi seçilmiş ve Madame Azoulay tarafından mektubun ulaşacağı yüz binlerce sanatçının nasıl etkileneceği en doğru ve şeffaf şekilde hesaplanmıştı.
Bu sene öne çıkardığımız slogan “En zor zamanlarda sanat nefestir”. Azoulay de aynı şekilde mektubunda Dünya Sanat Günü’nün, kriz anlarında sanatçılar ve insanlar arasında ilişkiler “örme” gücüne sahip olduğunu belirtiyor. Karantina günlerinde, sanatın en özgün şekilleri ile kimi zaman mizah, kimi zaman kişisel yaratıcı değerleri öne sürerek paylaşılmasını öneriyor ve UNESCO’nun bu konudaki #KültürüPaylaşın hashtag’ini hatırlatıyor (#ShareCulture). UNESCO Genel Direktörü aynı zamanda bu vesileyle sanata en çok ihtiyaç duyan toplumları da hatırlayarak, sanat dünyasının seslerinin evrensel ve çok renkli şekillerde duyulması gerektiğini vurguluyor. Yıllardır sanatın içine düşürüldüğü Batı tekelinden kurtarmaya çalışan benim gibiler de, bu cümleleri başka bir mutlulukla okuyorlar.

9 Nisan 2020 Perşembe

DÜNYA SANAT GÜNÜ VE TITANIC’İN YOLLARI NASIL KESİŞTİ? | Bedri Baykam | 09.04.2020


İçimiz dışımız Korona oldu. Virüse dair söylenen her şeyi ezberledik. Bu hafta size ondan söz etmeyeceğim. Konumuz bu kriz anlarında dahi bize nefes verecek olan sanat!
Geçen hafta size Titanic’ten bahsetmiş ve bu hafta bunun nedenlerini açıklayacağımı söylemiştim. Sözümü tutacağım ama biraz daha sabretmenizi rica ederek...
15 Nisan Çarşamba, UNESCO’nun ilk resmi “Dünya Sanat Günü” kutlaması olacak. Gelecek yazımı 16’sında okuyacağınız için, bu hafta yazmayı tercih ettim. Zaten Korona sebebiyle tüm kutlamaları sosyal medya üstünden yaparak enerjimizi birbirimizle paylaşacağız.

NASIL RESMİ UNESCO GÜNÜ OLDU?
9 yıl önce, bir süredir sorguladığım bir konuyu araştırmaya karar verdim. Dünyada Anneler Günü, Babalar Günü, Tiyatro Günü, Sevgililer Günü, Barış Günü ve daha birçoğu kutlanıyordu… Peki “Dünya Sanat Günü” var mıydı? Uluslararası Plastik Sanatlar Derneği (UPSD) Yönetim Kurulu’yla bunu ilgiyle, heyecanla araştırdık. Ve gördük ki, yoktu! 2011 Nisanı’nda Meksika’da UPSD’nin üyesi olduğu, UNESCO Resmi Partneri AIAP/IAA Uluslararası Sanat Dernekleri Dünya Genel Kurulu yapılacaktı. UPSD Başkanı olarak oraya Genel Sekreter Safiye Mine ile giderken, cebimde “Dünya Sanat Günü” teklifi vardı. Sonuçta oybirliğiyle önerdiğim Leonardo da Vinci’nin doğum gününde karar kılmıştık. Başka seçeneklerimiz de vardı, ama Leonardo’nun multi-disipliner, zengin, eşsiz kimliği ağır bastı.
Safiye Mine şen, pozitif enerji yayan, çalışkan, güler yüzlü, bol esprili yol arkadaşım... Bayılırsınız tatlılığına! Hemen ona stratejimizi anlattım: 4 Nisan Günü, Genel Kurul başlamadan önce diğer Ulusal Komite Başkanlarından destek imzaları isteyecektik. Ne de olsa hayatım kurultaylarda geçmişti, şimdi biraz faydasını görebilirdim siyasi tecrübemin! Çin’den Liu Dawei (o dönem Dünya Başkanıydı), Fransız Anne Pourny, Mauritius Adaları’ndan Dev Choramoon, Slovakya’dan Pavol Kral, Norveç’ten Hilde Rognskog, İsveç’ten Anders Liden, Kıbrıs’tan Christos Symeonides, Japonya’dan Kan İrie, Meksika’dan Rosa Maria Burillo Velasco öneriye ilk imzaları attılar. Hiç de fena bir başlangıç değildi doğrusu...
Böylece salonda sesim daha gür çıkabilecekti. Stratejimizin ikinci ayağı bu teklifi ilk gün yapmaktı. Çünkü genel kurullarda konsantrasyon ve ilgi yalnız ilk gün yüksektir. İkinci gün, insanların yarısı gezi planları yapar. Üçüncü gün hala orada olanların ancak bedenini görürsünüz, ruhu ise çoktan o diyarı terk etmiştir! Sonuçta Leonardo’nun zaman aşırı evrensel özelliklerini merkeze koyarak Dünya Sanat Günü’nü neden istediğimizi açıkladım. 15 dakika sonunda önerge alkışlarla ve oy birliğiyle kabul edildi! O anda sevgili eşim Sibel ve Safiye’ciğimle bakışlarımız kesişti ve gözlerimiz yaşardı.
Sonra neler mi oldu? 2012’den bu yana Los Angeles’tan Haiti’ye, Meksika’dan Türkiye’ye, Paris’ten Hindistan’a dünyanın her yerinde hem sanatçı dernekleri, hem toplumun önde gelen müze ve galerileri, hem bağımsız sanatçı ve sanatseverler tarafından Dünya Sanat Günü kutlandı! 2015’de AIAP/IAA Dünya Başkanı olduktan sonra 2018 Ağustosu’nda başlattığım girişimle, 15 ay boyunca süren görüşmeler ve UNESCO toplantıları sonucunda 2019 Kasımı’nda UNESCO Genel Konferansı’nda resmi olarak Uluslararası UNESCO Dünya Günleri’nden biri olarak ilan edilmesini sağladık. Bu büyük sonucu alırken teşekkür etmemiz gereken kişiler arasında, konunun UNESCO ajandasına alınmasını sağlayan Meksika ve Türkiye Daimi Büyükelçileri, Sayın Federico Salas Lofte ve Sayın Altay Cengizer, AIAP İdari Sekreteri Martine Pasquet ve Paris’te diplomatlarla lobi yapmaya birlikte gittiğim Genel Koordinatörüm Öykü Eras var.
Dünya Sanat Günü 2012’den bugüne dünyanın her yerinde giderek artan bir heyecanla kutlanırken, UPSD Türkiye’de bu vesileyle o tarihten itibaren değişik kategorilerde ödüller dağıttı. Şimdiye kadar Komet’ten Adnan Çoker'e, rahmetli Prof. Dr. İsmail Tunalı'dan Prof. Dr. Tomur Atagök’e, Beral Madra’dan Prof. Dr. Jale Erzen’e, İstanbul Kültür Sanat Vakfı’ndan Elgiz Çağdaş Sanat Müzesi’ne, Zeynep Oral’dan Şükran Moral’a, Yahşi Baraz’dan Refik Anadol’a, Hasan Bülent Kahraman’dan Pera Müzesi’ne, birçok değerli kişi ve kuruma ödüller verildi.
WALLACE HARTLEY VE TITANIC ORKESTRASI’NIN UNUTULMAZ DİRENCİ
İşte sabrettiniz, yazının Titanic’le ilgili bölümüne geldik. Bu yıldan itibaren Dünya Sanat Günü Onur Ödülleri’ni Wallace Hartley ve Grubu’nun adıyla anma kararı aldık! Neden mi? Çellist Wallace Hartley ve Grubu, 1912’de trajik bir şekilde batarak 1514 kişinin ölümüyle sonuçlanan o unutulmaz Titanic faciasında, dev gemi sulara gömülene kadar vazgeçmeden müzik yapmaya devam etmiş, bu olay korkunç dramın en unutulmaz anekdotu olarak tarihteki yerini almıştı. Sanata olan tutkuyu ve inancı dünyaya kanıtlayan Wallace Hartley ve sekiz kişilik grubu, artık her yıl, “Dünya Sanat Günü” ödüllerine üst başlık olarak adını verecek. Hartley’in performansı “The show must go on” (gösteri devam etmeli) sloganının en çarpıcı tarihi örneği olarak bize ışık tutuyor, her şartta, ister ekonomik kriz, ister savaş ya da ölüm, sanatçıların bir kırılma yaşamadan insanlığa eser sunmaya devam edeceklerinin en tarihi kanıtı oluyor. Grubun son çaldığı parça, büyük ihtimalle “Nearer my God to Thee”. Az sayıda filikalara binmeye dahi çalışmayan ve bu yerleri kadın ve çocuklara bırakan –kimi dünyanın en zenginlerinden- asil ruhlular arasında olan Hartley’in cesedi, vücuduna kayışıyla doladığı ayrılmaz parçası enstrümanıyla beraber okyanusta bulundu. Naaşı İngiltere’de, Lancashire’da yaşadığı küçük Colne kentinde 40.000 kişinin katıldığı büyük bir törenle gömüldü. Aynı kentte hatırasına bir anıt dikildi. Sizi, Titanic filmini bir kez daha bu gözle izlemeye davet ediyorum.
Wallace Hartley ve Grubu’nun ödüllere adını vermesinin bir diğer ilginç ve önemli nedeni daha var: Titanic’in battığı, Wallace Hartley ve arkadaşlarının da öldüğü tarih… 15 Nisan! Buna da artık tesadüf mü dersiniz, kaderlerin zaman aşırı kesişmesi mi dersiniz, siz karar verin…
Bu yıl, sanal kutlamalara sizlerin de özellikle destek vermenizi, 6 dakikalık Dünya sanat Günü mini-belgeselimizi de izleyip tüm dostlarınıza izletmenizi temenni ediyoruz. #worldartday #dünyasanatgünü hashtagleriyle…
Dünya Sanat Günü/Wallace Hartley Onur Ödülleri, 15 Nisan Çarşamba günü, saat 20.00’den itibaren UPSD Başkanı olarak benim resmi Instagram hesabımdan @bedribaykam canlı yayında sizlere sunulacak… Bu buluşmayı kaçırmayın.



2 Nisan 2020 Perşembe

GEREKLİ VE GEREKSİZ TARTIŞMALAR | Bedri Baykam | 02.04.2020


Haftaya açıklayacağım bir nedenle, Titanik’in batışının detayına iniyorum. Titanik, buzdağına çarptıktan yalnızca 2 saat 40 dakika sonra Atlantik sularına gömüldü. Felaket göz göre göre geldi. Bugüne dönersek, biz korona buzdağına çarptık ve ufukta görünen olasılık şu ki, üç ay civarında Titanikvari bir ekonomik batış yaşayabiliriz. Yalnız biz değil, tüm dünya iflas bayrağı çekebilir. Ülkemizin farkı şu: Bu korkunç krizi yaşayan diğer büyük ülkeler, korona mücadelesi için ortalama 30 mislimiz para ayırmışken, bizler el açıp IBAN numaraları servis etmekle meşgulüz. Bizim geminin batacağı sular çok daha derin olabilir!

KARA GÜN AKÇELERİ” Mİ DEDİNİZ?
Siyasal açıdan kaos dolu bir ortamda yüzdüğümüzü hatırlarsak, bu tsunaminin nasıl bir felaket yaratabileceğini öngörebiliriz. Ülkemiz, batılı devlerin maddi gücüyle kıyaslanamaz bir yetersizlik içinde kıvranırken, elindeki imkanlara bakmadan kah Suriye’de, kah Libya’da, kah Kanal İstanbul topraklarında maceralara koşan, bunlar yetmezmişçesine dün Yılmaz Özdil’in hatırlattığı gibi müsrif bir gösteriş meraklısı gibi milyarlarca doları başka ülkelere “yardım” diye yollayan, elindeki milyarlarca doları “benim etim ne, budum ne?” demeden har vurup harman savuran bir “anlayış”la yönetiliyor. Ömür boyu şu sahneyi unutmayacağım: Millet korona paniği ile evlerine çekilmişken, “Maskeli Beşler” filminin aktörlerine benzer bir grup, yangından mal kaçırırcasına Kanal İstanbul ihale masasına koşmuşsa (hem de “sokağa çıkmayın” uyarıları bangır bangır yapılırken), siz de o ülkede “yangın var, yetişin a dostlar tutuşuyorum!” diye çığlık atarak kaçışabilirsiniz!
Atasözümüz der ki, “Ak akçe kara gün içindir”… İşte bütün ciddi ülkeler, o birikmiş ak akçelere şimdi ihtiyaç duydular. Biz ise geçmişte kara günler için ayırdığımız fonların nereye gittiğini bilemiyoruz! Önerilen üç aylık SGK ertelemeleri de pek bir anlam taşımadığına göre, bu sefer IBAN’la para isteme dönemi başlattık! Yani devlet baba, diğer ülkelerde olduğu gibi 500 milyar Euro’luk fonlar kullanamadığı için, halka çağrı yaparak “birbirinize yardım edin bakalım!” demiş oluyor. Bu arada, yarın IMF veya BM veya AB bize 100 milyar Euro akıtsa -ha mesela- “Sizce bu para ihtiyaç sahiplerine ve hedefine anında ulaşır mı?” dendiği zaman, neredeyse hiç kimse gönül rahatlığıyla “Merak etmeyin, sorun olmaz” yanıtını veremiyor. Çünkü devlet katında neyin nereye harcandığının hesabı anlaşılan tutulamıyor veya… unutuluveriyor! Herhalde o karışık sistem bozulmasın diye, belediyelerin de yardım toplayıp ulaştırmasına dur deyiverdiler (!).

KAVGALARA SON VERMEK: CHP/CNNTURK, FUTBOL DÜNYAMIZ VE HEPİMİZ
Ortada büyük bir ortak düşman var, ilk defa! Yani sağcı-solcu-Batıcı-Doğucu-Rusçu-Çinci-kinci tanımıyor! Büyük ülkeler de bir aydır barış çağrıları peşindeler! BM Genel Sekreteri, “Savaşları durdurun” çağrısı yapıyor. Profesör Vamık Volkan “Dünya liderlerinin virüs tehlikesi hakkında konuşması barışı sağlar” diyor! Kimsenin aklına gelmeyecek senaryolar şu anda gündemde. Dünyanın boş meydanlarını, sokaklarını şu anda binlerce insan kayda alıyor, ilerde “korona günleri” filmlerinde görsel altyapı olarak kullanmak için! Binlerce insan yaşadığımız sürece dair kitaplar yazıyor. (Ben yazmıyorum, çünkü zaten üzerinde çalıştığım 15 kitabım var). Şu anda sevişen çiftler de ilerde “korona kuşağı” olarak adlandırılacak bebekleri imal etmekle meşguller. Aralık ayındaki “baby boom”u görürsünüz!
Hayatta her şeyin göreceli olduğunu bir daha öğrendik: Para köleliği, rakibe takılan çelmeler, kendi hırsının peşinde koşarken 1 veya 1 milyon kişiyi öldürmekten çekinmeyenler… İrili ufaklı kavgalar, savaşlar, polemikler her tarafımızı kuşatmış. Mesela CHP/CNNTurk krizi… Sorunun çıkma anında CHP’nin haklı olduğunu düşünüyorum. Ama işi uzatmaya gerek yok. Bu tartışmadan herkes dersini çıkardı. Ben başka kanallarda da dört kişiye karşı tek başıma mücadele ettiğim çok programa katıldım! CHP’li veya sol görüşlü Atatürkçü hiçbir ismin çıkarılmadığı başka haber kanallarını görmezden gelebilir miyiz? Onlar daha mı iyi sanki? CNNTurk’ün davet ettiği konuşmacı profilinde bazen düştüğü iktidar yanlısı hataları biliyoruz. Ama bunun çözümü, iki kurum arasındaki hattı koparmak olamaz. Bu ne demokrasi eğilimine ne de diyalogla sorun çözme mantığına uyar. CHP’liler yine ekrana çıksınlar, konuşma sürelerinde dengesizlikler veya haberlerde değinilmesi gereken konularda eksiklikler varsa, acımasızca eleştirsinler. Böylece, halk da şeffaflık içerisinde doğruları öğrenmiş olur. Küsmek veya hat koparmak, Türkiye’de oturtmak istediğimiz ifade özgürlüğü ve demokrasi seviyesine uymuyor. Bu diyaloğun, artık kavgaların anlamsızlaştığı şu günlerde sağlanmasını ümit ediyorum.
Türk sporunun en değerli isimlerinden Fatih Terim ve Rüştü Reçber korona teşhisiyle hastanedeydiler. Şükür ki Fatih Hoca çıktı, Rüştü’nün de bir an önce sağlığına kavuşmasını diliyoruz. Bu iki isim, Fatih Terim ile ilgili birkaç yıl önceki polemikte karşılıklı sert yazışmalar yapmışlardı. Bugün eminim her ikisi de bu tartışmalardan uzaklaşmışlardır ve hepimizin aynı gemide, aynı zorluklara karşı mücadele içinde olduğumuzu görüyorlardır. Belki aralarında diyalog çoktan düzeldi bilemem, ama şu yeryüzünde her birimiz sivri yönlerimizi törpülemekte büyük yarar olduğunu bir defa daha keşfettik. Aynı mantıkla Nihat Özdemir’e de Kayserili Avukat Seyit Halil Yüzgeç’in dava açmasını gereksiz buluyorum. Dünyada her karar aynı anda alınmadı diye kalıcı “korona kinleri” icat etmenin sonu yok. Rica ediyorum, aranızın “limoni” olduğu insanları şu günlerde arayın, onlara iki çift güzel söz söyleyin. İnanın uzun vadede değmiyor.
Değineceğim son konu, #evdekal kampanyaları hakkında… Devlet, her gün toplu ulaşım kullanarak evinden çıkmaya mecbur kalan ve göreve devam eden ister memur, ister özel sektör görevlisi veya işçilere bir çözüm getiremediği zaman, ortada büyük bir tutarsızlık oluyor. Bu vatandaşlarımızla hiçbir empati kurmadan onların hem işe gitmelerini hem de evde kalmalarını aynı anda beklemek, ikiyüzlü olduğu kadar mantıksız ve insafsız bir karar. Çalışmak zorunda olan vatandaşlarımızın psikolojisi hiçe sayılarak onlara şu denmiş oluyor: Konu çok vahim, sakın kimse dışarda dolaşmasın, ama seni işe bekliyoruz!”
Kim bilir her birimiz farklı olarak nasıl hatırlayacağız bu günleri…