24 Şubat 2015 Salı

DEVLET ZİRVESİ VE DİYANETİN ŞİDDET TAHRİKLERİNİN SONUÇLARI | BEDRİ BAYKAM | 24 Şubat 2015 tarihli makalesi..



Devlet teşvikli şiddetin zirve yaptığı ülkemizde geçen hafta yaşattıklarının dökümüdür.
Yobazların sanata yaptıkları saldırının hedefi, bu kez Daire Sanat'tı. Bahane yine hazırdı. Sergiye gelenler arasında bir çift galerinin önünde “affedersiniz” öpüşmüştü! Birbirlerine bıçak çekseler, ağız burun dağıtsalar, ana avrat düz gitseler sorun yoktu. Ama işte o ikili, utanmaz sevgililerdi! Aynen televizyonlardan istendiği gibi: Tabancaları ağıza sokabilir, birbirinizin karnını deşebilir ama kesinlikle koklaşamazsınız! İlki sert erkek tezahürüdür, ikincisi utanmazlık ve zinadır!
Daire Sanat’ta önce kapının önünde kargaşa ile başlamış her şey. Galeri sahibi Selin Söl herkesi içeriye alıp kapıyı kapatmış. Ardından “verin onları bize!” naraları atılmış... Herhalde “Mahalle baskısı yetmez, dayak ya da linç ne güne duruyor?” şeklinde düşünüyorlardı! Bu arada kimileri kapıyı tutuyor, kimileri içeri dalıp resimlerini çekenlerin telefonlarından zorla kendi görüntülerini siliyorlarmış. Birkaç polis memuru galeriye gelmişse de, bir türlü işgal kuvvetlerini mekandan çıkarma ve hesap sorma fiiline geçmemişler. Bu da şu soruyu getiriyor: Yoksa ortalığı birbirine katanlar meşhur AK Gençlik miydi? Polislerin pasifliği, uyuşukluğu, aşırı nezaketleri acaba ülkenin en önemli cümlesi nedeniyle mi bu şekilde yaşanıyordu: “Sen Doğu’ya mı gitmeye meraklısın? Biz, kimi temsil ediyoruz burada?” Aslında bundan beş yıl önceki “1. Tophane Anti-Sanat Çıkartması” eyleminden sonra saldırganlar serbest bırakılırken, iktidarın zirvesinin “Tophane’yi iyi bilirim, abartılacak bir şey yok” sözleriyle kim tarafından “ak”landıklarını hatırlayacaksınız!
Devletin zirvesi her açıdan örnek teşkil eder, yönlendirir! İster “at sahibine göre kişner” deyin, ister “balık baştan kokar!” Zirve sanki kan istiyor, kan kutsuyor. Nasıl Gezi’de polisinin tarih yazdığına inanıyor idi ise, doğal olarak şimdi de iç güvenlik paketi sayesinde, bu acımasız ve kutsal (!) görevin sağlam ellere devredildiğinden emin olacak. Milletvekili seçimleri yaklaşırken ikaz edeyim: Adayların mükemmel derecede güreş, karate ve boks bilmeleri şart! Ne yazık ki iç güvenlik paketi tartışılamadan apar topar geçirilmeye çalışılırken, her bir muhalefet milletvekili bu hukuk dışı dayatmaların bedelini şimdiden kanlarıyla ödemeye başladılar.
Kan mı dediniz? Bu havayı solumayan kalmıyor sonuçta. Çünkü ülke, tepeden gelen şiddeti yasallaştırma, “hak” kılıfına uydurma çağrılarına hemen “uyum” sağlamaya meraklı. Ülkemizde kadına yönelik şiddet AKP iktidarı döneminde 10 misli arttıysa, bu tabii ki tesadüf değil. Yalnız kadınlara yönelik olan da değil. Genç gazeteci arkadaşımız Nuh Köklü’nün suçu kartopu muydu, yoksa düşen arkadaşını gözü dönmüş bıçaklı esnaftan korumak mı? Kimisi palalı, kimisi bıçaklı, kimisi tabancalı, sürekli tırmanan bu şiddet sarmalında maganda artık sokakta. “Esnaf gerektiğinde alperendir, polistir” koruması tedavülde nasıl olsa!
Ege Üniversitesi’nde yaşanan olay da, bu noktalarda artık alışmamız beklenen “it dalaşı” havasının, nasıl cinayete dönüşebileceğini göstermesi açısından ibretlikti. İşin acı tarafı, Fırat Çakıroğlu’nun isim verilerek tehdit edilmiş bir hedef olarak seçilip yok edilmesi.
Gelelim işin en kaldırılamaz bölümüne: Açık açık devlet ve polis tahrikiyle, ağır faşist yasalarla sokağa indirilen bu şiddete, Diyanet İşleri Başkanlığı akıl almaz şekilde zemin hazırlıyor. Bu ülke yeterince bölünmemiş gibi, yaşam tarzları üstünden affedilemez şekilde sokak olaylarını provoke eden sorumsuz demeçler veriyor: Dövme, küpe vs. gibi çağdaş simgelerin sorumsuzca günah ilan edilmesinin ardından, iş daha da ileri gitti, “nişanlıların el ele tutuşmasının da dinen caiz olmadığı” fetvası geçtiğimiz günlerde medyada yerini buldu. Kullanılan dil şu ağır tonda: “Dövme, dinimizce yasaklanmıştır. Vücudunda dövme bulunan bir kimse, bunu ortadan kaldırmalıdır. Bu mümkün olmazsa, Allah’tan bağışlama dilemesi, yaptığından pişman olması gerekir”. Gerçekten insaf! Meşhur “imam-cemaat” atasözlerimizi biliyorsunuz! Diyanetin bu fetvalarıyla yarın başka öpüşen gençler, dövmeli veya küpeliler, el ele tutuşanlar üzerine o mahalle baskısının şiddeti yöneldiğinde, bunun bedelini kim ödeyecek? Dövmesi yüzünden 1997’de öldürülen Barmen Oğuz Atak olayının yenilerini mi istiyor Diyanet? Yoksa Daire Sanat örneğindeki olayın kanla sonuçlanmasını mı? Kim onlara bu halkı giyim-süs-davranış tercihlerine göre, resmi olarak bölme hakkı verdi? Bu tavrı şiddetle reddediyorum ve tüm kitle örgütlerinin de aynı şekilde bayrak açmasını diliyorum.


17 Şubat 2015 Salı

ÖZGECAN DRAMI/GERİLLA KİTAPLI “BAKAN” CHE! | Bedri Baykam | 17 Şubat 2015 tarihli makalesi..


Özgecan Aslan’a yapılan alçaklığın hiçbir özrü olamaz. Acısı hep içimizde yaşayacak. Maalesef, Türkiye cinselliği günah, ayıp ve tabu bir namus meselesi olarak görmeye devam ettikçe tecavüzler, katliamlar, ensest, zoofili hep devam edecek. Gerisi, ne yazık ki geçici infial! Bu arada devlet erkanı tepkileriyle gözlerimi yaşarttı! “Kadın-erkek eşitliğine inanmıyorum” diyen Recep Tayyip Erdoğan değil miydi? “Anası tecavüze uğruyorsa neden çocuk ölsün, anası ölsün!” diyen Melih Gökçek, “tecavüze uğrayan doğursun, devlet bakar” diyen Adalet Bakanı Recep Akdağ değil miydi? İnsan Hakları Komisyonu Başkanı Ayhan Sefer Üstün tecavüzcü, kürtaj yaptıran tecavüz kurbanından daha masumdur” diye buyurmamış mıydı?
Tecavüzcünün "zaten bakire değildi" lafına indirim veren yargıya ne demeli? Ormanda saldırıp döven ama kızın astım krizi tutup bayılınca tecavüzü “yarım kalan” adama verilen indirim… Saymakla bitmez. “Ruh sağlığı bozulmadı” raporu almanın tecavüzcüye indirim kazandırdığı bir ülkede yaşamıyor muyuz? Bu arada “idam!” diye tepinenlere iki hatırlatmam var: ne yaparsanız yapın, o alçağa o kararı çıkartamazsınız çünkü bir hukuk devletinde yasalar geriye yönelik uygulanamaz. Ayrıca Avrupa’dan uzaklaşmayı göze alırsanız, sonuç kötü sürprizler, yani siyasi idamlar getirir! İki hamle ötesini görmeden, dolduruşa gelmeyin... Çok pişman olursunuz!
Şimdi Küba’ya dönelim. Kübalılar güler yüzlü, nazik ve mutlular. Bir resmimde yazdığı gibi: “Hayatta en güzel şeyler bedava”. Deniz, hava, aşk, güneş, arkadaşlık! Küçük umutlar parasızlığa rağmen ağır basıyor bu insanlarda! Halbuki Erdoğan’la beraber Güney Amerika’ya akın eden işadamlarımızın hedefleri başka: Fırsatlar ülkesi olarak gördükleri Küba’da tavuğa altın yumurtlatmak!
Che Guevara’nın gerilla seferlerini Türk hayranları çok iyi bilir. Ama Küba’nın 2 numaralı ve üstelik ekonomiden, endüstriden ve Merkez Bankası’ndan sorumlu “devlet adamı” olarak yaşadıkları pek bilinmez. Bir kere, siz ömrünüzde hiç molotof kokteyli izahına girişen veya bazukanın nimetlerinden dem vuran, “Gerilla Savaşı’nın el kitabı”nı kaleme alan bir “Bakan” gördünüz mü? Ayrıca dış bankalarla cebelleşmek, polemiklere giren otoriter bakan rolleri, teorik makaleler, bürokrasiye karşı açtığı savaş, onun diğer çabaları.. Ama şüphesiz en ilginç tarafı, karşılıksız, on binlerce saat “gönüllü” olarak çalışması. Che, çalışanlara yapacakları bu “ilave” eforlar için hiçbir maddi karşılık verilmesini istemiyordu. Onun için önemli olan sadece artan bilinç düzeyi ve “manevi tatmin”di! Ayrıca kısa dinlenme zamanının da yarısını okuyarak geçirirdi. Hem de bakanın kapısını patisiyle vurarak açan sevgili küçük köpeği Muralla’yı ihmal etmeden!
Bugün “Comandante Che”, Küba ekonomisinin ruhunu döndürmeye devam ediyor. Korda’nın, dostum Perfecto Romero’nun, Salas’ın fotoğrafları, her duvar, kitap, afiş, hediyelik eşyanın üstünde. 1999’da “Motosiklet Günlükleri”nde Che’nin yol partneri olan Alberto Granado ile röportaj yapmıştım. Bu sefer ise Sierra Maestra, Kongo ve Bolivya’da Che ile çarpışmış tek gerilla olan Harry Villegas’ı, yani “Pombo”yu arayıp buldum.. Che efsanesi, Küba’da tüm hızıyla sürüyor. Turizm gelirlerinin ana gücü, onun sert ve romantik bakışlarıyla dönüyor. Bizim ülke ise, efsanevi devrimcimiz Mustafa Kemal’in değerini her gün aşağı çekme gayretinde! Fidel, Che ve onca devrimciye örnek oluşturmuş dev bir liderimiz varken, siyasilerimizden sözde aydınlarımıza kadar herkes bu ters rekabet içinde yarışıyor!
Castronun ise gerçekten hakkını vermemiz lazım: Ne 57 yıldır önderi olduğu ülkede, ne de dünyada, Che’nin, efsanevi bir simge haline gelmesini ve şöhretinin kendisinin önüne geçmesini kıskanmadı! Tersine hep onu korudu, yüceltti. İşte bunu yapabilen, gerçek liderdir.


Havana’da sahaflarda saatlerce kitap aradım, pazarlık becerilerimi test ettim. Dostum, “resmi Che tarihçisi” Froilan Gonzalez’in birçok kitabına rastladım. Onun evi, tam bir Che müzesi gibi: Birçok sanatçının Che resimleri duvarlarda. Ressam Suat Akdemir’le meşhur Malecon Havana sahil 88bulvarında uzun yürüyüşler yaptık, dalgaların yola vuruşunu keyifle izledik. Orada kimseler Türk kafasıyla denizi doldurmaya kalkmamış (!). Hemingway gibi, Floridita’da Daiquiri, El Bodeguito del Medio’da mojito içtik. Ülkenin sorunlarını tartışmaya çalıştık. Biz ne dersek diyelim, Küba onları kendi hız ve mantığında çözecek. Son üst düzey ziyaretin aslında tek faydası THY’nin bir İstanbul-Havana hattı açması olabilir. İnanın o “dolmuş” boş kalmaz! En içten rehberinizi ise buldum bile. Yulia’nın bilgileri benden!

11 Şubat 2015 Çarşamba

KÜBA GEÇMİŞ VE GELECEK ARASINDA DENGESİNİ ARIYOR... | BEDRİ BAYKAM | 10 Şubat 2015 tarihli makalesi..



12 gündür Küba’dayım. Buraya “40. Yılında Küba Devrimi ve Che” kitabımın genişletilmiş ve renkli yayınını hazırlamak için geldim. Yok yok merak etmeyin, zamanlamanın Aksaray ziyaretiyle bir ilgisi yok. O bölgeleri akredite yandaşlar size anlatırlar! Ben ise, yaptığım son derece ilginç görüşmeleri daha sonra açıklayacağım ama özet de olsa şimdi aktarılacak çok başlık var.
Che’nin anıt mezarına geçen hafta sonu tekrar gittim. Santa Clara’dan Küba dostu halklarla ilişkileri götüren ICAP’ın daveti üzerine hem sanatçılarla buluştum hem de ardından o muhteşem mekanı bir kere daha gezme fırsatım oldu. Che ve Bolivya seferinde can vermiş 39 gerilladan 31 tanesinin kemikleri o anıtta mevcut. Esas yenilik ise Che Müzesi. Orada nefis fotoğraflar ve bilgiler dışında, Che’nin kullandığı envai çeşit nesneleri buluyorsunuz. Mesela astım krizlerini aşmak için kullandığı nefes pompası, Sierra Maestra’da kullandığı satranç seti ve dişçi aletleri, eyerii, saati, tabancaları, tüfekleri, Kongo’da kullandığı piposu, dürbünü, üniforması... Aralarında bir eşya var ki, içimi titretti: Che’nin Higuera köyünde diktatör Barrientos ve CIA’in emirleriyle öldürülmesinden önce esir tutulduğu eski okul binasında, Ninfa Artaega’nın kendisine getirdiği çorbayı içtiği kurşun tas. Yani yediği son yemeğin kabı. Buna kalp mi dayanır? Resmen tarihin o melun anının sıcaklığını üzerinizde hissediyorsunuz.
Hala mı Che? Yetti artık” diyenler varsa, şunu iyi bilsinler: Devrim burada 55 yıldır yaşıyorsa, emin olun Che’nin ve biraz da Camilo’nun sayesinde. Diyelim ki şundan bundan şikayet ettiğinde Castro’ya bile gizlice fatura çıkarmaya kalkan Kübalılar bile, Che deyince saygıyla duruyor. Che’nin burada tam bir dokunulmazlığı var ve efsanesi de özenle korunuyor. Mesela Che’ye 4 çocuk veren Aleida March’ın “Che’yi Hatırlamak” başlıklı kitabı, daha 2012’de çıkmış. İlk karıştırmamda bile bir sürü şey öğrendim. Mesela başta kendisine fazla yüz vermeyen Che’nin Aleida hakkında “Git şu adamı yakından izle, komünist midir, nedir, bir bak bakalım” şeklinde bir misyonla geldiği konusunda duyduğu ağır şüpheler! Eğer magazin haberi arıyorsanız, Aleida’nın kıskançlıktan Che’nin kaç güzel sekreterini işten çıkardığını da öğrenebilirsiniz!
Diğer büyük efsane Camilo Cienfuegos. Zaten 1999’da Küba Devrimi’nin 40. Yılı başlıklı sergimi açtığım Devrim Müzesi’nde onun ve Che’nin Sierra Maestra’da ilerleyen mumyaları var. Devrimin koca şakacısı Cienfuegos, muziplikleri ile tanınıyor! Mesela Che ve Aleida evlenirken davetlilere “Che kızıyor, herkes kendi yemeğini getirsin” diye espri yapıp neredeyse herkesin oraya ellerinde tencerelerle gelmesini sağlıyor. Ama ne yazık ki bu şakacı adamı sonunda okyanus teslim alıyor.
Bu iki arkadaşına en büyük payeleri dağıtmaya devam eden Fidel ise, tabii ki dün de bugün de adanın her şeyi. Diktatör Batista’nın adada kurduğu işkence, baskı ve soygun rejimine karşı akıl almaz derecede cesur ayaklanmanın lideri, ülkeden kaçarak giden Faşist kan içici Batista’dan 55 yıl sonra, 2006’da görevini kardeşi Raul’a teslim etmesine rağmen, hala son derece keskin makaleler kaleme alıyor. 2010’da ilk baskısını yapan “Obama ve İmparatorluk” kitabı ciddi biçimde ele alınmaya değer.

Tabii bu da bizi kaçınılmaz şekilde bir-iki aydır konuşulan Küba-ABD ilişkilerinde yaşanan gevşeme konusuna taşıyor. Fidel, “İmparatorluğa rağmen” konuyu veto etmiyorsa, bu barışa verdiği önemden. Şu anda tüm veriler uçuşuyor. Bir yandan ABD Bakan Yardımcısı Roberta Jackson Büyükelçilik açılması için Havana’da görüşmeler yaparken, diğer taraftan soğuk savaş dönemini özlemişe benzeyen Putin de Küba’ya yeni silah gemileri yollayarak üs peşinde koşup tarihi hortlatmaya çalışıyor. Bir yandan ABD, vatandaşlarına Küba’dan 100 dolarcık puro getirme hakkı verirken, diğer yandan Raul Castro, şimdiden Guantanamo Amerikan askeri üssünün kaldırılmasını talep ediyor. İşin en matrak tarafı ise, büyük Amerikan şirketlerinin hepsinin o müthiş potansiyelli piyasaya girmek için “aportta”’bekliyor olmaları. Raul durumu hem üstleri, hem de altları ile en geniş şekilde istişare ederken, Küba’nın romantizmi dünyayı sallamaya devam eden devriminden ödün vermeden, bu yeni sentez nasıl yaşanabilir, onun hesaplarını yapıyor...

5 Şubat 2015 Perşembe

ÇIRILÇIPLAK | Piramid Sanat - 26 Subat, Perşembe / OPENING 'TOTALLY NAKED' | Piramid Sanat - Thursday, 26th of February




ÇIRILÇIPLAK

Bedri BAYKAM - Erden CANTÜRK - Philippe DEUTSCH 
Koray ERKAYA - Damien GUİLLAUME 
Tetsuro HİGASHİ - Hugh HOLLAND 
Uwe OMMER - Arto PAZAT

Kürator: Cüneyt Ayral

26 Şubat - 29 Mart 2015


Açılış: 26 Şubat 2015 Perşembe | 18:30 - 21:00

Fotoğrafta uluslararası başarılar elde etmiş dokuz ünlü sanatçının 
katıldığı grup sergisi 
26 Şubat – 29 Mart tarihleri arasında Piramid Sanat’ta...

Küratörlüğü’nü şair/yazar Cüneyt Ayral’ın üstlendiği Çırılçıplak sergisinde bulunan eserlerin hepsi 70x100 cm boyutunda ve  çerçevesiz olarak ‘çırılçıplak’ sergileniyor.

Almanya’dan Uwe Ommer, Fransa’dan Philippe Deutsch, Damien Guillaume, Arto Pazat, Japonya’dan Tetsuro Higashi, Amerika’dan Hugh Holland, Türkiye’den Bedri Baykam, Erden Cantürk, Koray Erkaya’nın katıldığı sergide 49 adet eser yer alıyor.

26 Şubat, Perşembe günü gerçekleşecek açılışa Türk sanatçıların yanısıra Higashi, Deutsch, Guillaume, Ommer geliyorlar (Ommer 52 yıldır sanatını Paris’te sürdürüyor bu nedenle Fransa’yı da temsil ediyor).

“Sanatın, görselliğin ilk günlerinden bu yana baktığımızda hep çıplaklığı izliyoruz, doğanın yarattığı belki de en güzel şey olan insan vücudundan utanan, sakınan, onunla ilgili inanılmaz garip yorumlarla, onu örtüp saklamaya çalışanlara inat bu sergiyi düzenlemeyi düşündüm ve işte ÇIRILÇIPLAK” diyen küratör Ayral, yaşamakta olduğu Paris’te, sokaklardaki hemen hemen tüm heykellerin çıplak olduğunu ve bundan hiç kimsenin gocunmadığını, üstelik yürüyüp gezerken cinsel isteklerinin artmadığını, güzellik ve estetik karşısında apayrı bir zevk aldıklarını anlatıyor.

Sergi için Piramid Yayıncılık tarafından hazırlanan kataloğun kapak fotoğrafını Ahmet Öre Paris’te çekti. Çırılçıplak üzerine şair Devrim Bağman’ın da bir yazısının yer aldığı katalog Türkçe, İngilizce ve Fransızca olarak hazırlandı. İngilizce çevirilerin Tarık Günersel, Fransızca çevirilerin ise Beverly Barbey tarafından yapıldığı katalogda sergilenen tüm eserler yer alıyor.

-------------------------------------------


TOTALLY NAKED
Bedri BAYKAM - Erden CANTÜRK - Philippe DEUTSCH
Koray ERKAYA - Damien GUİLLAUME
Tetsuro HİGASHİ - Hugh HOLLAND
Uwe OMMER - Arto PAZAT
Curator: Cüneyt Ayral
26 February – 29 March 2015

Opening: Thursday, February 26, 2015 | 6.30 - 9.00 pm

Nude photographs by nine internationally renowned artists
are in a group exhibition in İstanbul
at Piramid Sanat from 26 February – 29 March

Curated by poet-novelist Cüneyt Ayral, Totally Naked consists of 49 photographic artworks. All of the works are 70x100 cm (except Baykam’s work) and without frames, “totally naked”.

The artists are Uwe Ommer from Germany, Philippe Deutsch, Damien Guillaume, and Arto Pazat from France, Tetsuro Higashi from Japan, Hugh Holland from the USA, and Bedri Baykam, Erden Cantürk and Koray Erkaya from Turkey.

Higashi, Deutsch, Guillaume, and Ommer will join the Turkish artists present at the opening on Thursday, February 26th (Having worked in Paris for 52 years, Ommer represents France as well).

“Art has included nudity since its earliest days. The human body is probably the most beautiful thing created by nature. Yet some people not only refrain from seeing a naked body in art, but they try to cover the human body almost totally. So, in contrast to that approach, I wished to prepare this exhibition: TOTALLY NAKED” Thus speaks curator Cüneyt Ayral who lives in Paris, emphasizing that almost all the sculptures in Paris streets represent naked bodies and hardly anybody is offended or sexually provoked by them. Such sculptures give us aesthetic pleasure.

Prepared in Turkish, English and French, the exhibition catalogue has been published by Piramid Yayıncılık.  The cover photograph was taken by Ahmet Öre in Paris. Poet Devrim Bağman wrote his thoughts on nudity. All the artworks from the exhibition are included in the catalogue. The texts were translated into English by Tarık Günersel and into French by Beverly Barbey.

3 Şubat 2015 Salı

HAVANA’DAN STRASBOURG NOTLARI | BEDRİ BAYKAM | 3 Subat 2015 tarihli makalesi..


Türkiye'de Perinçek-İsviçre davası nasıl yaşandı, tahmin edebiliyorum. Olayın boyutlarını ve ülkenin imajına dev getirilerini algılayabilenler alkışlarken, kimileri dudak bükmüş ya da aleyhte fiilen çalışmışlardır!
Davayı AİHM Mahkemesi'nde fiilen izledikten ve Ulusal Kanal’ın coşkulu toplantısına katıldıktan sonra "Che ve Küba Devrimi" kitabımın yeni ve genişletilmiş baskısının hazırlığı için Havana'ya uçtum. Küba izlenimlerimden önce Strasbourg notlarımı paylaşmak istedim. Çünkü Nisan’da, soykırım konusu tsunami gibi üzerimize gelecek.
Öncelikle Strasbourg rüzgarını küçümseyen ve hatta "faşistler" diye sahtekarca tanımlamaya kalkan o "soykırımla yüzleşin"cilere bir çift lafım var: Sayenizde Ermenistan ve Ermeni kardeşlerimizle doğru dürüst bir barış sağlanamayacak. Çünkü provokasyonlarınız nedeniyle tersine ip gerildikçe geriliyor. Zavallılık, batı emperyalizmine kökten bağlılık gibi nedenlere dayanan bu yalakalıktan, kendi ulusunu lekelemekten ve yargısız infazdan sado-mazo bir keyif alıyorlar. Ne yazık ki bir Türk derneği utanmadan kendi topraklarımızda iflas etmiş Ergenekon davasının binlerce sayfalık absürd ve “Kafkaesk” metinlerini Strasbourg'a karşı taraf adına yollamaya bile tenezzül etti!
Bazen hukukta veya bir polemikte, karşı taraf, o kadar çarpıcı mantık analizleri veya kontrataklar yapar ki, hayranlığınızdan karşı koyma refleksleriniz körelir. İsviçre ve Ermenistan avukatları ise, zekadan, yaratıcılıktan ve hatta kimi anlarda hukuk üslubundan öyle uzak savlar öne sürdüler ki, bırakın bu çelişkili duyguları, mesleklerinden utandım. Örneğin ömür üstünden koca bir sıfır alan Geoffrey Robertson, seviyeyi yerlerde gezdirerek Perinçek'in "politikacı diye adlandırılan bir ırkçı" olduğu savından yola çıktı! Perinçek’in İsviçre'ye özellikle tutuklanmaya geldiğini, elle tutulur hiçbir argümanı olmadığını, bir AİHM Mahkemesi’nin ise katliamlar ve gaz odalarının varlığını nasıl sorgulayabileceğini anlamadığını en saldırgan ve ırkçı tonla söyledi durdu. Perinçek'in argümanlarını öne çıkarabilmesi için önce ortada bir tartışma özgürlüğü olması gerektiği, konunun Yahudi soykırımıyla eş tutulabilmesi için mevcut bir dava girişimi bile yaşanmadığını, Perinçek'in ömre yayılan siyasi kimliğini batı ırkçı önyargısıyla aşağılamaya çalışırken esas kendini bitirdiğini düşünemedi. Mahkeme dışında barışçıl bir gösteriyle -hiçbir Ermeni düşmanlığı yapmadan bayrak sallayan "Şu Çılgın Türkler"e bir kolonyalist emperyalistin tavrıyla saldırırken, kendi maskesini düşürdüğünü hesaplayamadı!
Büyük medyatik gösterilerle sahne alan ve dolgun "kaşe"sini hak etmek için en melodramatik edebi üslupla cümleler kuran, şöhreti George'dan menkul Amal Clooney'nin ise hakim "Ermenistan’a ayrılan vakit bitti" deyince hevesi kursağında kaldı. Ermenistan'ın mahkemeye ek kanıt sunabileceği ve Osmanlı’nın o yıllarda Ermeni ırkının kökünü kazımaya çalıştığı şeklinde, davanın özüyle ilgisi olmayan sözleri orta yere koyup dava bitiminde korumalarla kaçırılan star tavrıyla kayboldu gitti! Halbuki ortada ne sarılmak için bekleyeni vardı, ne de üstüne yumurta atanı!
İsviçre'nin bir şeyler deneyen çelişkili savları da gerek Perinçek'in avukatı Christian Laurent Pech'ten, gerek Türkiye'nin avukatı Stefan Talmon'dan hak ettiği yanıtları aldı. Federal Mahkeme'nin hangi verilere dayanarak "insanlığa karşı suç" ve "ırkçılığa dayanan nefret söylemi"nden söz ettiğini hiçbir şekilde somutlaştıramadı. "İsviçre'de kamuoyunun genel düşüncesiyle oluşmuş konsensüs", hukuki boş bir veri olarak öne sürülürken, Talmon'un şu sorusu yanıtsız kaldı: "Kendi mahkemenizin bile soykırım olduğuna dair bir kararı yokken, tartışmayı yasaklamasının hukuki dayanağı neydi?"
Dava günü, salondan yayın yapan Ermeni televizyonuna da bunu net söyledim: "İki halkın kavgayı sonlandırması, sınırları açması ve barışı da yine özgür tartışmadan ve bu davadan geçiyor".
Zaten Türkiye'ye karşı bu tek yönlü linç kampanyasının ve bu hukuki garabetin yıllardır sürebilmiş olmasının kökeninde batının gizli ırkçılığı ve önyargıları yatıyor. Aynen "Modern Sanat Tarihi, batının bir oldu bittisidir" derken ifade ettiğimiz gibi! Gücün yetiyorsa ve "Soykırım anıtları ve tartışma yasakları" peşindeysen, neden ABD'nin Kızılderili veya Iraklılar’a, İspanyollar’ın Aztek ve İnkalar’a, Fransızlar’ın Cezayirliler’e yaptıklarından yola çıkmıyorsun? Yoksa gerçekten büyük batı bu kadar gözü kara bir ortaçağ haçlı kulübü mü?

Son sözüm ülkemizdeki kinden beslenen kavga ittifakına: Nereye kadar yolunuz varsa gidin, ama artık Hrant'ın yakasından düşün! Körüklemeye çalıştığınız iç kargaşaya o güzel insanı alet etmeyin!