29 Ocak 2013 Salı

Hava Kasvetli ve Ağır… / Bedri Baykam / 29 Ocak 2013 tarihli Cumhuriyet makalesi..



Bu ülkede yaşamak artık kırıcı, utanç verici, kahredici… Boş yere “İçim Parçalanıyor” diye sergi açmamışım! Silivri’de yaşadığımız sahneler, oralarda tutsak kalan “Demokrasi nöbetçilerimiz”in kulağımda yankılanan  sözleri, yazdıkları mektuplar, hepsi her an durmadan beynimin içinde alarm sinyalleri vererek yanıp sönüyor.
Cumartesi günü “Fatih Hilmioğlu’na Özgürlük” çağrısı yapan dernek, platform ve sivil toplum kuruluşlarıyla beraber yağmur altında yürüdük, haykırdık, konuştuk. Hani artık direkt olarak  “işkence” yapılmıyor ya… Onun yerine, insanlar susuz, tedavisiz, doktorsuz bırakılarak, maddi-manevi, uzun ve  farklı ileri demokrasi işkencelerine maruz bırakılıyorlar. Prof. Fatih Hilmioğlu’nun kansere dönüşen rahatsızlığı sinsice ilerlerken, onu kaderiyle başbaşa bırakıp, tam teşekküllü bir hastanede tedavisine yeşil ışık yakmayanlar, bu ağır vebalin altına giriyorlar.
Beni kahreden bir diğer nokta ise: Tuncay Özkan’ın sağlık durumu hakkında duyduğumuz üzücü haberler. Kilo kaybı, halsizlik… Ama buna karşın tabii ki ödünsüz, dimdik ayakta süren onurlu bir  mücadele! Hukukla, insanlıkla ilişkisi kalmamışların, zulüm konusunda buldukları yeni metod “su bazlı”. Burada Balbay ve Özkan’ın açıklamasını tekrar size sunuyorum:
“Silivri’de günde 5 taksitte 9 saat verilen su toplam 10 dakikaya düştü. Artık günde kişi başına 200 litre soğuk, 50 litre sıcak su verilecek.. 2 dakikada banyo, çamaşır, bulaşık işini halledeceğiz. Yönetim bunu ‘artık 24 saat sıcak-soğuk su veriliyor’ gibi duyurmaya hazırlanıyor! Eskiden haftada üç kez toplam 6 saat verilen sıcak su, şimdi günde 2 dakikaya düştü. Kalabalık koğuşlarda günlük su hakkı öğle olmadan bitiyor. Silivri’de susuz kış yaşanıyor.Bu işkencedir, zulümdür.”
TSK artık başsız bir gövde gibi. Bu noktalara taşınırken, kendisinin ne hatası vardı-yoktu tartışmasını artık tarihe bırakıyorum. Olay o noktaya geldi ki, her gün savaş çağrıları yapan Başbakanımız bile, komutansız kalan orduların trajik durumunu nihayet gördü ve “acil demokrasi” (!) çağrısında bulunup “terörle mücadele için gönderecek komutan bulamıyoruz” diye açık açık medyada, yargının akıl almaz, mantığa sığmaz karar ve uygulamalarından yakınmaya başladı!
Bütün bunlara karşı, içeride tutulanlardan yürekli bir Deniz Kurmay Albay’nın, Ümit Metin’in, birkaç ay önce bana yazdığı mektuptan bölümlerle başbaşa bırakıyorum sizleri:
“Ben Ümit Metin olarak devletime ve milletime gecemi gündüzümü  ayırt etmeden yıllarımı verdim. Başarılı, cumhuriyet değerlerine bağlı bir subay olduğum için burada hapiste bulunuyorum. Ama biliyorum ki ülkem için ben okyanusta bir kum tanesi gibiyim. Canım vatanıma, ulusuma feda olsun. Askerlik mesleğine başlarken canımı bu  vatan uğruna gözümü bile kırpmadan feda  edeceğime yemin ettim. Beni verdikleri ceza ile korkutamazlar, 16  yıl değil, 160 yıl ceza verseler Atatürk'ün yolundan bir adım geri atmam.
Benim üzüldüğüm husus gözümün önünde yandaş medya aracılığıyla Türk  Silahlı  Kuvvetleri’nin  yıpratılması,  başarılı subayların,  general  ve  amirallerin tutuklanarak tasfiye edilmesi ve buna aynı yöntemlerle devam edilerek Türk Silahlı Kuvvetleri’nin zayıflatılması, Türk adaletinin bu ve benzeri davalarla yok edilmesidir. Komutanlarımızın bu gerçeği görmeyip, görevlerine hiçbir şey olmamış gibi  devam etmelerini  anlamam çok zor. Umarım ne yaptıklarını biliyor ve ülkemizin nereye gittiğini görüyorlardır. Burada yazdıklarım yanlış anlaşılmasın. Ben onlardan siyaset yapmalarını değil, her komutandan görevi olan personelini ve TSK’ni  korumalarını istiyorum. Masum  personellerini çetelere yem etmemelerini ve TSK’nin yıpratılmasını ve zayıflatılmasını önlemelerini istiyorum.”
              İşte böyle sevgili “aydınlar”.  Tabii ki tüm gazeteciler, Hrant Dink ve Pınar Selek davaları son derece önemli. Ama benzer hukuk mağduriyetlerine uğramış subaylarınızın durumunu görmezden gelirseniz, aydınlığın değil karanlığın parçası olursunuz…
            Sevgili ülkem, dış basına göre, ekonominin harika gittiği bir ileri demokrasi ülkesinde bir eli yağda bir eli balda yaşıyor! Otelinin odasında televizyonlarımızda süren Amerikan usulü eğlence ve yarışma programlarını izleyen, AVM’lerimizi gezen bir yabancı gazeteci, şu sözlerimize ne  kadar inanır, siz düşünün artık!


Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..

22 Ocak 2013 Salı

Üç haftaya sığan acı ölümler... / Bedri Baykam / 22 Ocak 2013 tarihli Cumhuriyet makalesi..




           Ölüm kalleş, doğanın acı kanunu ölüm... Tüm siyasal, sosyal, kişisel plan ve hedeflerimizi hiçe sayarak kafasına göre takılır. Üç haftada belirli ölçülerde yakınen tanıdığım, Türkiye'de iz bırakmış beş değerli insan vefat etti. Bir tiyatro sahnesi ki, yönetmenin ne zaman, kimi cımbızla çekip alacağını bilmek imkansız. Kimi belki söyleyeceğini henüz yeni hazırlıyor, kiminin sözü duyulmuş, kiminin ise daha sunamadığı sayısız replik var belleğinde...
           Asım Kocabıyık: Asım Bey'in kendisiyle çok fazla görüşmedim. Oğlu, Ahmet Kocabıyık yakın dostum. Gerek çocuklarını, gerek şirketini nasıl çağdaş bir vizyonla yetiştirdiğini, nasıl aydın ve Atatürkçü bir Türkiye'ye oksijen ve adrenalin verdiğini görünce, rahmetliye hayran olmamak elde değil. Bu başarıların Anadolu'nun ortasında sıfırdan başlayan bir gencin eseri olduğunu hazmettiğimiz zaman ise, işin değeri üç misline çıkıyor. Gerek kurduğu holdingle, gerek ailesiyle, gösteriş hastalığına hiç yakalanmadan  klas ve mütevazı kalmayı becermiş Asım Bey. Hem de “ağır sanatsever” bir aile yetiştirerek! Örnek olsun!
           Metin Kaçan: Sevgili Metin, tabii ki en çok "Ağır Roman"la anılacak. Bu da bir şekilde bizim West Side Story’miz sayılır. Nerede tanıştığımızı hatırlayamam, ama 80'lerin sonlarıydı. Beyoğlu kültürünün bir parçasıydık. Zaten Manastır  atölyem Tarlabaşı’nda olduğu için biz hep oralardaydık. Metin candan, espritüel ama bir o kadar da az konuşan, gözlemci bir arkadaşımızdı. Hasan Kaçan'la futbol oynardık. "Ağır Roman"ın filmi bizim sokaklarda, hatta bizim Manastır binasında çekildi. Tabii o yaşamı, ömür boyunca içinden geçerek masallaştıran Metin, inanılmaz özgün ve çığır açıcı bir filmin mimarı oldu. Çoktandır görüşemiyorduk. İşin acı tarafı sanki kendi senaryosuna bir son seçti Metin... Bu şok haberin dedikodularının çıktığını, bir gün önce bana ortak arkadaşlarımızdan Küçük İskender haber vermişti. Maalesef söylentiler gerçekmiş. Daha üretecek çok eseri vardı.
           Burhan Doğançay: Değerli duayenimizle Amerika dönemimde New York'ta tanıştım. Sergilerim olduğunda kendisi ve rahmetli Erol Akyavaş'la görüşürdük. Burhan Bey haklı olarak o insan öğüten jungle’da gerek Türkiye'nin, gerek burjuvazimizin Türk sanatçılarını yalnız bırakmasını affedemez ve sert eleştirilerini sıralardı. Gerçekten o dev kente imza atmış, müzik dünyasını elinde tutan ünlü vatandaşlarımızdan bile pek destek gelmezdi. Şayet o yıllarda Akyavaş ve Doğançay’ın arkasında bir kadro olsa, en güzel yılları her açıdan çok daha verimli geçebilirdi. Şimdi Tarlabaşı'ndaki Doğançay Müzesi'ni geliştirerek onun ismini en güzel şekilde yaşatmayı, umarım bu toplum başarır.
           Mehmet Ali Birand: Mehmet Ali Bey hakkında çok güzel şeyler söylendi. Onun programlarına defalarca bizler de katıldık. Hep dengeli söz hakkı dağıtmaya çalışırdı. Neden bu kadar sevildiğini herkes düşünmeli. Belki güleryüzü, belki uslubu... 32. Gün, 80'ler boyunca sabırsızlıkla beklenilen bir siyasal aktüalite-belgesel karışımı fenomendi. Bu kadar başarılı televizyoncunun onun ekolünden çıkmış olması tesadüf değil. Kim ne derse desin “MAB” hiçbir zaman medyada haklı eleştirilerimize maruz kalan 2. Cumhuriyetçilerden biri olmadı. Öte yandan bazı Atatürkçüler kendisine kırgındı. Tarafsız görünmeye çalıştı ama herhalde farklı kesimlerle kurabildiği empatiyi, ulusalcılarla veya şehit aileleriyle kuramadı; en azından bu böyle göründü. Neyse, ülkenin gerginliklerinin hesap-kitabına girmenin sırası değil.
            Toktamış Ateş: Ateş'in toplumun daha geniş tabakalarıyla buluşması, Uğur Mumcu'nun ölümünün ardından oldu. Her ne kadar kimse Mumcu'nun yerini alamasa da, Ateş o yıllarda o boşluğu ciddi oranda doldurmaya çalıştı. Solun birliği için 1993’te Taban Operasyonu’nu başlattığımızda, kendisinden büyük destek almıştık. O yıllarda Anadolu'nun herhangi bir noktasında,"Türkan Saylan-Toktamış Ateş-Bedri Baykam" tipik konuşmacı kadrosuydu. Sayısız panele beraber katıldık. Aynı gazetede yazdık. Sonra 90’ların sonlarında önce aramızda  polemikler yaşandı. Daha sonra Ateş, Atatürkçü mücadelenin çekirdek kadrosundan koptu ve 2000’lerin dönüştürülen farklı Türkiyesi döneminde, farklı bölge ittifaklarına girmeyi tercih etti, yollarımız 10 senedir ayrıydı.
            Her birine Allah rahmet eylesin, yakınlarına sabır versin. Umalım ki bu "kötü seri" bitsin. Ölüm, sonsuz sandığımız renkli bir piyesin hakem kararıyla ani perde indirmesi. Ve bu filmin sonunu kimse görmeyecek. Bu da tesellimiz mi, yoksa bu absürditenin parçası olmak bizi zaten meraktan öldüren bir kahır mı, siz karar verin... 


Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..

18 Ocak 2013 Cuma

BEDRİ BAYKAM TARİHİN RÖNTGENCİSİ SERGİSİ PİRAMİD SANAT


Bedri Baykam'ın son iki yıldaki yapıtlarından oluşan 'Tarihin Röntgencisi' (The Voyeur of History) sergisi röportajı

15 Ocak 2013 Salı

BALYOZ TUTUKLULARIYLA EMPATİ KURABİLİYOR MUSUNUZ? / Bedri Baykam / 15 Ocak 2013 tarihli Cumhuriyet makalesi..



Lütfen kendinizi onların yerine koyun. Ülkelerini sevdikleri, TSK’ya saygı duydukları için asker olmuşlar, bu bağlılığı kalıcı hale getirmişler. Kar kış açlık dağ tepe demeden terörle mücadele etmişler. “Yurtta sulh, cihanda sulh” felsefesine inanmışlar, yurtlarını korumaktan başka suçları yok ortada. Keşke dünyada sınırlara, ordulara hiç ihtiyaç olmasa, keşke dünyada silah denilen o korkunç aletlere de gerek olmasa, bunlar toptan yok edilse. Ama işte ne var ki dünya başka noktalara sürüklenmiş. Suç herhalde bizim askerlerimizde değil. Ülkeyi parçalamak isteyenler, kardeş kanı dökenlerle savaşmışlar, insanlarımızı ve vatanı korumak için, hata mı etmişler?
Şimdi yeni bir
“süreç” başlamış bilmem kaçınci kere. Mantığı doğru oturtulursa barışı kim istemez? Ama bu yakın döneme bakınca TSK’nın en cesur, en özverili mensuplarının, Genel Kurmay Başkanı’ndan teğmenine kadar, şimdi hapislerde terörist muamelesi gördüklerini biliyoruz. Suç olarak soyut, kanıtsız iddialar dolaşıyor. Öte yandan esas suçları da ortada: Atatürkçü birer nefer olmak, yurdunu korumak, ödünsüz laik ve demokrat olmak. Bunun ötesinde onlara iddianamelerde yakıştırılan suçların hiçbiri kamuoyunu ikna eden bir noktaya yükselemedi, tam tersine “sehven” eklenen mantık dışı bulgular, traji-komik eleştirilerin odağı oldu.
Şimdi tam
barış konuşmaları İmralı üzerinden başlamışken Paris cinayetleriyle dünya birbirine girdi (Öncelikle şunu not edin ki, “Apo” artık, “İmralı” oldu. “Sn. Öcalan” lığa giden yolda ara durak. Hitap deyip geçmeyin. Bakın yılların kardeş “Esad”ı, Sam Amca ile ters düşer düşmez nasıl düşman “Esed” oluverdi!). Fransız polisi, elindeki tüm verilerin bunun bir iç hesaplaşma olduğunu söylüyor. Ama birileri yine Türkiye’yi ve derin devleti (!) suçlama peşinde... Öte yandan her cinayete vicdanı olan herkes karşı çıkar ama herkesten her cinayete eşit derecede üzülmesini bekleyemezsiniz. PKK’yı kuran bir insanı da herkes “Rahibe Teresa” veya Türkan Saylan kadar benimsemiş olamaz. Birbirimizi aldatmayalım... Dünyanın terör örgütü kurma, öldürme fikirlerinden uzaklaşacağı, barışın öne çıkacağı günlerin yakın olduğunu umduğumuzu söylemekle yetinelim.
Şimdi askerlerimiz ister Balyoz, ister Ergenekon davasından içerideler ve yaşananları inanamayarak, belki özeleştiri yaparak izliyorlar: Özellikle son 7-8 yıldır TSK’ya yapılan her türlü manevi hakarete, suçlamaya, gereken yanıtları vermemiş olmak ve kamuoyu önünde TSK’nın adım adım
“suçlu” sandalyesine oturtulmasını seyretmiş olmak... Aydınlarımızın demokrasiye inanan önemli bir kısmı ise, ne kadar acıdır ki, konu “Ordu” olunca, bir dava konusunda gazeteciler için çıkardıkları gürültüyü koparamıyorlar. “Aman ne olur ne olmaz, uzak duralım” ihtiyatından, TSK’yı ne yaparsa yapsın artık hep suçlu görmeye kadar uzanan bir tavır dizisi var önümüzde. O askerleri, o komutanları belki de hakları çiğnenmiş birer ters hukuk mağduru olarak görmek zor geliyor insanlara. İnsancıklar, kendi gölgelerinden korkan aydıncıklar, iktidar yağcıları gerçeklerden kaçıyorlar.
Eski AİHM yargıçlarından Rıza Türmen,
“Mahkeme kasıtlı olarak delillerin üzerini örtüyor ve saklıyor, delillerin tartışılmasından kaçıyor. Yargıçlar da her girdikleri duruşma sırasında yargılanırlar. Balyoz’da hakimlerin kendileri de yargılanmış ve mahkum olmuşlardır” diyor. Bir eleştiri cümlesi de twitter üzerinden halktan aktarmak istiyorum: Eldeki dijital “sözde” delillerin yazılım özelliklerinin suçun isnat edildiği tarihte “varolmayışı” hakkında bakın “Cerenimo” ne yazmış: ‘2007 model araba ile, 2003 yılında kaza yaptınız’ cümlesi kadar mantıksızlık abidesi” . Bunun üzerine ne yazılabilir ki? Teşekkürler! Kimbilir bu yaşananlar hakkında efsanevi kızılderili lideri Geronimo daha neler söylerdi, namus, vatan ve vefa hakkında!
İşin daha da akıl almaz boyutları var. Mesela Savunma Bakanı, sözde deliller hakkında
“Deniz kuvvetleri’nde Office 2000 kullanılmaktadır. 2007 yılında çıkan bir programın 2003 yolunda kullanılması mümkün değildir” diyerek, “Cerenimo” ile aynı dili kullanmaktadır. TSK ise, Balyoz Hakimlerinin “Delillerin asılları Karargahtadır” sözlerini anında yalanlayarak çürüttü. Yani davanın elle tutulur yanı kalmadığını yalnız avukatlar veya demokrat aydınlar değil, diğer “Başbakan’a yakın kurumlar” da görüyor!
“Ben duyarlı bir vatandaşım” diyen herkes, bu yadsınamaz veriler karşısında üzerine düşeni yapmaya ve TSK mensupları ile empati kurmaya mecburdur...

Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..

14 Ocak 2013 Pazartesi

‘ARTISTS INITIATIVE’ SHINED IN BOSTANCI by BEDRİ BAYKAM


ARTISTS INITIATIVE’ SHINED IN BOSTANCI
By BEDRİ BAYKAM
On Sunday. 4500 patriots who jammed the ‘Bostancı1 Performance Hall’ spent a very satisfying day enjoying a great organization realized by the ‘Artists Initiative’. Amongst those that made a mark on this six-hour-long marathon between 5:30 - 11:30 pm, were some of the most important artists of the country.
This ‘Grand Meeting’ was such a big event! Probably no organizer would have been able able to
orchestrate an activity of this scope that involved actors, singers, poets such as Ataol Behramoğlu, Tarık Akan, Mehmet Aksoy, Nejat Yavaşoğulları, Ümit Zileli, Edip Akbayram, Genco Erkal, Timur Selçuk, Sadık Gürbüz, Kubat and numerous intellectuals. The night progressed with incredible enthusiasm...
The seeds of ‘Artists Initiative’ were sown almost a year ago when my wife and I invited eight of our artist friends over to dinner. That evening; Ataol Behramoğlu, Orhan Aydın, Levent Kırca, Edip Akbayram, Ümit Zileli, Orhan Kurtuldu, Mehmet Güleryüz and I, along with our partners discussed the state of the country. In the natural course of events we decided to realize this democratic response. The rest, the public is already knows. Actually, this statement is also exaggerated. Because in
THIS COUNTRY, a ‘media organ’(!) that has the courage to convey to the public loudly enough, the intelligentsia’s criticism of those in power with reasonable justifications-at least according to them (!)- is almost non-existent.
As ‘The Artists Initiative’ regarding this night, successful beyond our expectations, I have some crucial notes: After the as encouraging opening speech delivered by Behramoğlu and performances by esteemed artists, it was my turn to speak. My most acclaimed articulation was the following:
“Either we will be at it hammer and tongs and disintegrate with allocations like ‘you are a kemalist, I am a socialist; you are a social democrat, I am a trotskyist’ and then there will be no use in complaining after the elections lost again for sure, or we will become one fist, uniting around the Main Opposition party (Republican People's Party), and joining hands with the other opposing parties and NGOs, we will demolish the barricades erected in front of us. You can call this if you like, a” marriage of logic”, or of love or of passion; we are obliged to do this. We will succeed and defeat darkness at the ballot box. A lot depends on the Main Opposition: Please look no more in vain for vast horizons in waters that do not belong to us. Seek it in our waters, here in this room." After my speech, the opposition leader Kemal Kılıçdaroğlu took the stand and addressed the exuberant crowd. He stated that he received the message conveyed and added, “Common denominators should be put forward, and the denominator is Mustafa Kemal Ataturk” for which he received a long round of applause and he left after making a decided and promising speech.
Later on there was good deal of exhilarating music, superb poetry, and excerpts from plays.Then all the artists gathered around Timur Selçuk and his piano and sang songs that had the last word on why this crowd gathered there and then. This spectacular get together was backed by Kadıköy, Maltepe, Beşiktaş and Sarıyer municipalities.
There were two mishaps I would like to comment on. One was my dear friend Melike Demirağ’s reprimanding those that shouted slogans and her surprising insistence. This caused an unnecessary tension. No one, especially a person who has officially no say on the organization of the night or the weight of politics in the country in the last decades, should interfere with the slogans of such a rapturous crowd. The second one, a far more serious incident was Levent Kırca’s speech after Kılıçdaroğlu left. My estimable friend, it seems, was caught up in outdated interpretations of affairs and was not also aware of the support the crowd gave to my thoughts on the need to merge all oppositions under the leadership of the main opposition. Kırca’s claims that Kılıçtaroğlu confiscated his (Kırca’s) turn to speak and
“made a propaganda of his party CHP”, with due respect, shows that he is way off target. First of all, Kılıçdaroğlu made no approach to deliver a speech nor was in the lineup. Because of our persisting insistence he put Bostancı on his agenda and came all the way from Menemen.2 When he arrived, Behramoğlu, on behalf of the Artists Initiative, asked him to deliver a speech. Secondly, in his speech he stood up for the common denominator that supported our determination ‘to become one fist’ and tackled to get the ball! Is there anything more sublime than that?
I have to admit that these are the old chronic diseases of the left and the nationalists. We no longer have time for such whims. To win the elections we are obliged to gather the votes in one basket. And this can only be achieved by giving open support to the Main Opposition, and if we need to criticize them, do it in a constructive way by putting them back into orbit. If we continue reiterating this same reprise “We are at equal distance to all parties. We don’t support anyone in particular”, our brothers and sisters will suffer more at the Silivri Penitentiaries and other houses of oppression and be exposed to torture they do not deserve. So for this reason, everyone should now watch their steps and refrain from obsolete side shows.

11 Bostancı is a neighbourhood of Kadıköy district in Istanbul.

22 Menemen is a town in the province of Izmir. İt was there that the young officer Kubilay was beheaded by religious fundamentalists, years back, on the 23rd of 1930. Every year since then, commomerations are hold there (and elsewhere) about the event.

8 Ocak 2013 Salı

Bedri Baykam sergi duyurusu‏

Strippoker. Mixed media on canvas, 191x144 cm, 2012. Tual üzeri karışık teknik.



Sanatçının 122. kişisel sergisi olan Tarihin Röntgencisi, Ankara Siyah Beyaz Galerisi’ndeki açılışın ardından, Piramid Sanat’ta İstanbullu sanatseverlerle buluşuyor. Sergi, Ankara ve İstanbul’un ardından 26 Şubat-24 Mart tarihleri arasında Paris’te Lavignes - Bastille Galerisi’nde Fransız sanatseverlerle buluşacak. Kimi zaman çeşitli kolaj ve farklı malzemelerin bir arada kullanıldığı bu yeni dönem işleri, ilk bakışta sanatçının 80’li yıllar çalışmalarını hatırlatsa da, esasında zengin bir dönemsel sentezi bünyesinde topluyor.
Baykam’ın 2011-2012 tual çalışmalarından oluşan sergide sanat eleştirmeni Prof. Dr. Hasan Bülent Kahraman ile İstanbul Modern Şef Küratörü Levent Çalıkoğlu’nun, genel olarak Baykam ve sergiye ait eserlere dair geniş makalelerinin yer aldığı katalog da sanatseverlere sunuluyor.
Tarihin Röntgencisi kataloğunda, Baykam’ın sanatından “Son 30 yılda Baykam’ın resmi Türk Görsel Sanatları’nı birkaç kere derinden etkilemiştir demek bile, ancak gerçeği kısmi olarak dile getirmek olur. Bu görsellik, Batı görselliğiyle her döneminde kendi özgüllüğüyle hem hesaplaşmış hem örtüşmüştür.” cümleleriyle bahseden Kahraman’ın yazısı, Baykam’ın sanatının Türk Çağdaş Sanatı’nı 80’lerin başından itibaren nasıl rüzgarı altına aldığını analiz ediyor.
Çalıkoğlu’nun eser incelemeleri ise, Baykam’ın çalışmalarının tekil olarak ele alındığında da nasıl etkili bir okumanın mümkün olduğunu, boyanın maddeselliğinden başlayarak sanatseverlere aktarıyor.
Tarihin Röntgencisi 3 Mart 2013 tarihine kadar Piramid Sanat’ta izlenebilir.
© 2013 Piramid Sanat
Feridiye Cad. No:23 Taksim - İstanbul
T: 0212 297 31 15-20-21 | F: 0212 297 44 11      
www.piramidsanat.com          info@piramidsanat.com         piramidartcenter@gmail.com 

DANIŞTAY CİNAYETİ YETMEZ, PAPA’YI DA ERGENEKON’A BAĞLAYIN! / Bedri Baykam / 8 Ocak 2013 tarihli Cumhuriyet makalesi..



          Durum o kadar mantık dışı ki, bunun hakkında makale kaleme almak bile yoğun sabır ve sinir kontrolü gerektiriyor.
           Ergenekon’dan tutuklu aydınlarımız hakkında bir türlü beş yıldır elle tutulur herhangi bir delil bulunamadığı için, kimilerinin “bulabildiği formül”, Danıştay cinayetini akıl almaz bir çeviklikle Ergenekon’a yükleyip, böylece bu “çok tehlikeli silahlı terör örgütü” olarak sunulan gruba bir cinayet hediye etme kararıydı. Birileri düğmeye bastı ve ardından akıl almaz bir “montaj sanayi” operasyonuyla, Danıştay 2. Daire üyesi Özbilgin’in canına mal olan ve Daire Başkanı Birden ile  üç üyenin yaralanmasına yol açan, failleri Alpaslan Aslan ve Osman Yıldırım olan siyasi cinayet, durup dururken Ergenekon’un küfesine atılıverdi. Hem de Aslan’ın açık açık “Cinayeti türban davasında aldıkları karar yüzünden işledim” demesine rağmen! Hem de malum 13 Şubat 2006 Pazartesi tarihli Vakit Gazetesi, bu üyeleri “Türban Kararı” dolayısıyla doğrudan hedef göstermişken... Yani olayın akış mantığı A’dan Z’ye, yine Atatürkçülere yönelik bir hain saldırıyı işaret ederken, gerekçe ve itiraf konuyu net olarak izah ederken, olay bir sürrealist komplo senaryosuna çekiliverdi!
           Her birimiz, izlediğimiz onca polisiye filmden biliriz. Herhangi bir komplo senaryosu imal edebilmek için, uyduruk da olsa, eğreti de dursa, sonuçta suçu üzerine atmak istenilen kişiyi tuzağa düşürebilmek için, bir hikaye, bir sahte delil, bir bağlantı kurgulanır. Burada da,  “Bu cinayeti Atatürkçüler, darbe ortamı yaratmak için işlediler” kurgusunu ortaya atmaya cesaret etmek için, basitinden de olsa bir bağlantı lazım. Yani uzun lafın kısası, bu cinayette tetiği çeken Aslan, onun etrafında gezinenler veya silahı tedarik edenlerden en az birinin, “Ulusalcı-Atatürkçü” gruplardan biriyle bir ilişkisini ortaya çıkarmak lazım. İyi de aradan geçen onca yıla rağmen, Aslan’ın veya Yıldırım’ın bir mesela CHP’nin, İP’in, bir eski ilçe Başkanı, veya ADD’nin bir il Başkanı olduğuna dair bir kanıt bulunabildi mi? Hayır. Ortaya yalnız Yıldırım tarafından atılmış Muzaffer Tekin’e yönelik alakasız bir suçlama ve gizli tanık 9’un bunları onayladığı iddiası var. Bir çok gazetede Yıldırım ve “GT9”un aynı kişi olduğunun yayınlandığını da anımsarsak, bu da havada kalıyor. Daha da acısı, askerde sürekli komutanlarına saldıran Yıldırım hakkında cinayetten çok önce, 2005’de tam teşekküllü bir üniversite hastanesinin “ileri derecede anti-sosyal kişilik bozukluğu” tanısı koymuş olduğu gerçeği var. Yani Yıldırım’ın hiçbir tanıklığı hukuki olarak ne geçerli ne inandırıcı olabilir. Anlayacağınız, bu mantık tanımaz “komplo” teorisini somut verilerle Ergenekon’a bağlayacak HİÇBİR ŞEY ELDE YOK... Buna rağmen, gazeteci sıfatlı şatafatlı kadınlar, iddialı profesörler, utanmadan TV’lerde, Ergenekon hakkında “zaten Danıştay davası da bu davaya bağlandı” diye fikir beyan edip ortalığı bulandırabiliyorlar!
            O zaman neden bu kadar mütevazı davranıyorlar ki? Danıştay davası yetmez. Mesela Papa cinayeti  veya Kennedy cinayeti davaları da Ergenekon’a bağlanabilir diyorum. Madem hiçbir kanıta, mantıklı silsileye ihtiyaç duyulmuyor, o zaman bu davalar da dosyaya eklenerek olay uluslararası kamu oyunda daha da etkili hale getirilebilir. Böylece o “son derece tehlikeli” örgüt, tüm geçmiş“uluslararası marifetleri ve bağlantılarıyla” da teşhir edilmiş ve çökertilmiş olur! Belki yeni bir dünya lideri de bu sayede kurtulur! Mesela NATO’nun bir komutanının arabasının arkasındaki bir vasıtada tesadüfen bulunacak bir ulusalcı gazeteci kıskıvrak yakalanır ve onun mikrokozmik odasında ele geçirilecek belgeler, Ergenekon davasının dosya birikimine %5’lik bir eklenti yapabilir. Burada gerçekötesi cümleler olarak  okuduğunuz fikirlerimle alay ediyorsanız, o zaman lütfen bu Danıştay veya Cumhuriyet gazetesi bombalanması olaylarının faillerinin Perinçek’le, Özkan’la, Balbay’la, İbrahim Özcan’la, Haberal’la, Hilmioğlu’yla,  Erenerol’la,  Poyraz’la bu yadsınamaz bağlantıları nelerdir, açıklayın da biz de öğrenelim!
            Sizler bu satırları okurken, Salı sabahı, Taxim Hill’de sağlık durumu her geçen gün maalesef daha kötüye giden eski İnönü Üniversitesi rektörü Fatih Hilmioğlu’nun tahliye edilmesini talep eden bir basın toplantısı yapılıyor olacak. Umarım bu zulüm son bulur. Mücadele, hukuk, mantık, demokrasi, insan hakları ve insaf adına her cephede sürmeye devam ediyor...  
     

Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..             

7 Ocak 2013 Pazartesi

Bedri Baykam exhibit in Paris‏


Bedri Baykam'ın 26 Şubat-24 Mart 2013 tarihlerinde Paris'te Lavignes-Bastille galerisinde açacağı serginin davetiyesini altta görebilirsiniz:

Dear Friends,,
hope to see you all in my exhibit in Paris in February,
all the best,

Bedri Baykam


5 Ocak 2013 Cumartesi

BEDRİ BAYKAM TARİHİN RÖNTGENCİSİ 16 Ocak – 3 Mart 2013





BEDRİ BAYKAM
TARİHİN RÖNTGENCİSİ
16 Ocak – 3 Mart 2013

Bedri Baykam’ın son iki yılda gerçekleştirdiği tual çalışmalarından oluşan
Tarihin Röntgencisi” (The Voyeur of History) sergisi16 Ocak - 3 Mart 2013 tarihleri arasında Piramid Sanat’ta…


Sanatçının 122. kişisel sergisi olan Tarihin Röntgencisi, Ankara Siyah Beyaz Galerisi’ndeki açılışın ardından, Piramid Sanat’ta İstanbullu sanatseverlerle buluşuyor. Sergi, Ankara ve İstanbul’un ardından 26 Şubat-24 Mart tarihleri arasında Paris’te Lavignes - Bastille Galerisi’nde Fransız sanatseverlerle buluşacak. Kimi zaman çeşitli kolaj ve farklı malzemelerin bir arada kullanıldığı bu yeni dönem işleri, ilk bakışta sanatçının 80’li yıllar çalışmalarını hatırlatsa da, esasında zengin bir dönemsel sentezi bünyesinde topluyor.

Baykam’ın 2011-2012 tual çalışmalarından oluşan sergide sanat eleştirmeni Prof. Dr. Hasan Bülent Kahraman ile İstanbul Modern Şef Küratörü Levent Çalıkoğlu’nun, genel olarak Baykam ve sergiye ait eserlere dair geniş makalelerinin yer aldığı katalog da sanatseverlere sunuluyor.

Tarihin Röntgencisi kataloğunda, Baykam’ın sanatından
“Son 30 yılda Baykam’ın resmi Türk Görsel Sanatları’nı birkaç kere derinden etkilemiştir demek bile, ancak gerçeği kısmi olarak dile getirmek olur. Bu görsellik, Batı görselliğiyle her döneminde kendi özgüllüğüyle hem hesaplaşmış hem örtüşmüştür.” cümleleriyle bahseden Kahraman’ın yazısı, Baykam’ın sanatının Türk Çağdaş Sanatı’nı 80’lerin başından itibaren nasıl rüzgarı altına aldığını analiz ediyor.

Çalıkoğlu’nun eser incelemeleri ise, Baykam’ın çalışmalarının tekil olarak ele alındığında da nasıl etkili bir okumanın mümkün olduğunu, boyanın maddeselliğinden başlayarak sanatseverlere aktarıyor.


Tarihin Röntgencisi 3 Mart 2013 tarihine kadar Piramid Sanat’ta izlenebilir.


Açılış: 16 Ocak 2013 Çarşamba / 18:00 - 21:30
Yer: Piramid Sanat (Feridiye Cad. No:23 Taksim-İstanbul /0212 297 31 15-20-21)

BASIN TOPLANTISINA DAVET




Prof. Dr. Fatih Hilmioğlu, Eski İnönü Üniversitesi Rektörü

O şimdi Silivri'de tutuklu...

'Belli olmayan' bir suçtan dolayı yıllardır Silivri’de tutuklu yargılanıyor.

Ve o şimdi ölümcül bir hastalıkla mücadele ediyor...

Prof. Dr. Fatih Hilmioğlu, kendisi ölümle pençeleşirken bile kendini düşünmedi...

Savunmalarını, cezaevinde bulunan hayatında hiç tanımadığı-görmediği insanların 'sağlık sorun'larına dikkat çekmek üzere yaptı...

Hekimlik onurunu hep dik tuttu...

Cezaevinde en zor koşullarda kalmasına rağmen, diğer tutukluların durumuna isyan etti...

Gencecik oğlunu, yakın bir geçmişte talihsiz bir kaza sonu kaybeden Fatih Hilmioğlu'na tam donanımlı bir hastanede tedavi imkanı bile verilmiyor...

Üniversite hastaneleri 'Cezaevinde tedavisi mümkün değil' demesine rağmen, bırakın özgürlüğü, tedavi edilmesine bile izin verilmiyor.

Bu ülkenin yazarları, aydınları, vicdan sahibi olan herkes suskun kalmamalıdır.

Bu ülkenin vicdanları nasır bağlamayan insanlarını seslerini yükseltmeye çağırıyoruz.

Elbette herkese ve elbette Fatih Hilmioğlu’na, adil yargılanma ve yaşamını sağlıklı şekilde sürdürme hakkı verilmesini talep ediyoruz.

Çok ağır sağlık sorunları yaşayan Fatih Hilmioğlu'na hemen şimdi özgürlük istiyoruz.

Yarın her şey için çok geç olacak...

Ve hepimiz olanlardan sorumlu olacağız...

Bugün başaramazsak...

Yarın olacaklardan biz de sorumlu olacağız…

Çeşitli Meslek Kuruluşları, Sanatçılar ve Sivil Toplum Kuruluşlarının Temsilcilerinin Katılacağı ve Görüşlerini Açıklayacağı
BASIN TOPLANTISINA Katılımınızı Bekliyoruz…

Basın Toplantısı;
8 Ocak 2013 Salı 
Saat: 11:00
Taxim Hill Oteli - Taksim Meydanı / İstanbul

1 Ocak 2013 Salı

2013 YILINA HOŞGELDİN SEVGİLİ YURTTAŞ! / Bedri Baykam / 1 Ocak 2013 tarihli Cumhuriyet makalesi..



2013’e hoşgeldin sevgili Yurttaş!
Seni buraya, tuttuk 1983’den getirttik!...

           Her ne kadar kanser hala yenilmediyse, taksiler hala uçamıyorsa, Ankara’dan Los Angeles’a hala üç saniyede ışınlanılamıyorsa, ömrün uzunluğu 157 yıla çıkmadıysa ve hatta ayda tatile gidemiyorsak da, her vatandaş henüz yüksek öğrenim göremiyor ve Milli Takım henüz Dünya Futbol Şampiyonu olamadıysa da, her şeye rağmen “gelecek zamanlar”da sizi şaşırtacak epey malzememiz var.  Bu gerçekötesi senaryoda, en değişmez görünen şeyler yerinden oynayıp en olmadık kara delikler tarafından yutulup bugüne sunulmuşlar. Görecekleriniz sizi teatral olarak dahi şoka uğratabilir! Bu nedenle size iki hazırlık olarak Xanax vermiş olmamızı mazur görün. Şimdi kemerlerinizi bağlayın ve 2013 Türkiyesi’ni izlemeye çalışın!
         2013 Türkiyesi’nde iktidar İslamcılar ve tarikatçılar arasında gergin bir uzlaşmayla paylaşılmış.
Birbirini yiyerek yok eden “sol kesim” iktidarı hala görememiş; TSK kendi varoluş şartlarını, görevlerini toptan imha ederek terketmiş. “Karaoğlan” solu birleştirmemeye yemin etmesinin ötesinde, tarikat önderlerine açıkca destek vererek ülkenin dinci gruplara teslim edilmesinin önünü açmış, kendisine “geçmişi hatırlaması” için adeta yalvarmaya gelen Üniversite hocalarını, öncü düşünürleri elinin tersiyle kovalamış. Bu Türkiye’de, 1983’de Evren’in elini öpmek için kuyruğa giren patronlar ve siyasiler şimdi Başbakan ve Cumhurbaşkanı emriyle kendisini hapse atmak için dava ve suçlama yarışına girmişler. Gazetelerin adı artık “medya”; patronları başka işlere boğazlarına kadar batmış olduklarından sayfalarını eften püften şeylere ayırıp, Cumhuriyet düşmanları hakkında yorum yapmaktan bile korkar hale gelmişler! Onların televizyona çıkardıkları isimler, sinsi Atatürk düşmanlığında yıllarca staj yapmış, üniversitelerde ders vermiş, eli viskili yobazlar. Bu ülkede kadınların yarısı, sanki aniden yeni bir peygamberden emir almışcasına, başlarını lastikli malzemelerle örtüp saçlarını saklamaya, kendi anneannelerinin örtünme stilini zavallı görmeye başlamışlar, neredeyse onları “dinden sapmış”  ilan edecek hale gelmişler. 1983’den günümüze davet ettiğimiz dostumuz gülerek sormuş: “Eee,kim yapmış bunları? Demirel mi? Özal mı? Cilalı İbo mu?”. Sunucu gözlerini kaldırmış, bir durup sonra devam etmiş saymaya: Bu Türkiye’de yargı artık bağımsızlığını kaybetmiş, hükümet doğrudan atamalara karışmaya ve Yargıtay, Anayasa Mahkemesi gibi kurumların yöneticilerini kendi belirlemeye başlamış. “Devlet” Kubilay’a yapılan vahşeti görmezden gelmeye başlamış, “irtica” suç olmaktan çıkarılmış, çünkü “tanımlanamıyormuş”. Bu Türkiye’de tam tersine “Kemalizm” suç sayılır olmuş ve tutuklu yüzlerce yazar, politikacı ve asker hapisleri doldurmuş. Bölücülerle pazarlık almış başını yürümüş. “O ne? Neyin bölücülüğü? Neyi paylaşamamışlar?”diye sormuş 83’lü. Sunucu bu sefer bakmamış bile: Boşveeer, anlatmak uzun sürer, hem de anlaman kolay değil. “Devlet”, alkol satan yerlere kısıtlamalar getirip “Milli İçki” lakaplı rakıya inanılmaz vergiler koymuş, devlet masalarında içki servis edilmez olmuş. Şimdi sıkı dur: Bu Türkiye’de, Atatürk anıtlarına çelenk koymak uydurma gerekçelerle yasaklanmış, halkın 29 Ekimi kutlaMAMAsı için, polis çeşitli caddeleri halk yürüyemesin diye barikatlarla kapatıyormuş. İnsanlar toplanamasın diye Taksim Meydanı yerle bir edilmiş, kentin her parkına, halka rağmen bir cami yapma yarışına girilmiş.
               Sunumu izleyen 1983 patentli yurttaşın önce suratı asılmış, sonra sunucunun sözünü kesmiş: “Çok mu komik bu kabareniz? 2013’de bunlara mı gülecekler? Zeki Alasya’nın marifeti mi bu, yoksa Ferhan’ın mı?” diye sormuş. Sunucu acı acı gülümsemiş: “Orası karışık. Bu zaman makinesi palavralarına kimisi gülüyor, kimisi ağlıyor, kimisi ise hiçbir şey olmamış gibi başını kuma, alış verişe gömerek ot gibi yaşıyor”. “Başka?” diye sormuş zaman gezgini... “Bir tek gençler ve sanatçılar kaldı, bu kirli oyuna doğrudan karşı çıkan... Durdurabilene aşkolsun! Çünkü...” “Yeter” diye sözünü kesmiş 83’lü. “Ufak at da civcivler yesin! Evren’le  yaşadıklarımız o kadar ağır ki, sizin abuk mizanseniniz hiç komik gelmedi” deyince sunucu heyecanlanmış: “Yer değiştirelim mi? Ben razıyım”
              
Mutlu yıllar sevgili okurlar! Siz yer değiştirir miydiniz? Yoksa kabusunuzu mucizevi bir şekilde geri döndürecek asil kan damarlarınızda mevcut mu? Bu yanıt geleceğinizi belirleyecek...


Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..