25 Ekim 2018 Perşembe

MHP-AKP İTTİFAKI “ESSAHTAN” ÇATLAYABİLİR Mİ? | Bedri Baykam | 23.10.2018



Grup toplantısında ne patlama oldu ama! İşin traji-komedisi, Bahçeli aynı toplantıda kalkıp “kimse niyetlenmesin, biz milletimin ittifakına sonuna kadar bağlıyız” demeci verse, aynı alkış tufanı yine kopardı! Aslında bana sorsanız, 59 ayrı sebep oluştu bu beraberliğin bitmesi için: İlk anda aklımıza gelen sıcak konular Brunson’un salıverilmesi ve yurt dışı yasağının kaldırılması, fındık fiyatları konusundaki ağır çatlak, Katar’dan kabul edilen ne idüğü belirsiz sözde hediye uçak, Erdoğan’ın muhalefetin baskılarını kabul edip Mc Kinsey gafından geri adım atması, andımız konusunda AKP ve Erdoğan’ın Danıştay kararına gösterdiği aşırı direnç ve tepki, “AF” yasa taslağı konusunda ana konuya inmeden, olayın “uyuşturucu terörüne bu yasayla geçit verip vermemek” konusundaki tartışmada tıkanması gibi başlıklardı.
Bütün bunları üst üste eklediğinizde, ittifak çatlağı hakkında “gecikmiş bile!” diyebilirsiniz!
Amaaaa... Bahçeli bu büyük tavrı koyduktan hemen sonra, her iki taraf da birden “ittifak devam ediyor da, hani yerel seçimde yok” söylemine gerileyiverdi. Erdoğan açısından bu anlaşılır bir duruş. MHP desteği, elinin tersiyle itebileceği bir ortaklık değil. Unutmayalım ki, onlardan seçimlerde ve referandumda gelen desteklerle bu rejim dönüşüp saray sefası başlayabildi! Gerçekten de MHP’nin AKP ortaklığı biterse, ortaya hangi siyasi tablonun çıkabileceği birçok yönlü bulmaca olur! Bu riski, her iki taraf da pek istemez bence! Çünkü bu hesaplı değil, kontrolsüz güç olur. Dolayısıyla Erdoğan’ın “herkes kendi yoluna!” sözleri, özellikle parlamentoda kolay kolay yaşama geçemez.

KAŞIKÇI OLAYI VE YOBAZLARIN KÜÇÜK BEYİNLERİ...
Ne yazık ki üç haftadır dediğimiz her şey, kabus gibi gerçekleşti. Suudi Arabistan, bu dünyanın güvenilir bir hukuk devleti ile hiçbir ilgisi olmadığını (!) tekrar kanıtladı. İşin doğrusu, bu işin bu şekilde dünyada büyüyebileceğini hiç düşünmemişlerdi ve hatta bunun gerekçesini hala anlamadılar! Mantıklarına göre “altı üstü bir adam” temizlediler, hepsi bu! Aradan 16 gün geçtikten sonra cinayetin kılıfını uydurmaya çalışan Suudiler, konuştukça battılar: Kral ve Prens’i aklamak için uydurdukları o ilkokul çocuklarını kandıramayacak masal, artık tam bir turnusol kağıdı görevi üstlenecek; kimin bu fıkraya inandığını ve kimin “kral çıplaaaak!” diye bağırdığını dünya görecek... Masal, şimdiden Trump’ı mutlu etmeye yetti! Suudilerin yaptıkları palavra açıklamaya mesela Amerika’da Trump’tan başka inanan çıkacak mı!? Buna inanmış görünen siyasiyi, üç kuruş beyni olan hiçbir aydın hiçbir “insan” affetmez!
Bizim Cumhurbaşkanlığı sözcümüz de hemen “Suudilerle aramızı bozmak istemediğimizi” gündeme getirdi. Acaba dünya Suudilere şu soruları soracak mı? “Madem Kaşıkçı sizin konsoloslukta öldürüldü, neden 16 gündür bundan kimseye bahsetmediniz? Sizin, ülkeler arası seyahat ederek tesadüfen aynı gün oraya gelen önemli gazetecileri kendi kararlarıyla öldürme hakkına sahip, kendi başına buyruk bir timiniz mi var? ‘Cesedi yerel bir işbirlikçiye vermek’ ne demek? Siz demek ki mafya devleti olduğunuzu baştan kabul ediyorsunuz. Her ülkede toplam kaç işbirlikçiniz var?”
Yobaz beyin, her yerde yobaz beyindir. Muhakeme gücü azdır. Mantıkla şekillenmez. Yasalara, barışa, insan haklarına inanmaz. Kendi çıkarları için yalan da söyler, yılanken melek kılığına da girer, insanları kandırır, takiyye yapar...
Fetöcülerle, şu utanılası kaçış açıklamalarını yapan bu devlet arasında büyük benzerlikler yok mu? Her ikisi de gözünü kırpmadan, kendinden olmayan insanı yok edebiliyor, insan mantığıyla alay edercesine yasadışı, alçak operasyonlara girişiyor. Biri gecenin saat 22.00’sinde Boğaz Köprüsü kapatarak darbe başlatabileceğini sanıyor, sonra sokağa çıkan darbe karşıtı masum insanları yok etmeye girişiyor; diğeri, iki saat önce vahşice öldürdüğü gazetecinin kıyafetlerini giydirdiği bir şaklabanı sokağa salıp “Bakın işte bizim konsolosluktan çıkış yapmış” palavrasını dünyaya inandırabileceğini sanıyor! Aynen her noktanın artık mobese kameralarıyla izlendiğini unutan ve her akşam ana haberlerin palyaçosu olan amatör hırsızlar gibi! Yobazlardaki bu gelişememiş beyin ve saldırganlık, özellikle genç kızlarımızı “senin içindeki cinleri çıkaracağım”, “artık hasta olmayacaksın” gibi yalanlarla ağına düşüren veya kameralar önünde Cumhuriyet’in kurucusuna saldıran seviyesiz, maneviyat dolandırıcısı sefillikle ortaya çıkıyor.
Konumuz artık, katillerin Kaşıkçı olayına takındıkları kılıfların bayağılığı değil. Bu yasal kılıflı terör örgütünü, hangi devletlerin koruduğu ve suçlarını görmezden gelebilmeyi midesine ve onuruna yedirebildiği...

ARA GÜLER BABİL’DEN SONRA DA YAŞAYACAK...
Türkiye Ara Güler’in kaybı ile sarsıldı. Cenazesine katılabildim, bir gün sonra Çin’e gittiğim için kaçırmaktan korkmuştum. Duygusal, samimi ve bir sanatçı için görkemli bir buluşmaydı. Gerek Ara Güler, gerek cenazesi hakkında her şey söylendi. Buna rağmen birkaç noktayı vurgulamak istiyorum: Bundan yalnız iki ay önce Bomonti’de Ara Güler Müzesi açılmıştı. 90 yaşındaki usta fotoğrafçı, sürekli “Ben bir foto muhabiriyim” diyerek kendisine karşı mütevazi bir yaklaşıma girse de, Ara Güler, uzun ömrü boyunca çektiği tüm görselleri -yani eski deyimlerle kontakları, diaları- eski Leica’sı kadar sevmese bile dijitallerle yaptığı çekimleri, hepsini özenle biriktirdi, korudu. İşte onların güçlü bir müzeyle geleceğe doğru açıldığını görebilmesi, eminim hayatının en mutlu anlarından biriydi. 
Sanatçıların en büyük sorunudur bu, “Benden sonra eserlerimin akıbeti ne olacak?” Özellikle yaşamla sürdürülen büyük kapışmanın “grande finale” dönemi yaklaşırken, bu koca kuşku çıkmaya başlar ortaya... Her büyük sanatçının bir rüyası, bir umudu ve kaygısıdır bu! Bunu laf gelişi değil, birinci elden, konunun içinden biliyorum. O gün Ara Güler için hissettiğim mutluluk ve keyif, o yüzden emsalsizdir. 
Ara Güler için söyleyebileceğim bir diğer konu, fotoğrafları nedeniyle biraz kim vurduya giden yazarlığıdır. Örneğin en son Aras Yayıncılık’tan çıkan “Babil’den Sonra Yaşayacağız” başlıklı kısa hikayeleri içinden, aynı ismi taşıyan metin, müzede de bir duvarı boydan boya kaplıyordu ve inanılmaz derecede etkiliydi: “Merhaba. Ben uzun boylu denizci. Tanıdığınız uzun boylu denizci. Doğuştan Hint-Avrupalı, Ari veya Sami ırklarına mensubum. Sarışınım, beyazım, Habeşim, karayım. Grönland, Kop, Adisababa, Bombay, Sulukule, Sidney, Leningrad, New York, Kanada veya Nagazaki’de doğdum...” diye başlayıp devam eden o müthiş kitabı bugün hemen alın ve okuyun. Kilisede yankılanan cümlenin dediği gibi, “küçük insanların muhteşem yaşamından” o müstesna kareleri, basit ve firara hazır anları çaktırmadan zapt ederek çıkaran gözün, diline ve kalemine de nasıl hakim olduğunu bizzat yaşayın! Mekanın cennet olsun...


18 Ekim 2018 Perşembe

İŞ BANKASI HİSSELERİ SEVDASININ KÖKENİ! | BEDRİ BAYKAM | 18.10.2018



Sayısız sebeple kabul edilemez. En önemlisinden başlayalım: Burada ana hedef, sanılandan çok daha üst bir noktaya saldırıdır. Ana konu, Atatürk’ün manevi şahsiyetine yönelerek onun mirasının, arkasında bıraktığı –resmi değeri olan vasiyet de dahil olmak üzere- her sözün, her emanetin artık bir dokunulmazlığı kalmadığını, bunlara da bu şekilde saldırılabileceğini gösterme çabasıdır. En önemli gerekçe budur. İş Bankası hisseleri, yalnız bir semboldür. Sonuçta oradan CHP’ye akan bir kâr payı, bir para yoktur. Yönetim kuruluna 4 isim atama hakkından ibaret manevi ağırlıklı bir ilişki. Her yerde yayınlandı: Hisselerin %40,2’si bankanın çalışanlarına aittir, ki bu dünyada olağandışı bir sosyal fenomendir. CHP payları %28,09, halkın sahip olduğu hisse senedi piyasasında gezer senetler de 31,79’dur. Atatürk’ün vasiyetinin diğer bölümlerinde, İnönü’nün çocuklarının eğitim masrafları, kız kardeşi Makbule ve manevi kızı Sabiha Gökçen’le ilgili yaşamsal bazı masraflar var. İş Bankası’ndan gelen kâr payı ise Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumu’na gidiyor. İşte herhalde birilerini deli eden ana konulardan biri de bu!
İş Bankası’nın, bu hisse ilişkisine rağmen CHP lehine siyasallaşmadığına dair çeşitli anekdotları, İş Bankası eski Hukuk müşaviri dayım Ahmet Yalçın bana aktardı:
—1970’li yıllarda CHP iktidardayken, İş Bankası’nın Anadolu’da bir şube müdürü, yerel bir gazetede Ecevit hakkında “Bu adam Karaoğlan değil, karayılanmış” diyor. İş Bankası yönetimi kendisini merkeze çağırarak kesinlikle bir daha böyle siyasal bir gaf yapmamasını, İş Bankası’nın herkese ait bir halk bankası olduğunu savunuyorlar. Sonuçta bu işinde başarılı müdür, bir süre sonra daha büyük bir şubeye müdür olarak atanıyor. CHP Genel Başkanı’na yaptığı hakarete rağmen!
—Bir başka yaşanmış hikaye de Süleyman Demirel ile ilgili... 1970’lerin sonlarında Başbakan, İş Bankası genel Müdürü Cahit Kocaömer’e “Sizden sonra kimi genel müdür atayalım, siz de önerebilirsiniz?” diye soruyor. Yanıt çok net geliyor: “Kimse İş Bankası’na dışarıdan genel müdür atanamaz sayın Başbakan”. “Peki atarsam ne olur?” diye soruyor biraz müstehzi bir edayla Süleyman Bey. “İş Bankası, İş Bankalılarındır. Atarsanız, 18.000 İş Bankası çalışanı işe gitmez. Bu riski alabilir misiniz?”. Ve tabii o risk iktidar tarafından tabii alınamadı!
—Kenan Evren, Genel Kurmay Başkanı iken, çocuklarından biri İş Bankası’na girmek için gerekli sınavı kazanamıyor. Bir personel bu “durumu” genel müdüre aktarıyor. Yanıt yine çok net: “Sınavı kazanamayan İş Bankası’na giremez, kimin nesi olursa olsun.” Ardından Evren İş Bankası’na ayak basmamak için yıllarca direniyor. Ta ki Celal Bayar’ın da katıldığı bir Kuruluş Yıldönümü’ne gelmeye mecbur kalana kadar!

Bütün bunlardan çıkaracağımız sonuçlar ortada: CHP’nin bırakın İş Bankası’ndan bir kâr payı almasını, herhangi bir yönlendirici etki yapması bile pek mümkün değil. İş Bankası’nda CHP Genel Başkanı’nın etkisi yok, Başbakan etkisi yok, Cumhurbaşkanı etkisi yok, torpil yok, saygı var. Yalnız ideal bir yönetim modeli, Türkiye’nin ve halkın çıkarları var.
Şimdi bu konuda gereken ağır tepkiyle, parlamentoda geri adım atılmazsa, bu hamle, Atatürk’e karşı elde edilmiş ekonomik değil, kavramsal bir zafere dönüşecek. Dikkat edin CHP’ye karşı demiyorum, Atatürk’e karşı! Bu nedenle Erdoğan’ın “CHP’nin itirazı hiçbir işe yaramaz” sözleri, iki parti arasındaki basit bir rekabetin işareti değil. “CHP’de bu işi gereksiz uzattı” diyebilecek sivri zekalara duyurulur..



CHP VE BELEDİYE ADAYLARI
Geçen hafta kimi CHP milletvekillerinin kendilerini aday ilan etmesinin affedilemez açgözlülüğünü gündeme taşımıştım. Hala umuyorum ki, bu sevdadan vazgeçecekler!
Gelelim “Peki o zaman kimler aday olsun?” sorusuna... Bana sorarsanız, tabii ki İSTİSNASIZ HER YERDE tüm üyelerle önseçim yapılsın. Ama çeşitli bahanelerle, bunu istemeyenler varsa, o zaman “hangi profilden adaylar olabilir?” sorusunun yanıtını, örnekler üzerinden verelim. Mesela halkın güvenini kazanmış eski bir milletvekili: Kadir Öğüt. Veya genç ve şehir planlamacısı, (eski) Beşiktaş İlçe Başkanı Sebahattin Öztürk. Mesela Türkiye Mimarlar Odası Başkanı Eyüp Muhçu. Bana zaten Oda’nın başındayken bunu yapamayacağını, ama ayrıca partilerimizi “çağdaş şehircilik” konusunda çok arzulu görmediğini söyledi. Ben de kendisini “Hedefimiz zaten partileri o noktaya çekmek değil mi?” diye yanıtladım! Ya da mesela İzmir çevresinde sırayla üç belediyeye aday olan pırıl pırıl gençler... Emir Cömert Selçuk’a, Hakan Kılıç Narlıdere’ye, Övünç Demir Torbalı’ya adaylar. Umarım kazanırlar! İnönü 1957’de genç kurmaylarını 30’lu yaşların en başındayken milletvekili olmuş olanlar arasından seçebildiyse, bugünkü yönetim de mesela bir ilçe belediyesini, has partili böyle gençlerimize emanet edebilir. Ya da kökten Atatürkçü bir kadın inşaat mühendisi Canan Sezenler’e güven duyarak bir ilçe belediyesini bir sürprizle ona verilebilir! Bu isimler arttırılabilir. Ortak noktaları, faturasız, Atatürkçü ve çalışkan olmaları. Eski örnek bir milletvekili, bir ilçe başkanı, bir STK başkanı, Gençlik Kolu çıkışlı gencecik siyasetçiler, bir genç mimar kadın... Veya tüm üyelerle her yerde önseçim! Ama lütfen artık “hep bana-hep bana”cı abartılı egolu ve doymaz iştahlı mükerrer isimleri bırakalım!

CELİLE TOYON’UN GECİKEN “SÜPER-YILDIZ” STATÜSÜ

Geçen hafta sonu, Nedim Saban’ın çok başarılı bir şekilde sahneye koyduğu ve Zülfü Livaneli’nin duyarlı romanından uyarlanarak dokuz yıldır, 900 oyun boyunca kapalı gişe başarısı yaşayan “Leyla’nın Evi”ni nihayet gidip görebildim. Üstelik güncelleşmiş haliyle! Henüz bu keyfi yaşamadıysanız Kadıköy Halk Eğitim Merkezi’ne muhakkak gidin.
Tiyatroda genç uçuk “Alamancı” müzisyen rolünü oynayan Ayça Varlıer, diğer arkadaşları ile çok başarılı bir performansta. “Leyla” rolünü üstlenen Celile Toyon’a gelince... Karşımızda nefes kesen bir oyuncu var. Yansıtması gereken her duyguyu, mükemmel ince geçişlerle, sahneyi paylaştığı genç arkadaşlarına da saha açarak, izleyiciye derinden hissettirmeyi başarıyor.
Ankara Sanat Tiyatrosu kökenli değerli oyuncuyu aradım ve tebrik ettim. Bizleri ne kadar duygulandırdığını anlattım. Geç tanıştık, zararın neresinden dönsek kar! Kendisi de “Che” dizimi ne kadar heyecanlanarak okuduğunu, kesip sakladığını aktardı. Ne zaman kitaplaşacağını sordu. Celile Toyon ayrıca Cumhuriyet, demokrasi ve laiklik değerlerine olan ödünsüz bağlılığını anlatıyor. “Dünya görüşüme gölge düşürebilecek hiçbir projeye katılmıyorum ve artık yalnız topluma bir şeyler katacak işlerde yer almak istiyorum” diye özetliyor duruşunu. Toyon gözümde artık zirvenin tepesinde oturuyor. Proje düşünen yönetmenlerin kulağına küpe olsun: Her dünyaya açılacak duyarlı projenizin merkezine bu muhteşem oyuncuyu gözü kapalı yerleştirebilirsiniz!


11 Ekim 2018 Perşembe

CHP BELEDİYE ADAYLARI OLARAK... MİLLETVEKİLLERİ (!) | Bedri Baykam | 09.10.2018



Gerçekten söyleyecek laf bulamıyorum! Olsa olsa “Nasıl oluyor da oluyor?” tarzında komedi filmlerinden düşmüş bir cümle kullanabilirim. Siz kalkacaksınız, o kadar büyük bir rekabet ve yarışın yaşandığı bir ortamda, o elektrikli 24 Haziran seçimlerinde milletvekili olup ardından henüz 3 ay geçmişken bu sefer “Ben belediye başkan adayı olmak istiyorum” diye örgütünüzü vesveseye vermeye çalışacaksınız. El insaf! Ya kardeşim, sen belediye başkanı seçilirsen, milletvekili koltuğun doğrudan çöpe gidecek! Bunu nasıl aklına getirebilirsin? Bu örgütte, on binlerce üye, milletvekilliği rüyası görürken, sen onların da oylarıyla, bayrak sallamalarıyla, mitinglerdeki sloganlarıyla, gidip seçilmişsin... Ve şimdi diyorsun ki, “Ben bu sıfatı boşa çıkaracağım, şimdi beni bir de belediye başkanı yapın”. Bazı insanlar için CHP milletvekilliği nasıl bu kadar değersiz olabilir? Örgütteki arkadaşları ile bu kadar hoyratça nasıl alay edebilirler? Yani size göre her gün elini sıkıp gülümsediğiniz, sarıldığınız Ali, Ayşe, Selçuk, Fatma, Feryal, Metin ve diğerleri, her yerde ve her şartta sizin gözü kapalı destekçiniz olacak, onlar hiçbir yere layık olmayacak, siz her sıfata yükselip, bir de diğerlerine yelken  açacaksınız... Oh! Ne güzel dünya! Kusura bakmayın, Türkçe’de bunun tek adı vardır: “maymun iştahı”. Milletvekili olurken bilmiyor muydunuz 5-9 ay arasında yerel seçim olduğunu? Hiç mi çevrenize, örgüte, seçmenlere saygınız yok? Nasıl rahat uyuyabiliyorsunuz! Pes! Hiçbir milletvekili, belediye başkanlıklarına aday olamaz! Lütfen Parti’ye, tarihine ve örgüte bir nebze saygınız olsun ve bu yüz kızartıcı karardan yol yakınken dönün, halkın size olan saygı ve sevgisini bu şekilde test etmeye kalkmayın! Ve CHP milletvekilliği, sizin için bu kadar değersizse lütfen bundan sonra ne milletvekili adayı olun ne de belediye başkanı! Umarım Sayın Kılıçdaroğlu bu konuda taviz vermez!
Aday saptamada en doğru yol, demokrasiye güvenerek ön seçim sandığını üyelerin önüne koymaktır. Bunun dışında her formül, pişmanlıklara gebedir.

ÜÇÜNCÜ HAVALİMANI KAOSU VE... İSMİ!  
Pazartesi gecesi Habertürk’de, 3. havalimanı ile ilgili sorunları, bu iktidarın israf merakı -yani Saray, yeni havalimanı ve Kanal İstanbul projesi çerçevesinde dile getirdim. Biliyorsunuz şu anda işçilerin yaşam güvenlikleri hiçe sayılarak “İlla ki 29 Ekim’e yetiştireceğiz” inadıyla son sürat bir faaliyet var. İşçilerin yaşadığı dramı zaten tüm sansür çabalarına rağmen Türkiye öğrendi. Bir işi hızlı yapmaya çalışırsanız, donunuzu Süpermen misali pantalonunuzun üstüne giyebilirsiniz. Şu anda o havalimanında çok üzücü karışıklıklar ve yaşandığına dair söylentiler ortada geziniyor. Bir vatandaş olarak bunların doğru olmamasını dilerim, ama... çok daha yoğun tehlikeli eleştiriler de var. Birçok yazar arkadaşımızın vurguladığı gibi, milyonlarca ağaca, hayvanlara, derelere, kuşların göç yönüne vereceği “eko-sistem” zararları, yer seçiminde bölgenin çok sisli ve aşırı rüzgar alan bir coğrafyada bulunması, zeminin sorunlu, gevşek, dayanıklılıktan uzak bir yapıda olması ile ilgili büyük endişe yaratan bilgiler, projenin ekonomik mantığının israf, zarar ve iddialara rağmen kardan uzak bir profilde olması, birbirinin üstüne eklenen çok farklı dertler. Güvenlik risklerinin yükseklerde gezdiği ifade ediliyor. Öncelikle zaten Atatürk Havalimanı’nı hemen “Park yıkmak” gibi bahtsız maceraları rafa kaldırmaya mecbur olduğumuzu görelim. 
Peki, neden alelacele bu kadar hata barındıran bir alanda bu projeye girişildi? Gündeme getirdiğim konu “Hedef ‘Atatürk Havalimanı’ isminden kurtulma operasyonu mu?” sorusuydu. Nagehan Alçı buna şaşırmış göründü ve adın Atatürk kalmasından mutluluk duyacağını bile belirtti! Böyle bir ters hedefin mümkün olamayacağını ve Atatürk’ün zaten “tüm Türkiye’ye ait bir değer” olduğunu vurguladı. Ben de “isimsiz” kalmasını çok manidar bulduğumu ve bu konuda bir güvenim olmadığını anlattım. Zaten kimin haklı olduğunu görmek için şurada üç haftacık kaldı! Ama kritik nokta şu! CHP, bu konuda pasif bir profil çiziyor. Ben CHP’den resmi olarak, özellikle şimdilik “İstanbul’un yeni havalimanı” olarak lanse edilen ve bitmek üzere olan projenin olası adı hakkında, hatırı sayılır bir çıkış duymadım. O zaman soruyorum: Neyi bekliyorsunuz? Mesela “Abdülhamit” adı verilecek de, o zaman iş işten geçtikten sonra mı ayağa kalkacaksınız?
  
 BABAMIN CEKETİ”
Geçen hafta, “Babamın Ceketi” filminin galasına katıldım. Öncelikle şunu bilin ki Müfit Can Saçıntı konusunda ben tarafım! Ben onu salt bir yönetmen olarak değil, değerli bir insan, iyi bir arkadaş ve yaratıcı bir beyin olarak görüyorum. Onun ve Birol Güven’in katkılarıyla yapılmış “Mandıra Filozofu” -filmi görenler neden bahsettiğimi bilecek- son yıllarda her izleyeni en çok etkileme kapasitesine sahip filmdi! O filmi 4-5 kere izledim. Yarın rastlasam yine izlerim. Sinema, izleyicileri sanatsal yöntemlerle sıkıp boğmak için yapılan bir sanat dalı değildir. Saçıntı, bunu çözmüş bir yönetmen. Benim için hangi ödülü alıp almadığı çok önemli değil. Bir gün bu konuyu da açarım. “Babamın Ceketi”, iş arayan ve evlenmek isteyen bir oğul ve babası arasında yaşanan bir kuşak gerilimi etrafında şekilleniyor. Filmin sonunda Saçıntı biz izleyicilere “kıyamadığı” için, farklı bir hamle yapıyor. Lütfen izleyin. Saçıntı, Ayşen Gruda, Mert Turak, Erkan Can, Elif Nur Kerkük ve diğer oyuncuların başarısını yaşayın. Bir filmin yine komedi ve felsefeyi, sosyal-siyasal eleştiri ve akıcılık dozunu nasıl dengelediğini görün! Bu hafta sonu “Babamın Ceketi”ni sırtınıza geçirmeyi sakın ihmal etmeyin! Emeği geçen herkese bravo!


5 Ekim 2018 Cuma

YENİDEN BULUŞMAK NE GÜZEL! Bedri Baykam // 4 Ekim 2018



Sevgili Cumhuriyet okurları,

Bazı yapay rüzgarlar bizi ayıralı neredeyse 4 yıl geçti. Bana çok uzun gelen dört yıl... 1987’de New York Modern Sanat Müzesi koleksiyonunun bir analizi üzerinden 6 günlük bir dizi ile başladığım Cumhuriyet yazılarımı, 27 yıl geçtikten sonra Can Dündar bir telefonla durdurmuştu. Cumhuriyet’i yöneten ve sütunlarını oluşturan insanların çoğu, çelişkili bahanelerle uzaklaştırıldı gazetelerinden. Atatürkçü devrimci felsefe ve çağdaş Kemalist bakışı temsil eden aydınların gazetesi olan Cumhuriyet’i içeriden fethederek dönüştürmeye çalışmak, kendilerini “demokrasinin Türkiye sorumluları” olarak pazarlayanların seçtikleri yol oldu. Demokrasilerde, yasalar çerçevesinde tabii ki her görüşten gazete çıkarılabilir. Ama insan bunu mertçe yapar. Son 25 yılda Yeni Yüzyıl, Radikal, Taraf gibi gazeteler de çıkmıştır. Tabii ki herkes Kemalist olmaya mecbur değildir. Ama hiç kimse de, demokrasi kılıfına bürünerek ülkenin en önemli Atatürkçü yayınını ideolojik bazda “çaktırmadan” dönüştürme operasyonuna girişip, ardından bu çaba terse dönünce “demokrasi kurbanı” rolüne soyunamaz. “Liberal-demokrat” veya “liberal-batıcı” veya 2. Cumhuriyetçi, hatta “yetmez ama evetçi” yazarlar da bu ülkede kendilerini ifade etmek istiyorlarsa, özgürdürler. Ama entrikalar ile bunu gerçekleştirecekleri yer, Cumhuriyet olamaz. Bunu denemek bile etik değildir. “Ben referandumda ‘yetmez ama evet’ demedim, yalnız ‘evet’ dedim” şeklinde kendini savunanları (!) gazeteye çekerek Can Dündar’ı başa getirenlere gelince: İnsaf! Bu gazete Latin alfabesiyle yayına geçtiğinden beri her sayısını arşivde okumuş biri olarak şunu söyleyebilirim: Benim Japonya ekonomisinin denetimi ile ne kadar ilgim varsa, Can Dündar’ın da bu gazetenin ideolojisiyle o kadar ilgisi olabilirdi! O operasyonla bizleri yuvamızdan atanlar, şimdilerde mağduru oynadıklarında komik oluyorlar.
Bugün ise, 2010 Referandumu’nda iktidara verdikleri destekle tek adam rejiminin altyapısını hazırlayanlar, bildiğiniz gibi yurt dışında, Cumhuriyet’i bugün yeniden yöneten kadronun “aşırı milliyetçi-hükümeti eleştirmeyi bile bilmeyen”, neredeyse “faşist” olduğu iftiralarını yayıyorlar. Fransa’da, Almanya’da bu yalanları yönelttikleri siyasiler ve medya mensupları, bu gazetenin yine en tutarlı ve sert muhalefeti yaptığı yayınları tercüme ettirip gerçeği görseler, o zaman hiç utanmayacak mı o iftiracılar?
Son olarak, verdiği büyük adalet mücadelesinden ötürü Alev Çoşkun ağabeyime sonsuz teşekkürler... Ne mutlu bana ki gazeteme, sizlere kavuştum!

OdaTv’ye TEŞEKKÜR
Son dört yıldır zaten merkez medya kanallarında ismim yasaklıydı! Bu antidemokratik saldırı furyası içinde düşüncelerimi yaymaya devam etmemi OdaTv sağladı. Can Dündar ve Atalay’ın yürüttükleri infazın hemen ardından bana sütunlarını açtıkları ve yaramı kapatmak için her şeyi yaptıkları için onlara ne kadar teşekkür etsem azdır. “Son yıllarda bu adam ne yaptı?” diye merak edenleriniz varsa, OdaTv sitesine bakabilir. Soner Yalçın’a, Barış Pehlivan’a ve Barış Terkoğlu’na, bana verdikleri özgür alanın ötesinde, bu ülkede dürüst gazeteciliğe ve aydınlanmacı demokrasiye verdikleri destekten dolayı sonsuz müteşekkirim. Kalbimin bir bölümü hep onlarla atacak ve OdaTv’de de yazılarıma arada devam edeceğim. Her birinizi ve tüm emekçilerinizi sevgi ve dayanışma duygularımla kucaklıyorum.

MANCHESTER ZAFERİ VE FENERBAHÇE FORMASININ AĞIRLIĞI
Fenerbahçe, hem zaafım, hem gücüm. İki gün önce, Manchester City zaferinin tam 50. yılıydı. Aynı zamanda Baykam ailesi olarak Ankara’dan İstanbul’a taşınmamızın da 50. yılıydı. İkisini beraber kutladık. 2 Ekim 1968 Çarşamba gecesi İnönü Stadı’na çıkan kadrodan herkesi andık; Can Bartu, Ogün Altıparmak, Yavuz Şimşek, Fuat Saner, Ziya Şengül, Selim Soydan ve Şükrü Birant’la konuşabildim. Diğer isimlere ulaşamadım. Fenerbahçe formasının değeri, Manchester-Bordeaux zaferinden, Harrington Kupası ve Zeki Rıza Sporel’lerden, Can Bartu’lardan, Lefter’lerden, Cemil’lerden, Serkan Acar’lardan, Alex’lerden, Aziz Pierre’lerden ve daha nicelerinden geliyor. Sevgili Başkan Ali Koç, cesaretle taraftarın arasına dalıp kimi futbolcuların o formanın ağırlığını anlayamadıklarından şikayet etti. İyi de 3 gün önce Meksika, Brezilya veya Fas’tan gelen oyuncular, bunu hemen algılayabilir mi? Belki de bu ağırlığı hissedemeyenler arasında yeni yabancı teknik kadro da var! Çünkü kanı sarı-lacivert akanların hepsi ya satıldı, ya da kadro dışı! Umarım en başta Volkan ve Valbuena’ya, hatta Ekici’ye uygulanan ambargoların kalkacağı bilgileri doğrudur, bugünkü Spartak maçında göreceğiz!