28 Mayıs 2020 Perşembe

SHARAPOVA’NIN PERİ MASALI | Bedri Baykam | 28.05.2020


1993’ün ortalarında fakir bir Rus vatandaşı olan Yuri Sharapov, Moskova’daki Amerikan Büyükelçiliği’ne gitti. Berlin Duvarı çöktüğü için Soğuk Savaş’ın ağır günleri güya bitmişti. Ama sonuçta Amerika Amerika’ydı, Rusya da Rusya! Yuri’nin yanında küçük kızı vardı. Mucizevi bir vize talebiyle gelmişti. Kendisine şaşkın gözlerle bakan görevliye anlattıkları şuydu: “Bu benim kızım, 6 yaşında. Tenis hocamız Yudkin, kızımın, Mozart gibi bir harika çocuk olduğunu söylüyor. Amerika’ya gitmesini Navratilova istedi, onun kadar iyi bir tenisçi olacak. Lütfen bir şans verin. Florida’daki Rus milli takımı ile antrenman yapacak”. Adam şu yanıtı verdi: “Benim kızım 8 yaşında, o da çok iyi oynuyor, nereden biliyorsun kızının harika oynadığını?”, “Ben sizin kızınızı seyretmedim ama kendi kızımı seyrettim, bana inanın”, “peki emin misin?”, “eminim”. Vize memuru babanın kararlılığından etkileniyor ve 3 yıllık bir vize veriyor. O karar, 4 ayrı Slam Turnuvası’nı da kazanmayı başaran, tenis tarihinin 10 kadın tenisçisi arasına sokacaktı Maria Sharapova’yı. Bir efsanenin önü böyle açıldı. Babası ekmek parası için koşturan bir adamdı, annesi ise okumuş, edebiyatı seven kısa boylu mavi gözlü bir sarışın. Çernobil patlaması olunca kuzeye kaçmışlar. Efsaneyi başlatan başka detaylar da var. Mesela amcası, doğum gününde ona bir raket hediye etmese, Yuri kasabasının tenis kulübüne 4 yaşındaki Maria’yı götürmeyecek, o da sıkıldığı bir gün eline bir raket geçirip duvara karşı bam güm oynamaya başlamayacaktı. Önce babasının hocası Yuri Yudkin, sonra da ünlü Rus tenisçisi Yevgeny Kafelnikov’un babasının dikkatini çekmiş. Küçük kız vurdukça vuruyor, topa büyük bir konsantrasyonla! Baba Kafelnikov, kıza Yevgeny’nin bir raketini hediye etmiş. Tabii o koca raket hemen kesilip kısaltılmış, kızımıza uyması için. Yudkin, o zamanki aile içi adıyla Masha’nın babasına kızının çok iyi olduğunu söyleyerek Moskova’daki tenis kliniğine gitmesini önermiş. Orada Masha’yı fark eden ise ünlü efsane Navratilova… Koca raketli ve küçük gövdeli, uzun kollu komik kızın babasını kenara çekmiş: “Bu kızı Florida’ya götürmen lazım!”
AMERİKA’DA İNANILMAZ FİLM KARELERİ
Yuri, bir öğleden sonra, kızı yanında, cebinde yalnız 700 Dolar’la Florida’ya uçuyor. Dram: Planlandığı gibi Rus genç milli takım hocası gelip onları havalimanından almıyor! Uçakta yanlarında oturan Rus çift, onları kendi otellerine davet ediyor ve Yuri kızıyla kıvrılıp yerde uyuyor. Sabah, Masha’yı ve raketlerini alıp caddelere salıyor kendini. “Babamla bu macerayı yaşamaktan mutluydum, biz dünyaya karşı kenetlenmiştik” diyor küçük tenisçi... Baba önce sanıyor ki, Rusya’daki gibi her şey herkese ait. Şarlo filmi gibi, kortları ve havuzu olan bir otelden içeri dalıyorlar, Yuri sorumluya kızının geleceğin ünlü tenisçisi olduğunu ballandırarak anlatıyor! Amerika fırsatlar ülkesi, “Oynasın da görelim” diyorlar. Masha öyle bir oynamaya başlıyor ki, insanlar güneşlenmeyi bırakıp o korta yığılıyorlar. Orada tanıştıkları Polonyalı bir çift, hikayeye bayılıyor. Otelden valizler alınıp gerçek bir tenis akademisine doğru yola çıkılıyor. Önce Rick Macci, sonra Nick Bollettieri... Serüvenin her zerresi tam bir film: Hem dram, hem komedi, hem gerilim…
Nick Bollettieri aralarında Agassi, Jim Courier, Monica Seles gibi dünya yıldızlarını yetiştiren efsane akademinin kurucusu. Önüne atılan bu küçük kızı seyrederken “akıl almaz bir şey” olduğunu o anda görüyor. Hemen ona burs veriyorlar ve babası ile beraber orada yemek yiyebileceğini bildiriyorlar. Tokluk pahasına yıldız üretimi… Başından itibaren, Masha’yı en seksi ve meşhur ergen Rus tenisçisi Anna Kournikova’yla kıyaslıyorlar. Anna da o akademide, aralarında 6 yaş var. Masha, Anna’nın eski kıyafetlerini giyiyor. Aralarında dostluk dışında bir rekabetin tohumları atılıyor. Ama bu bence esas gelecekteki bir imaj rekabeti.

KÖTÜ İNSANLAR HER YERDE VAR, DEĞİL Mİ?
Sonra ne oluyor biliyor musunuz? Hani eski Türk filmlerinde kötü kalpli, zengin, şımarık çocuklar ve aileleri vardır. Siz de “Ne kadar saçma senaryo, böyle tipler gerçekten var mı?” diye söylenirsiniz… İngilizce bile bilmeyen bir Rus kızının, kendisinden 4-5 yaş büyük kendi kızlarını ezip turnualardan yolcu etmesini hazmedememişler. Rakipleriyle arkadaş olmamayı seçen, onların gözünün içine içine bakan, kaybetmekten nefret eden bir özel kişilik. Okula bile gidip gitmediği belirsiz bu kızın kendi çocuklarının “geleceğini kapattığını”, morallerini bozduğunu görüp Bollettieri’ye bu babayı ve münasebetsiz kızını akademiden atması için baskı yapmışlar. Ve Nick -herhalde ömür boyu utanmıştır bu kararından- Yuri’yi çağırıp ayrılmaları gerektiğini söylemiş. Varlıkları, kıskançların zehirlerini akıttıkları ortamda bir skandal konusu haline dönüşmüş durumda. Yuri, bu dertli durumu yansıtmıyor Masha’ya; Rusya’ya dönmeyi aklına getirmiyor! Meşhur “B planı” devreye giriyor. Bir Afrikalı’nın akademisine gitmeye başlıyorlar. Ama adamın baba ile arası kötü ve küçük kıza ömür üstünden bir kontrat imzalatmaya çalışıyor. Bir avukat görüp mani oluyor. Bu arada her rakibinden bir kafa kısa olan kızımız, herkesi yenmeye devam ediyor. Babasıyla tanışmış olan zengin bir Amerikalı Bob Kane yardım elini uzatıyor. Bir yıl onlara evini açıyor. “Bu kadar çok odayı ne yapıyorlar?” diye düşünüyor küçük Masha… Sonra, onu kovan Bollettieri, kızı takımına yeniden alıyor, yurtta yer açıyor. Peki orada ne oluyor, biliyor musunuz? Kötüler tekrar devreye girip küçük Masha’yı gece uyandırıp onunla alay edip kıskançlıklarını kusuyorlar!

MUTLU SON: Ardından ünlü hoca ve menajerlerle tanışma… 2001’den itibaren profesyonel tenisçiliğe geçiş… Meşhur çığlığı o sıralarda devreye giriyor. Birden “neredeyse bir gecede” boyu mucizevi şekilde büyüyor! 2004 yılında çıktığı ilk Wimbledon finalinde idol olarak gördüğü Serena Williams’ı 6/1, 6/4’lük hızlı skoru ile yenip, 17 yaşında ilk Slam finalinde şampiyonluğa ve dünyanın zirvesine uzanıyor.
Sharapova tenisi bu yıl bıraktı. İki yıl önce basın toplantıları dışındaki ilk karşılıklı sohbetimizden önce “Durdurulamaz” (Unstoppable) başlıklı bu kitabı okumuş olmak isterdim. Türkçesinin Martı Yayınları’ndan çıkmış olduğunu dün öğrendim ve çok sevindim. Kesinlikle tavsiye ederim!
Şimdi soruyorum size: Bu kitaptan çıkarılacak dersler herkes ve her meslek için sonsuz değil mi? Lütfen bunları gözden geçirin ve çocuğunuz için bu riskleri alır mıydınız, bir düşünün…



22 Mayıs 2020 Cuma

SABRIMIZI MI TEST EDİYORLAR? | Bedri Baykam | 21.04.2020


Kendilerinden görmedikleri, bu yüzden herhalde adamdan saymadıkları herkesin sabrını test ediyorlar. Sadece son bir haftadaki olaylar iki-üç makaleye sığmaz. Samsun’da Atatürk heykeline çelenk bırakmayı Kovid-19 bahanesiyle engellemek nedir yahu? Uzaydan mı geldiniz? Neyin peşindesiniz? Yeni yazılan 30 köşe yazısını da mı okumadınız; Samsun’da atılan o ilk adım olmasa, Osmanlı İmparatorluğu nasıl emperyalist devletler tarafından paylaşılacaktı, camilerde nasıl “Tanrı, Kraliçe’yi Korusun” mahyaları yer alacaktı, tekrar mı anlatmak gerekiyor? Gerçekten, aranızda birileri çetele mi tutuyor? Mesela Atatürk’e yapılan her saygısızlık, yok sayma, sözde “sehven” ağızdan kaçan her kötü sözde, birileri sicilinize artı puanlar mı ekliyor? Daha mı havalı yürüyorsunuz kendi aranızda? Çevrenizde daha mı kolay makam ya da iş kapıyorsunuz? “Bak bu, Atatürkçüleri mermi gösterip tehdit eden adam”, “Bak şu, ‘bizim mahallede 50 tanesini indirmeye hazırız’ adresleri belli diyen kadın”, “Bak, o yürüyen ikili, bizim yurtta Atatürk posterini (bilerek) binadan ters asan çocuklar”, “Bak şu, kızların 12 yaşında hamile kalmalarında mahsur yok diyen büyüğümüz”, “Bak, şu ‘19 Mayıs Cumhuriyet Bayramı’ lafıyla Atatürkçüleri deli eden TRT ekibinin başı!” Gerçekten bunları yapanlara yazıklar olsun! Hem nankör, hem seviyesizsiniz! Elbet, bu ucuz tavır ve yıpratma yöntemlerinizden utanıp onları saklamaya çalışacağınız günleri de göreceğiz.
19 Mayıs’ta Anıtkabir’e CHP Genel Başkanı ile giden aralarında Mahmut Tanal’ın, Oğuz Kaan Salıcı’nın da olduğu dört milletvekilini Ata’nın huzuruna almamak ne demek? “Daha önce isimleri bize bildirilmemişti” şeklinde bir bahanenin ardına saklanmak da nesi? Soruyu şöyle soralım: Şayet oraya gelen AKP Genel Başkanı (yani Cumhurbaşkanı) yanında da adı daha önce verilmemiş dört milletvekili olsa, Anıtkabir kapı denetimi aynı tavrı mı gösterecekti?
Her kanun, her uygulama, kesime ve kişiye özel. RTÜK kararları, para cezaları, ekran kapatmalar, hepsi hangi kesimden olduğunuza bağlı! Rakamlar açıklandı: Dört muhalif kanala, son bir buçuk yılda 11 milyon lira ceza kesilmiş. Yandaş kanallarına verilen ise iki küçük uyarı! Atatürkçüleri tehdit etmek, adını vererek hedef göstermek “büyütülecek bir şey değil” yorumuyla cezasız geçiştirilen basit bir vaka, ama Atatürkçü gençler küçük bir eleştiri tweet’i attıklarında bile ev baskınları, gözaltılar, tutuklamalar…
Genç yol arkadaşlarım Barış Terkoğlu ve Barış Pehlivan’ın akıl ve mantığa sığmayan gerekçelerle hala tutuklu olmaları kalbimde hala büyük bir yara... Ne onların ne de diğer tutuklu gazetecilerin durumuna alışamıyorum ve alışmayacağım. Aynen Balbay’ın gazetemizde yayınlanan Silivri dönemi yazıları gibi, Terkoğlu, Pehlivan ve Murat Ağırel’in içeriden yazdıkları da basın ve demokrasi tarihimizin altın sayfalarına girecek, hatta girdi bile. Hangi konsantrasyonla, o zorlukların ortasında bu satırları kaleme alabiliyorlar, inanamıyorum. Pehlivan’ın “Yok Artık Deyip, Volta Atıyorum” başlıklı yazısı, mantığa meydan okuyan hangi gerekçelerle hapse atıldıklarını tekrar kanıtlıyor. Terkoğlu’nun son iki yazısı yine muhteşem… “Terörle Yargılayan Terör” yazısını arşivden mutlaka okuyun! Evet Türkiye adına, basın tarihimiz adına, onlar ve diğer tüm tutuklu gazeteciler “demokrasi nöbeti” tutuyorlar. Bir an önce her birinin özgürlüklerine kavuşmalarını bekliyoruz…
Ben aslen Adanalı’yım. Baba tarafım Karşıyaka-Yüreğirli ve nüfus kaydım da hala Adana’da. Dr. Suphi Baykam’ın ilk milletvekilliği de Adana’dan. İşte o güzel Yüreğirimiz’in CHP Gençlik Kolları Başkanı Eren Yıldırım, kaymakamlığın önünde tehdit edildiği için şikayetçi olarak polisi aramışken, önce gözaltına alınıp serbest bırakıldı, ardından malum gözdağı verme meraklısı baskılar devreye sokulunca birden tutuklama kararı çıktı! Dün CHP Grup Başkanvekili Özgür Özel, çok açık bir meydan okuma yaptı: “Yüreğir Kaymakamlığı’nın önündeki kamera kayıtlarını ortaya koyun, Eren Yıldırım bu olayın mağduru mu yoksa suçlusu mu, ortaya çıksın.” Gerçekten de en doğru yöntem bu! Böylece genç bir arkadaşımız boş yere içeride tutulmamış olur, adalet tecelli eder!

5 PENALTI MI, 11 PENALTI MI?
Türkiye Super Ligi’nin kalan 8 haftalık maçları nasıl bitirilecek, lig ne zaman başlayacak? TFF Başkanı Nihat Özdemir, 12 Haziran diye açıkladı ama her yerden itirazlar yağdı. Neredeyse kulüplerin yarısı oynamak istemiyor. Üstelik bunun bir de alt ligleri var! 1. 2. 3. Ligler, Amatör Ligler, Bölgesel Amatör Ligler…
Bir yandan Allah’a şükür ki kaybettiğimiz yurttaşların sayısı her gün azalıyor, ama futbolcular hala tedirgin ve ailelerinin morali bozuk. Futbolun korona şartları çerçevesinde oynanması mümkün değil! İki hafta kadar önce, ilk kez Ertem Şener’in Youtube kanalında dile getirdim, ardından bu fikirlerim Arif Kızılyalın’ın yazısıyla Cumhuriyet portalda ve konuk yazar olarak görüşlerimi yansıtan Sözcü’de yer aldı. Çok basit: Futboldaki nefes nefese temaslı çekişmeleri ekarte etmenin tek yolu, maçları oynamadan penaltı atışları yaparak karşılaşmaları tamamlamak! Böylece sosyal mesafeye uyarak, her karşılaşmanın sonucu alınmış olacak. Üstelik, seyircisiz karşılaşmalar inanılmaz sıkıcı, bezdirici yankı sesleri insanı futboldan soğutuyor. Halbuki maçlar 5’er veya 11’er penaltı atışı ile belirlense televizyonlarda seyirci rekoru kırılır, maç öncesi ve sonrası bir saate yakın yayınlarla ekranlarda yer alır, yayıncı kuruluş tarafından ödemeler yapılır, kimse de hastalık riski taşımamış olur. Sezon böylece geciktirilmeden sonuca ulaşır. Zaten herhalde diğer iki seçenek de gerçekten çok kötü! Nedir onlar? Ligi şu andaki puan cetveliyle tescil etmek veya oynanmamış saymak… Birincisi yarışan takımlara büyük bir haksızlık olur, ikincisi de bugüne kadar harcanan emeklere… Önerdiğim formül, herkese kazandıran “win-win” şeklinde bir sonucu beraberinde getiriyor. Maçlar oynanır ve ağır vakalar yaşanırsa, ceza davaları açılabileceğinden söz ediliyor! Ayrıca, oynanan maçlarda tek bir kişide Korona çıksa, o takımlar iki hafta karantinaya mı alınacak sorusunun yanıtı da verilemiyor… Dün Sivas teknik direktörü Rıza Çalımbay’la konuştum, fikrin ona çok yakın geldiğini bana aktardı. Daha iyi formülü olan varsa, dinlemek isterim. Acaba UEFA bu işe ne der?

15 Mayıs 2020 Cuma

ARŞİVİMİN BİLE AÇAMAYACAĞI TIKANIKLIKLARIMIZ | Bedri Baykam | 14.05.2020


Kaç kişi bundan haberdardır bilmiyorum, benim ciddi bir arşiv tutkum var. Hiçbir gazete kontrolümden geçmeden atılamaz. Değişik kupürler, iç siyaset, dış siyaset, sanat, spor, sinema ve modeller gibi ana başlıklara göre kesilip arşivlenirler. Kendi yazılarım, sergilerimle ilgili ve hakkımdaki haberler, yıllara göre ayrılmış fotoğraflar, tarihi günlerin kesilmemiş gazeteleri ve daha neler neler… Cumhuriyet Gazetesi söz konusu olunca bu iş zorlaşıyor. Çünkü bir gazeteyi atmadan önce manşetlerini, köşe yazılarını kesip saklarsınız ya, Cumhuriyet, sizi hem vazgeçilmez kupürlerinin fazlalığıyla hem de bir sayfanın önü ve arkasının aynı anda başrole soyunma merakıyla deliye çevirebilir!

DÜN VE BUGÜNÜN “FOTOKOPİK” KESİŞMELERİ
Cumhuriyet Gazetesi yayına başladığından beri, her nüshasının istisnasız her sayfasını çevirmiş biriyim; başkası da var mı bilmiyorum. Yaptığım büyük dönem sergileri (“Kuvay-i Milliye”, “27 Mayıs İlk Aşkımızdı”, “68’li Yıllar” veya 12 Eylül hakkında ve Ergenekon dönemi için yaptığım “İçim Parçalanıyor” sergileri…) için her birini dikkatle inceledim, yüz binlerce haber ve makale okudum.
1987 sonrası yazarlık kariyerimde her gazeteyi didik didik ettim o ayrı; ama ben size son 96 yıldan söz ediyorum… Cağaloğlu’nda geçirdiğim, yıllara yayılan uzun süreleri arşiv sorumlusu Edibe Buğra Hanım’a sorun…
Bugünün gündemini değerlendirirken yakın tarihimizin manşetleri gözlerimin önünden film şeridi gibi akıyor: “İktidar, CHP’yi tasfiye etmek istiyor”, “Darbe yapmak istiyorlar”, “CHP’lileri mermiyle tehdit ediyorlar”, “Medya ve siyaset virüsleri”, “Türkiye hapiste gazeteciler ve basın özgürlüğü açısından sonunculuk için yarışıyor”, “Bağımsız yargı ve barolar tehdit altında”, “İktidar CHP’ye karşı kampanya başlatacak”, “Yargı aynı konuda farklı kararlar veriyor”, “Avukatsız Türkiye istiyorlar”, “Hapiste gazeteciler, Terkoğlu, Pehlivan, Kılıç, Ağırel”. Siz bu başlıkların açılımlarını biliyorsunuz, benim de gözümün önünden arşivimin 100 bin görüntüsü geçiyor.
Bu filmi daha önce gördüm. Atatürk ve demokrasi düşmanlığı, herkesin aidiyetlerine göre şekillenen “adalet”, kaybolan yargı bağımsızlığı, baskı altında yaşamsal bir varoluş imtihanından geçen devrimciler, CHP’liler, solcular, aydınlar, yazarlar… TRT bugün eşitlikten, tarafsızlıktan hiç nasibini almamışken, geçmişteki ismiyle “Radyo” da 1950’lerde ülkeyi “vatan cephesi” ve diğerleri, yani “şer cephesi” olarak görenlerin ve göstermek isteyenlerin at koşturduğu alandı. Buna bir de günümüzde yandaş basın eklendi. Özel sektör ve iktidar, her türlü iş birliğine boğazlarına kadar battılar. Ama tabii ki sorunsuz ve doğal bir akışla yaşanıyor bu birleşmeler.
İşte “arşiv”, bu senaryolara yunuslar gibi dalıp çıkan Türkiye Cumhuriyeti’nin, tüm tuzaklara rağmen yoluna devam edebildiğini de bize gösteriyor.
Ben, Cumhuriyet sayesinde bir yüzyıla yayılan bu hikayeyi “içinden” okudum. 1950 sonrasını o yıllara yön veren babam Dr. Suphi Baykam’ın ağzından, 1987 sonrasını ise bizzat içinden yaşayarak öğrendim.

YAZSAM DA ALGILANAMAYACAK TARİH AŞIRI ANALİZLER
Size, ülkenin nasıl ve hangi gerekçelerle, hangi ihanetlerle nereden nereye geldiğini makro bakışla istesem anlatabilirim. Ama anlatamam! Anlattığını söyleyenlerin de gerek tarihsel analiz gerekse günümüz açısından sansürlü yorumlarla yetindiklerini bilin. Genç kuşaklar da şunu unutmasınlar: Eğer kıyaslamalı analizlerle işin özünde neler yaşandığını “antenleri açık bir şekilde” algılayabilirlerse, gerçek geçmişlerini ancak bu dönem geçip gittikten sonra öğrenebilecekler.
Soyut konuştuğumun farkındayım. Çünkü günümüzde muhalefet dahi, ancak iktidarın izin verdiği oranda yapılabiliyor. Herhangi bir futbol yorumundan bile herkesin Fetöcü/darbeci olarak hüküm giyebileceği bir dönemde yaşıyoruz. Hatta daha ileri gidebilirim: Bizi buralara taşıyan çalkantılı ve akıl almaz ideolojik biçim bozmalarını, ne yazık ki toplumun ilerici gençleri bile şu anda algılayabilecek kıvamda değiller. Bugün televizyonlardaki gündem tartışmalarının, tarihsel analizlerin hepsi o kadar ağır bir şekilde dikenli örtülerle kaplı ki, muhalefet bile ancak “politically correct” olarak tanımlananı yapabiliyor. Boş yere uğraşmayın. Bugün, bu analizleri hap olarak bulamazsınız; tesadüfen yutsanız bile algılayamazsınız, bünyeniz kabul etmez. Çünkü dönemin ozon tabakası delinmiş yeni iklimsel şartlarında, içinden geçtiğimiz yılların kimyasını çözümlemeniz mümkün değil. 45 yaş altı halkımıza sesleniyorum: Çoğunuz işin ne devlet, ne mantık, ne de siyasal bilimler açısından felsefi analizini yapmak için gerekli alfabeye bile haiz olmayabilirsiniz!
SANSÜR, ANAKRONİZM VE BEYİN KİLİTLENMESİ
Ne demek istediğimi fazlasıyla bilen bir duayen yazarımızı örnek olarak anacağım: Alev Coşkun… Bugün Türkiye’de, 45 yaş altı kaç yazarın bu makalenin içsel hikayesini anlayacağını ve onaylayacağını kendisine sormak isterim. Aynı şey CHP’li siyasetçiler için de geçerli! O noktada ümidim tabii ki daha az. Çünkü çoğu, yaşadığımız göçüşün baş sorumlularından Ecevit’i hala dokunulmaz bir önder olarak görmek üzere programlanmışlar. Şu kadarını söylemekle yetineyim: Günümüz CHP’si, Atatürk Türkiyesi’nin Türkçe ezanını bile “partiden ihraç” için gerekçe olarak görmekten çekinmeyen bir lidere ve kadrolara sahip! Onlar için 20. yüzyıl analizleri, ne yazık ki oldukça güncel durumlara uygun bir çeşit özet toparlamadan ibaret…
Daha fazla somut yorum ve örneğe gerek yok, bugün Türkiye’de yakın tarihin özgürce tartışılamayacağını söylemekle yetinelim. Günümüz Türkiyesi’nde, geçmişte yaşananlara yapılan göndermeler dahi bugünkü iktidarın bakış açısıyla komik ve anakronik şekilde “hukuki” bir süzgeçten geçirilmektedir. 25-50-60 veya 1789’da yaşanmış tarihi olaylar, bugün için tehdit olarak algılanarak masaya yatırılmaktadır! Konuşulduğu, her şeyin masaya yatırılabildiği demokrat günlerde ise, hayat bambaşka olabilir… Göreceğiz!






8 Mayıs 2020 Cuma

“ÇÖZÜMLEME”NİN PARÇASI OLMAYA HAZIR MISINIZ? | Bedri Baykam | 07.05.2020


Bu yazı, belki sizi heyecanla yerinizden zıplatmayacak. Ama dikkatli okursanız, hangi geçmiş hatalar nedeniyle bugün yaşananları hak ettiğimizi algılayıp yarınlarımız için farklı senaryoları nasıl sağlayacağımızı görebilirsiniz.
Her gün, birçok sıkıntılı konunun kuşatması altındayız. Her birini hatırlamak için sürekli artan bir belleğe sahip olmanız lazım. Sevgili “Barışlar” başta olmak üzere gazetecilerin özgürlük mücadeleleri, dev Atatürk fotoğraflarını bilerek kimi eğitim kurumlarına ters asan ve sonra bunun “sehven” yapıldığını savunanlara duyduğumuz nefret, sürekli “oğlunun evlendiği kadının, eski kocasından olan kızı, kişiye haram değildir” tarzında söylemlerle Diyanet’in toplumda uyandırdığı tepkiler, dünyaları yemiş olsalar da doymayan yeni siyaset anlayışına kendini kaptıran açgözlüler, hangi eksende olursa olsun yönettikleri siyasi parti içinde üstü kapalı ya da açık diktatörlük peşinde olanlar ve her an bunlara eklenen sayısız bahtsız hikayeler…
Son yarım yüzyılda, ülkenin bu zihniyete teslim olmasının ana nedenleri arasında “bizim mahallenin de” ciddi suçları olduğunun farkında mısınız? Solu bölerek gün gibi açık ihanetleri kahramanlık makyajı altında yürütenlerden sosyal demokrasi söylemini alnına yazıp ardından faşizm tarihinde bile görülmemiş sefil yöntemlerle koltuğunu koruma onursuzluğuna düşenlere; Atatürk’ün partisinde Atatürkçü avına çıkacak kadar kendini kaybedenlerden bu zihniyete yüzü kızarmadan destek olanlara kadar tarihimize geçmiş sayısız hikaye var. Sanmayın ki, genç toplumları umutsuzluğa itenler yalnız beyin yıkayan tarikatlar, satılmışlar veya yobazlardır.

İLERİCİ GENÇLERİNİ KULLANAMAYAN TÜRKİYE
Ne yazık ki Türkiye’de sol-sosyal demokrat geleneğin, sanat ve düşünce insanlarına birer “renk” olarak kullanılmak dışında gereksinimi yok! Türkiye’de siyaset yapıyorsanız doktor, mühendis, avukat, işadamı her şey olabilirsiniz, ama sanatçı, yazar, oyuncu olmamanızda “tepedekilere” göre büyük fayda vardır. Vazgeçtim kendi deneyimlerimden, CHP’de Zülfü Livaneli’yi de, Mario Levi’yi, Enver Aysever’i, Uğur Dündar’ı, Hüsamettin Koçan’ı, başka ünlü yazarları, aktörleri ve gazetecileri de barındırmazlar. Çünkü bu yaratıcı kişilerin tek ortak özellikleri vardır: Kendilerini bir liderin emrinde hareket etmeye zorunlu hissetmezler, inanmadıkları düşünce veya projelere tepki verirler. Bu tip kişilikler siyasette sevilmez. Açık konuşmak gerekirse Türkiye’de siyaset, koltuk savaşları üstüne kuruludur. Bu hedefler uğrunda, kalıcı dostluk yok denecek kadar azdır.
Bu nedenle, 1987’de Türkiye’ye döndüğümden bu yana ömrüm sağlam Atatürkçü gençler aramakla geçti. Aslında onlar da beni arayıp buldular. Türkiye’de bir partide ilk defa resmi Gençlik Kolları’nı kuran ve Kurucu Başkanlığı’nı yapan babam Dr. Suphi Baykam ve o ilk dönemlerin müthiş kadrosunun (Bülent Ecevit, Altan Öymen, Ali İhsan Göğüş, Yekta Güngör Özden, Hikmet Çetin) gerek 1960 Devrimi öncesinde gerek sonrasında genç siyasetçiler olarak neler başardıklarını içinden biliyorum. Bu nedenle 33 yıldır, sırayla Devinim Dergisi’ne, Aydınlanma 1923 Dergisi’ne, ADD’li, ÇYDD’li gençlere, CHP Gençlik Kolları’na hep yakın oldum, elimden geldiği kadar girişimlerine yardım ettim. Onlar da kah 1993-94’te solu birleştirme çabalarımıza destek verdiler, kah CHP’yi veya tüzüğünü demokratikleştirme gayretlerimize… Her birinin adını tekrarlamama gerek yok, kimi genç arkadaşım şimdi Cumhuriyet’te yazıyor, kimi televizyonlarda muhabir, kimi parti ve derneklerde, kimi başka alanlarda aktif ve başarılı.
Bu uzun süreçten sayısız anekdotum var. Ama bu yazıda tek birini aktarayım: Devinim’in zorluklarla çıktığı günlerde dergiyi kuran ve yöneten Alptekin Gündüz, destek arayışıyla İstanbul’un çok önemli bir “sosyal demokrat müteahhit”ine gitti. O milyarder bey, Alptekin’e 100 Dolar uzatmıştı, “hayrını görün” diye! Devinim iki bin yerine 20 bin basılsa, üniversite gençliği arasında yayılsa, fikirleri çok daha fazla sohbet masasında yeşerse, belki 90’ların sonlarına doğru farklı bir noktada olacaktık. Daha sonra bu beyefendi binbir pişmanlık duyacağı olağandışı şeyler yaşadı, ancak burada pas geçiyorum. Diyelim ki, Devinim gibi bir derginin gür bir sesle çıkamamasının, istediğimiz gibi yayılamamasının bedelini ağır ödedi.
Türkiye nasıl adım adım tarikatlara teslim oldu diye merak mı ediyorsunuz, Atatürkçü gençliğe yönelik yapılanmaları küçük gördüğü, ciddiye almadığı için bu hallere düştü! O gençliği yüreklendirip siyasete üst noktalardan sokamadığı için! Sözde liderlerimiz, İsmet İnönü’nün onda biri kadar olamayıp 35 yaş civarında zıpkın gibi genç milletvekillerini yetiştiremedikleri için!
ŞİMDİ ÇÖZÜMLEME ZAMANI!
Her biri 30 yıla yayılan bu güzel ilişkilerden biri de, sevgili genç dostum Utku Erişik... Onunla dostluğumuz 25. yılına yaklaşıyor. Tanıştığımız ilk yıllarda, kendisi gibi tiyatrocu olan Barbaros Uzunöner ile birlikte daha o günlerde kurulan Tiyatro Birileri ile çok güzel işler çıkarıyorlardı.
Utku Erişik artık 40’larına yaklaşan, taşıdığı sonsuz Kemalist ruhla daima genç bir enerji küpü. Üstelik bu enerjiyi doğru kanalize etmeyi fazlasıyla öğrenmiş değerli bir insan. Yayınlanmış 8 kitabı arasında “Tünel Korkusu” ve önsözünü 2009’da büyük bir gururla yazmış olduğum “Mustafa Kemal’in Yürekli Çocukları” da var. Bu çalışmalarının yanı sıra, birçok tiyatro oyununun yazarı ve oyuncusu olarak da iz bırakmaya devam ediyor.
Mustafa Kemal’in yürekli çocuğu Utku, şimdi de harika bir dergi çıkardı: “Çözümleme”... Büyük format, çok kaliteli bir grafik anlayışla hazırlanmış, yazarları arasında gazetemizden benim dışımda Ataol Behramoğlu, Ayşe Emel Mestçi, Barış Doster, Deniz Banoğlu, Işık Kansu gibi değerli isimler var. Tarihten gelen isimlere kulak vermek isterseniz, Doğan Avcıoğlu, Attila İlhan, Ceyhun Atıf Kansu, Sabahattin Ali; bunun yanısıra, Bertolt Brecht ve Sartre’dan Suay Karaman’a, Doç. Dr Türkan Başyiğit’e kadar yerli yabancı birçok önemli yazarı da sayabilirim.
Bugün, geçmişte benzer konularda bu tip girişimleri desteklememiş ‘80 sonrası kuşağın hatalarına düşmeyin. Türkiye’nin yakın tarihine ve güncel siyasetine bir Çözümleme getirmek isteyen bu gençleri ciddiye alın. Örneğin 19 Mayıs’ta Atatürk üstüne konuşmalar yaparken, bu dergiye 20 abone kazandırmak için de mesai ayırın. Kemalist düşüncenin içerikli söylemini yeni kuşaklara taşımak için lütfen biraz terleyin. Bu çabalar olmadan gelecek kuşaklara yelken açamazsınız. Atatürk fotoğrafları paylaşmanız güzel, ama yetmez! İşinizi kolaylaştırayım: +905308803157 no’lu telefondan abone olmanız mümkün. Şimdiden teşekkürler!




1 Mayıs 2020 Cuma

DİYANET, ANAYASA, EŞCİNSELLER VE SİYASET… | Bedri Baykam | 30.04.2020


Diyanet İşleri, geçmişte asla muhatap almamaları, hatta lüzumu halinde gerekli mercilere suç duyurusu dahi yapabilecekleri soruları soran kişilere mecburen yanıt verdikten sonra, sayısız kere “yanlış anlaşılma” veya “sehven söylenmiş” kartlarına sığındı, toplum önünde mahcup oldu. “Babanın, öz kızına şehvet duyması haram değildir”, “Erkekler, faks ve mesajla eşini boşayabilir, illa karşısına geçip ‘boş ol’ demeye gerek yok” gibi, ardından hızla sitelerinden kaldırılan açıklamalardan sembolik örneklerden yola çıkarak, bugünlerde tartışılan gündem hakkında daha işin en başından birkaç yorum yapabiliriz: Diyanet’in dile getirdikleri, her zaman İslam dinini veya devleti temsil edemez. İslam, dünyada onu seçenlere yol gösteren ve kendisine inananların hem fikirlerini hem de yaşam tarzlarını belirleyen Kuran’ın taşıdığı prensipler üstüne kurulmuştur. Bu öğretiler, asırlara yayılan tefsirler ve değişken yorumlar üstüne kuruludur. Bu sebeple de farklı coğrafyalarda farklı pratiklerle yaşanmaktadır.
İnsanlar, sıfatları ister vatandaş, lider ya da Diyanet İşleri Başkanı olsun, hata yapabilirler. Dini sıfat taşıyanlar da o ülkenin anayasasının dışına çıkmamak kaydıyla, verdiğimiz örneklerde olduğu gibi çam devirmeden, olay çıkarmadan o inancın en güzel yansımalarını vatandaşa aktararak ülkede huzuru ve inancın yaşamasını sağlamakla mükelleftirler.
Peki, bunu her zaman başarıyorlar mı? Hayır, tabii ki mümkün değil. Yukarıda bahsi geçen büyük gaflar dışında kimi bahtsızlar, bugün bir terörist olarak aranan FETÖ çetesinin elebaşına da, ona kandıkları süreçte tüm ikazlarımıza rağmen Diyanet İşleri Başkanı’nın bile üstün güç atfetmişlerdir. Ama ne gördük, insanlar demek ki “kandırılabilir”, kabul edilemez fikirlere de kapılabilirler. Ancak bu hatalar, kul ile Allah arasında peygamberler dışında bir başka aracı yahut bir ruhban sınıfını kabul etmeyen İslam dinine mal edilemez. Olsa olsa o bireylerin işgal ettikleri sorumluluk alanlarını gereken dikkatle taşıyamadıklarını gösterir. Din, onu anlayamamış veya kullanmaya çalışan insanların vebalini taşımaz. Aynı şekilde, tüm dinler kendi inanç sistemleri doğrultusunda, başkalarının özgürlük alanını ve hukuki haklarını çiğnemedikleri sürece, inanarak, ibadet ederek seçtikleri dinin gereklerini yerine getirebilirler, getirmelidirler. Kullandıkları dile göre ona Allah, Tanrı, Rab, God, Dieu, Gott veya Tor diyebilirler. Ateist veya Deist olabilirler.

LAİK BİR CUMHURİYETİN KESİN SINIRLARI
Türkiye’de yaşayan her vatandaşın bildiği gibi Türkiye Cumhuriyeti, laik-demokratik-sosyal bir hukuk devletidir. Bunun da temeli, o ülkenin anayasasının bir din tercihi olmamasıdır. Vatandaşların genel yüzdeleri üstünden “hangi dine fazlasıyla mensup olduklarının” da yasalarla bir ilişkisi olamaz. Çoğunluk bir dini tercih edebilir, ama yasalar her dine olduğu gibi Deist ve Ateistlere karşı da eşit hükümlerle uygulanmaktadır.
2015 yılına kadar Erdoğan iktidarı birçok değişik örneğini bildiğimiz şekilde LGBTİ+ topluluğunun haklarını vermek için çeşitli somut adımlar atmıştı, bu da aynı mantıkla demek oluyor ki, bugünkü Diyanet’in gözünde büyük suçlar işlemiş!
İşin özü, anayasamızın değiştirilmesi teklif dahi edilemeyecek maddesi olan laikliğin dünyada kabul görmüş anlamlarıyla, hiçbir yasa din temelli olarak gerekçelendirilemez; hiçbir dini görevli kendi önerdiği inanç skalasının dışında yaşam tarzı süren veya başka dini değerlere inananlar hakkında, dini temel alarak o vatandaşlara hakaret edemez, aşağılayamaz.
Türkiye örneğine dönersek, Diyanet İşleri Başkanı da, hiçbir vatandaşın yaşam tarzını eleştiremez, onları hedef alamaz, kamuoyu önünde küçük düşürmeye kalkamaz. Aksi taktirde dini değerleri kullanarak o ülkenin vatandaşlarını birbirine düşürmüş olur. Yaşadığımız Korona virüsü felaketinin de insanların yaşam tarzları ile bir ilişkisi olduğunu, Türkiye Cumhuriyeti Diyanet İşleri Başkanlığı haricinde dünyada öne süren bir kişi olmamıştır! Ülkemizdeki Korona virüs resmi bilim kurulu üyesi bilim insanları da böyle bir iddiayı ancak kahkahayla karşılar.

Görevinin gereklerini yerine getiremeyen ya da halkı taraflı yönlendiren bir Diyanet İşleri Başkanı’nı eleştirmek, ne İslam’a saldırıdır ne de devlete... Yaşanan, anayasayı dikkate almayan bir devlet memurunun nikahsız yaşayanları, eşcinselleri veya kendi yargılarına göre diğer “marjinal yaşam tarzları” olan bireyleri küçük düşürmesi, halkı kutuplaştırması, görevini artık ilgili yasalara uygun şekilde yapamadığının kanıtıdır.
“Haram” kavramının laik-demokratik bir hukuk devletinde yasal bir karşılığı veya anlamı yoktur. Çünkü bir dinin kendi gerekçeleriyle yasakladığı herhangi bir olgu yasalara giremez. 2020 yılında Atatürk’ün Cumhuriyeti’nde hala işin alfabesini anlatıyor olmak da, aydınların bir şanssızlığıdır.
Anayasalar, her ülkede her yasanın üstündedir ve hiçbir yasa anayasaya aykırı olamaz; hiçbir uygulama veya kararname anayasanın üstüne çıkamaz. Anayasa nasıl bireyin ibadet etme, dilediği inancın gereklerini yerine getirme özgürlüğünü garanti altına alıyorsa, herhangi bir dini pratiği uygulamak istemeyenlerin hukuki ve anayasal hakları da dokunulmazdır. Hiçbir görev tanımlaması, Diyanet İşleri Başkanı’na anayasanın üstüne çıkıp laikliğe karşı anayasa dışı bir sapma hakkını vermez. Zaten anayasaya karşı böyle bir uygulamaya girmeye yalnız dini değil, siyasi hiçbir bireyin de aynı şekilde hakkı yoktur. Dolayısıyla bu hafta yaşadığımız, kurumlar arası süregelen tartışmaların içeriği ve gerekçeleri siyasi olabilir, ancak hiçbir zaman hukuki olamaz.
Bu cumhuriyetin sınırlarını da, hukuk düzenini de, yaşamsal şifrelerini de belirlemiş tek bir kurucu lider vardır ve onu yok saymak hiç kimsenin haddi değildir.