30 Ağustos 2011 Salı

ALİ ŞEN’İN JESTİ VE G.SARAY’IN BUGÜN VERDİĞİ KARŞILIK (!) / Bedri Baykam / 30 Agustos 2011 tarihli Cumhuriyet makalesi..


             25 milyon Fenerbahçe taraftarına hem 2011 yazını, hem Bayramı zehir eden ve bitmek bilmeyen cehennem kaosu tüm hızıyla sürüyor.
            Olay bir yandan her an medyada dalgalanıyor, bir yandan da internette büyük “harp” (!) var. Galatasaray ve Trabzonsporlu bazı taraftarların Fenerbahçe’yi medyada savunuyorum diye benimle yaptıkları didişmeler, sarı-lacivertlilerden gelen destek ve siyasi düşmanlarımdan gelen karşı saldırılarla günlerdir Twitter’da ülke trendlerinin zirvelerinde geziniyorum! Yani gerginlik had safhada! İnsanlar birbirini aşağılamak için bel altı her iftiraya, sataşmaya, saldırıya hazırlar ve durdurulamıyorlar. Futbolu bu noktalara taşımaya ne gerek vardı?
            Hafıza tazeleyelim: Ali Şen, ilk Fenerbahçe Başkanı olduğu dönemin ardından, 1988’de  G.Saray o malum büyük Neuchatel Xamax krizini yaşamıştı. 5-0 kazandıkları 0-3’ün rövanş maçından sonra aldıkları disiplin cezası ile fiilen elenmek üzereyken tek can simitleri Ali Şen oldu.. G.Saray’ın yaşadığı sürpriz kriz karşısında duyarsız kalamayan ünlü Başkan, önce başmüfettişin yaşadığı İskoçya’ya, hemen ardından da İsviçre’ye giderek işi çözmüş, kabusu yıldırım operasyonu ve kişisel köklü ilişkileriyle bitirivermişti. Turgut Özal’dan Caucescu’ya, UEFA yöneticilerinden gözlemcilerine kadar herkesi de devreye sokmayı başararak!  Şen’in o akıl almaz masa başı zaferini nasıl elde ettiğinin her ince detayını biliyorum ve yalnız bu konuyu işleyen müthiş bir film yapılabilir! Bu konu hakkında virgülüne kadar bizzat Şen’in kendisinden dinlediğim tüm detayları bugünkü G.Saraylı gençler öğrenseler çok mahcup olurlar! Sonra o masa başı zaferinden dönüşte ne mi olmuştu? G.Saray Başkanı Ali Tanrıyar havaalanı apronunda Şen’i karşıladı, Florya’da teşekkür için kokteyle götürdü ve orada alkışlarla altın G.Saray rozetini kendisine taktı. G.Saray’ın o bilindik Avrupa başarıları, ki hepsine çok içten sevinmişimdir, böyle bir Fenerbahçe katkısını da içeriyor. Şen olmasa G. Saray o yıl en büyük kupada yarı-final oynayamayacaktı. Bu konuyu en iyi ve içinden bilenlerden Alp Yalman ve Faruk Süren’den de herkes kontrol edebilir bu tarihi hatırlatmaları. Şen birkaç yıl sonra tekrar Fenerbahçe Başkanı olduğunda, Ali Sami Yen’de küfürlerle karşılanıp sevgili annesi ve kendisi adına farklı bir teşekkür (!) daha almıştı, ama neyse bunu da büyütmeden geçip son iki aya bakalım.
              3 Temmuz’dan itibaren geçen süreçte, TFF ve yeni Başkanı, krizi rahatlatmak için üzerine düşen sorumlulukları aldı. Kulüpler Birliği toplandı ve oybirliğiyle Fenerbahçe’ye destek olma kararı çıktı. Soruşturma sürüyordu. Lig zamanında başlayacaktı. Galatasaray, bir de üstelik kendi televizyonunda bu olaydan hiç söz etmeme kararı almıştı. O günlerde yaptığımız televizyon programlarında sarı-kırmızılıların olgun ve dost tavrına teşekkür bile ettim! Sonra kapalı kapılar ardında G.Saray’da bir tartışma yaşandı. O ilk toplantıya G.Saray adına katılan Ali Dürüst’ün yapıcı ılımlı tavrı gitti, yerine “bu iş örtbas edilemez” diyerek krizi deşmeye ve derinleştirmeye karar vermiş bir “ezeli rakip” geliverdi! TFF sarsıldı, kriz tescil edildi, lig ertelendi. Süper Kupa finali ileriye belirsiz bir tarihe “ertelendi” (!). Sonra yine her kafadan bir sesin çıktığı günlerin ardından, sürecin diğer bir kritik virajını hatırlarsak, 15 Ağustos’ta Mehmet Ali Aydınlar, tekrar iddianamenin bekleneceğini ve savunma hakkının kutsal olduğunu hatırlattı, Avrupa için bildirilen takımların tescil gördüğü tekrar vurgulandı. Akabinde G.Saray tekrar bunun böyle “geçiştirilemeyeceğini” belirtmek adına “ateş üfleyerek sönmez, parmağını kesmezsen gelir kolunu keserler” gibi söylemleri öne süren sert bir bildiri ile sürekli çıkardığı parazitlere yenisini ekledi.” Müzmin muhalefet”in yeni hedefi, TFF’yi Fenerbahçe aleyhine kararlar almaya itmekti. Bu bildiri büyük rahatsızlık yaratıp ortamı tekrar belirsizliğe atarken, Kulüpler Birliği Başkanı İlhan Cavcav, “Galatasaray’ın Kulüpler Birliği’nden ihracını” bile gündeme taşıdı! Bu dönemde G.Saray hala kendisi hakkında ortada dönen iddialardan “Denizli-F.Bahçe maçı günlerinde kasasından çıkan ve izi olmayan 1,5 milyon dolar”ın hesabını veremiyor, sunduğu gazete kupürleri eşliğinde “Song Kamerunda, onu bulun, ona sorun, ona vermiştik” gibi Aziz Nesinlik yanıtlar ortaya sürüyordu…
            Kararsızlığını her an belli eden TFF, yine G.Saray’ın  bu 15 Ağustos sonrası “taze” baskıyla boğuşurken, üzücü “muhbirlik” olayları gelişti. Koskoca TFF, “bizi FİFA’ya, UEFA’ya jurnalleyen kulüpleri unutmayacağız” diyerek G.Saray’ın bu akıl almaz tavrına tepki verdikten iki gün sonra göstermelik müfettiş ziyareti ile o ağır ceza geliverdi. Fenerbahçe Başkanvekili Nihat Özdemir’in ilk tepkisi “Şimdi mutlu musunuz Sn. Başkan?” diye Ünal Aysal’ı aramak olurken, Aysal tersini anlatmaya gayret etti ama tabii ki başaramadı! Zaten bir kaç gün önce başka bir kritik tetikçinin, G.Saraylı ”eski Alman istihbarat ajanı” olarak bahsedilen (!) Talip Doğan Karlıbel’in  Fenerbahçe’ye çelmeyi resmileştiren, müfettişi getirtmede etkili olan dosyayı UEFA’ya ulaştırdığı ortaya çıktı ve bunu da zaten kimse inkar etmedi. TFF nin neredeyse her gün karar değiştirmesinin ve başlarda “bize göre, TFF ne diyorsa, o doğrudur, onun kararlarına saygı duyarız” diyen UEFA’nın tavır değişikliğinin arkasında, büyük ihtimalle çok net olarak G.Saray baskısı ve onun yarattığı türbülans bölgesi vardı. Yoksa. UEFA müfettişi Cornu’nün Istanbul’da 2 kısa gün kalarak sözde oluşturduğu infazcı “kanaat”in başka bir izahı olamaz. Bu muhteşem beyin, şayet dilini bilmediği 27 klasör dosyaya gözleriyle bir bakış atıp tarama yöntemiyle saniyede 8 trilyon işlemle tez-antitez-sentez-analizini  yapmayı başaramıyorsa (!), demek ki bu katı önyargısını besleyecek “yerel” bilgi gönderilerinin etkisi altında kalmıştır UEFA! Burada F.Bahçe yöneticilerine getirilebilecek eleştiri, biraz yargı ve federasyona fazla güvenerek, dış dünyaya ve UEFA’ya yönelik bir yeterli lobi çalışması yürütmemiş olmasıdır.
             Gerisi malumunuz: Fenerbahçe’ye yapılan yargısız infaz, milyonlarca insanın yaşadığı şok, dağılan, yerlerde “süründürülen”, parasızlıkla boğuşan bir kulüp ve futbolcular, belirsizlik içinde kilitlenmiş bir kaos... Sanki futbolun temizliği yalnız Fenerbahçe üzerinden yapılabilecek bir şeymiş gibi yaratılan sahte ve uydurma bir hava, TFF tarafından yargısız infazla UEFA’dan dışlanarak cezalandırılan bir kocaman camia…. Ya da “içi kanayarak”, “bizi artık yerlerde süründürmeyin, her gün değil bir gün ölmek istiyoruz” diye dış dünyaya içini döken Aykut Kocaman ve Fenerbahçe kaptanları…  Bu hatırlatmaları yaptığımda, hemen o meşhur silaha sarılarak “sen şikecileri mi savunuyorsun” diye rest çekenler var. Hayır hiç birimiz şikeyi tabii ki savunmuyoruz, herkes için eşit adalet, hukuk, evrensel savunma hakkı, mantık ve minimum düzeyde de olsa insaf istiyoruz!!
             Fener-G.Saray dostluğu için çok emek vermiş bir insanım. Ama böyle bir “karşılık”, o 1988 jestinden sonra,  rakibin zora düştüğünde nasıl verilir, bunu anlamak, anlatmak imkansızdır. Bugün yaşanan futbol krizinin bu noktalara gelebilmesinin ardında, G.Saray’ın kendisini “taraf bir savcı” rolüne sokması ve işi uzatıp büyütmek için yaptığı perde önü ve arkası hamleler dizisi vardır! Gerçekten hayret ediyor insan sarı-kırmızılıların kendisini bu krizin ortasına yerleştirişine! Ortada işleyen bir yargı süreci varken, Fener’e arkadan hançer saplamak, bu konuda taraf bile olmayan sarı-kırmızılıların görevi mi olmalıydı?  İddiaların doğru veya yanlışlığına yargı karar verir. Kimin suçlu veya suçsuz olduğuna kanaat getirecek olan G.Saray değildir! Ne Süren, Ne rahmetli Canaydın, ne Polat, ne Yalman, tecrübeli hiçbir Başkan bu dostluğa böyle ihanet etmezdi. İşin en ilginci, hatırlattığımız Neuchatel Xamax maçı örneğinde olduğu gibi, Fenerbahçe G.Saray’ın kalkıp UEFA’ya gidip, uğraşarak sarı-lacivertlilerin aldığı bir cezayı kaldırmak için uğraşmasını filan beklemiyordu! Tek bekledikleri, G.Saray’ın bu kriz ve UEFA uzantıları yaşanırken, Kulüpler Birliği’nde fikrini söyleyip ardından susması ve yaşanacakları izlemesiydi. Yani işin arabulucu çözücüsü olmasını değil, fırsattan istifade etmeye kalkışmamasını, gölge etmemesini bekliyordu. Bu maalesef gerçekleşmedi. Bu yakışıksız tavır büyük bir hayal kırıklığı yaratmıştır ve işin kötüsü Galatasaray artık bu lekeyi çok zor temizler Bir kere verilen zarar geri çekilemez.. Keşke bu yönetim hatasının farkına varıp bu durumu düzeltmeye kalkışsa, ama ne gezer… Başkan Aysal’ın etrafını belli ki şahinler kuşatmış ve onu dolduruşa getirerek krizi bu noktalara tırmandırdılar. Belki 12 yıldır Fenerbahçe’nin açık üstünlüğü altında geçen  ve ezeli rekabeti neredeyse sıfırlayan dönemi böylece masa başında kapatmayı umanların yarattığı dalgaların sonucu olarak belirdi “farklı” tavır. Halbuki bu kabul edilebilir bir yöntem değildir. Aslında kulübün içerisinden biliyorum ki Aysal, tam tersine göreve geldiği andan itibaren özellikle Fenerbahçe ile olan dostluğa, maçlarda centilmenliğe özellikle önem veren klas bir insan. Ama ne yazık ki futbolun içinden gelmemesi ve tecrübesizliği bu baskılara boyun eğmesine neden oldu. Her ne kadar son bildirisinde kendisini aynen bu makalenin paralelinde sayılabilecek savlarla eleştiren  ve hesap soran G.Saray divan heyeti üyesi Hayri  Kozak’a yanıt verirken “Biz TFF’yi etkilemeye çalışmadık” dese de, kamu oyu ve özellikle futbol dünyası yaşananların farkında. Tarih unutur mu? Bilmem, belki 30 yıl sonra bir başka kuşak gelir, bir pişmanlık yasası çıkartmaya çalışıp özür diler…
            Kimi aklı evvel, kalkıp bana “bunları söyleyerek Fenerbahçe-Galatasaray arasında kavga çıkartmaya mı çalışıyorsun?” diye soruyor. El insaf derler adama! Sen kalk en zor anında daha umarım yüzlerce yıl yan yana yaşaman gereken komşunun gırtlağına çök, bir fiske de benden dercesine ümüğünü sık, tüm tarafsız ahaliden bile tepki al, ardından bunlar hatırlatılıp önüne konulunca “sen dostluğumuzu mu bozmak istiyorsun” de! Pes doğrusu! Ben tam tersine o ilk günlerde topuk yaylasına gidip Fenerbahçe’ye sevgilerini sunan Düzce Galatasaraylılar derneğine sevgi ve saygılarımı yolluyorum. Kimbilir onlar da ne şaşırmışlardır kulüplerinin bu U dönüşüne… Fenerbahçe-Galatasaray dostluğu, bu ülkenin spor yaşamının temel direğidir. Bu rekabetin güzelliği yıllardır Türk sporunu ileri taşır. Ne yazık ki bunu unutanlar, aklına dahi getirmeyenler oldu. Belki 40 yıl sonra bir UEFA krizi daha çıkar da kendilerini affettirme fırsatı çıkar!
            Aklıma yine Nasreddin Hoca geliyor: “Hasip Emmi köy meydanında yine aleyhine atıp tutuyor, napcan şimdi?” diye haber getiren arkadaşına Hoca sükunetle şu cevabı veriyor: “Mümkün değil, çünkü ben Hasip Emmi’ye hiçbir iyilik yapmadım!”. Çeyrek asır arayla benzer yaşamsal UEFA süreçlerinde iki ezeli rakibin kayıtlara geçen çook farklı  (!) tavrı ne yazık ki ortadadır…
            

ALİ ŞEN’İN JESTİ VE G.SARAY’IN BUGÜN VERDİĞİ KARŞILIK (!) / Bedri Baykam / 30 Agustos 2011 tarihli Cumhuriyet makalesi..


             25 milyon Fenerbahçe taraftarına hem 2011 yazını, hem Bayramı zehir eden ve bitmek bilmeyen cehennem kaosu tüm hızıyla sürüyor.
            Olay bir yandan her an medyada dalgalanıyor, bir yandan da internette büyük “harp” (!) var. Galatasaray ve Trabzonsporlu bazı taraftarların Fenerbahçe’yi medyada savunuyorum diye benimle yaptıkları didişmeler, sarı-lacivertlilerden gelen destek ve siyasi düşmanlarımdan gelen karşı saldırılarla günlerdir Twitter’da ülke trendlerinin zirvelerinde geziniyorum! Yani gerginlik had safhada! İnsanlar birbirini aşağılamak için bel altı her iftiraya, sataşmaya, saldırıya hazırlar ve durdurulamıyorlar. Futbolu bu noktalara taşımaya ne gerek vardı?
            Hafıza tazeleyelim: Ali Şen, ilk Fenerbahçe Başkanı olduğu dönemin ardından, 1988’de  G.Saray o malum büyük Neuchatel Xamax krizini yaşamıştı. 5-0 kazandıkları 0-3’ün rövanş maçından sonra aldıkları disiplin cezası ile fiilen elenmek üzereyken tek can simitleri Ali Şen oldu.. G.Saray’ın yaşadığı sürpriz kriz karşısında duyarsız kalamayan ünlü Başkan, önce başmüfettişin yaşadığı İskoçya’ya, hemen ardından da İsviçre’ye giderek işi çözmüş, kabusu yıldırım operasyonu ve kişisel köklü ilişkileriyle bitirivermişti. Turgut Özal’dan Caucescu’ya, UEFA yöneticilerinden gözlemcilerine kadar herkesi de devreye sokmayı başararak!  Şen’in o akıl almaz masa başı zaferini nasıl elde ettiğinin her ince detayını biliyorum ve yalnız bu konuyu işleyen müthiş bir film yapılabilir! Bu konu hakkında virgülüne kadar bizzat Şen’in kendisinden dinlediğim tüm detayları bugünkü G.Saraylı gençler öğrenseler çok mahcup olurlar! Sonra o masa başı zaferinden dönüşte ne mi olmuştu? G.Saray Başkanı Ali Tanrıyar havaalanı apronunda Şen’i karşıladı, Florya’da teşekkür için kokteyle götürdü ve orada alkışlarla altın G.Saray rozetini kendisine taktı. G.Saray’ın o bilindik Avrupa başarıları, ki hepsine çok içten sevinmişimdir, böyle bir Fenerbahçe katkısını da içeriyor. Şen olmasa G. Saray o yıl en büyük kupada yarı-final oynayamayacaktı. Bu konuyu en iyi ve içinden bilenlerden Alp Yalman ve Faruk Süren’den de herkes kontrol edebilir bu tarihi hatırlatmaları. Şen birkaç yıl sonra tekrar Fenerbahçe Başkanı olduğunda, Ali Sami Yen’de küfürlerle karşılanıp sevgili annesi ve kendisi adına farklı bir teşekkür (!) daha almıştı, ama neyse bunu da büyütmeden geçip son iki aya bakalım.
              3 Temmuz’dan itibaren geçen süreçte, TFF ve yeni Başkanı, krizi rahatlatmak için üzerine düşen sorumlulukları aldı. Kulüpler Birliği toplandı ve oybirliğiyle Fenerbahçe’ye destek olma kararı çıktı. Soruşturma sürüyordu. Lig zamanında başlayacaktı. Galatasaray, bir de üstelik kendi televizyonunda bu olaydan hiç söz etmeme kararı almıştı. O günlerde yaptığımız televizyon programlarında sarı-kırmızılıların olgun ve dost tavrına teşekkür bile ettim! Sonra kapalı kapılar ardında G.Saray’da bir tartışma yaşandı. O ilk toplantıya G.Saray adına katılan Ali Dürüst’ün yapıcı ılımlı tavrı gitti, yerine “bu iş örtbas edilemez” diyerek krizi deşmeye ve derinleştirmeye karar vermiş bir “ezeli rakip” geliverdi! TFF sarsıldı, kriz tescil edildi, lig ertelendi. Süper Kupa finali ileriye belirsiz bir tarihe “ertelendi” (!). Sonra yine her kafadan bir sesin çıktığı günlerin ardından, sürecin diğer bir kritik virajını hatırlarsak, 15 Ağustos’ta Mehmet Ali Aydınlar, tekrar iddianamenin bekleneceğini ve savunma hakkının kutsal olduğunu hatırlattı, Avrupa için bildirilen takımların tescil gördüğü tekrar vurgulandı. Akabinde G.Saray tekrar bunun böyle “geçiştirilemeyeceğini” belirtmek adına “ateş üfleyerek sönmez, parmağını kesmezsen gelir kolunu keserler” gibi söylemleri öne süren sert bir bildiri ile sürekli çıkardığı parazitlere yenisini ekledi.” Müzmin muhalefet”in yeni hedefi, TFF’yi Fenerbahçe aleyhine kararlar almaya itmekti. Bu bildiri büyük rahatsızlık yaratıp ortamı tekrar belirsizliğe atarken, Kulüpler Birliği Başkanı İlhan Cavcav, “Galatasaray’ın Kulüpler Birliği’nden ihracını” bile gündeme taşıdı! Bu dönemde G.Saray hala kendisi hakkında ortada dönen iddialardan “Denizli-F.Bahçe maçı günlerinde kasasından çıkan ve izi olmayan 1,5 milyon dolar”ın hesabını veremiyor, sunduğu gazete kupürleri eşliğinde “Song Kamerunda, onu bulun, ona sorun, ona vermiştik” gibi Aziz Nesinlik yanıtlar ortaya sürüyordu…
            Kararsızlığını her an belli eden TFF, yine G.Saray’ın  bu 15 Ağustos sonrası “taze” baskıyla boğuşurken, üzücü “muhbirlik” olayları gelişti. Koskoca TFF, “bizi FİFA’ya, UEFA’ya jurnalleyen kulüpleri unutmayacağız” diyerek G.Saray’ın bu akıl almaz tavrına tepki verdikten iki gün sonra göstermelik müfettiş ziyareti ile o ağır ceza geliverdi. Fenerbahçe Başkanvekili Nihat Özdemir’in ilk tepkisi “Şimdi mutlu musunuz Sn. Başkan?” diye Ünal Aysal’ı aramak olurken, Aysal tersini anlatmaya gayret etti ama tabii ki başaramadı! Zaten bir kaç gün önce başka bir kritik tetikçinin, G.Saraylı ”eski Alman istihbarat ajanı” olarak bahsedilen (!) Talip Doğan Karlıbel’in  Fenerbahçe’ye çelmeyi resmileştiren, müfettişi getirtmede etkili olan dosyayı UEFA’ya ulaştırdığı ortaya çıktı ve bunu da zaten kimse inkar etmedi. TFF nin neredeyse her gün karar değiştirmesinin ve başlarda “bize göre, TFF ne diyorsa, o doğrudur, onun kararlarına saygı duyarız” diyen UEFA’nın tavır değişikliğinin arkasında, büyük ihtimalle çok net olarak G.Saray baskısı ve onun yarattığı türbülans bölgesi vardı. Yoksa. UEFA müfettişi Cornu’nün Istanbul’da 2 kısa gün kalarak sözde oluşturduğu infazcı “kanaat”in başka bir izahı olamaz. Bu muhteşem beyin, şayet dilini bilmediği 27 klasör dosyaya gözleriyle bir bakış atıp tarama yöntemiyle saniyede 8 trilyon işlemle tez-antitez-sentez-analizini  yapmayı başaramıyorsa (!), demek ki bu katı önyargısını besleyecek “yerel” bilgi gönderilerinin etkisi altında kalmıştır UEFA! Burada F.Bahçe yöneticilerine getirilebilecek eleştiri, biraz yargı ve federasyona fazla güvenerek, dış dünyaya ve UEFA’ya yönelik bir yeterli lobi çalışması yürütmemiş olmasıdır.
             Gerisi malumunuz: Fenerbahçe’ye yapılan yargısız infaz, milyonlarca insanın yaşadığı şok, dağılan, yerlerde “süründürülen”, parasızlıkla boğuşan bir kulüp ve futbolcular, belirsizlik içinde kilitlenmiş bir kaos... Sanki futbolun temizliği yalnız Fenerbahçe üzerinden yapılabilecek bir şeymiş gibi yaratılan sahte ve uydurma bir hava, TFF tarafından yargısız infazla UEFA’dan dışlanarak cezalandırılan bir kocaman camia…. Ya da “içi kanayarak”, “bizi artık yerlerde süründürmeyin, her gün değil bir gün ölmek istiyoruz” diye dış dünyaya içini döken Aykut Kocaman ve Fenerbahçe kaptanları…  Bu hatırlatmaları yaptığımda, hemen o meşhur silaha sarılarak “sen şikecileri mi savunuyorsun” diye rest çekenler var. Hayır hiç birimiz şikeyi tabii ki savunmuyoruz, herkes için eşit adalet, hukuk, evrensel savunma hakkı, mantık ve minimum düzeyde de olsa insaf istiyoruz!!
             Fener-G.Saray dostluğu için çok emek vermiş bir insanım. Ama böyle bir “karşılık”, o 1988 jestinden sonra,  rakibin zora düştüğünde nasıl verilir, bunu anlamak, anlatmak imkansızdır. Bugün yaşanan futbol krizinin bu noktalara gelebilmesinin ardında, G.Saray’ın kendisini “taraf bir savcı” rolüne sokması ve işi uzatıp büyütmek için yaptığı perde önü ve arkası hamleler dizisi vardır! Gerçekten hayret ediyor insan sarı-kırmızılıların kendisini bu krizin ortasına yerleştirişine! Ortada işleyen bir yargı süreci varken, Fener’e arkadan hançer saplamak, bu konuda taraf bile olmayan sarı-kırmızılıların görevi mi olmalıydı?  İddiaların doğru veya yanlışlığına yargı karar verir. Kimin suçlu veya suçsuz olduğuna kanaat getirecek olan G.Saray değildir! Ne Süren, Ne rahmetli Canaydın, ne Polat, ne Yalman, tecrübeli hiçbir Başkan bu dostluğa böyle ihanet etmezdi. İşin en ilginci, hatırlattığımız Neuchatel Xamax maçı örneğinde olduğu gibi, Fenerbahçe G.Saray’ın kalkıp UEFA’ya gidip, uğraşarak sarı-lacivertlilerin aldığı bir cezayı kaldırmak için uğraşmasını filan beklemiyordu! Tek bekledikleri, G.Saray’ın bu kriz ve UEFA uzantıları yaşanırken, Kulüpler Birliği’nde fikrini söyleyip ardından susması ve yaşanacakları izlemesiydi. Yani işin arabulucu çözücüsü olmasını değil, fırsattan istifade etmeye kalkışmamasını, gölge etmemesini bekliyordu. Bu maalesef gerçekleşmedi. Bu yakışıksız tavır büyük bir hayal kırıklığı yaratmıştır ve işin kötüsü Galatasaray artık bu lekeyi çok zor temizler Bir kere verilen zarar geri çekilemez.. Keşke bu yönetim hatasının farkına varıp bu durumu düzeltmeye kalkışsa, ama ne gezer… Başkan Aysal’ın etrafını belli ki şahinler kuşatmış ve onu dolduruşa getirerek krizi bu noktalara tırmandırdılar. Belki 12 yıldır Fenerbahçe’nin açık üstünlüğü altında geçen  ve ezeli rekabeti neredeyse sıfırlayan dönemi böylece masa başında kapatmayı umanların yarattığı dalgaların sonucu olarak belirdi “farklı” tavır. Halbuki bu kabul edilebilir bir yöntem değildir. Aslında kulübün içerisinden biliyorum ki Aysal, tam tersine göreve geldiği andan itibaren özellikle Fenerbahçe ile olan dostluğa, maçlarda centilmenliğe özellikle önem veren klas bir insan. Ama ne yazık ki futbolun içinden gelmemesi ve tecrübesizliği bu baskılara boyun eğmesine neden oldu. Her ne kadar son bildirisinde kendisini aynen bu makalenin paralelinde sayılabilecek savlarla eleştiren  ve hesap soran G.Saray divan heyeti üyesi Hayri  Kozak’a yanıt verirken “Biz TFF’yi etkilemeye çalışmadık” dese de, kamu oyu ve özellikle futbol dünyası yaşananların farkında. Tarih unutur mu? Bilmem, belki 30 yıl sonra bir başka kuşak gelir, bir pişmanlık yasası çıkartmaya çalışıp özür diler…
            Kimi aklı evvel, kalkıp bana “bunları söyleyerek Fenerbahçe-Galatasaray arasında kavga çıkartmaya mı çalışıyorsun?” diye soruyor. El insaf derler adama! Sen kalk en zor anında daha umarım yüzlerce yıl yan yana yaşaman gereken komşunun gırtlağına çök, bir fiske de benden dercesine ümüğünü sık, tüm tarafsız ahaliden bile tepki al, ardından bunlar hatırlatılıp önüne konulunca “sen dostluğumuzu mu bozmak istiyorsun” de! Pes doğrusu! Ben tam tersine o ilk günlerde topuk yaylasına gidip Fenerbahçe’ye sevgilerini sunan Düzce Galatasaraylılar derneğine sevgi ve saygılarımı yolluyorum. Kimbilir onlar da ne şaşırmışlardır kulüplerinin bu U dönüşüne… Fenerbahçe-Galatasaray dostluğu, bu ülkenin spor yaşamının temel direğidir. Bu rekabetin güzelliği yıllardır Türk sporunu ileri taşır. Ne yazık ki bunu unutanlar, aklına dahi getirmeyenler oldu. Belki 40 yıl sonra bir UEFA krizi daha çıkar da kendilerini affettirme fırsatı çıkar!
            Aklıma yine Nasreddin Hoca geliyor: “Hasip Emmi köy meydanında yine aleyhine atıp tutuyor, napcan şimdi?” diye haber getiren arkadaşına Hoca sükunetle şu cevabı veriyor: “Mümkün değil, çünkü ben Hasip Emmi’ye hiçbir iyilik yapmadım!”. Çeyrek asır arayla benzer yaşamsal UEFA süreçlerinde iki ezeli rakibin kayıtlara geçen çook farklı  (!) tavrı ne yazık ki ortadadır…
            

23 Ağustos 2011 Salı

BEYOĞLU: AKP "GÖREVİNİ" YAPIYOR, PEKİ YA CHP? / Bedri Baykam / 23 Agustos 2011 tarihli Cumhuriyet makalesi..


Son günlerde aralarında konuşan AKP’liler “yahu ne kadar kolay oluyor artık şey” diye birbirleriyle gülüşüyorlardır. Gerçekten de her şey onlar adına her konuda mükemmel gidiyor. Artık her dedikleri emir: Tak fişi bitir işi.
Beyoğlu çıkartmasını AKP yıllardır sabırlı şekilde planladı, tezgahı hazırladı. Oralardan her geçtiklerinde, değişik yerlerde eğlenen insanlar onlara battı. “Siz daha keyfinizi sürün, son gülen iyi güler” dediler. Güçlenmeyi beklediler sabırla. Sırayla basın, ordu, yargı ve sonunda ideolojik olarak CHP yok olduktan sonra “Yallah” diye saldırdılar. Ne de olsa geçen yıl “yetmez ama evet”çilerin saflıktan yerlerde sürünen desteğini de arkalarına alıp hukuk kapısını sağlamca kapamışlardı. Bahaneler hazırdı. “Yola taştınız” dediler, Asmalı’da masaları ve sandalyeleri hoyratça kaldırdılar… Gülünç şekilde “ruhsatınız yok” deyip o etrafa neşe saçarak güler yüzle çalan müzisyenleri, hem de enstrümanlarına el koyarak yok ettiler. Yetmedi, Galata’da keyifle kadeh tokuşturan masalara taktılar, onları da topladılar. Şimdi müşterilerinin %90’ını kaybeden ve nefesleri kesilen işletmelerin çaresizlik içinde yok olmalarını heyecanla bekliyorlar.
“Pera”da yaşananlar tarihi-sinematografik sahneler. Evet, ama YETMEZ… Tüm işletmeler, bir araya gelerek referandumla “artık Türkiye’de yeni bir ileri demokrasi dönemi”nin başladığını anlatan numaracı Cumhuriyetçilerden yerlerden tükürdüklerini yalamalarını istemeliler. Belki böylece saçtıkları çamurları temizleyip Beyoğlu’nu kurtarabilirler. Renkli laleler, Dalton kardeşler… Artık ortalarda fink atmıyorlar. Aynen “hoşgörü” kelimesi gibi kullanım süreleri doldu, şimdi yıkım sürecinde onlara gerek kalmadı. (Hoşgörünün, türban için bile geçerliliği kalmadı, Kılıçdaroğlu sağ olsun!) “Laikçi”ler dedikleri çağdaş insanlara karşı tam tersine güçlerinin yettiği her noktada çemberi daraltıyorlar. AKP’lilerin özgürlük kelimesi ile tek ilişkileri ona kökten düşmanlıkları. Onlar her gülücüğe, flörte, hatta heykele buz gibi bakıyorlar. Sırayla attıkları her adımın hedefi, herhalde “kafir yuvası” muamelesi gören Beyoğlu’nu ıslah edip Fatih’e benzetmek.
Son haftalarda Beyoğlu’nun yalnız yaşam tarzına değil, ideolojisine de saldırdılar. Cumhuriyetçi Aydınlık Gazetesi ve İşçi Partisi de bu hoşgörü çıkartmasından nasibini aldı. “İleri demokratlar” muhalefet hakkına şans tanımak istemiyorlar. Haklı eylemlere imza atan “Hepimiz Ermeniyiz” grubundan tut da, Şener ve Şık savunucularına veya büyük medyanın şöhretlerine kadar, kimsenin de kılı kıpırdamadı! Hani o ulvi demokrasi kelimesinin anlamı içinde, düşmanlarının bile ifade hakkı için can vermeye meraklılardı? Geçiniz efendim…
Bir parti hatırlıyorum. Atatürk’ün kurduğu, ardından da yıllarca karanlıkla, Menderes’le, AP’yle, Özal’la, AKP’yle yıllarca, başarılı olsa da olmasa da mücadele eden…  Bugün o parti de tüm ideolojik alt yapısından kopmuş. Laiklik, Cumhuriyet, çağdaş yaşam artık ana kapsama alanından çıkmış! CHP, maalesef ne bar-restoranları, ne sokak müzisyenlerini, ne heykeltıraşları savunmaya değer görüyor. Varsa yoksa AKP’ye benzeme yarışı ve ailelere yapılacak 600 TL’lik yardım paketi… Bu dönemde yaşananlar, normalde CHP’nin her gününü sokakta geçirerek AKP politikalarının mağdurlarıyla dayanışmasını gerektiriyor. Ama bunlar gerçek hayatta karşılık bulamıyor. CHP Milletvekili İsa Gök’ün bireysel çabaları dışında CHP’yi pek ortalarda göremedik. Açık konuşmak gerekirse, CHP’nin İşçi Partisi'nin çözümlemeleri ve Aydınlık Gazetesi’ni daha yakından takip edip muhalefet stilini gözden geçirmesi lazım. CHP konuyu kavramayı başarsa, bugün yurdu ayağa kaldırabilir. Ama CHP, iktidar partisine benzemeye çalışıp onun seçmenlerini ürkütmemekten başka bir düşünce geliştiremez durumda!
Kimbilir tepemizdeki bu sıkıntı bulutları veya CHP hakkında büyük şair Can Yücel ne derdi? Mezarına bile tahammül edemeyip, ölülere bile “hoşgörü” ile yaklaşmayı düşünemeyen beyni çürümüş güruh hakkında mesela? Beyoğlu’nda yudumlayacağı içkisine bile katlanamayan özürlülerin alnına hangi dizelerini yapıştırırdı? Bu sorulara “Can Baba” adına yanıt arayan çok seveni oldu. Yıkılan mezartaşı anıtın sahibi “kader” dostum Mehmet Aksoy’la beraber Yücel’i anmak üzere UPSD olarak yarın Çarşamba,  ortak bir basın toplantısı yapacağız: Taxim Hill Hotel, Sıraselviler Caddesi,saat: 10.30.

BEYOĞLU: AKP "GÖREVİNİ" YAPIYOR, PEKİ YA CHP? / Bedri Baykam / 23 Agustos 2011 tarihli Cumhuriyet makalesi..


Son günlerde aralarında konuşan AKP’liler “yahu ne kadar kolay oluyor artık şey” diye birbirleriyle gülüşüyorlardır. Gerçekten de her şey onlar adına her konuda mükemmel gidiyor. Artık her dedikleri emir: Tak fişi bitir işi.
Beyoğlu çıkartmasını AKP yıllardır sabırlı şekilde planladı, tezgahı hazırladı. Oralardan her geçtiklerinde, değişik yerlerde eğlenen insanlar onlara battı. “Siz daha keyfinizi sürün, son gülen iyi güler” dediler. Güçlenmeyi beklediler sabırla. Sırayla basın, ordu, yargı ve sonunda ideolojik olarak CHP yok olduktan sonra “Yallah” diye saldırdılar. Ne de olsa geçen yıl “yetmez ama evet”çilerin saflıktan yerlerde sürünen desteğini de arkalarına alıp hukuk kapısını sağlamca kapamışlardı. Bahaneler hazırdı. “Yola taştınız” dediler, Asmalı’da masaları ve sandalyeleri hoyratça kaldırdılar… Gülünç şekilde “ruhsatınız yok” deyip o etrafa neşe saçarak güler yüzle çalan müzisyenleri, hem de enstrümanlarına el koyarak yok ettiler. Yetmedi, Galata’da keyifle kadeh tokuşturan masalara taktılar, onları da topladılar. Şimdi müşterilerinin %90’ını kaybeden ve nefesleri kesilen işletmelerin çaresizlik içinde yok olmalarını heyecanla bekliyorlar.
“Pera”da yaşananlar tarihi-sinematografik sahneler. Evet, ama YETMEZ… Tüm işletmeler, bir araya gelerek referandumla “artık Türkiye’de yeni bir ileri demokrasi dönemi”nin başladığını anlatan numaracı Cumhuriyetçilerden yerlerden tükürdüklerini yalamalarını istemeliler. Belki böylece saçtıkları çamurları temizleyip Beyoğlu’nu kurtarabilirler. Renkli laleler, Dalton kardeşler… Artık ortalarda fink atmıyorlar. Aynen “hoşgörü” kelimesi gibi kullanım süreleri doldu, şimdi yıkım sürecinde onlara gerek kalmadı. (Hoşgörünün, türban için bile geçerliliği kalmadı, Kılıçdaroğlu sağ olsun!) “Laikçi”ler dedikleri çağdaş insanlara karşı tam tersine güçlerinin yettiği her noktada çemberi daraltıyorlar. AKP’lilerin özgürlük kelimesi ile tek ilişkileri ona kökten düşmanlıkları. Onlar her gülücüğe, flörte, hatta heykele buz gibi bakıyorlar. Sırayla attıkları her adımın hedefi, herhalde “kafir yuvası” muamelesi gören Beyoğlu’nu ıslah edip Fatih’e benzetmek.
Son haftalarda Beyoğlu’nun yalnız yaşam tarzına değil, ideolojisine de saldırdılar. Cumhuriyetçi Aydınlık Gazetesi ve İşçi Partisi de bu hoşgörü çıkartmasından nasibini aldı. “İleri demokratlar” muhalefet hakkına şans tanımak istemiyorlar. Haklı eylemlere imza atan “Hepimiz Ermeniyiz” grubundan tut da, Şener ve Şık savunucularına veya büyük medyanın şöhretlerine kadar, kimsenin de kılı kıpırdamadı! Hani o ulvi demokrasi kelimesinin anlamı içinde, düşmanlarının bile ifade hakkı için can vermeye meraklılardı? Geçiniz efendim…
Bir parti hatırlıyorum. Atatürk’ün kurduğu, ardından da yıllarca karanlıkla, Menderes’le, AP’yle, Özal’la, AKP’yle yıllarca, başarılı olsa da olmasa da mücadele eden…  Bugün o parti de tüm ideolojik alt yapısından kopmuş. Laiklik, Cumhuriyet, çağdaş yaşam artık ana kapsama alanından çıkmış! CHP, maalesef ne bar-restoranları, ne sokak müzisyenlerini, ne heykeltıraşları savunmaya değer görüyor. Varsa yoksa AKP’ye benzeme yarışı ve ailelere yapılacak 600 TL’lik yardım paketi… Bu dönemde yaşananlar, normalde CHP’nin her gününü sokakta geçirerek AKP politikalarının mağdurlarıyla dayanışmasını gerektiriyor. Ama bunlar gerçek hayatta karşılık bulamıyor. CHP Milletvekili İsa Gök’ün bireysel çabaları dışında CHP’yi pek ortalarda göremedik. Açık konuşmak gerekirse, CHP’nin İşçi Partisi'nin çözümlemeleri ve Aydınlık Gazetesi’ni daha yakından takip edip muhalefet stilini gözden geçirmesi lazım. CHP konuyu kavramayı başarsa, bugün yurdu ayağa kaldırabilir. Ama CHP, iktidar partisine benzemeye çalışıp onun seçmenlerini ürkütmemekten başka bir düşünce geliştiremez durumda!
Kimbilir tepemizdeki bu sıkıntı bulutları veya CHP hakkında büyük şair Can Yücel ne derdi? Mezarına bile tahammül edemeyip, ölülere bile “hoşgörü” ile yaklaşmayı düşünemeyen beyni çürümüş güruh hakkında mesela? Beyoğlu’nda yudumlayacağı içkisine bile katlanamayan özürlülerin alnına hangi dizelerini yapıştırırdı? Bu sorulara “Can Baba” adına yanıt arayan çok seveni oldu. Yıkılan mezartaşı anıtın sahibi “kader” dostum Mehmet Aksoy’la beraber Yücel’i anmak üzere UPSD olarak yarın Çarşamba,  ortak bir basın toplantısı yapacağız: Taxim Hill Hotel, Sıraselviler Caddesi,saat: 10.30.

20 Ağustos 2011 Cumartesi

UPSD’DEN BEYOGLU’NA YÖNELİK YAŞAM TARZI SALDIRILARINA TEPKİ..




Uluslararası Plastik Sanatlar Derneği olarak, 2011 yaz aylarında önceden planlandığı her halinden belli olan beklenilmedik sözde resmi eylem ve uygulamalar dizisi ile Beyoğlu’na yapılan gerici müdahalelerden son derece rahatsızız.

Özgürlük, laiklik ve özgür yaşam tarzı seçimlerine açıkça müdahale etmesinin yanı sıra bu saldırılar, yalnız İstanbul’un bu eşsiz tarihi dokusunun büyük yaralar almasına neden olmamış, aynı zamanda yurdun her yerinde yaşayan aydın, ilerici, demokrat insanların vicdanını yaralamıştır. Asmalımescit’te yok edilmek istenen eğlence kültürü ve gece hayatı, terörist muamelesi gören müzisyenler, hiçbir trafiğe engel olmamalarına rağmen palas pandıras kaldırılan Galata restoranlarının açık hava masaları, bunlar ve buna benzer her uygulama için Beyoğlu Belediyesi’nin, Büyükşehir Belediyesi’nin veya hükümetin sözde tatmin edici birçok farklı nedenleri öne süren açıklamaları mevcuttur. Bizler tabi ki bütün bu gerekçelerin birer bahaneden ibaret olduğunun farkındayız. Başta türban olmak üzere kendilerini ilgilendiren her konuda özgürlük, hoşgörü, demokrasi ve farklı yaşam tarzlarına saygıdan söz eden birçok politikacı yazar ve bürokratın, gerçekte samimiyetten ne kadar uzak oldukları böylece tüm çıplaklığı ile ortaya çıkmıştır. Son 9 yılda dayatılan politikalarla Anadolu’da neredeyse içkili lokanta kalmamışken İstanbul’da veya Ege, Akdeniz sahil şeritlerindeki özgür, çağdaş yaşam tarzlarına bile tahammül edemeyen bağnaz bir zihniyetin karanlık emellerini ortaya çıkarmıştır. ‘Trafik, gürültü, ruhsat, şikayet gibi’ farklı uydurma gerekçelerle ardı ardına yapılan uygulamalar Beyoğlu’nu Fatih’in veya İran’ın yaşam tarzına yaklaştırmaktan başka hiçbir hedefi olmayan ve çok kültürlü evrensel ‘Pera kültürü’ne yakışmayan esef verici uygulamalardır.

Hoşgörü adı altında türban ve dini yaşam tarzları dışında bu kelimeyi yalnız ‘farklı dinlerin bir arada yaşaması' olarak tanımlamak isteyenler, şunları bilmelidir:

Gerçek hoşgörü, dinini gerekleriyle yaşayanlar kadar, eğlence kültürüne, pop ve rock müziğine veya özgür yaşam tarzlarına, flörte, içkiye, erotizme, çağdaş sanata, heykellere yönelik, bütün farklı yaşam tarzlarını aynı ortak çatı altında buluşturan bir esnek ve yumuşak bakış açısının adıdır.

Özetle bugün Beyoğlu’nu, İstanbul’u ve Türkiye’yi yönetenler için hoşgörü kelimesi artık hiçbir anlam taşımayan içi boşaltılmış bir kelime olarak görülmektedir. Yok, edilmek istenen sanatçının yaratıcı ruhu, özgür düşünce sistemi, laik bağımsız eğitim ve özgür vatandaşın bireysel duruşu ve hepsinden önemlisi yüksek sesli bir içten kahkahanın hoş sedasıdır.

Türkiye’nin tüm aydın ve hoşgörülü vatandaşlarını acilen bu kültür katliamına, yaşam tarzı saldırısına dur demeye davet ediyoruz ve bu güne kadar bu konuda kılını kıpırdatmayarak yaşananları bir turist gibi izlemekle yetinen tüm muhalefet partilerine demokratik görevlerini hatırlatıyoruz.

20.08.2011
UNESCO-AIAP Türkiye Ulusal Komitesi
Uluslararası Plastık Sanatlar Derneği
Başkan
Bedri Baykam


Yönetim Kurulu
Bahri Genç
Safiye Mine Erdurak
Berna Erkün
Hülya Küpçüoğlu
Murat Havan
Melik İskender

UPSD’DEN BEYOGLU’NA YÖNELİK YAŞAM TARZI SALDIRILARINA TEPKİ..




Uluslararası Plastik Sanatlar Derneği olarak, 2011 yaz aylarında önceden planlandığı her halinden belli olan beklenilmedik sözde resmi eylem ve uygulamalar dizisi ile Beyoğlu’na yapılan gerici müdahalelerden son derece rahatsızız.

Özgürlük, laiklik ve özgür yaşam tarzı seçimlerine açıkça müdahale etmesinin yanı sıra bu saldırılar, yalnız İstanbul’un bu eşsiz tarihi dokusunun büyük yaralar almasına neden olmamış, aynı zamanda yurdun her yerinde yaşayan aydın, ilerici, demokrat insanların vicdanını yaralamıştır. Asmalımescit’te yok edilmek istenen eğlence kültürü ve gece hayatı, terörist muamelesi gören müzisyenler, hiçbir trafiğe engel olmamalarına rağmen palas pandıras kaldırılan Galata restoranlarının açık hava masaları, bunlar ve buna benzer her uygulama için Beyoğlu Belediyesi’nin, Büyükşehir Belediyesi’nin veya hükümetin sözde tatmin edici birçok farklı nedenleri öne süren açıklamaları mevcuttur. Bizler tabi ki bütün bu gerekçelerin birer bahaneden ibaret olduğunun farkındayız. Başta türban olmak üzere kendilerini ilgilendiren her konuda özgürlük, hoşgörü, demokrasi ve farklı yaşam tarzlarına saygıdan söz eden birçok politikacı yazar ve bürokratın, gerçekte samimiyetten ne kadar uzak oldukları böylece tüm çıplaklığı ile ortaya çıkmıştır. Son 9 yılda dayatılan politikalarla Anadolu’da neredeyse içkili lokanta kalmamışken İstanbul’da veya Ege, Akdeniz sahil şeritlerindeki özgür, çağdaş yaşam tarzlarına bile tahammül edemeyen bağnaz bir zihniyetin karanlık emellerini ortaya çıkarmıştır. ‘Trafik, gürültü, ruhsat, şikayet gibi’ farklı uydurma gerekçelerle ardı ardına yapılan uygulamalar Beyoğlu’nu Fatih’in veya İran’ın yaşam tarzına yaklaştırmaktan başka hiçbir hedefi olmayan ve çok kültürlü evrensel ‘Pera kültürü’ne yakışmayan esef verici uygulamalardır.

Hoşgörü adı altında türban ve dini yaşam tarzları dışında bu kelimeyi yalnız ‘farklı dinlerin bir arada yaşaması' olarak tanımlamak isteyenler, şunları bilmelidir:

Gerçek hoşgörü, dinini gerekleriyle yaşayanlar kadar, eğlence kültürüne, pop ve rock müziğine veya özgür yaşam tarzlarına, flörte, içkiye, erotizme, çağdaş sanata, heykellere yönelik, bütün farklı yaşam tarzlarını aynı ortak çatı altında buluşturan bir esnek ve yumuşak bakış açısının adıdır.

Özetle bugün Beyoğlu’nu, İstanbul’u ve Türkiye’yi yönetenler için hoşgörü kelimesi artık hiçbir anlam taşımayan içi boşaltılmış bir kelime olarak görülmektedir. Yok, edilmek istenen sanatçının yaratıcı ruhu, özgür düşünce sistemi, laik bağımsız eğitim ve özgür vatandaşın bireysel duruşu ve hepsinden önemlisi yüksek sesli bir içten kahkahanın hoş sedasıdır.

Türkiye’nin tüm aydın ve hoşgörülü vatandaşlarını acilen bu kültür katliamına, yaşam tarzı saldırısına dur demeye davet ediyoruz ve bu güne kadar bu konuda kılını kıpırdatmayarak yaşananları bir turist gibi izlemekle yetinen tüm muhalefet partilerine demokratik görevlerini hatırlatıyoruz.

20.08.2011
UNESCO-AIAP Türkiye Ulusal Komitesi
Uluslararası Plastık Sanatlar Derneği
Başkan
Bedri Baykam


Yönetim Kurulu
Bahri Genç
Safiye Mine Erdurak
Berna Erkün
Hülya Küpçüoğlu
Murat Havan
Melik İskender

16 Ağustos 2011 Salı

"İLERİ" DEĞİL, PARODİ DEMOKRASİSİ! / Bedri Baykam / 16 Agustos 2011 tarihli Cumhuriyet makalesi..


 Geçen hafta güncel örneklerle “sivilleşen bir rejimin illa demokratikleşme getirmediğini” gördük. Türkiye’nin nasıl “ileri demokrasi” adı altında,  tersine bir ”Parodi Demokrasisi” ne sürüklendiğini artık kabul edip acı da olsa bu terminolojiyi siyasi sözlüğümüze katmalıyız…
          Öncelikle edebiyat ve sanat alanlarında da kullanılan Parodi deyiminin anlamını hatırlayalım: Gerçek önemli bir edebi eserin veya müzik kompozisyonunun abartılı şekilde mizahi ve hiciv dolu taklidi. Demokrasimizin içine itildiği çukur bundan iyi ifade edilebilir mi? Gerçek demokrasileri tanımlayan kuvvetler ayrılığı ve özgür ifade şartlarını geçen hafta ve birçok yazımda gündeme getirdim. Türkiye’de yaşananları hatırlayınca ise, ortaya bambaşka bir tablo çıkıyor:
          Yasama yani Parlamentoda tek parti iktidarını sürdüren bir siyasi oluşum, muhalefeti dinlemeden buldozer gibi ülkenin temel yapılarını “statükoculuktan kopma”(!) adı altında dümdüz ediyor. Yargı, 12 Eylül Referandumu’ndan sonra siyasi iktidarın mutlak denebilecek bir kontrolü altına girmiş, Hükümet bu denetim mekanizmasının zirvelerine en “güvenilir” eşi dostunu atayarak kendi dokunulmazlığını pekiştiriyor, tüm “düşmanlarının” dokunulabilirliğini de herkese tekrar hissettirmiş oluyor! Silivri’de süren ve “gizli tanık”larının çelişki ve komedyası ayyuka çıkmış Yargılama Parodisi sahnesinde,  yaşamsal koşulları hiçe sayılarak yıllarca zindanlara atılıp ortaçağ şartlarında tutulan yazar ve gazetecilerin vicdanları kanatan direnişleri, evrenin azap tarihine geçiyor.
          Medyaya göz atacak olursak, üç malum gerçek muhalif cesur gazete ve bazı onurlu yazarlar dışında pespayeliğin ve iflasın doruk noktasından başka hiçbir şey göremiyoruz. Ülkenin tüm gidişatını ve geleceğini ilgilendiren en “flaş” (!) manşetlik haberler birbiri peşi sıra yaşanırken, necip Türk basını bunları yok sayarak Hükümeti kızdırmamak ve böylece patronlarının diğer işlerini uçurumdan aşağı sarkıtmamak dışında hiçbir şey düşünemiyor. İhale veya atamalardaki anti-laik net seçimler veya yolsuzluk iddiaları da direkt çöpe atılıyor. Yani medyanın işlevi bitmiş, yaşayan ölüye dönmüş, kendine cehennemi layık görmüş, meslek ve insanlık onurunu iki paralık etmiş.
          TSK’ ya gelince, artık hakkında yorum yapmamak en hayırlı çıkar yol sayılacak bir kimlik kaybına yuvarlanmış, hafızasını ve davranış kodlarını toptan yitirmiş bir kurum olarak köşeye çekilmiş. Ana muhalefet,  CHP aynı bellek iflasıyla kendi geçmişini silerek bu Cumhuriyetin nasıl kurulduğunu ve ayakta kalabildiğini unutmuş. Tek çıkış yolu olarak iktidarın ideolojisinin bir kötü parodisini yapmaya şartlanmış, laikliğin ve yaşam tarzı özgürlüklerinin yurdun her köşesinde iğfal edilişi hakkında ağzını açmamaya yemin etmiş… Diğer muhalefet partilerinden biri ise iktidarın grip olduğu anlarda, onu sırtında dağlarda taşıyan bir gizli dost olarak ünlenmiş.
          Sivil toplum, hükümetin baskıları ve açılan “sürrealist” davalarla bitkisel hayata sokulmuş, artık “Kanarya Sevenler Derneği”nden farkı kalmamış. ( O da “kanarya” kelimesi Fenerbahçe anlamında kullanılmazsa!) Gençlik, 12 Eylül sendromunu hala atlatamamış, kazara protesto yürüyüşü yaparsa, sonra usluca dizi ve maç seyretmek için evine dönüyor…
           Nasıl futbol yazılarımda üç yıldır “Fenerbahçe’li Guiza’nın santrforluk mesleğiyle hiçbir bağlantısı yoktur” diyorsam, bu teslim alınmış ortamın, hiçbir noktası da gerçek bir demokrasiyle ilişkilendirilemez. Türkiye artık tüm hücreleriyle “Demokrasi Parodisi” adlı piyes oynanan bir çöl çadırına benzemiştir. Muhalefet etmenin tüm anayasal, hukuki, fiili altyapısı yok edilmiştir. Hükümet dahi bir buluşla, demokrasiyi bitiren her hamlesi hakkında dünyaya “bakın demokratikleşiyoruz, darbecileri içeri atıyoruz, planı çökertiyoruz” mesajını yutturabilmektedir. Hiçbir yabancı ülke de, çıkarlarını bırakıp, muhalif gazeteleri tercüme ettirip, gerçekle yüzleşmeye yanaşmamaktadır. Biz sert muhalifler ise, adeta bu rejimde “bakın işte demokrasi var ki konuşabiliyorlar” dedirtmeye yarayan küskünler olarak tarihe geçmekteyiz. Bu parodi demokrasisini “ileri demokrasi” diye yutturmayı başaranlar ne kadar kurnazsa, bunu yutanlar da bir o kadar cahil, saf ve analiz kabiliyetinden yoksun kişilerdir. Yutmuş görünen tepkisizlere gelince, onlar tarihin çöplüğünü bile hak etmeyecek süfli yaratıklardır. 

"İLERİ" DEĞİL, PARODİ DEMOKRASİSİ! / Bedri Baykam / 16 Agustos 2011 tarihli Cumhuriyet makalesi..


 Geçen hafta güncel örneklerle “sivilleşen bir rejimin illa demokratikleşme getirmediğini” gördük. Türkiye’nin nasıl “ileri demokrasi” adı altında,  tersine bir ”Parodi Demokrasisi” ne sürüklendiğini artık kabul edip acı da olsa bu terminolojiyi siyasi sözlüğümüze katmalıyız…
          Öncelikle edebiyat ve sanat alanlarında da kullanılan Parodi deyiminin anlamını hatırlayalım: Gerçek önemli bir edebi eserin veya müzik kompozisyonunun abartılı şekilde mizahi ve hiciv dolu taklidi. Demokrasimizin içine itildiği çukur bundan iyi ifade edilebilir mi? Gerçek demokrasileri tanımlayan kuvvetler ayrılığı ve özgür ifade şartlarını geçen hafta ve birçok yazımda gündeme getirdim. Türkiye’de yaşananları hatırlayınca ise, ortaya bambaşka bir tablo çıkıyor:
          Yasama yani Parlamentoda tek parti iktidarını sürdüren bir siyasi oluşum, muhalefeti dinlemeden buldozer gibi ülkenin temel yapılarını “statükoculuktan kopma”(!) adı altında dümdüz ediyor. Yargı, 12 Eylül Referandumu’ndan sonra siyasi iktidarın mutlak denebilecek bir kontrolü altına girmiş, Hükümet bu denetim mekanizmasının zirvelerine en “güvenilir” eşi dostunu atayarak kendi dokunulmazlığını pekiştiriyor, tüm “düşmanlarının” dokunulabilirliğini de herkese tekrar hissettirmiş oluyor! Silivri’de süren ve “gizli tanık”larının çelişki ve komedyası ayyuka çıkmış Yargılama Parodisi sahnesinde,  yaşamsal koşulları hiçe sayılarak yıllarca zindanlara atılıp ortaçağ şartlarında tutulan yazar ve gazetecilerin vicdanları kanatan direnişleri, evrenin azap tarihine geçiyor.
          Medyaya göz atacak olursak, üç malum gerçek muhalif cesur gazete ve bazı onurlu yazarlar dışında pespayeliğin ve iflasın doruk noktasından başka hiçbir şey göremiyoruz. Ülkenin tüm gidişatını ve geleceğini ilgilendiren en “flaş” (!) manşetlik haberler birbiri peşi sıra yaşanırken, necip Türk basını bunları yok sayarak Hükümeti kızdırmamak ve böylece patronlarının diğer işlerini uçurumdan aşağı sarkıtmamak dışında hiçbir şey düşünemiyor. İhale veya atamalardaki anti-laik net seçimler veya yolsuzluk iddiaları da direkt çöpe atılıyor. Yani medyanın işlevi bitmiş, yaşayan ölüye dönmüş, kendine cehennemi layık görmüş, meslek ve insanlık onurunu iki paralık etmiş.
          TSK’ ya gelince, artık hakkında yorum yapmamak en hayırlı çıkar yol sayılacak bir kimlik kaybına yuvarlanmış, hafızasını ve davranış kodlarını toptan yitirmiş bir kurum olarak köşeye çekilmiş. Ana muhalefet,  CHP aynı bellek iflasıyla kendi geçmişini silerek bu Cumhuriyetin nasıl kurulduğunu ve ayakta kalabildiğini unutmuş. Tek çıkış yolu olarak iktidarın ideolojisinin bir kötü parodisini yapmaya şartlanmış, laikliğin ve yaşam tarzı özgürlüklerinin yurdun her köşesinde iğfal edilişi hakkında ağzını açmamaya yemin etmiş… Diğer muhalefet partilerinden biri ise iktidarın grip olduğu anlarda, onu sırtında dağlarda taşıyan bir gizli dost olarak ünlenmiş.
          Sivil toplum, hükümetin baskıları ve açılan “sürrealist” davalarla bitkisel hayata sokulmuş, artık “Kanarya Sevenler Derneği”nden farkı kalmamış. ( O da “kanarya” kelimesi Fenerbahçe anlamında kullanılmazsa!) Gençlik, 12 Eylül sendromunu hala atlatamamış, kazara protesto yürüyüşü yaparsa, sonra usluca dizi ve maç seyretmek için evine dönüyor…
           Nasıl futbol yazılarımda üç yıldır “Fenerbahçe’li Guiza’nın santrforluk mesleğiyle hiçbir bağlantısı yoktur” diyorsam, bu teslim alınmış ortamın, hiçbir noktası da gerçek bir demokrasiyle ilişkilendirilemez. Türkiye artık tüm hücreleriyle “Demokrasi Parodisi” adlı piyes oynanan bir çöl çadırına benzemiştir. Muhalefet etmenin tüm anayasal, hukuki, fiili altyapısı yok edilmiştir. Hükümet dahi bir buluşla, demokrasiyi bitiren her hamlesi hakkında dünyaya “bakın demokratikleşiyoruz, darbecileri içeri atıyoruz, planı çökertiyoruz” mesajını yutturabilmektedir. Hiçbir yabancı ülke de, çıkarlarını bırakıp, muhalif gazeteleri tercüme ettirip, gerçekle yüzleşmeye yanaşmamaktadır. Biz sert muhalifler ise, adeta bu rejimde “bakın işte demokrasi var ki konuşabiliyorlar” dedirtmeye yarayan küskünler olarak tarihe geçmekteyiz. Bu parodi demokrasisini “ileri demokrasi” diye yutturmayı başaranlar ne kadar kurnazsa, bunu yutanlar da bir o kadar cahil, saf ve analiz kabiliyetinden yoksun kişilerdir. Yutmuş görünen tepkisizlere gelince, onlar tarihin çöplüğünü bile hak etmeyecek süfli yaratıklardır. 

9 Ağustos 2011 Salı

HER SİVİLLEŞMENİN NEDEN DEMOKRASİ OLMADIĞINA DAİR... / Bedri Baykam / 9 Agustos 2011 tarihli Cumhuriyet makalesi..



            Yandaş basın geçen hafta YAŞ’ta Erdoğan ortada yalnız oturdu diye mest oldu, “işte ileri demokrasi!” diye tempo tutmaya başladı! “Mevzi terketme” olarak eleştirdiğim istifaların bu tanımlamama ne kadar denk düştüğü de kanıtlandı: Yandaş basın “artık yeni düzen hep böyle” diye bu oturma düzeninin kalıcı olduğunu dosta düşmana müjdeledi! Aslında tek konu ortada o anda resmi olarak bir Genelkurmay Başkanı olmamasından kaynaklanıyordu. Ordunun o toplantıya has bir nezaketle yaptığı bu alçakgönüllü jest, malum kadro tarafından sanki Anayasa değişmiş gibi zafer çığlıklarıyla değerlendirildi. TSK (ve utanmasalar Atatürk dönemi) hakkında devri-sabık yapma meraklıları, bu densizlik içinde değerlendirmeler yaparken, ordu içinden henüz biri çıkıp bu durumu izah etmeye kalkışmadı. Doğu Perinçek ise Silivri’den verdiği tarihi demokratik mücadelede, aynı istifaları, “hukuka aykırı tutuklamalar, terfilere yasadışı müdahaleler, TSK’nın bir suç örgütü olarak vatandaşlarına sunulması” üzerinden hükümete karşı ortaya konan bir “iddianame” olarak kabul ettiğini açıkladı. Her ne kadar Koşaner’in kızgın metninin içeriği böyle okunabilse de, aslında fiili olarak ortaya, protestodan daha ağır bir ”teslim bayrağı” bırakılmıştır.
             Herkesin kendini herkesten daha demokrat olduğunu kanıtlama yarışında bulduğu şu günlerde, demokrasinin ne olduğunu  pek hatırlayan yok. “Kuvvetler ayrılığı” çerçevesinde, Yasama, Yürütme ve Yargının gerçek bağımsızlığı dışında, sivil toplum, ordu ve basının da yürütme erkinin baskısı altında toptan yok olmadıkları özgür düzenin adıdır demokrasi. Sözde seveni çok, uygulayanı yoktur. Henüz demokrasiyi kendi içinde uygulamayı göze alamayan partilerden CHP, AKP’nin bir çok uygulamasından şikayet ederken, ordu konusunda neredeyse iktidarla aynı noktaya taşınmıştır. Ana soru şudur: Akıl almaz uygulamalarını Ergenekon ve Balyoz’da gördüğümüz polis gibi, TSK da, hükümetin direkt bir yan kolu olursa mı demokrasi güçlenecektir?
            Hükümetin soruşturma gizliliği ihlallerine gözünü yumduğundan yakınan CHP MYK üyesi Emine Ülker Tarhan, adalette  yaşanan tutarsızlıkları dile getiriyor: “Baskıcı yönetim, kendi iktidarlarını güçlendirmek için yapılandırılan bazı soruşturmalardaki hukuksuzlukların mimarı olan savcılara yönelik yüzlerce şikâyeti dikkate aldırmamayı başarırken, kendisini zora sokacak bir soruşturmada nasıl da aceleci davranarak olağanüstü yetkilerle donattığı HSYK ve müfettişleri eliyle yargı sürecine ağır bir müdahale hazırlığında bulunduğu kamuoyunca ibretle izlenmektedir.” İleri demokrat AKP döneminde yumurta atan gençler, eğitimde harçların indirilmesini isteyen üniversiteliler yıllarca hapislerde çürüme tehlikesiyle boğuşurken, Erzurum’da Ramazanda sigara içen bir hanıma saldıranlar, sanatçı bıçaklayanlar veya sanatseverlere meydan dayağı çekenlere yönelik, bu hükümetin hiçbir hatırlanacak demeci veya yaptırımı yoktur. Hatta bu sessizliğin, tam tersine “çağdaş yaşam” düşmanlarını yüreklendirdiği bile söylenebilir.
           Son yirmi yılda son derece kötü bir sınav veren Türk basınında ise, tek mutlu “uyanma”lardan biri kısa süre önce gerçekleşmiş, Can Dündar bile NTV’de yaşanan kıyımlardan sonra “süngü gitti, cop geldi diye sevinmemiz bekleniyor” diyerek yanılgının boyutunu ortaya koymuştur. Bu saydığımız örneklerden görülebileceği gibi, Türkiye’de özetle demokrasi ve “sivillik” arasındaki ilişkiler tamamen yanlış algılanmıştır. Bir ülkede yönetimin tamamen sivilleşmesi, o ülkeye demokrasinin geldiği anlamını taşımaz. Bu somut  ve acı gerçeği taçlandıran son “sahte şahit” vakası, geçen hafta yaşandı. Cumhuriyet’e atılan bombalar konusunda sanık olan Bedirhan Şinal, “Bana atmam için bombayı polisler verdi, Emniyet beni kullandı, bu davanın sanıklarının burada olmasının nedeni, Türkiye Cumhuriyeti Emniyeti içinde örgütlenmiş çetenin üretimidir, bu örgüt yarattıkları Ergenekon’un 50 kat gücündedir, burada yargılanması gerekenler, bu komployu tezgahlayanlardır” diyerek yaşadığımız abartılı traji-komik tuzakların yadsınamaz bir belgesini tarihimize hediye etmiştir. Bu tarihi kimlerin harıl harıl gerçeklerin üstüne hikaye yazarak değiştirdiği ortadadır. Ama kimin nasıl bu açık tahrifatlara ve hukuksuzluklara dur diyeceği ise geleceğin en çok merak ettiği sorudur. Hiçbir rejim, arkasında bu kadar ödenmemiş faturayla varlığını sonsuza dek sürdürememiştir.  

HER SİVİLLEŞMENİN NEDEN DEMOKRASİ OLMADIĞINA DAİR... / Bedri Baykam / 9 Agustos 2011 tarihli Cumhuriyet makalesi..



            Yandaş basın geçen hafta YAŞ’ta Erdoğan ortada yalnız oturdu diye mest oldu, “işte ileri demokrasi!” diye tempo tutmaya başladı! “Mevzi terketme” olarak eleştirdiğim istifaların bu tanımlamama ne kadar denk düştüğü de kanıtlandı: Yandaş basın “artık yeni düzen hep böyle” diye bu oturma düzeninin kalıcı olduğunu dosta düşmana müjdeledi! Aslında tek konu ortada o anda resmi olarak bir Genelkurmay Başkanı olmamasından kaynaklanıyordu. Ordunun o toplantıya has bir nezaketle yaptığı bu alçakgönüllü jest, malum kadro tarafından sanki Anayasa değişmiş gibi zafer çığlıklarıyla değerlendirildi. TSK (ve utanmasalar Atatürk dönemi) hakkında devri-sabık yapma meraklıları, bu densizlik içinde değerlendirmeler yaparken, ordu içinden henüz biri çıkıp bu durumu izah etmeye kalkışmadı. Doğu Perinçek ise Silivri’den verdiği tarihi demokratik mücadelede, aynı istifaları, “hukuka aykırı tutuklamalar, terfilere yasadışı müdahaleler, TSK’nın bir suç örgütü olarak vatandaşlarına sunulması” üzerinden hükümete karşı ortaya konan bir “iddianame” olarak kabul ettiğini açıkladı. Her ne kadar Koşaner’in kızgın metninin içeriği böyle okunabilse de, aslında fiili olarak ortaya, protestodan daha ağır bir ”teslim bayrağı” bırakılmıştır.
             Herkesin kendini herkesten daha demokrat olduğunu kanıtlama yarışında bulduğu şu günlerde, demokrasinin ne olduğunu  pek hatırlayan yok. “Kuvvetler ayrılığı” çerçevesinde, Yasama, Yürütme ve Yargının gerçek bağımsızlığı dışında, sivil toplum, ordu ve basının da yürütme erkinin baskısı altında toptan yok olmadıkları özgür düzenin adıdır demokrasi. Sözde seveni çok, uygulayanı yoktur. Henüz demokrasiyi kendi içinde uygulamayı göze alamayan partilerden CHP, AKP’nin bir çok uygulamasından şikayet ederken, ordu konusunda neredeyse iktidarla aynı noktaya taşınmıştır. Ana soru şudur: Akıl almaz uygulamalarını Ergenekon ve Balyoz’da gördüğümüz polis gibi, TSK da, hükümetin direkt bir yan kolu olursa mı demokrasi güçlenecektir?
            Hükümetin soruşturma gizliliği ihlallerine gözünü yumduğundan yakınan CHP MYK üyesi Emine Ülker Tarhan, adalette  yaşanan tutarsızlıkları dile getiriyor: “Baskıcı yönetim, kendi iktidarlarını güçlendirmek için yapılandırılan bazı soruşturmalardaki hukuksuzlukların mimarı olan savcılara yönelik yüzlerce şikâyeti dikkate aldırmamayı başarırken, kendisini zora sokacak bir soruşturmada nasıl da aceleci davranarak olağanüstü yetkilerle donattığı HSYK ve müfettişleri eliyle yargı sürecine ağır bir müdahale hazırlığında bulunduğu kamuoyunca ibretle izlenmektedir.” İleri demokrat AKP döneminde yumurta atan gençler, eğitimde harçların indirilmesini isteyen üniversiteliler yıllarca hapislerde çürüme tehlikesiyle boğuşurken, Erzurum’da Ramazanda sigara içen bir hanıma saldıranlar, sanatçı bıçaklayanlar veya sanatseverlere meydan dayağı çekenlere yönelik, bu hükümetin hiçbir hatırlanacak demeci veya yaptırımı yoktur. Hatta bu sessizliğin, tam tersine “çağdaş yaşam” düşmanlarını yüreklendirdiği bile söylenebilir.
           Son yirmi yılda son derece kötü bir sınav veren Türk basınında ise, tek mutlu “uyanma”lardan biri kısa süre önce gerçekleşmiş, Can Dündar bile NTV’de yaşanan kıyımlardan sonra “süngü gitti, cop geldi diye sevinmemiz bekleniyor” diyerek yanılgının boyutunu ortaya koymuştur. Bu saydığımız örneklerden görülebileceği gibi, Türkiye’de özetle demokrasi ve “sivillik” arasındaki ilişkiler tamamen yanlış algılanmıştır. Bir ülkede yönetimin tamamen sivilleşmesi, o ülkeye demokrasinin geldiği anlamını taşımaz. Bu somut  ve acı gerçeği taçlandıran son “sahte şahit” vakası, geçen hafta yaşandı. Cumhuriyet’e atılan bombalar konusunda sanık olan Bedirhan Şinal, “Bana atmam için bombayı polisler verdi, Emniyet beni kullandı, bu davanın sanıklarının burada olmasının nedeni, Türkiye Cumhuriyeti Emniyeti içinde örgütlenmiş çetenin üretimidir, bu örgüt yarattıkları Ergenekon’un 50 kat gücündedir, burada yargılanması gerekenler, bu komployu tezgahlayanlardır” diyerek yaşadığımız abartılı traji-komik tuzakların yadsınamaz bir belgesini tarihimize hediye etmiştir. Bu tarihi kimlerin harıl harıl gerçeklerin üstüne hikaye yazarak değiştirdiği ortadadır. Ama kimin nasıl bu açık tahrifatlara ve hukuksuzluklara dur diyeceği ise geleceğin en çok merak ettiği sorudur. Hiçbir rejim, arkasında bu kadar ödenmemiş faturayla varlığını sonsuza dek sürdürememiştir.