24 Şubat 2016 Çarşamba

BU İKTİDAR ANLAYIŞINA “KIRMIZI KART”! | Bedri Baykam | 23.02.2016


Hareket şık ve spontaneydi. Trabzonsporlu Salih Dursun, Galatasaray-Trabzonspor maçını çığırından çıkaran orta hakem Deniz Ateş Binel’in elinde tuttuğu kırmızı kartı kaptı ve dışarıyı işaret ederek, kendisinden maçı terk etmesini istedi. O kırmızı kart aynı anda ülkeyi mest etti. Milyonlarca insan beyninde, rüyasında zaten yıllardır o kartı müdürüne, trafik polisine, iktidara, bakana, bakmayana göstermekle meşguldü. Salih’in elinde 2-3 saniye kadar tuttuğu kırmızı kart, hem futbol, hem de ülke tarihimize geçerken yurdum insanı, içinde bir şelalenin tepeden tırnağına boşalmakta olduğunu hissetti! Herkes bir anda Salih’i sahiplendi, çünkü o kart aynı zamanda milyonların elindeydi! Herkes rahatladı, kiminin gözü yaşardı, kimi gülmekten makaraları koyuverdi, kimi ayağa kalkıp çığlıklarla bu görüntüyü desteklemeye başladı. Gece tüm dünya aynı anda Salih’i konuşmaya başladı ve bu görüntü yeryüzünün dört bir yanına yayıldı... Tabii onların çoğu için, bu görüntü futbol belleklerine yapışacak unutulmaz bir anekdottan ibaretti.

KEHANETLERİME KART DA EKLENDİ!
Bundan bir hafta kadar önce, gece ilginç bir rüya gördüm. Maçta hakeme sinir olan oyuncu, kendi cebinden bir sarı kart çıkararak hakeme tutuyordu. Şaşkınlıkla uyandım, rüyanın etkisinde kalıp hemen eşime, asistanlarımdan Umut’a ve fotoğrafçı Koray Erkaya’ya anlattım bu matrak sahneyi. Beraber güldük. Sonra aynı sahne, hakemin elinden kapılan kırmızı kartla pazar gecesi tekrarlanıverdi! Ama bu sefer bir romanın içine yazıp koymamıştım!
Herhalde yaşadığım en meşhur ve kanıtlı öngörüm, 11 Eylül’de yaşanan her şeyin, 10 ay öncesinden basılan ‘Kemik’ isimli romanımda yer bulmasıydı. Romanımda, bir ihtimal bildiğiniz gibi, New York’ta sabah saat 09:00 civarında bir Boeing 797 (kitapta teknoloji 25 yıl daha ileride!), Manhattan’da METLİFE (Eski PANAM) binasına göbekten bir intihar uçuş yapıyordu. Daha birkaçgün önce kitabı okuyan insanlar olayı televizyonlarda canlı yaşarken, rüya gördüklerini sanıyorlardı! Kemik’le ilgili yaşadığım bir kehanet daha vardı. Kemik bu olaylar yaşanmadan önce best-seller oldu. Bunun kehaneti zor değildi. Ama şu olay çok olağandışıydı: Bir gece rüyamda, anlatacağım olaydan 4 yıl önce kaybettiğim rahmetli babamı olağanüstü gerçekçi bir rüyada gördüm, birileri “şurayı imzalamanız lazım” diye ellerindeki kağıtlarla beni sıkıştırıyorlardı. Ben babama dönüp “ya işte senin yüzünden oldu bu, gördün mü?” şeklinde bir serzenişte bulunuyordum. Sonra uyandım ve kahvaltıda sevgili anneciğime bu olanları anlattım. Kahvaltıdan sonra tam evden çıkarken kapı çaldı. İki sivil polis memuruydu gelenler: “İyi günler Bedri Bey, girebilir miyiz, elimizde Kemik için toplatma kararı var”. Şaşkınlıkla girin dedim ve koltuğa çöktüm. Aynen rüyamı size aktardığım şekilde, iki kişi zarftan çıkarıp toplatma kararını elime tutuşturdu. Onlar kapıdan çıkıp giderken annem ve ben şaşkınlıktan küçük dilimizi yutmak üzereydik. Kemik romanımın kehanetleri bununla kalmıyordu. O günlerde esamesi okunmayan “erkek kışkırtıcı” hapların adı romanımda “rocket stone pills”di. Yani Viagra’nın ta kendisi... Bu günlerde teknolojik haber köşelerinde karşımıza çıkan “bilgisayar çipi ve beyin hücresi arasındaki flört” -ki önümüzdeki yüzyıllarda ana dalga görevi üstleneceğine inanıyorum- yine Kemik’te en çarpıcı bölümler arasındaydı. Kemik kehanetleri ve rüya ilişkileri bununla kalmadı, ama üstünü de anlatırsam beni ciddiye almazsınız! Bu kadarla yetinelim şimdilik. Söz, bir başka yazıda o görünmez gizemli dünyanın sinyallerini yine sizinle paylaşacağım, ama izninizle şimdilik o müthiş kırmızı karta dönmek istiyorum!

ARTVİN HALKI KIRMIZI KARTI “DOYMAZLARA” ÇIKARDI!
Bu dünya, haksızlıklar ve dengesizlikler dünyası. İnsanların iyi kalpli çoğunluğu, kötü kalpli azınlığı tarafından yönetiliyor! İnanılmaz gelebilir size, ama dikkatle bakın etrafınıza, tam karşılığı bu! İşte bu nedenle haksız kartlar, haksız penaltılar, haksız tehditler ve şiddet dolu tavırlar o kitlelerin yaşamını alt üst ediyor. Dayatmalar, uydurma cezalar, her biri o haklı ve baskı altındaki insanların kamçısı...
Artvin’de durum farklı mı sandınız? Ülkemizin en çok okuma yazma yüzdesine sahip, kadın-erkek eşitliğini fiili olarak yaşama geçirmiş olan ilinde halk geleceğine, oksijenine, çocuklarına, umuduna sahip çıkıyor. Karşılarında ise kafasında, aklında, beyninde geleceğinde yalnız para ve altın külçeler görebilen, maddiyatın ve rakamların ötesine geçemeyen çarpık bir anlayış var. Artvin’de insanlar, bugünkü iktidarın dayatmacı, baskıcı, şiddetle sindirmeye meraklı, uzlaşmadan ve diyalogdan nasibini almamış tavrına kırmızı kart çıkarıyorlar. Aynen Salih Dursun gibi, onlara kapıyı işaret ediyorlar. “Yeter artık herkese her şeyi zor kullanarak, silah ve gaz tehdidiyle yaptırabileceğiniz düşünceleri, yetti gari!” diyorlar. İnsanlar direniyor. Kendi çıkarları için değil, ülkelerinin geleceği için. Doğa için. Unutmamızı istedikleri değerler için...
Çünkü Artvin’in yiğit, aydın ve kültürlü halkı, geçmiş çevre felaketlerinden ders almışlar, toprağın bu şekilde zehirleneceğini biliyorlar. Bazen kendi kendime diyorum ki, iktidar, üzerine yine ölü toprağı serpilmiş görünen bu halkı uyandırmak için gerçekten çok ama çok uğraşıyor. Sanki Gezi’nin heyecanlı günlerinin özlemi içindeler! Neden diye düşünüyorum, bulabildiğim tek açıklama şu: Kavga ve kaosla beslendikleri için. Yurtta barış, cihanda barış cümlesinin doğrudan karşıtı oldukları için, herhalde aynı anda tüm dünyayla kavgalı olmanın Kasımpaşalılığın vazgeçilmez şartı olduğunu sandıkları için, bunu tek yol sanıyorlar. Hazine avcılığına doymayan holding sahipleri yüzünden ülke ayaklansa belki o anda çok mutlu olacaklar! Herkesle aynı anda savaşmak, işte cengaverlik diye buna derim! Onlara yakışan bu! Düşünsenize içeride de bir yandan IŞİD ve beş çeşit bölücü örgütle sıcak savaş halindeler, bir yandan da Atatürkçü aydınların ve halkın damarına basıyorlar! Yemin ediyorum, böyle bir iktidar anlayışın sırrını, beş kıtadan üç kuşaktan psikiyatrlar ve psikologlar analiz etse çözemez! Yok böyle bir örnek tarihte! Belki bu kadar herkese aynı anda kılıç çekmekten haz almış bir Avusturya kökenli adam daha var. Malum zat. Başkasını hatırlamıyorum.
Kavgaya doymazlık, paraya servete doymazlık, şiddete doymazlık, tahakküme doymazlık... Nereye kadar? Bu nasıl bir açlıktır? Bu nasıl bir mantıktır? Halkın % 65’ini karşısına alarak siyaset yapanlar, halkın %95’ini karşısına alarak ihtiyacı olmayan paraları kazanmak için ticaret ve hazine peşinde koşan bir çeşit işadamı ırkı yaratabilmiştir. Toma’lar eşliğinde, köylü bacılara su ve gaz sıkarak, adam gibi adamlara dayak atmaya çalışarak paracıklar kazanmak... Ve ardından gece rahat uyuyabilmek! Hoş geldin yeni Türkiye!  

22 Şubat 2016 Pazartesi

Turk Sanati ve Koleksiyonerler‏

“BEN TÜRK SANATINDAN ÇIKTIM”CILARIN
ÇELİŞKİ DOLU DÜNYASINA YANITIMDIR.                                                                                                     Bedri Baykam

(ÖNCELİKLE BİLİNMESİNİ İSTERİM Kİ, BU MAKALE TÜM KOLEKSİYONERLERE VE MÜZAYEDELERE GENELLEYİCİ BİR BAKIŞI YANSITMAMAKTADIR. TÜRK SANATÇILARININ DEĞERLERİNE VE YARGILARINA SAYGILI DAVRANAN KİŞİ VE KURUMLARA TAM TERSİNE, MESLEKTAŞLARIM VE ŞAHSIM ADINA TEŞEKKÜRLERİMİ SUNUYORUM)

Profesyonel sanat ortamının bildiği ve konuştuğu, fakat belki sanatseverlerin henüz tam göremediği, hatta öğrenseler de inanamayacakları konu, Türk koleksiyonerlerin önemli bir bölümünün içine düştükleri büyük gaflet:
“Ben artık Türk resminden çıktım”
“Ben artık Türk galericisinden resim almıyorum. Çünkü batılı sanatçılar batıda daha çok para ediyorlar, daha meşhurlar. Daha güvenli alışveriş yapıyorum. Böylece hem daha havalı uluslararası ilişkiler kurmuş oluyorum, hem daha ‘in’ bir koleksiyonum oluyor. Zaten Türkiye’de devlet de destek vermiyor. Ne gerek var zaman kaybetmeye, çok yavaş ya da hiç değerlenmeyecek bir esere yatırım yapmaya...”

Bu ve buna benzer çarpık fikirlerle kafasını doldurmuş “Avrupai” koleksiyonerlerimiz, bana 1960’ların Türk filmlerinde kendini Yeşilköy Havaalanı’na atıp “Avrupa’ya acil bir bilet lütfen” diyen romantik ve naif Yeşilçam aktörlerini hatırlatıyor. Batıdan gelen her şeyin daha iyi, daha güzel, daha anlamlı olduğuna inanan, farkına bile varmadan batı karşısında edilgen, “adamlar yapmış abi” ekolünün hayranlığını DNA’larına geçirmiş bir koleksiyoner tipolojisi giderek yayılıyor. Dönemsel bir hastalık, şu anda Türk çağdaş sanatının varlığını toptan tehdit ediyor. Özellikle son 35 yılda harcadığımız emeklerle yoktan varolmasını sağladığımız bu alan, şu anda veba gibi yayılan bilinçsiz bir tavrın kazdığı ölüm çukurlarına rağmen direnmeye devam ediyor. Sanatçısıyla, galericisiyle, sanat emekçileriyle, bin bir umutla sanat okumuş gençleriyle...
Önce bu tehlikenin boyutunu biraz aktarmak istiyorum: Belki farkında değiller ama, bu ihanet dolu, ülkesinin prestijini, geçmiş sanat birikimini, gelecek kültürel varlığını çöpe atmaya hazır ve bu konuda acımasız olduğu kadar egoist ve umursamaz olan, kültürel bilinci sıfıra yakın bu insanlar yüzünden, bu bulaşıcı saygısız düşünce sanat burjuvazisinin içine yayılmaya devam ediyor. Ve bu nedenlerle Türk çağdaş sanatı evrensel sanat dünyasına doğmaya çalışırken, henüz bir bebekken bitkisel hayata girecek. Buna açık tepki verecek sağduyulu koleksiyonerler ve/veya özel kurumlar devreye girmezse, başka türlü sonuçlanması imkansızdır.

MANTIK İFLASININ DORUĞU
Aslında bu batı bağımlıları biraz okur yazar olduklarını hatırlasalar, okuyabilecekleri bazı makale ve kitaplarla açıklarını oldukça kapatabilirler. Örneğin bundan 32 yıl önce kaleme aldığım ve batının çağdaş sanat ortamındaki önyargılı tavrına protesto notası çeken “San Francisco Manifestosu” ve“Maymunların Resim Yapma Hakkı” kitabımı okusalar, öncelikle zaten işin kökeninde aslında batının, modern sanat konusunda doğu ve güney ülkelerine ne kadar borçlu olduklarının farkına varacaklar. Şu noktadan itibaren okuyacaklarınız açısından aklınızda tutmanızı rica edeceğim bir bilgi daha vereyim size: 1986’da New Art Examiner dergisinde “Modern Sanat Tarihi Batının Bir Oldu Bittisidir” yazım çıktıktan sonra yarattığı polemik ve ilgi alanı çerçevesinde, Güney Amerikalı, uluslararası bir koleksiyoner, Edgar Gunther, yıllarca sürecek bir sanat ödülünü yaşama geçirdi. Her yıl uluslararası ortamda Güney Amerikalı sanatçıları teşvik etmek için konulmuş bir “art prize”. Benim adıma daha gurur verici bir gelişme olamazdı. Gunther’le ömür boyu dost kaldım, üç  yıl önce ne yazık ki vefat etti. Ama görüyorum ki, sanat alanında doğu-batı arasındaki abartılı haksızlıklar ve dengesizlikler konusunda onun bugünkü Türk koleksiyonerine hatırlatacağı çok şey var.
Hadi diyelim ki içerikli sanat tarihi okuma ilgilerini çekmiyor. Peki bugün yaşadıkları, para kazandıkları ülkede, biz sanatçılar nasıl bir hayat sürüyoruz farkında değiller mi? Bir yanda batılı bin bir ulusal-uluslararası veya belediye müzeleri birbiriyle rekabet ve işbirliği yapmışken, en az on kuşaktan beri on binlerce koleksiyoner aile en önemli sanat eserlerini toplamaya alışıkken, devletler, en mükemmel koleksiyonlara sahip olma peşinde kendini paralıyorken, diğer yanda bizim ülkemizdeki çağdaş sanatçılar, sıfır devlet desteği, hatta tam tersine devlet baskısı, sansürü ve tehdidiyle boğuşarak bir varlık savaşı veriyor, yok sayılabilecek küçük paralarla hem sanat yapma, hem uluslararası etkinlikler sürdürme, hem de yaşam mücadelesi ile uğraşıyor. Sevgili koleksiyonerlerimizin bazılarının kalkıp “yabancı sanatçılar daha pahalı, daha tanınmış, daha iyi yatırım” diyebilmeleri, ne yazık ki dünyada çok bilinen bazı bölgesel fıkralarda bile görülmeyen “düzeyde” bir anlayışa sahip olduklarını kanıtlıyor. Yani bu konuları hiç mi hiç düşünme vakitleri olmamış! Rekabet içinde olduğumuz batılı meslektaşlarımızla kıyası anlayabilmeniz için, yine vermeyi sevdiğim o örneğe döneceğim. 5000 metre olimpiyat yarışı düşünün: Alman atlet en iyi vitaminleri almış, en hafif ayakkabılara sahip, en iyi et-balık-nişasta oranlarının hesaplandığı bir gıda programı izlemiş, meşhur antrenörlerle çalışmış; bizim atletinse, bir ayağına pranga vurulmuş, diğerine dev bir taş bağlanmış, 3 gündür uyumamış, 2 gündür su içmemiş, yemek yememiş. Ve sonra yarış başlıyor, batılı atlet arayı açmaya başlıyor tabii... Ama inatla bizim atlet de koşuyor, herkesin şaşkın bakışları arasında. Yarışı kaybetse bile olimpiyat ruhuyla tüm abartılı engellere ve sabotajlara rağmen koşuyor, koşuyor, koşuyor... İşte sanat alanında bizler aynen bu durumdayız. Onların arkasında milyar dolarlık bütçeler ve tüm manevi özenli destek, bizde ise ilgisizlik, yok sayma veya tam tersine hedef göstererek tehdit ve caydırma girişimleri... Tabii işin daha ilginç bir yönü de var: Bizimki sanat alanı; atletizm gibi objektif başarı kriteri yok. Türk atlet bu handikaplara rağmen belki kazanabilir! Ama sanat alanında ne gezerrr! Kimin hangi büyük müzede retrospektif dev sergi açacağı kapalı kapılar ardında, sadece “onlar” tarafından belirleniyor! Yani atletizmde, Etiyopyalı bir atlet gelip en zengin ülkeleri en akıl almaz imkansızlıklara rağmen geçip altın madalya alabilir. Ama sanatta o şans bile yok. Her karar “batılı VIP” grubu tarafından alınıyor. “Sen benim sırtımı kaşı, ben senin sırtını kaşıyayım. Ben sana genç sanatçılarımı yollayayım sen onlara Chicago, New York, Miami müzelerinde tur attır, ben de senin sanatçılarını Avrupa ve Fransa müzelerinde gezdireyim”.Zaten arkalarında Deutsche Bank, Rockefeller Foundation, Rothschildler, Alman veya Fransız Kültür Bakanlığı ve milyarlarca dolarlık fon imkanı var. Bu adamları Türkiye’ye getirseniz, ya sansüre uğrarlar ya takibata! Çünkü bildiğiniz gibi devletimizin bir adet modern veya çağdaş sanat müzesi yok! Bırakın devletin sanata bir tutku duymasını, konuyla bir ilgisi dahi yok!  Bu ayıp da zaten siyasetçilerin topuna 1000 yıl yeter. Bu ülkede, sanat denilen “şey”in, gördüğü nefret dışında hiçbir resmi karşılığı yok! Atatürk ve İnönü’den beri, ülkede sanata önem veren tek bir siyaset adamı gelmemiş ki! Talat Halman, İsmail Cem veya Ercan Karakaş gibi değerli isimleri istisna tutuyorum. Onların da devlete yön verecek seviyede güçleri olmadı.

BİR TÜRLÜ UMURSAMADIKLARI DEĞERLER
Bir sanat dergisinin Şubat sayısında bu konu işlendiğinde, ne kadar acıdır ki, bizim özenle isimlerini saklayarak korumaya çalıştığımız bazı isimler, açıkça kendilerini deklare ederek -dolaylı olarak da olsa- “Türk sanatını ipe götürme” kararlarını uluorta masaya koyuyorlar. Contemporary Istanbul esnasında, önemli bir merkez gazetemiz, siz olsaydınız bu fuardan hangi eserleri alırdınız gibi bir soruyu çeşitli koleksiyonerlere sormuştu. İlginçtir, “ben Türk sanatından çıktım”cı en ünlü koleksiyonerlerimizden birinin eşi, hata olmasın ve yanlışlıkla Türk resmi alınmasın diye, A’dan Z’ye yabancı sanatçı isimleri tavsiye etmekten kaçınmıyordu. Mesela onlara göre, devletin Türk sanatını desteklemiyor olması, onların da bu alandan çekilmeleri ve Türk sanatçısını yalnız bırakmaları için bir gerekçe. İşte ben buna pes derim! Yani mantıkları ters yöne çalışıyor: Esas akıllarına gelmesi gereken bu cümleler, dillerine hiç yaklaşmıyor: “Devlet bu alandan çekilmiş. Demek ki bizlerin Türk sanatçılarını desteklemek için on misli çaba harcamamız lazım. Çünkü bu ülkenin prestij meşalesini onlar taşıyor. Yabancı misafirlerim geldiğinde, onlara hangi müzede, hangi galeride, hangi çağdaş Türk sanatçısını göstererek gururlanabileceğim? Ben onları koruyamazsam, bu benim ticaretime de, pasaportumun gördüğü saygıya da yansır. Soğuk Savaş döneminde yaklaşık 20 sene boyunca CIA’in kültürel hegemonya politikası çerçevesinde soyut ekspresyonizmi, modern sanatı -“dejenere sanat” diye teşhir edip üzerine yürüyen Nazilere inat- “silah niyetine” kullandığı artık bilinen bir gerçek. Çünkü ülkeleri ithalat-ihracat yasa metinleri değil, sanatçılarının seviyesi taşır. Benim onları destekleyip, dünyaya da tanıtmam, tüm gücümü kullanıp batılı kurumların ön yargılarına rağmen sonuna kadar desteklemem lazım. Bu benim onurum, manevi ve kültürel varlığımı borçlu olduğum Atatürk aydınlanmasını korumak ve sürdürmek için vazgeçilmez ödevim!”. Ah Edgar Gunther ah... Cennetten gelip bir kere konferans verebilseydin bu topluluğa...

KORE, HİNT VE İRANLILAR, BİZİM KOLEKSİYONERLERE TARİH SAHİP ÇIKMA DERSİ VERSİNLER!
İlginçtir ki, en zengin ülkelerin sanatçıları bile böyle bir koleksiyoner koruması altındayken, Çin, Kore, Hint ve İran başta olmak üzere, onca batılı olmayan ülke kendi sanatçılarını en özverili duygularla sahiplenip Gunther örneğinde olduğu gibi korumaya alıyor, tüm dünyada onları en iyi yerlere çıkarmak için akla karayı seçiyor... Bizim sevgili koleksiyonerlerimiz ise yukarıda anlattığımız gibi davranacaklarına, “devlet bunlara zaten bir tokat atmış, iki tane de ben atayım” diyebiliyorlar. Bunu demekle kalmayıp, bu çözümlemeleriyle medyada övünmeyi düşünecek kadar da abartabiliyorlar. Tam tersine, sanata yatırım yaparken zor ve emek isteyen yolu tercih etseler, Türk resmini batıya taşıyacak yolları araştırsalar ve bunu başarsalar, çok daha tarihi bir hamleye imza atmış olacaklar. Ama ne yazık ki onlar birbirlerine ve yeni genç kuşaklara da aynı zavallı bakış açısını enjekte edebilmek için özel bir çaba harcıyorlar. “Ne yani, siz hala ananızın liginde mi oynuyorsunuz?” diye birbiriyle alay eden futbolseverler gibi, Türk sanatçısının eserlerini toplamaya devam eden insanları da yoldan çıkarmaya çalışıyorlar. “Gerekçeli” kararlarıyla, neden artık Türk sanatı almamaları gerektiğini üstüne basa basa anlatabiliyorlar... ve o anda tarihe arka kapısından girdiklerinin farkına bile varmıyorlar! Çocukları veya torunlarının bu tavrın izlerini gizlemeye mecbur kalacaklarının bilincine varamıyorlar. Bir insan ülkesinin değerleri, entellektüel evrensel temsiliyeti ve prestijine bu kadar mı alakasız ve “Fransız” kalabilir? O önemli yabancı misafirleri buraya gelip “neden hiç Türk sanatı yok bu evde” dediklerinde, ne diyecekler? Çünkü bilmedikleri şey şu: Bu işler batıda böyle yürümez. Bu “büyük işadamları”mız, kendi kendilerine şu soruyu sormaya cesaret edemiyorlar: “Ben bir rol-model olarak böyle davranırsam, herkesin de böyle davranmasını istersem, onlar da beni izlerlerse, nasıl bir Türkiye çıkar ortaya? Sanatçıları üretemez, sergi açamaz, fiyatları yok olmuş, dünyada etkinliklerini yapamayan, genç sanatçıların henüz işin başında mesleği toptan bırakmayı düşündükleri, geri adım atarken uçuruma yuvarlanan bir çağdaş Türk sanatı... Böyle bir hedef taşıyacak kadar kendini kaybedebilir mi, herhangi bir ülkenin gerçek sanatsever koleksiyoneri? Bakın aynı derginin piyasa dosyasında, İranlı kadın sanat insanı Rana Noebashari, neler söylüyor: “İran sanatının dünya çapında önemli bir yere gelmesindeki en büyük etmen ‘devamlılık’: Büyük müzelerin İran sanatına duyduğu ilginin nedeni bu. MET Museum, British Museum, LACMA’nın İran çağdaş sanatından örnekler almasının nedeni de bu”. Bir başka önemli noktanın ise, İran’ın ülke olarak öncülü Perslerin mirasına değer vermesi olduğunun altını çizen Neobashari, “Ulus olarak mirasımıza değer veriyor, onu koruyor ve yeni nesillere aktarıyoruz” diyor.

Yine aynı dergiden bir alıntı daha:
“Bir diğer İranlı galeri Dastan’s Basement’ın direktörü Roxana Afkhami’ye göre ise, bu başarı dünyaya açılan galerilerin yanında dünyanın çeşitli yerlerinde yaşayan ve lobi yapan İranlı sanat hamilerine ait: ‘New York Üniversitesi’ne bağlı The Abby Grey, İranlı sanatçıların Birleşik Devletler’de tanınmasında çok etkili oldu. Daha sonra diğer hamiler de harika özel koleksiyonlar yarattı ve bunları kamuya açtı. Bu özel koleksiyonlar tüm dünyayı dolaştı ve kimi galeriler bu durumu etkiledi. Birçok kişi güncel sanat müzelerinin kuruluş süreci boyunca önemli rol oynadı. Dünyanın önemli müzelerinin satın alma komitelerinde yer alan iyi bilgili hamiler de elbette çok önemli”.

Şimdi bir yanda ülkesini yüceltmek için bu özverili hamleleri yapan İranlılar var -ki onların bir Atatürk’leri olmamış- bir yanda da sanat ortamımızın oksijen vanasını kapatmaya kalkışan bizimkiler var. İnsan şu soruları sormadan edemiyor: Nedir emeliniz? Sanatçılar Türkiye’den, bu diyarlardan gitsin mi istiyorsunuz?

Bunları okurken içim bir kere daha cız etti, neden biliyor musunuz? Tüm yaşadıklarımız gözlerimin önünden akıp giderken, aklıma New York’un zirvesini elinde tutan ünlü bir Türk geldi; müzik ve resim dünyasında son derece etkin bir insandı. 1980’lerde ben New York’ta üst üste sergiler açarken kendisiyle birçok kez bir araya geldik. Ne bana ne New York’ta yaşayan diğer ünlü Türk sanatçılara hiç bir faydası dokunmadı. Sembolik bir jest bile yapmadı. Bir tek sonradan New York’a giden bir sanatçımıza kısa bir süre destek oldu, o kadar. Halbuki, dünyanın en önemli gerçeküstü sanat koleksiyonerleri arasında adı geçiyordu. Yani İranlı hanımefendilerin anlattığı derin bilge, koruyucu, yurt dışında Türk sanatçılara güvenli limanlar yaratacak isimler de çıkaramadık, ne yazık ki. Günümüz Türk koleksiyoncularının sözünü ettiğimiz isimlerinde de sanatçıyı insan yerine koyarak onu kendi ülkesini ve geçmişini-geleceğini temsil eden bir bayrak olarak görme dürtüleri yok. Sanat, zenginlerin bir araya gelip, ellerindeki elmas parçalarına bakar ve yarıştırır gibi birbirleriyle üstü kapalı rekabet edebilecekleri bir alan değildir. Öncelikle herkese tekrar hatırlatmak lazım: Ortada bu beyefendilerin yapıt alma veya almama tercihi yapabilecekleri çok sayıda sanatçı olması, bir gerçeği değiştirmez: Sanatçılar, bu sanat ortamının içinde en önemli öğeyi temsil ederler. Nedeni de gayet basit: Sanatçılar olmazsa, ortada hiçbir şey yoktur. Sanatçı eser üretmeseydi, ortada ne müze, ne müze müdürü olurdu, ne koleksiyoner, ne galerici, ne küratör, ne müzayedeci... Bu nedenle sanatçılar en zengin veya en güçlü kişi imajını vermiyorlar diye onları hor görebileceklerini veya onlara çok saygı göstermeye gerek olmadığını sanan kimi şampanya bardaklı açılış resepsiyonu müdavimlerine hatırlatmak istedim!

TATE VEYA POMPİDOU’DA AÇILIŞA GELMEMESİ GEREKENLER LİSTESİ!
Bir gün, tüm bu engellere rağmen, modern ve çağdaş Türk sanatı, batıda hak ettiği şekilde sergilenecek. Belki MoMa’da, belki Tate’de veya Centre Pompidou’da... İşte o gün, shopping’e gider gibi dünya fuarlarını gezip “dostlar alışverişte görsün” mantığıyla yabancı galeri kapılarını aşındıranlar, lütfen o açılışa gelmesinler! Çünkü bu sergi, onların sabotajlarına rağmen yaşama tutunabilmiş Türk sanatçılarının dünyayla buluşma sergisi olacak. “Türk sanatı para etmez, değersizdir” diye etrafı borsa velvelesine verip, daha önce büyük pazarlıklarla topladıkları işleri, bir kısmı bu sanatçıların düşmanı gibi çalışan müzayedecilere teslim edenler, müzayedeci tuzaklarının da altında fiyatlardan piyasaya çıkararak bu sanatçıları haksız şekilde, açıkça mağdur edenlerin, yerleşmiş değerleri yok saymaya çalışanların o açılışta yerleri tabii ki olmayacak. Özellikle bu “düşünme” ve hatasından dönme, açıkça pişman olup günah çıkarma fırsatlarını kullanamamış olurlarsa! Bir de tabii tam tersine, o gün orada onur davetlisi olarak bulunması gerekenler listesi var. Her zorluğa rağmen, bu ülkede kendi girişimleriyle çağdaş sanat müzesi açan, sanatçılara saygı gösteren, Türkiye’yi dünya haritasında önemli bir yere getirmeye uğraşanlar. Onların da kimler olduğunu ve hangi alkışı hak ettiklerini biliyoruz. Ayrıca batılı olup alkışı hak edenler de olacaktır. Örneğin 2015’teKunstverein Düsseldorf‘ta “The Art of the Turks” sergisini açan Alman küratörler Manuel Graf ve Hans-Jürgen Hafner, Haluk Akakçe, Erdağ Aksel, ve Adnan Çoker’in de aralarında bulunduğu, 20. yüzyıla ve Cumhuriyet dönemine geçişin iz ve sancılarını da içeren bir sergi hazırladılar. Benim de San Francisco manifestomu ön plana çıkarıp, bir çeşit batı kültürü adına özürlerini ve suç kabullerini sunmuşken, ne kadar acıdır ki, insanın kendi ülkesinde, kendi koleksiyonerleri arasında böyle çağdışı heveslerle yüklü moda akımlar yaşanabilmektedir!
Uzun lafın kısası, çok zor bir konudur Türkiye’de sanatçı olmak! Ülkemizde bu mesleğin bir varlık yansıması yoktur. Henüz devlet müzesi yoktur, mali ve manevi haklara saygı yoktur, bu mesleğin siyasilerin gözünde geçerliliği yoktur. Sanatçı olsa olsa potansiyel tehlikedir, hepsi bu. Onlara göre, her türlü sapkınlığı yapabilecekleri için, sürekli gözetim altında kalmalıdırlar! İşte bu kadar ilkel bir ülkede, bu kadar zor ve ağır şartlar altında bir varlık ve hiçlik mücadelesi veren sanatçılarına sonsuz bir aidiyet duygusuyla sarılacağına, onların Türkiye’nin kültür hazinesine hediye ettikleri eserleri, salt maddi güncel değer açısından analiz edecek kadar küçük düşünebilen bu insanları ilgilendiren tek şey, şöminelerinin üstünde gurur duyabilecekleri genç bir Türk sanatçısının işi değil, yabancı misafirlerine “name dropping” yaparak caka satabilecekleri ünlü bir yabancı sanatçı! Adı ister Anish Kapoor, ister Anselm Kiefer, ister David Hockney, Tony Cragg, Baselitz veya Salomé olsun, fark etmez. Konu hava basmaktan ibarettir. Hele o İngiltere galerisinde, o işi kendilerine satan sorumlunun adını misafiri de biliyorsa, gece kurtulmuş demektir! Burada sanatçı isimleri, galeri isimleri ve belki satıcı isimleri yarışır, hepsi bu.

VAZGEÇİLMEZ KOLEKSİYON PARÇASI ALMAK MI, YOKSA “UCUZ İŞ” ARAYIŞI MI?
Yine bu ay verdikleri röportajlara inanacak olursak, bu güzide koleksiyonerlerimize Türk galerileri (ve sanatçıları) önce yüksek fiyat sunmuşlar, sonra fazla iskonto yapmışlar ve bu durum kendilerinde hayal kırıklığı yaratmış (!). Kendileri daha ağır cümleler kullanıyorlar da, geçelim. Söylemeyi unuttukları bazı ek bilgiler var burada. Örneğin, yabancı büyük galerilere neredeyse yok denecek pazarlıklarla milyon eurolar sayabilen bu değerli sanat insanlarının, sıra Türk sanatçılarına gelince, tüm pazarlık becerilerini devreye sokup kimi zaman 2000 Dolarlık bir ek indirim elde etmeye çalışmak için nasıl üç saat harcayabildikleri bu röportajlarda unutulmuş! Daha da ötesi, burada işin püf noktası şudur: Bu koleksiyonerlerin herbiri kendisini aynı zamanda ülkenin en başarılı ve zeki işadamı olarak gördüğünden ve birbirleriyle ciddi bir rekabet içinde olduklarından, onları ilgilendiren şey, X ressamın işini en UCUZA kapatmayı başarmış şahıs olabilmektir! Yani X veya Y ressamın en iyi, en tarihi, en çarpıcı işlerini almak onları ilgilendirmez. “En ucuz” noktasına takılıp kalmıştır çoğu zaman arayışları... Laf aramızda bu faaliyetin ana tanımlaması koleksiyonculuk olamaz. “Ucuz iş” arayışına kafayı takarak kimse koleksiyoner sıfatını hak edemez. Koleksiyoner sıfatı ciddi sanat tarihsel veya kişisel kalite arayışları ve özellikleri içerir. Konu, müzayede “av” alanındaki fiyata takılıp kalmaz. Fiyat savaşları konusunda okuru güldürecek bir hatırlatma yapmadan geçemeyeceğim. Bu koleksiyonerlerin çoğu, birbirleriyle rekabette olan “arkadaşlar” olduklarından, ya müzayedelerde “ucuz iş” ya da galeri veya atölyelerde “en iyi ama illa ki en ucuz iş” ararken, basit bir matematiksel gerçeğin farkına varamazlar: Bir galeri veya bir ressam, bir kentin tüm koleksiyonerlerine “en büyük indirimi” yapmış olamaz! Bu matematik bir imkansızlıktan ibarettir! En büyük indirim tek bir kişiye nasip olacak bir tanımlamadır. Halbuki hepsi bu sıfata talip olmakta ve hatta elde ettiğine kendilerini inandırmaktadırlar. Dolayısıyla bu koleksiyonerler birbirlerinin ağzından laf aradıkça strese gireceklerdir ve şayet bu zihniyeti terk etmezlerse, bundan kurtuluşları yoktur! Bu tavırlarının traji-komik sonucu, Walt Disney’in Varyemez’ini hatırlatan huzursuzluk ve güvensizlik dolu sahnelerden ibaret kalacaktır. Çünkü zaten sanat eseri tekildir. Böyle bir ortamda sanki “aynı eşya”, farklı fiyata satılmış ve “kazık yemişler” gibi bir havaya girilmesi, uzaktan yakından gerçekle örtüşmemektedir.

BİZDE BATIK BORSACILAR, FRANSA’DA ÇİFT DİPLOMALI İMTİHAN VERMİŞ GERÇEK EKSPERLER!
Aslında bu “Türk sanatı para etmiyor, bizler o nedenle çıkıyoruz” şeklinde mantıklarını savunan insanların ortaya sürdükleri gerekçenin ana ayağı yıllardır Türk sanatçılarının işlerini değerlerinin beşte birine satmaya girişen müzayede evleridir. Ne ilginçtir ki, onlara hiç tepki vermez bu koleksiyonerler. Neye dayanarak bu toptan budamayı yaptıklarını da sorgulamazlar. Çünkü “damping” mantığı herhalde hoşlarına gidiyordur, işlerine geliyordur. Ama sanatçıyı harcayarak aleyhine çalışan bu ortamlarda, kendi bindikleri dalın kesildiğini de anlayamamışlardır. Aslında Türk sanatçısı müzayedelere karşı değildir, müzayedelerin sanatçıların değerini akıl almaz boyutlarda aşağı çekmelerine karşıdır. Fiyatlar, sanatçının hakları gözetilerek ve galericisine danışılarak konulsa, müzayedelerin yararı bile olabilir. Ama bizde çoğu zaman görülen, korsan saldırı unsuru olarak kullanılan, sanatçıları ve galericilerini iki paralık etmeye çalışan, toptan sürümden kazanç arayan bazı müzayede girişimleridir. Tabi burada etik davrananları, sanatçı ve galericileri arayıp danışanları tenzih ederim. Herhangi bir somut gerekçeye dayanmadan, kabul edilemez şekilde bu sanatçıların işlerinin rütbesi, %80 indirilir! Bunu kimin, hangi hakla yapmaya cüretini gösterebildiği, dev bir cevapsız sorudur. Tek yanıt, devletin bu konudaki ilgisizliği ve umursamazlığıdır. Dünyada hiç bir yerde bu kadar abartılı bir hak ihlali yaşanamaz. Burada kimilerinin öne sürdüğü sav şudur: “Zaten, katalog ne yazarsa yazsın, müzayede de o yapıt, gerçek fiyatına tırmanabilir”. Bu doğru değildir. Birincisi, bu denilen gerçekleşse ve o fiyat yukarı tırmansa bile, sonsuza dek o kataloglarda kalacak o basılı tahmini fiyat skalası, gelip o sanatçılara bir “raiç” gibi yapışır. Kimse bunun aksini iddia edemez. Öte yandan müzayedeyeye katılan potansiyel koleksiyonerler de, fiyatını çok daha yüksek olarak bildikleri bir sanatçı, o fiyattan sunulunca, bu sunumu yapanları bilinç altında bir eksper sandıklarından, bu değer yargısı onları şaşırtmakta,“demek ki ben yanlış biliyorum, bu sanatçı meğer artık toplanmamalıymış, değeri bu kadar düştüğüne göre” şeklinde bir yoruma itilmiş olmaktadırlar. Bu piyasaya girmeden önce menkul kıymetler borsasında batmış ve yasaklanma cezası almış kimi isimler, bu denetimsiz sanat piyasasında, akıl almaz bir şekilde her türlü rakamı aşağı-yukarı çekerek, dedikodu ile oynatabilmektedirler. Tümüyle sahipsiz bir boş alanda en ağır vahşi kapitalist sendromlar eşliğinde at koşturmaktadırlar ve kendilerine dur diyen yoktur. Mesela Fransa’da commissaire-priseurs’lerin yıllarca aldıkları eğitim ve geçirdikleri imtihanlar, anlaşılan gereksiz ötesi boş işlerdir! Büyük Türk koleksiyoneri, sıfır ekspertizle kafasına göre fiyatları kesip biçen yasaklı borsacıların değer yargılarını “kanun” kabul etmeye çoktan hazırdır! Bu değeri kendinden menkul sözde sanat eksperi müzayedeciler, şayet Paris’te aynı mesleği yapacak olsalar, en zor sınavlara girmeden önce iki diploma sunmaları lazımdır: Sanat tarihi ve hukuk fakültesi diplomaları. Bu ikisine sahip olmadan, o zor sınavlara girme hakkını bile elde edemezler. Yani uzun lafın kısası, bu ülkelerde, borsa batıklarına neden olanların performansı yeterli (!) sayılmaz! Ne yazık ki çok daha ciddi ve mantıklı prosedürler vardır! Orada sanatçıların değerini ve onurunu iki paralığa çıkaran saldırıları ciddiye alıp “piyasa kriteri” kabul eden koleksiyoner de bulamazsınız. Çünkü onlar çıkarcı spekülatörlere değil, sanatçıya güvenmeyi tercih ederler. Uzun lafın kısası şöyle özetleyebilirim durumu: Çince tek kelime bilmeyen ben, gidip Pekin’de yılın Çin edebiyatı şiir ödülünün tek seçiciliğine nasıl soyunmuyorsam, sanatta hiç bir geçmişi, ehliyeti ve ekspertizi olmayan ve balıklama piyasaya geçiş yapmış müzayedecinin, sanat ortamında fiyatlara ayar getirme ve raiç saptama merakı da aynen odur! Daha bile dramatik olan olgu ise, bu akıl almaz sorumsuz tavırdan en büyük zararı gören koleksiyonerlerin bu gerçeğin farkına varmayıp, ortaya atılan bu uydurma rakamları esas piyasa kriteri sanabilmeleri, buradan hareketle sanatçıları hedef alabilmeleridir.
O ortamlarda en mantıklı ikazları gerekçeleri ile önlerine getiren sanatçı ve sanat derneklerini hiçe saymalarının arkasında, sanat eserine salt meta olarak bakmanın da ötesinde, sanatçıya saygı duymamaları vardır. Bunun bu çağda eserler açısından yapılan bir çeşit köle ticaretinden farkı yoktur. Halbuki, güya sanat ve içerdiği dokunulmaz derecede klas alana girmek, centilmen aristokrasinin, sanat eksperi müze ve tarihçilerin, kralların işidir gibi bir hava yansıtılır hep... Ne geezeeerrr? Geçmiş olsun! Bu tavırdaki müzayede evleri, sanatçılara bir dirhem değer vermez, saygı duymaz. Koleksiyonerler, nasıl sanatçılara zarar verecek çalıntı eser satın almaya kalkışmazlarsa, sanatçıların fiyat politikaları ve onurlarıyla alay edercesine onları değersiz ucuz eser seviyesine/seviyesizliğine indiren müzayedelerden de eser almamaları gerekir. Bunun lamı cimi yoktur! Çalıntı mal satışı bile, sanatçılara kimi müzayedelerin yaptığı saldırı kadar zarar vermez. Nedeni basit: İlkinde zaten olayın yasadışı olduğu tescilli, sanatçı bir eseri üzerinden zarar görüyor ama bu onun genel değerine etki etmiyor. Diğerinde ise kabul edilemez şekilde esere durup dururken kafasına göre yalan yanlış bir fiyat biçen bir sorumsuz insan, koleksiyonerler de içerikli bilgi dağarcığına sahip olmadığı için, o sanatçının tüm diğer eserlerinin değeri sanki birden düşmüş gibi bir uydurma hava yaratılmasına neden oluyor. Bu -yazık ki cehalet dolu ve özgüven yoksunu- ortamda, daha ağır bir zarar verilemez. Bu uyduruk sahte zarar, o sanatçının sanki tüm koleksiyonlardaki eserlerine ve ellerindeki tüm stokuna uygulanabilir ve yansımalıdır gibi bir ahlaksız hava ortaya çıkıyor. Yani bir deli kuyuya taş attı yüz akıllı çıkaramıyor sözü gibi, sorumsuz bir hamleyle, sanatçıların 20-30-40 yılda kurdukları dünya toptan ateşe atılabiliyor. Çünkü zaten alıcılar grubu kendi bilgi donanımsızlıkları içerisinde bu rüzgarlardan etkilenmeye ve spekülatörlere kanmaya fazlasıyla açık! Yani batıya yönelelim diyenlerin ana gerekçesi, müzayede sonuçları olduğuna göre, bu müzayede rakamları da tamamen alakasız ve illegal bir şekilde galerici ve sanatçıları budayan, değerlerini haksız yere yerlerde süründüren veriler olduğuna göre, batıya bu sonuçlar nedeniyle yönelmeye kalkışanların mantık nedeni havada askıda kalan içi boş bir buluttan ibaret.  


YALNIZ BATIYA ENDEKSLİ BİR TERS DURUŞ HANGİ AMACA HİZMET EDER?
10-15 yıl önce “Çağdaş sanat nedir ki?” diye kapıları aşındıran ve konunun alfabesini öğrenmeye çalışanlar, şimdi birden tereciye tere satar hale geldiler. Artık “connaisseur” oldular, dağdan inip bağdakini kovanlar gibi, Türk sanatçılarını beğenmez oldular. Öne sürdükleri gerekçeler de tam tersine neden dört elle Türk sanatına sarılmaları gerektiğinin dökümü mahiyetinde! Devlet veya yurt dışındaki Türkler sahip çıkmıyorsa, bu yurt içindeki gerçek koleksiyonerlerin üç misli kolları sıvamaları gerektiğini ortaya koyar, tersini değil.
Çoğunlukla cumartesi öğleden sonraları bir araya gelip biz sanatçıları çekiştiren bu insanların çoğu, kendi aralarında sahte eksper yarışması yapar gibi hallere düşüyorlar! “Sözüm meclisten dışarı”, masal boyutunda bir batı hayranlığı ve ellerindeki sanat bütçesinin artık belki %80’den fazlasını veya tamamını dış  sanatçılara harcayan bir anlayış... Bu arada kimse yanılmasın: Bizler ne bağnaz, ne de tutucu insanlar olabiliriz. Tabii ki iyi bir koleksiyoner yabancı sanat da toplar. Benim koleksiyonumda da önemli yabancı eserler var. Burada yalnızca bir sanatçı değil, aynı zamanda koleksiyoner olarak da konuşuyorum. Büyük ve önemli koleksiyonlar Türk ve yabancı sanatını aynı anda toplar, işin normali de budur. Bırakın buna karşı olmayı, tam tersine Türk koleksiyonerleri bu yönde teşvik etmişizdir. Bana en çok keyif veren hatıralarımdan biri, değerli dost ve koleksiyoner Can Elgiz’in benim 1990’da yayınlanan “Boyanın Beyni” kitabımı okuduktan sonra yabancı sanatçıları da toplama kararı almış olmasıdır. Bugün yıllardır keyifle gezdiğimiz müzesinde, olması gerektiği gibi en güzel şekilde Türk ve yabancı sanatçılar yan yana asılıdır. Biz Türk sanatçılar, bunu eleştirmek bir yana, her zaman alkışlamış ve desteklemişizdir. Bugün müzesinde Adnan Çoker, Azade Köker, Şenol Yorozlu, Abdurrahman Öztoprak, Çerkez Karadağ, Hande Şekerciler veya benim yanımda, Julian Schnabel, Eric Fischl, David Salle, Cindy Sherman, Tracey Emin, Sol Lewitt, Gilbert & George veya Paul Mc Carthy’nin eserleri bulunmaktadır. En son Elgiz Çağdaş Sanat Müzesi’ni ziyaret ettiğim için detaylı örneği onun üzerinden verdim. Tabii ki onun haricinde dikkatli ve özenli şekilde bu dengeyi sağlayan bir çok kişi ve kurumumuz var. Mesela İstanbul Modern’i gezerken sadece Kiefer, Mark BradfordPae WhiteMatt Saunders, Baselitz, Julien Opie görseniz, şuan aldığınız zevki alabilir miydiniz? Peki ya Brezilya’da gittiğiniz bir müzede yalnızca batı sanatı görseniz ve hiç Brezilya sanatı olmasa, o müze hakkında ne düşünrsünüz? Uluslararası eserler toplayan bir koleksiyoner, mesela bütçesinin bir kısmını yabancı sanata, bir kısmını da Türkiye piyasasına harcayarak dengeyi sağlamalıdır. Ama bunu yaparken bile manevi olarak, önceliğin kendi topraklarının sanatında olduğunu hiçbir zaman unutmadan... Siz dünyada “ben Fransız sanatından çıktım” diyen ve bunun propagandasını yapan bir Fransız, “ben Kolombiya sanatı almam” diyen bir Kolombiyalı gördünüz mü hiç, duydunuz mu? Dünyada hiç kimse kendisini temsil eden aydınlanma meşalelerini aşağılayarak varlığını parlatabileceğine kendini inandıramaz. Bunun adı, bindiği dalı kesmektir. Rol model olması gereken bazı ünlü koleksiyonerlerin insanların beynini yıkayıp Türk sanatının oksijen yollarını kesmeye çalışmaları, yalnız yabancı sanat almayı özendirip bir de bunu kafalarına göre gerekçelendirmeleri, Türkiye’nin toplumsal kültürel tarihinde bir leke olarak kalacaktır...
Eğer bir koleksiyonerin zevki, beğenisi sadece yurt dışına yönelmesini gerektiyorsa (ki bu da garip bir kriterdir) buna diyecek birşey yok. Ama sadece para, değer, piyasa, yatırım diyerek sanata bakıp, üstüne üstlük “benim olmayan yok olsun” mantığıyla bütün bir sanat ortamını ezmeye kalkıyorsa, orada durması lazım. Ayrıca şu gerçeği de kimse unutmasın: Eğer bu koleksiyonerler, sanat eseri almaya başladılarsa, bu Türk sanatıyla oldu. Şimdi kalkıp onu “öldürmeleri” kendi köklerini ve kimliklerini yok edecek!

GERÇEK KOLEKSİYONER KİMDİR?
Bu tavır, aynı zamanda yine farkında olarak veya olmadan, batının tüm kültürel emperyalizmine ve kolonyalizmine teslim olmak demektir. Batıya bağımlılığı ve ona boyun eğmişliği kabullenmektir. O koleksiyonerlerin anlayamadığı işin püf noktası şudur: O eserleri en güzel sözlerle kendilerine satan ve sürekli hal hatır soran galericilerin, art dealer’ların hepsi, kendilerine saygılı davranır, ama kesinlikle saygı duymazlar! Kendi evinde, dilinde, yaşamında sırf ortaya para dökerek aldığı yabancı eserlerle statüsünü belli etmeye çalışan insanlar, en iyi ihtimalle bir gün evlerindeki Picasso veya Matisse resmiyle caka satan petrol şeyhlerinin durumuna yükselebilirler. Kendi özgün seçimleri, kültürleri, ülkelerinin kültürel evrensel yansımalarına olan bağlılıkları konusunda sınıfta kaldıkları gibi, Korelilerden, Çinlilerden, İranlılardan ve tüm Güney Amerikalılardan öğrenecek bir ton hayat dersleri vardır. Kendi kendilerine bir an önce bu şansı tanımalarını dilerim. Çünkü sanat sandıkları gibi yalnız bir para kazanma, değer elde etme gibi yolların arandığı bir borsa, bir piyasa değildir. Sanatın para kazandırabilmesi ikincil, üçüncül bir detaydır. Gerçek koleksiyoner zaten ne resimden para kazanmak için resim alır, ne de parası değerlensin diye. Gerçek koleksiyoner, o işlere sahip olma tutkusuyla ve onları ancak kendisinden sonra müzesine veya çocuklarına bağışlamayı düşünerek yaşayandır. Birileri “o resim para edecek” dedi diye dedikoduyla resim almazlar, tutkulu şekilde bir eseri sevdikleri için alırlar. Diğer al-sat hamleleri, kendilerini kurnaz sanmalarına olanak tanıyan kendi kendini tatmin etme işlemlerinden ibarettir. Kendilerine ikincil dealer süsü vermeye kalkışmazlar.

SONUÇ:
Türk çağdaş sanatçısının bugün içine itilmeye çalışıldığı durum şudur:
1-      İçinde yaşadığımız ülke, bu mesleği resmi olarak kabul etmemekte, devlet hiçbir koleksiyon yapmayıp hiçbir modern ve çağdaş müze açmamaktadır. Normalde medeni bir ülkede el üstünde tutulması gereken sanatçılar, tam tersine itilip kakılmakta, aşağılanmakta, ağır taciz altında ve bir nevi müsamaha ile mesleklerini sürdürmektedirler. AKM’nin sekiz yıldır neden kapalı tutulduğunu bilen bir kişi yoktur. Plastik sanatlar alanına ömrünü vakfetmiş bir insan, şunu bilmelidir ki, mesleğinin dengi, ülkemizde henüz yoktur!
2-      Ülke zaten kendi ekseninde ekonomik bir darboğaza ve irili ufaklı krizlere doğru yol almaktadır. Bu ortam zaten sanat alımını teşvik eden bir ortam değildir.
3-      Türkiye ne yazık ki dört bir yanında komşularıyla kötü geçinen, her noktası iç ve dış siyasi gerilim hatları yüzünden sıcak savaş noktasına çekilmiş bir ülkedir. İster güneydoğu, ister İstanbul, ister Ankara, terör ve katliamlar etrafta savaşla beraber kol gezmektedir. Tüm bu unsurlar zaten insanları sanat izleme ve koleksiyon yapma fikrinden uzaklaştırırken, buna ek olarak:
4-      Müzayedeler, Türk çağdaş sanatçılarını ve yapıtları rencide eden en haksız alt fiyatlara çekmekte, sanatçıların mali ve manevi haklarını açıkça ihlal edebilmektedir. Müzayede ortamı, çoğu zaman konuyla alakası olmayan, sanatla ilgili hiçbir yeterliliği olmayan bu konuda gerekli düzeye sahip olmayan insanlara teslim edilmiştir.
5-      Bu da yetmezmiş gibi, sanat alımına ve koleksiyon oluşturmaya devam eden Türk çağdaş sanat ortamının en önde gelen isimlerinin “biz Türk sanatından çıkıyoruz” söylemiyle, ellerindeki Türk sanatçıların işlerini topluca sanatçıları kıyama uygun birer mal olarak gören kimi müzayede evlerine aslanlara yem atar gibi götürüp bırakmaları, affedilmez bir nihai öldürücü darbedir. Bu sorumsuz fiilin sahipleri, bu tavırlarıyla ne kendilerine, ne Türk sanatına, ne de ülke prestijine hangi zararları verdiklerini görmekten uzak, ağır ve şaşırtıcı bir bilinçsizlik içinde yüzmektedirler.
6-      Gerçek koleksiyoner, sanatçılara köle muamelesi yapan ve piyasa manevralarıyla kariyerleri lekelemeye kalkışan düzeysiz, sorumsuz ve ehliyetsizlerden etkilenmez, onların müzayedelerinden eser alamaya gitmez, bu sanatçıları yok etme girişiminin parçası olmaz.


Türk çağdaş sanatı, batı hormonlarının yapay pompalamasıyla kendine varoluş nedeni bulmaya çalışan bazı sorumsuzların etkisinden bir an önce çıkıp bin bir zorlukla gelinen noktada, gerçek yurtsever-sanatsever-koleksiyonerlerin elbirliğiyle, dünyada hak ettiği noktaya doğru ilerlemelidir ve bunu başaracak özgünlüğe ve kuvvete sahiptir. Bu arkadaşların isimlerini burada afişe etmiyorsak, onlara bu karanlık hatalarından dönme şansı vermek istediğimizdendir. Yoksa hatalarında ısrar ederlerse, kaçınılmaz şekilde sorumsuz ve vurdumduymaz bir çocuk gibi yaptıkları bu ağır gaflar, hem de kendi sözleri üzerinden kalıcı bir leke olarak alınlarına sürülecektir. Hedefimiz tabii ki bu değildir; tersine, bu ikazlarımızın temel amacı da, onları tarih önünde kalıcı hatalardan korumaktır. Çünkü sanat aracılığıyla gelen saygınlık çok kısa sürede belleklere kazınabilir, ama ne var ki, aynı hızda bu saygınlık yok olabilir, yerini tam tersine başka duygulara  da bırakabilir!

17 Şubat 2016 Çarşamba

SAVAŞI TEK GÜNDE KESİN BİTİRECEK FORMÜL! | Bedri Baykam |16.2.2016


GASTELER DÜNYA SAVAŞI MÜJDESİ VERMEYE HAZIRLANIYOR!
Gazeteler bangır bangır bağırıp duruyor: 3. Dünya Savaşı başladı başlıyorrr! Şimdi 60’larda, 70’lerde, hatta 80’lerde olsak nasıl bağırırdı akşam gastesini satan çocuklar? “Gastelerrrr yarınkiiii, yazıyoo, yazıyo, yazıyo, dünya savaşını yaziyööö! Ne yazarsa yazsın bir keyifti o gasteler! Yeni kuşak nereden bilsin? Neredeyse o gece oynanacak maçın skorunu önceden yazarlardı. Neyse, bırakalım nostaljiyi, sırası değil; dört bir yanımızla, yedi cihanla kavga ve savaş halindeyiz!

İŞTE SAVAŞI DERHAL BİTİRECEK SİHİRLİ FORMÜL:
Genç arkadaşım Avukat Selim Uluöz ile yemekte sohbet ediyorduk. “Ben savaşı vallahi bir haftada bitiririm” dedi. “Nasıl?” dedim, yanıtladı: “Tüm ülkelere namus sözü (!) verdirip imzalatırsın, silah ve mühimmat satışını herkes durdurur sonra da mecburen savaş biter” dedi. “Ben bir tek günde bitiririm!” dedim. Söylediklerimin de ömür boyu arkasındayım ve ciddiyim. Birleşmiş Milletler’de bir genel anlaşma imzalanacak, kim ki bir diğer ülke ile savaşa girmek isteyecek, o ülkenin ön cephelerine önce başbakanlar, imparatorlar, devlet başkanları gidecek... kendileri meşguliyetten gidemezlerse bile... en azından birinci derece tüm genç akrabalarını ön siperlere yollayacaklar! Yani çocuklarını, yeğenlerini, torunlarını ve tabii damatlarını!... 45 yaş altı hepsini! İşte o anlaşma uygulamaya konduktan sonra, bakın 24 saat sonra ortalık nasıl süt liman olmaya başlıyor! Bizimkiler iki dakikada bir Osmanlı örneğini ve o hattan ecdadımızı saymaya meraklılar ya, vallahi söz, ben onları cepheye sürerken Osmanlının özel dua, dikiş ve sembollerle donatılmış koruyucu tılsımlı gömleklerinden de hediye edeceğim, güçlü iman ve inançla yola çıkacaklar. Kim mi? Halkımızın çok iyi tanıdığı Vakıf başkanı Bilal, Enerji’den sorumlu enerjik bakanımız Albayrak; hepsinin Kobane, Suriye veya bilemedin Cizre hatlarında mertçe yiğitçe, devlet başkanımızın buyrukları altında savaştığını düşünün... İşte kahramanlık, haber ve sansasyon diye ben buna derim! Bakın ondan sonra ortalık duruluyor mu, durulmuyor mu! Ayrıca Obama’nın kızlarını, Putin’in tüm akrabalarını ve her liderin eşsiz cesaretle donanmış diğer akrabalarını da beklerim efendim. İşte o savaş, adına dünya, galaksi ne derseniz deyin, oracıkta 24 saat içinde biter gider! Çünkü kimse, kendi yavrucuklarını ölüme koşturmayı sevmez. Ama başkalarının çocuklarını, eşlerini, babalarını, kardeşlerini ölüme yollamaya -ilginçtir- kimsenin itirazı yok! İşte bu nedenle her akşam haberlerde ağlar dururuz. Oğluyla mezara girip ona çukurda sarılan babalar, tabutun başında ağlamaktan baygın düşen sekiz yaşında evlatlar, daha iki ay önce evlenmiş gencecik kızlar, hepsi ama hepsi ne yazık ki bu rüzgarların günlük hedefi ve vazgeçilmezleri olmuştur. Dünya da liderliği, “başkalarının çocuğunu ölüme yollama sanatı” olarak mı tarif etmiştir?! İşin en çirkin tarafını da biliyorsunuz tabii. İnsanlar artık bu şehitlerin ölümü karşısında ne bayrak asıyor, ne yollara düşüp marşlar söylüyor, ne de günlük hayatlarını değiştiriyorlar. Bir futbolcunun maçta tekme yemesi neyse, bizde de sanki şehit haberleri aynı şey!
Vallahi biz sanatçılar, Kemalistler, sosyalistler, muhalifler, hep RTE ile olan karşıtlığımızı kendi dünyamızın merkezine alıp bozulup somurtup duruyoruz! Halbuki ortada abartacak bir “özel” durum yok!

EYYY BİRLEŞMİŞ MİLLETLER, EY AMERİKA, EY DÜNYAAA!
AK Saray’ın Cumhurbaşkanı, dünyanın tamamına posta koymakla meşgul. Eyyy Amerika, Eyyy Birleşmiş Milletler, Eyyy Rusyaaa, Ey Ekvadooorrrr hitapları yankılanarak Sisilerin, Şimon Perezlerin, Kılıçdaroğulların, Esedlerin, Fetoların yanında yerlerini aldılar. Yarın öbür gün de yanı başlarına Bülent Arınçlar, Babacanlar, Çelikler doğrudan eklenirse kimse şaşırmayacak! O sinyal de verildi.
Öncelikle, şaka sanmayın gurur duyabilirsiniz, işte tam bağımsız Türkiye diye ben buna derim! Aynı anda hem Amerika, hem Rusya, hem Birleşmiş Milletler, hem Orta-Doğu, hem de Avrupa ile soğuk, ılık ve sıcak savaşlar yaşayabilen kaç ülke tanıdınız siz ömrünüzde? Helal olsun demekten başka seçeneğiniz var mı bu ortamda, Allah aşkına?
Bu ortamın en akıl almaz durumu, teori ve pratikte, her gün AKP hükümetinin dost ve düşman dökümünün değişiyor olması... Bu konuda zaten sonsuz bir ekspertize sahip olduklarını yerel siyasetten de çok iyi biliyoruz! Numan Kurtulmuş en büyük düşmanken, şimdi iktidarın sağ kolu olabiliyor. Türkeş, RTE’nin ana milliyetçi karşıtıyken, şimdi gözü kulağı olarak öne çıkıyor. Bir de bunların tersi var: Dostken üç günde karşıtın dibi haline gelen isimler! Bunlar arasında, tabii onurlu ve gururlu 2. Cumhuriyetçiler, “Yetmez ama Evet”çiler, değerli esnek gazeteciler büyük farkla öne çıkıyorlar. İşte bu dediklerimi, benden iyi bildiğiniz gibi, aynen ülkelere de uygulayabiliriz!
Lütfen çocukça tavırlara girip, bu olan biten ve çelişki dolu kokular yayan olaylara şaşırarak bakmayın! Herhalde sizin karşınıza daha önce tek başınıza tüm dünyayla kapışmak veya ülkenizin her zerresini yönetmek gibi sürrealist olaylar çıkmadı! Bu nedenle kelimelerinizi dikkatli seçin ve gereksiz ukalalıklar yapmayın. Siz kiiim, Tayyip Bey kim! Adınızı öne sürerek kılıcını kuşanmadan her istikamete fedakarca koşup gaste basan, adam döven dövdüren, sanal alemde herkesi susturmaya yeminli kadrolarınız oldu mu hiç? Boyun ve kapasiten, yani kapsama alanın  kadar konuş derler adama!  
Evet ne diyorduk, dost düşman belli değil; ABD sözde müttefikimiz. Ama onlarla da toptan karşıt olmayı başardık. Dünyada ABD ile kavgalı olan ülke, Rusya’nın yanındadır. Onunla da kavgalıysa, BM’ye sığınır! Bizim durumumuz ise, artık olsa olsa bin bir fıkra konusu olabilir: Yani mesela dünyada örnek gösterilen efsanevi ordusunu kendi içinde harekatlarla yok edip FETO, Ergenekon, Balyoz derken resmen bitirme noktasına getirip, ardından dünyanın tamamına meydan okumak! Bence zaten söylemi özetlemek lazım: Eyyy Dünya!!! Geçelim. IŞİD, dostumuzun düşmanı, bizim düşmanımız olacak zannedersiniz. Ne yazık ki öyle bir şey yok! Her yerde öyle izler bırakmışız ki, bu IŞİD’e kapıları açtığımızın her türlü belgesi ve resmi ortada kol geziyor. Daha düne kadar çözüm süreci çerçevesinde (!) ordumuzu deli ederek onların önünden resmi geçit yapan PKK ve YPG, şimdi tüm dünya önünde baş can düşmanımız olmuş. Tüm bu sınır ötesi bombardımanlar yaşanırken, Ey İsraiilll’in temsilcileri, Erdoğan’ın baş davetlisi olarak ana sahnede yerlerini almışlar.

SİZLER ALIŞTIRILARAK DELİRTİLDİNİZ!
Hiç bıkmadan tekrarlayacağım: Sizler alıştırılarak delirtildiniz. Yavaş yavaş... 20. yüzyıldan Ortaçağ’a geçiş yaptınız. Sanki Türklere özel matrak sürrealist bir senaryonun bilim-filim kurgusu çerçevesinde... toptan delirtildiniz. Ben mi? Ben 30 yıl önce bugün yaşayacaklarımızı gördüm, anlatmaya başladım ve paranoyak damgası yedim. Şimdi damgamla –ne yazık ki- üzüntülü bir gururla yaşıyorum. İşte ben o nedenle alışamadım. Çünkü filmin birinci dakikasında bu sonu gördüm. Sürecin içinden alışamadan geçtim... Senaryonun her zerresini önceden bilerek ve bildiğim sonu engellemek, yazarlardan makiniste, herkese etki etmek için gayret sarf ederek. Geçen hafta da farklı bir dökümünü verdim bu uzun sürecin. Şu anda her kafadan bir ses, büyük ve bilgiç analizler yapıyor. Kürt koridoru, YPG, LPG, ÖSO, PYD, Suudiler, İranlılar, IŞİD Suriye Kürdistan’ı, hava sahamız, Rusya’dan Türkiye’ye kara harekatı tehdidi, angajman kuralları, degajman senaryoları... İşte tüm bunların ortasından fışkıran Ortadoğu petrolü bile değil, Ortaçağ’ın ta kendisi. Irk-din-mezhep kavgaları artık İsrail-Filistin hattını değil, bizi vuruyor. Onlara da bizi seyretmek düşüyor. Emperyalizme pek fark etmez, kimler savaşıp ölmüş. Dün İsrailli ve Filistinliler, Irak ve İranlılar, bugün Türk ve Suriyeliler... Hiç fark etmez, yeter ki silahlar susmasın, ölüm kussun ve ... satılmaya devam etsin! Yoksa Ortadoğu’nun Ortaçağ’dan kalma din ve çıkar ilişkilerinde, İngiliz yadigarı Kürt sorununda, daima sonsuza dek damarına basılacak yeni etnik kimlik ve din damarları bulunur, sonu yoktur. Yeter ki “Ana Şirket” iş yapmaya devam etsin!


Her gün Osmanlı Osmanlı demekten helak düştünüz, biraz da onları örnek alın bre! Cepheye mertçe yürüyen Fatih ve Kanuni gibi olun, illa savaşacaksanız...

10 Şubat 2016 Çarşamba

YOBAZLARA VE BÖLÜCÜLERE NE ŞAŞIRIYORSUNUZ? NE EKTİYSENİZ ONU BİÇİYORSUNUZ! | Bedri Baykam | 09.02.2016

YOBAZLARA VE BÖLÜCÜLERE NE ŞAŞIRIYORSUNUZ? NE EKTİYSENİZ ONU BİÇİYORSUNUZ!
IŞİD VE TÜM YOBAZLARI ECEVİT VE SOL LİDERLER GETİRDİ. FARKINDA MIYDINIZ?
NİYE ŞAŞIRIYORSUNUZ? HALA ALIŞAMADINIZ MI? NE BEKLİYORDUNUZ? VB.. 

Bedri Baykam
09.02.2016

Düşünüyorum da, herhalde halkımız, yeniliksever gençliğimiz, yeni ve eski kuşak siyasetçilerimiz, hepsi çok mutlu olmalılar! Sürekli değişen siyasal rejimimizden, her gün artan farklı terör olaylarından, her an gerildikçe gerilen ve düzeyi yerlerde sürünen siyasal ortamımızdan, dört yanımız savaş kan ve barut kokan bir ortamda yaşamaya alıştırılmış olmamızdan, birbiriyle yaşayamaz hale getirilen toplum katmanlarından gerçekten şikayet ediliyor mu bu ülkede? Vallahi gerçekten inanmıyorum!
Kim şikayet edecek söyler misiniz? 1970’lerde Milli Selamet Partisi’ne bir çok bakanlığı teslim eden ve 1980’den sonra “solun iki yakasını bir araya getirmeyeceğine yemin etmiş” bir Ecevit ve ona tapmaya devam eden, hatta onun solu bölmesine seyirci kalmanın ötesinde tekrar iktidara taşıyan, sözlerini emir kabul eden milyonlar bu ülkeden çıkmadı mı? 1960 Kurucu Meclis Üyesi olmasını unutup, 27 Mayıs düşmanı kesilmesini onaylayan ve hatta tarikatlarla içli-dışlı ilişkilere giren o değil miydi? Solun içini demokratik-sol, sosyal-demokrat, ulusal-sol vs olarak bölen ve herkesi ayrıştırarak birbirine düşman etmenin önünü açan o değil miydi? Keşke iş bu kadarla kalsaydı... 1988’de Ankara’daki makamında kendisine bizi tehdit eden dinciliği ikaz ettiğimde bana “Bedriciğim seni bu şeriatçılık paranoyasından kurtarmamız lazım” diyen SHP Genel Sekreteri Baykal’ın ta kendisi değil miydi? Aynı dönemde akraba evinde üç saat boyunca 163. maddeyi Türk Ceza Kanunu’ndan kaldırmanın ne gibi korkunç sonuçlar doğuracağını anlattığımda “Vallahi Bedri Bey, yapacak bir şey yok, demokrasi var. Bu yüzden onu kötüye kullanıp kaldırmak isteseler bile buna mani olamayız, hakkımız yok” gibi özetleyeceğim cevabı veren SHP Genel Başkanı Erdal İnönü değil miydi? Arkasından da, Muammer Aksoy’un ikazlarını da dinlemeyip, TBMM’de Özal’la beraber 141-142-163. maddelerin kaldırılması için oy veren ve verdiren yine Erdal Bey değil miydi? Keşke işler bu kadarla kalsaydı! 1990’lar boyunca reyting almak uğruna her akşam Atatürk düşmanlarını, bölücüleri, yobaz sahte entellektüelleri televizyonlara çıkartıp, sabahlara kadar şeriat ve türban propagandası, ordu düşmanlığı, “resmi tarih” yapı-sökücülüğü (!), laiklik sorgulaması yapan, bugün ağlayan bu medya değil miydi? Aynı şekilde Atatürkçü köşe yazarlarına önce yeni köşe açmayan, ardından da sırayla hepsini gazetelerden atan, dışlayan aynı medya patronları değil miydi? Gazete yönetmenleri, ilginç ve “in” görünebilmek için her Pazar ilavelerini, köşelerini ve röportajlarını 2. Cumhuriyetçi ve anti-Kemalist propagandaya ayırmadılar mı? “Siz hala annenizin rejiminin borazanlığını mı yapıyorsunuz?” diye soranlara ne yanıt verebilirlerdi aksi takdirde? Aynı medya köşebaşlarını ellerinde tutanlar, ulusal her gurur günümüzü önce satır aralarında, ardından ekranlarda yüksek sesle aşağılayanları “büyük çağdaş yeni filozoflarımız” statüsüne çıkarmadılar mı? Sol ve sosyal demokrat Türk halkının düşünce yörüngelerini etkileyenler, ısrarla Necla Arat’ı, Yekta Güngör Özden’i, Vural Savaş’ı, Oktay Ekşi’yi veya benim gibi Atatürkçüleri durmadan usanmadan “fazla laik, fazla ulusalcı, fazla devletçi, fazla Atatürkçü” gibi komik sözde saldırılarla gözden düşürmeye çalışmadılar mı? Sosyal demokrat ve sol partilere, 1993’te çağrı yapıp “bakın, AKP geliyor, belediyeleri kazanacaklar, oradan güçlenip Parlamento seçimlerini kazanacaklar, oradan da güçlenip tüm rejimi şeriatçılığa kaydıracaklar, bu nedenle acil olarak birleşin ya da ortak adaylar çıkarın ya da bölge paylaşımı yapın, her biriniz farklı kentlerde aday olun” dediğimizde, bize en sert red cevabını verenler veya “ne sempatik ve sanatçı ruhlu enteller” gözüyle bakanlar, 1994’te net bir şekilde seviyesiz ve cahil ısrarlarıyla bizi dinlemedikleri ve  birleşemedikleri için RTE ve Gökçek efsanelerini yüzde 0,2’lik oy farklarıyla başlatmadılar mı? Cumhuriyet’in, AKP öncesi tüm 80 yıllık sürecini “resmi tarih şöyle yalan söyledi, böyle yok etti” diye aşağılayan, “ceberrut devlet aşağı, tek tip insancı devlet yukarı” diye her an hırpalayıp sövenler şimdi memnuniyetten uçuşa geçmediler mi? Bir çıkış yolu arayan Atatürk’ün partisinin üye ve seçmenleri, “din sever ama hırsızlığı olmayan” Cumhurbaşkanlığı adayıyla karşı karşıya bırakılıp yine de gidip “tıpış tıpış” oy vermediler mi? “Ne mutlu Türküm diyene” cümlesini faşizm ve ırkçılık olarak okumayı başaran aklı evvellerin, bir terör örgütünün elebaşını adım adım Nelson Mandela seviyesine çıkarmaya uğraşmalarını bu toplum seyrederek uzun vadede oyuna gelmedi mi? CHP’de, yani Atatürk’ün partisinde ve adını koyduğu Cumhuriyet Gazetesi’nde, en ödünsüz Atatürkçü kişiler, bir bir çıkarılıyor veya pasifize edilmiyor mu? Her Allah’ın günü, ortamın ve rüzgarın yönüne göre müttefik ve görüş değiştiren bir iktidara ve her gün caddeleri kazıp bombalar yerleştiren terör örgütüne ve şakşakçılarına toplam %60’a kadar oy veren bu toplumun değerli üyeleri değil miydi?
Bakın bu dertler bitti artık! Kimse sabaha kadar yobazlık ve bölücülük propagandası görmek zorunda değil! Her şey netleşti. Sabaha kadar kendilerini anlatma ihtiyacı hissedip “ötekileştirilenler” artık Kemalistler. Ama korkmayın, sizi bekleyen uykusuz geceler filan yok, çünkü Kemalistlere 1-2 malum kanal dışında söz veren yok.

Hani ne diyorduk, o “ceberrut devletten”, “resmi tarihten”, “tek tip basmakalıp insan profilinden” , “faşist Ordudan” şikayet edenler vardı ya? İşte onlara müjdeler olsun! Artık tüm bu saydığım zorlu mücadeleler sonucunda emellerine kavuştular! Ordu artık AKP’nin kurmaya çalıştığı rejimin adı neyse, onun bekçisi. Allaha şükür artık o sıkıcı dayatmacı zorla devrim yapan Atatürk Cumhuriyeti’nin sıkıcı basmakalıp tipolojisinden de kurtulduk! Mesela artık doğduğundan beri, 163. maddenin yokluğunda şeriatçı ölme-öldürme propagandaları ile büyüyenler, bugün canlı bomba olup kendilerini patlatıp, tavuk gibi insan keser hale geldilerse, bunda şaşıracak hiç bir şey yok! Onlar “özgürce” (!) bu günler için yetiştirildiler! Artık ender olarak görülebilen şu satırların yazarı ve benzer inatçı arkadaşları dışında ortalık çeşni kaynıyor, cıvıl cıvıl, renk renk, boy boy! Sevgili Bülent Bey ve tüm takipçilerinin %40 Türk siyasetini sağa ve aşırı sağa kaydırma operasyonunu başarmalarının ardından, tüm siyasi dingilimiz kırıldı! PKK’lılar, PKEKE’liler, IŞİD, DAEŞ, FETO, FETÖ, Hizbullah, İslami Hareket, El Kaide, Müslüman Kardeşler, İBDA-C, Devrimci Karargah, DHKP-C, 2. Cumhuriyetçiler, Yetmez ama Evetçiler, TİKKO’cular, yandaşlar, paydaşlar, kılı olanlar, kıl olanlar, YPG’ciler ve daha neler neler! Umarım her akşam haberlerinizi vahşi batı filmlerini aratmaz seviyelere taşıyan bu yeni Türkiye ortamı, sizi de her gün daha çok mest ediyordur! İşte size kimlere borçlu olduğumuzu hatırlatmakta benim görevim oldu! Teşekküre gerek yok, bu başarı çoook geniş bir güruha ait! Onlar kendilerini iyi bilirler...

3 Şubat 2016 Çarşamba

CHP, ATATÜRK’LE NE KADAR BARIŞIK, GÖ-RE-CE-ĞİZ! | Bedri Baykam | 02.02.2016


 TEK SORUN İNDİRİLEN O RESİM Mİ!? - BU DUMAN, GÜNDEM DEĞİŞMESİYLE DAĞILMAZ! - ATATÜRK DÜŞMANLARI İŞ BAŞINDAYKEN, CHP “ATATÜRK SİLİCİLERLE” MÜCADELEYE HAZIR MI? KARARLI MI?

CHP’DE ATATÜRK’ÜN RESMİNİN İNMESİ,  BUZDAĞININ GÖRÜNEN KISMI

Geçtiğimiz hafta, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, medyanın ve durumu içine sindiremeyen bazı CHP milletvekillerinin veryansınını, halkın feryatlarını nihayet dikkate aldı ve Yüksek Disiplin Kurulu’ndan, Atatürk resminin çöpe atılması olayının araştırılmasını talep etti. Tabii öncelikle söyleyelim, bu gecikmiş de olsa çok doğru bir karar. Cumhuriyeti kuran partinin kurucusunun fotoğrafını, o partinin bir milletvekili elbette çöpe atamaz. Atarsa, olsa olsa kendi istifasını kaleme almış olur. Yalnız bizim açımızdan işin ilginç tarafı, bu konunun sanki tekil bir vakaymış gibi ele alınıyor olması... Nerede o günler? Keşke! Parti içinde de, ülkede de, bu konuda yapılan ihanetler çoktan küpü doldurdu-taşırdı!  

YÜKSEK DİSİPLİN KURULU BU İŞİ ÇÖZMEYE MECBUR!
İşin insanı acı acı gülümseten noktalarından biri, Aydınlık’ta ve sanal dünyada bu ismin Zeynep Altıok olduğu ısrarla söyleniyor, Yurt’ta “o vekil bulunacak” başlığıyla olayın farklı isimlere yönelebileceği yazıyor, Sözcü ise Zeynep Altıok iddialarını bir söyleşiyle toptan reddediyor. Bakalım Aylin Nazlıaka’nın aktarımlarından işe girişecek olan Yüksek Disiplin Kurulu hangi sonuca ulaşacak... Bizler bu konuda ne dedikodu yapmak isteriz, ne de masum insanları suçlamak. Yalnız gerçeğin ortaya çıkması amacımız. Yüksek Disiplin Kurulu, topu kesinlikle taca atmadan, hafiyeliğini başarıyla tamamlayıp konuyu çözmek zorunda. Çünkü ateş olmayan yerden duman çıkmaz. Aylin Nazlıaka da bu sözleri ve olayı rüyasında görmüş olamayacağına göre, bu olayı çözmek çok da zor değil. Şayet partinin yüksek tepelerindeki kimi insanlar, “bu ülkede en uzun gündem bir haftadan fazla sürmez, merak etme sen” diye işin failini sakinleştiriyorlarsa, o zaman ciddi bir sorunumuz var demektir. Çünkü  bilmeliler ki, bu duman, kolay kolay dağılacağa hiç benzemiyor ve zaten dağılmamalı da! Tabii bir de soruyu gerçek eksenine oturtabiliriz: CHP’de Atatürk çizgisini için için kabul edemeyen başka kaç milletvekili var, sorunun yanıtını tam bilen var mı?

PEKİ, TEK SORUN BU MU!
Tek sorun bu olsaydı derdik ki, “Koskoca CHP! Nasıl olsa bu olayı çözer, o bahtsız isim her kimse onu deşifre eder, toplum böylece rahatlar ve herkes sen sağ ben selamet yoluna devam eder”. Ama ne yazık ki o noktada değiliz... İster salt CHP’den, ister ülkenin genel sol penceresinden içeri bakalım, ister Türkiye penceresinden... Karşımıza çıkan tablo hep aynı. CHP, yıllardır ülkenin sevilen, güvenilen, tanınan, halkıyla bütünleşmiş Atatürkçülerine çok ender olarak statü veriyor. Necla Arat -ki Baykal kendisine Yurtsever Hareket olarak yaptığımız bir ziyaret sonrası bu teklifi iletmişti, Tuncay Özkan, Uluç Gürkan, Emine Ülker Tarhan gibi isimler geliyor ilk olarak insanın aklına. Maşallah zaten öyle bir ülkeyiz ki, bu isimlerin her biri hakkında da bir ton laf etmeye hazır, sayısız “solcu” vardır. Yani CHP, yıllardır -özellikle de Kılıçdaroğlu döneminde- hem Atatürk’le, hem Atatürkçülerle arasına bir mesafe koymuş durumda. Kılıçdaroğlu’nun, göreve gelir gelmez 27 Mayıs’a açıkça saldırması, İnönü dönemi hakkında sarf ettiği kabul edilemez sözler, “Yeni-CHP” şeklinde bir kavramı öne çıkarması, CHP’nin ünlü oklarının sürekli olarak “ehemmiyeti kendinden menkul” sivri zekalar tarafından sorgulanması, partinin kendi köklerinden vazgeçtiği şeklinde algılanabilecek bir söyleme girişmesi, “laiklik tehlikede değildir” gibi şaka olarak bile kabul edilemeyecek bir cümle sarf edebilmesi, geçmişi Atatürk Cumhuriyeti’ne laf giydirmekle yüklü insanları yönetime alması, toplumda ulusalcılık kavramını alakasız bir şekilde, hatta sahtekarca “ırkçı bir aşırı milliyetçilik” olarak göstermek isteyenlere karşı sessiz kalarak “sükut onayı” vermesi, her fırsatta İsmet İnönü dönemini savunmasız bırakması, 12 Mart üzerinden yine İnönü’ye açık tavır alması ve buna eklenebilecek sayısız madde, ortaya sorunun bir vekilin odasından indirdiği posterin çok ötesinde bir boyut katıyor. Ne yazık ki CHP, köklerinden uzaklaşan ve her geçen gün, 1990’ların naif oluşumu, “Yeni Demokrasi Hareketi”nin saflığını andıran, gündem dışı kalmış, kritik kararlar ve konularda ne dediği belirsiz, %25’te patinaja mahkum olmuş bir iyi niyet kulübünü andırıyor!

ATATÜRK SİLME EKSPERİ, AKP!
Atatürk’e yurt çapında her türlü haksızlığı yaparak adını her yerden, gününe göre yavaş yavaş veya hızlı hızlı kaldırma konusunda eksper sayılabilecek parti, tabii ki AKP. Geçen hafta medyaya yansıdığı gibi, KPSS sınavında her yıl olduğunun aksine Atatürk ilke ve devrimleri hakkında hiçbir soru yöneltilmediği yetmiyormuş gibi, Milli Eğitim Bakanlığı da “Eğitim Kurumları Müdür başyardımcılığı ve müdür yardımcılığı yazılı sınav başvuru kılavuzu”ndan her sene %15 oranında sorulan Atatürk ilke ve devrimleri konusunu da sınav sorularından çıkardı. Bu affedilmez büyük ayıba ilk tepki, Eğitim İş Sendikası’ndan geldi. Tabii bu da, Türk sendikacılığının henüz tam ölmediğini dosta düşmana göstermiş oldu (Halbuki Gezi’deki uyuşturulmuş hallerini gördükten sonra, ben kendi adıma çok tereddüt taşıyordum bu konu hakkında). AKP’nin kimi örgüt ve Gençlik Kolları’nın Hürriyet gazetesine yaptığı saldırının ardından, o üzücü olayda başrol oynayanlardan birinin 19 Ağustos’ta attığı bir tweet’i hatırlatmakta yarar var: “Hazır Lice’dekine el atmışken, hızınızı alamayıp bütün Atatürk heykellerini yıksanız ne hoş olur, pek de güzel olur”. İşte Türkiye böyle bir yer artık... Sıfatlı sıfatsız her önüne gelen haddini-tarihini bilmez nankörün, ister mitinglerde, ister sosyal medyada Atatürk’e saldırarak prim kazanmaya çalıştığı ve siyaset yaptığını sandığı bir yüzü kızarmazlar ülkesi. Savcıların, Atatürk ve İnönü’den “iki ayyaş” diye bahsedenlerin üstüne gidemediği, ama basit bir şiiri, bilgiyi veya yorumu retweet edenlerin mahkemelerde süründürüldüğü hilkat garibesi bir ülke... “Yüce Atatürk” tişörtleri giyen Fethiyespor’un Futbol Federasyonu’nda Profesyonel Futbol Disiplin Kurulu’na verilebildiği o acaip ülke...

CHP ESAS YENİ STADLARIN, HAVAALANININ ADINA BAKSIN!
Türkiye’de, kendini son derece kurnaz ve kıvrak zekalı sanan bir iktidar tipolojisi, Atatürk adını her yerden silebilmek için havaalanı ve stadların tamamını yeniden inşa etmeyi bile göze almış durumda. Antalyaspor, Afyon, Bursaspor, Eskişehir, Hatay, Konya ve Sakarya stadlarının adı Atatürk iken, Arena olarak değiştirildi. Beşiktaş, Kocaeli ve Malatya stadlarının isimleri ise İnönü yerine yine Arena olarak ilan edildi. Samsun stadının adı 19 Mayıs iken, şimdi o da Arena hastalığından mustarip. Hiç merak etmeyin, o Arena isimleri de geçici birer tabeladan ibaret. Oldu-bitti tamamlandıktan sonra nasıl olsa ülkenin uyanık zihinli bireyleri, en yaratıcı biçimde bu stadlara da kendi cenahlarından hayır dualarını alacakları “Yeni Türkiye” böyyüklerinin isimlerini nasıl olsa koyuverirler. Bu ince ayarlar kimbilir ne çoook uzaklardan idare ediliyor!
Atatürk Havalimanı’nın adına gelince, işte dananın kuyruğunun kopacağı nokta orası. Bu nedenle CHP, Disiplin Kurulu aracılığıyla bir an önce o milletvekili ihanetini kendi içinde çözüp, cezalandırıp, esas kendisini ilgilendirmesi gereken bu ağır konulara doğrudan dalmalıdır. Bir kere Atatürk Havalimanı son derece şık, çağdaş, yüz akımız olan bir alandır. Orasının atıl bırakılması veya yıkılması gibi milli serveti yerle bir edip çöpe atacak bir hareket kabul edilemez. Ayrıca farz edin, benim veya sizin bilmediğiniz yetersizlik veya başka nedenlerden dolayı oluşan bazı zorunluluklardan (!) o havalimanı yıkılacak... Öyle olsa bile, yeni yapılan havalimanının adı Atatürk Havalimanı olarak devam eder. O noktada hiçbir sivri zekalı Atatürk’ün adını silip, yaranmak istediği bazı bahtsızların adını öne süremez. Bu ülkenin tek kurucu lideri, ebedi kahramanı Atatürk’tür. Dolayısıyla, kimi aklı evveller, şayet farklı nedenlerle Atatürk Havalimanı’nı yıkmaya girişeceklerini sanıyorlarsa, boş yere emek, zaman, para harcamasınlar!
Bu arada CHP MKYK’sında yer alan değerli arkadaşlarıma hatırlatayım ki, son Kurultay’da tüm salondan “AKP’nin konuyu bir oldu-bittiye getirerek yeni havalimanına kendi liderinin adını vermeye kalkıştığı takdirde, her ne pahasına olursa olsun buna izin ve geçit vermeyecekleri” konusunda tam bir toplu söz ve güvence aldım! Herhalde samimiydi CHP’li arkadaşlar topluca bu operasyona “dur” diyeceklerini haykırırken! Gö-re-ce-ğiz...

Şimdi makalenin başına dönebiliriz: Keşke konumuz yalnızca içimizdeki o -her kimse- Truva atı milletvekili olsa! Konumuz ne yazık ki çoook daha derinlerde! Bağırsaklarımızda, arka odamızda, Parlamento kürsüsünde, hazırlanan aday listelerinde, yüksek sesle itiraz edilen ve edilmeyen ana temel konularda! O Atatürk resmini odasından indirip “artık yeni şeyler söylemek lazım” deme densizliğini gösteren milletvekili, buzdağının görünen yüzünün KDV’sinden daha küçük bir kısmını teşkil ediyor, bu dev ve çetrefil sorunun içinde... Bugün basına sızan haberler, Disiplin Kurulu’nun tahkikat raporunun failin hak ettiği cezayla işi sonuçlanacağı yönünde sinyaller veriyor. Umarım bu dakika bilgisi doğrudur. Ne var ki, buna rağmen birilerinin onu koruma güdüleri partinin çıkarlarını koruma güdüsünün önüne geçirirlerse, bunun bedeli sandıklarından çok daha ağır olur...