25 Ağustos 2015 Salı

TÜRKLER’İN SANATI, ALMANLAR’IN YAŞAMI... | BEDRİ BAYKAM | 25 Ağustos 2015 tarihli makalesi..

SAN FRANCİSCO MANİFESTOSU, BATI MÜZESİNDE
Hafta sonunu Almanya’da geçirdim. Kunstverein Rheinland Westfallen Düsseldorf’ta, “Türkler’in Sanatı” başlıklı bir sergimiz vardı. Küratörler Hans-Jürgen Hafner ve Manuel Graf. Sergi çok farklı bir toparlamayı hedef almıştı. 19. yüzyılın ortalarına doğru fotoğrafın gelişinden, Osmanlı’nın sonları ve Atatürk döneminin resmî modernleşmesi üzerinden Türk çağdaş sanatının farklı dönemleri ile kritik virajlarına değinen bir sergi... Bu bağlamda, sonuçta Cumhuriyet'in ilk yıllarındaki modernleşmeyi, ünlü Alman mimarlar üzerinden ele alıp ardından Adnan Çoker'in, benim, Erdağ Aksel'in, Fikret Atay’ın ve Haluk Akakçe'nin işlerine ulaşan zaman ötesi bir seyahat... Öte yandan, ilk yazılışından 31 yıl sonra 1984 SAN FRANCİSCO MANİFESTOSU'nun ve yıllardır vurguladığım şekilde batının doğuya karşı önyargıları konusundaki kültür emperyalizmi eleştirilerimin üst düzey bir batı sanat kurumunda kabul görmesi, beni ayrıca çok mutlu etti; genç bir sanatçı olarak ortaya koyduğum o iddialı fikirlere karşı batının ukalalıklarının en azından bazı cephelerde sona erdiğini gösteriyordu adeta. Açılışa bini aşkın Alman sanatsever geldi.
HUZURLU VE EĞLENEN BİR ALMANYA!
Otel odamda zapping yaparken gördüğüm en çarpıcı “gerçek”, kanalların, derdi olmayan bir ülkenin yaşam tarzını yansıttığıydı. Yemek tarifinden asilzadelerin konkurhipiklerine, komedilerden futbola geçerken hiç bombalara, rehin alınmış bir halka ve tehditlere rastlamadım. Kendi ritminde mutluluk içinde yaşayan insanlar vardı ortada. Sokaklar mı? Gündüz sakin ve aşırı kalabalık değil, geceleri ise toplanma yerlerinde mutlu bir şekilde birbiriyle şakalaşan, gülen eğlenen, 24 saat sokaklarda doyasıya bira içen, öpüşen “kızlı-erkekli” gruplar! Olmaz böyle rezalet! Birileri AKP’ye derhal haber vermeli, Alamanyamızda sokaklarda böyle ‘çirkin’ görüntülere müdahale etmek için tez elden çevik kuvvet ve zabıtalar yollanmalı!” dedim beraber seyahat ettiğimiz asistanım Öykü Eras’a...
Bizi havaalanına götüren taksici tabii ki Türk’tü! Fethi Kaçmaz, Diyarbakır’dan gelmiş, artık Alman olmuş. Eşi de “memleketlisi”... Bu çok hoşsohbet dostumuz, bize izlenimlerimizi teyit eden bir Almanya özeti çıkardı hemen: “Burada 72 milletten insan istediği gibi bir arada güzelce yaşar, kimse kimseye karışmaz, sağ-sol anlamını kaybetmiş, ülke çıkarı konu olunca, herkes bir araya gelir. Polis dediğin kafasına göre takılamaz, izni olmadan seni arayamaz, evine ekip gelirse de, polis merkezini arayıp rahatlıkla ‘bu ekibi gözüm tutmadı, bana yenisini yollayın’ diyebilirsin. Kimse kimseye bir tokat bile atamaz, 15.000 Euro ceza öder, burada cezalar caydırıcı ve işe yarıyor”.
BAKANLIKLA KANDIRMAK!
Sonra ne mi oldu? Uçağa bindik ülkemize döndük. Hani şu kızlı-erkekli, alkollü her şeyin yasak, günah, ayıp olduğu sevgili ülkemize! Hani şu siyasi heyecan yaşamaktan yerimizde duramadığımız film gibi, kara mizah gibi, absürd tiyatro gibi, cehennem azabı gibi, fokur fokur her tarafı kaynayan ülkemize. Günün bayatlayan haberi “Vermiyeceğim görevi demiştim, işte vermedim, ne sanıyordunuz ya!” şeklinde özetlenen, malum evlere şenlik durumlardı. Buna bir de yeni bulvar tiyatrosu eki yapılmıştı pazar günü: Başbakan, partilerin reddine rağmen, kırmızı halılı bakan koltuğu ile kandırabileceği CHP ve MHP’lilere teklifler götüreceğini söylüyordu övünçle!
PARDON SEVGİLİ CHP, DARBE VARSA...
Şimdi bu TV parodilerinin oynandığı ülkemizde, Kılıçdaroğlu haklı olarak “Ortada sivil bir darbe var” diyor. İyi de sevgili CHP’li yoldaşlarım, o dediğiniz varsa, -Kİ VAR!- o zaman sizce bu tepki dozunuz yeterli mi? Bakın 1984 yılında, batı kültür sistemine toptan rest çeken Manifesto’yu yazıp korsan eylemle müzede dağıttığımda, cebinde 20 dolar olan ve vize süresi dolmuş, yabancı, genç bir ressamdım. Risklerim sonsuzdu. Sizlerin sıfatları, dokunulmazlıkları ve halktan aldıkları kapı gibi yetkileri var! Peki bu uslu, yumuşak “Aaa, olur mu hiç böyle şey” tepkileriniz sizi tatmin ediyor mu? Yeri göğü inletip halk adına hakkınızı ne zaman arayacaksınız? Atatürk veya İnönü, benzer durumda şikayet edip boyun eğerler miydi dersiniz? Sizin “müzeniz” parlamento. Ve orada haklarınızı milyonlarca seçmen adına aramanıza engel olmak isterlerse, miting için çıkacağınız sokaklar, caddeler, sizleri bekliyor. Şimdi değilse ne zaman? Siz yapmayacaksanız, kimden bekliyorsunuz bu eylemi? Merkel mi? O hala sokaklarda. Bugün “Almanya’da (daha da!) iyi yaşamak” adına Duisburg’da Marxloh’da Türk ve diğer göçmenlerin arasına karışıyor.

18 Ağustos 2015 Salı

ÜLKEDE CESUR HUKUK ADAMI VAR MI? | Bedri Baykam | 18 Ağustos 2015 tarihli makalesi..


EVREN VE MENDERES’TEN DAHA AĞIR!
Erdoğan’ın gündeme damgasını vuran talihsiz “fiili durum şu andaki rejime uymuyor, tez değiştirile!” emirlerinin yankıları devam ediyor. Bir kısım gazeteci veya Levent Gök gibi siyasi arkadaşlar, Erdoğan’la darbe rejiminin lideri Evren’i kıyaslamaya başladılar. Aslında pek kıyaslanacak tarafları yok. Evren hiçbir zaman iktidarı sivillere devretmenin önünü kapamadı. Kendi desteklediği MDP’nin lideri Sunalp kaybedince üzüldü ama seçimler tekrarlansın demeyi de aklına getirmedi! Bırakın Evren’i, demokrasiyi yerle bir etti dediğimiz Menderes-Bayar ikilisi bile buna benzer rejim siparişine açıkça yeltenmediler. Var olan hukukun içinde anti-demokratik entrikalar çevirirken, Tahkikat Komisyonu gibi bir garabetle son raydan çıkmayı yaşadıklarında bile teorik olarak çuvala sığdırmaya çalıştıkları bir mızrak vardı. Bu durum onları da aşacağa benziyor.
RTE’nin güç anlayışı şundan ibaret: “Fors bende, AKP emrimde, polis ve asker de emir erlerim konumunda. Gerisinden bana ne? Karşımda teorik olarak bile herhangi bir caydırıcı güç var mı? Demokrasi, kaba kuvvete kimin sahip olduğundan ibaret bir komedya oluveriyor!
YARGI YA GÖREV YAPSIN YA İSTİFA ETSİN!
RTE’nin buyruğu hukukdışıdır. Halkın iradesini, Anayasayı ve sevdiği deyimle “seçilmişleri” yok sayan bir tehdittir. Açık bir “oldu-bittiye getirme” çabasıdır. Yani “Anayasayı tağyir, tebdil, ilga” suçlarına girer. Dolayısıyla Yargıtay Onursal Başsavcısı Kanadoğlu’nun “Erdoğan hakkında meclis soruşturması açılabilir, Yüce Divan’a sevk edilebilir” sözleri ciddi bir içerik ve anlam kazanmaktadır. Bu kadar sorumsuzca yapılan ve Türkiye Cumhuriyeti’nin devlet yapısına doğrudan çomak sokan ağır bir ihlalin adını koyacak bazı hukuk insanları umarım bu ülkede vardır. Yargı ya görevini yapmalı, ya da “ben artık bitmişim” diyerek toptan istifa etmelidir!
TEPKİLER BİLE NE DİYECEĞİNİ BİLEMİYOR
AKP’lilerin bile RTE’yi doğru dürüst savunamadıklarını görüyoruz. Öte yandan AKP’li milletvekilleri kendilerini ıskartaya çıkaran bu tavra karşı “gık” deme cesaretini hala bulamıyorlar! Allah affetsin! RTE’nin neo-liberal destekçileri çoktan çekildi. Hatta Taha Akyol bile kendisini destekleyemez hale geldiyse, siz anlayın durumu. Affedersiniz ama Bahçeli bile “Yerli Hitler istemiyoruz” deyip yine herkesi şaşırtarak kendini yeniden muhalif (!) gösterme peşinde! İyi sıhhatte olsunlar! Bakalım RTE’den aferin almak için yine hangi son dakika golü hazırlıyor? Acaba o bile anladı mı “Savaşın bir seçim oyuncağı, bir RTE cankurtaranı” haline dönüştürüldüğünü? Konunun HDP’yi baraj altında bırakıp, RTE’yi kurtarma operasyonu olduğunu? Yoksa bu zaten kendilerinin de arzuladığı senaryo mu? HDP düşmanlıklarının RTE’ye muhalefet etme kararlarını geride bıraktığını biliyoruz artık! Bakın bu 45 gün özetle nasıl kullanıldı: Oyalama, zaman kazanma bir yandan, savaş çığırtkanlığı diğer yandan! Ve tabii “fiili hukuksuzluk hazırlığı” dört bir koldan! Ben bu satırları yazarken, Başrehin Davutoğlu, Bahçeli ile beraber 45 günden arta kalan saniyeleri tüketmekle meşgul... Sağlık Bakanı Müezzinoğlu’nun “Cumhurbaşkanı yerine başkan seçmiş olsaydık, bu kaos yaşanmazdı” sözleri ise, şimdiden demokrasi tarihinin arka kapısından ibretlikler arasına girdi...
ZEKERİYA ÖZ OLAYININ ÖĞRETTİKLERİ...
Hani bir savcı vardı ya, esip gürleyen! Atatürkçüleri, askerleri, Fenerbahçelileri hapislere tıkan? Hani bir başbakan bardı.. “Ben o davanın savcısıyım” demekten çekinmeyen... İşte şimdi o savcı, İlhan Selçukların, Aziz Yıldırımların, Tuncay Özkanların öngördüğü gibi kaçacak delik arıyor ve bulamıyor. Eski büyük dayanışma partneri, onu “saklandığı inden bulup getirmeye” yemin etmiş! Ne öğreniyoruz bu tarihi dersten: Asıp keserek hukuksuz yöntemlerle kükremek, hiç kimse için güvenilir bir liman değil. Demek ki bundan istisnasız herkes kendine bir ders çıkarmalı! Dün fezlekeler ve baskınlarla ortalığı birbirine katarken, birden İnterpol’ün WANTED listesine girip kırmızı bültenle aranabilirsin!
SON DERSLERE GELİNCE:
Şu hayatta, ben neymişim demeyeceksin, önünü göreceksin, körleşmeden. Şu devlete borçlu olduğun, içtiğin su, oturduğun koltuk, müsrifçe kullandığın tüm nimetler, hepsini hazmetmen gerekecek. Biraz kadirşinas ve mütevazı olmak, her siyasinin unutmaması gereken hayat dersi...

Hani “kandırıldık” diyorlar ya... Umuyorum bu halk da onları öyle bir kandıracak ki... O seçimi yaptıklarına yapacaklarına pişman olacaklar! Ama yeter ki tüm partiler bilsin ki bu tarafgir ve devrini doldurmuş, düşmüş hükümetle seçime de gidilmez! 

11 Ağustos 2015 Salı

CHP’YE KIZANLARA BİR ÇİFT SÖZÜM VAR... | BEDRİ BAYKAM | 11 Ağustos 2015 tarihli makalesi..


         Pardon ama, CHP’ye dönüp “vay kendini bilmezler, AKP ile ortaklığı nasıl düşünebilirsiniz!” diyenlerin hiçbirinin, gündem içinde geçerliliği olan tek bir alternatif getirdiklerini görmedim. Yıllarca AKP ile herbirimiz mücadele ettik. 13 yıldır süren ve adım adım tek adam diktasına giden AKP iktidarı,  7 Haziran’da beklemediği bir yenilgi aldı ve oyları ekseriyetin altına düştü. Ülkede demokratik çevrelerde büyük bir rahatlama yaratan bu gelişmeye rağmen, AKP, aradan geçen iki ayı aşkın süreçte dolambaçlı formüllerle her olumsuz şarta karşın iktidarı vermemeyi başardı.
       MHP’nin seçim gecesi başlayan malum negatif enerji yüklü olumsuz tavrı, bugüne kadar şiddetini ve ukalalığını arttırarak devam etti. CHP’nin “Sn. Bahçeli Başbakan olsun” formülünü bile en agresif ve kaba üslupla reddetmekten çekinmeyen, “AKP ve CHP, koalisyonu Cuma namazından sonra kursunlar” diyecek kadar dengesini kaybeden Bahçeli, dönemin ağır mağlubu.
       HDP ise maalesef aldığı ödünç oyları elinden kaçırmanın eşiğine geldi fazlasıyla. PKK’nın affedilmez cinayetlerine karşı, toplumun duymak isteyeceği yükseklikte bir sesle itiraz edemedi. AKP ile bir koalisyona girmeyeceğini de zaten en başında belirtmişti.
        Bu köşeden üç muhalefet partisine seslenerek “herbiriniz, AKP ile koalisyon kurmama sözü verin, düşsünler” demiştim. Peki ne oldu o günden beri? MHP kendini saha dışına çıkardı. Sayısı CHP ile iktidara yetmeyen HDP de ofsaytta kaldı. Geriye somut olarak CHP-AKP koalisyonundan başka ne kalıyor? Hadi diyelim MHP-AKP seçim hükümeti alternatifi var... Var da, belki RTE’nin bırakın CHP ile ortaklığı, bu sonuncuya bile tahammülü yok!
        Gelelim “Efendim, CHP 3-5 kırmızı plaka için mi bunu yapıyor?” diyenlere... Kırmızı plaka nedir? Bakanlık ve iktidar. İktidar ne işe yarar? Türkiye’yi korumaya ve gerici okları tersine çevirmeye.. Mesela Dışişleri ve Milli Eğitim’in CHP’ye geçtiğini düşünebiliyor musunuz? Kırmızı plaka bu işe yarayacaksa, buna hayır diyerek küçümseyeceklerin acilen tekrar düşünmeleri lazım. O zaman nedir istedikleri? Tüm bakanlıklar, daha 13 değil, 53, 113 yıl AKP’nin elinde mi kalsın? O zaman “solcu arkadaşlar kırmızı plaka istemiyor” diye sevinecekler mi? Herhangi bir alternatif üretemeden bu üsluba kayanları demagoji yapacaklarına, reel politikanın acımasız gerçekleri karşısında soğukkanlı değerlendirmeler yapıp fevri saldırılardan uzak durmaya davet ediyorum. Hele AKP, net bir taktikle savaşı kullanıp erken seçimde RTE’nin buyurduğu gibi tekrar tek parti iktidarı hesapları yapıyorken! Artık herkes sahte kahramanlığı bıraksın. CHP topa hiç girmese ve AKP, “Gördünüz mü, hepsi uyumsuz, gelin bize dönün” diyerek 226’yı geçse, tercih mi edeceksiniz bu olasılığı? Lütfen kılıç çekmeden önce, iki hamle ötesini düşünsün herkes...
FİKRET OTYAM’IN KAYBI AĞIR GELDİ
Fikret Otyam’ı 1960’larda, benim tüm sergilerime gelen bir fotoğrafçı, rahmetli babamın yakın arkadaşı, gazeteci bir ağabeyim olarak tanıdım. Ben de onun Anadolu insanını ve toprağını ebedileştirdiği karelerden oluşan fotoğraf sergilerine giderdim. Daha sonra da aynı konuyu resimlerinde nasıl bir başarıyla işlediğini keşfederek, bu mükemmel sohbetli, harika gülüşlü insanın nasıl komple bir sanatçı olduğunu gördüm. Tabii buna ekleyebileceğimiz cesur, kırılmaz, bükülmez kalemi var! Atatürkçü aydınlanmayı ve devrimleri gerçekten kanının son damlasına kadar savunan yılmaz bir yazar! Siyaset yazmayı oportünist bir orta oyunu veya “yetmez ama yan cebime koy” fırsatı sayan döneklerin cirit attığı ve çok bilmiş büyük beyinler olarak sürekli haber kanallarında kullanıldığı bir ortamda, sonsuz bir ışık örneği olarak hep parlamaya devam edecek... Onu gelecek kuşaklar da keşfederek “Otyam külliyatından” beslenmeyi sürdürecekler. Efsaneyi bugün alkışlarla kalbimize gömüyoruz.
NEJAT UYGUR’U ANDIK...
Harbiye Açık Hava Tiyatrosu’nda, Uygur kardeşler “Marko Paşa”yı sahneye koydular. Çok başarılı bir Bulvar Tiyatrosu örneğiydi. Benim açımdan bir anlamı daha vardı gecenin. Uygur kardeşlerle aramda zamana bırakılmış bir sorun vardı... Aramızda kalsın. O gereksiz mesafeleri de aşmış olduk. Ülkemizin sahneyi tartışmasız en iyi dolduran kadın oyuncularından Şahnaz Çakıralp, mükemmel performansı dışında siyasi tecrübesini kullanarak bu “arabuluculuğu” gerçekleştirdi. Gülerek, danslarıyla beraber izlediğimiz bu müzikal komedinin sonu ise, çok duygusal bir ana gebeydi. Rahmetli Nejat Uygur, sahnedeki dev ekranlardan bize seslenerek doğum günü olan 9 Ağustos’ta Açık Hava’yı hınca hınç dolduran binlerce insanın gözünü yaşarttı...


4 Ağustos 2015 Salı

ÇIKARCILIĞI BIRAKIN, VATAN EVLADINA BAKIN! | Bedri Baykam | 4 Ağustos 2015 tarihli makalesi..


ŞAFAK PAVEY “CAK CAK”A KARŞI
Bu vatan hırslarımızdan çok daha önemli” diye seslendi, birbirini yemek içen fırsat kollayan milletvekillerine. Zarif, kararlı bir tavırla Meclis Başkanlığı’nı özlediğimiz şekilde yönetti, bu kritik gündemde. Şafak Pavey, tartışmalı oturumda tam puan aldı. Bu dönem siyaseti bırakmak istemiş, Kılıçdaroğlu’nun ağır baskısı ile yeniden aday yapılmıştı. Öte yandan Bülent Arınç, siyasetin ne kadar özen isteyen bir uğraş olduğunu maalesef yine tersten kanıtladı. Bir kızgınlık anında içindekini dışa vuran söz, tüm Türkiye’nin tepkisini çekti. “Bir kadın olarak sus” lafının bir izahı olamaz. Bir siyasetçinin bu gafın üzerine yapabileceği tek şey -en azından AKPliler’in çok alışık olduğu şekilde- “onu demek istememiştim” tekerlemesinin arkasına sığınıp özür dilemek olabilirdi. Onu da beceremedi. Konuştukça, yanlış gerekçeleriyle daha da battı Arınç.
CHP, ERDOĞAN’IN TUZAĞINA DÜŞMÜYOR
AKP’nin taktiği belli: Koalisyon çabalarını yokuşa sürerek, erken seçime yönelmek ve halka diğer partileri şikayet ederek “Gördünüz mü? Şurada 3-5 oy aldılar diye hemen birbirlerine girdiler. Her biri ne demokrasiye, ne de uzlaşmaya açık olmadığını kanıtladı”. MHP zaten sanki halk nezdinde bu eleştiriyi hak etmek için, var gücüyle çalışıyor. HDP’nin ise topladığı sempatiyi, firesiz tutabildiğine inanmıyorum. Onlar da giderek alçaklaşan PKK terörüne karşı, pasif bir tavır takındılar. Böylece terörün faturası onlara da doğrudan sirayet etti. Ne var ki CHP, Erdoğan’ın malum tuzağına düşmüyor. CHP de MHP gibi “Uyumsuz Cafer” rolüne girip her kapıyı nemrut bir tavırla kapasa, Erdoğan da, AKP de derin bir nefes alıp şu sözlerle propagandaya girişecekler: “Gördünüz mü? İşte birbirlerinden farkları yok. Biri sağcı, diğeri solcu, öbürü Kandil’le İmralı arasına sıkışıp kalmış, ortak amaçları, halkı hükümetsiz bırakmak, Türkiye’yi kaos’a taşımak”. Ama işte CHP “ya sabır” çekerek de olsa koalisyon görüşmelerine en yapıcı şekilde katılarak, bu planı ıskartaya çıkartıyor. “Başka hikaye uydurun, bu tutmadı” diyor. Aslında Kılıçdaroğlu’nun dediği gibi, Davutoğlu tek olsa, bu görüşmeler büyük ihtimalle sonuç verir. Ama ne var ki, AKP’nin bir parti olma vasfı yok. Kurucusunun baskısı altında eziliyor. Hala başkanlık hayalleriyle beslenip, 7 Haziran’da içine düştüğü kabustan, Bahçeli’nin geleneksel gizli ortaklığı sayesinde kurtulan Erdoğan, şimdiden erken seçim kampanyasının teorik hazırlığına girişmiştir!
TOPLUM İŞTE ŞUNLARDAN BIKTI:
Toplum, siyasi entrikalara malzeme olmaktan, enayi yerine konulmaktan bıktı. “İslam Devleti” denilen terör örgütünün adını “DAEŞ veya DEAŞ” diye değiştirerek söz eden, ama yine de onlarla olan şaibeli ilişkilerini netleştirmekten kaçınanlardan bıktı. Güncel oportünist tavırlarla, AKP’nin tek başına iktidar olmasını engelleyen HDP’yi geçmişte olduğu gibi kapatarak cezalandırmak ve Güney Doğu’yu PKK’nın ötesinde çözümsüz bırakarak sonsuza dek kana bulamak isteyenlerden bıktı! Toplum terörden bıktı. Hatta bu yüzden, son bombardımanlara da ağzını pek açmadı. Öte yandan Demirtaş’ın kendisinden aldığı temsiliyet gücüne rağmen hala herkesin duyacağı yüksek sesle PKK ve Kandil’e karşı açık tepki vermeyip lafı gevelemesinden bıktı. Ama “bir erken seçim yatırımı olarak savaş” mantığından da bıktı. Neredeyse kimseye güveni kalmadı.
SEÇİM SONUCUNUN GARANTİSİ VAR MI?
Herkesin kendini en uyanık siyasetçi olarak gördüğü bu alt tabaka hesaplaşmalarda, seçimin ortaya yepyeni bir tablo çıkarmasının garantisi hiç yok. Evet, MHP huysuzluğu ve en son koalisyon için “halk önünde Kuran’a el basma” şartı (!) ile 2-3 puan oy kaybetmiştir. Evet PKK’nın kana susamış tavrına karşı yumruğunu masaya vuramayan HDP de, birkaç puan kaybetmiş olabilir. Ama bu veriler, tablonun değişmesi için yeterli değil. En azından toplumun karşısında bir güç birliği oluşturamayan %60’lık blok, şayet tutarlıysa, seçime gidilirken barajı düşürmeye mecbur. Aksi taktirde zaten seçmenlerin önünde gülünç duruma düşecekler. Ancak o zaman ortaya biraz daha net olarak farklı bir tablo çıkar ve o noktada da AKP’nin işi daha zor noktalara geriler. Sonuçta seçimin, Kaçaksaray’ın arzu ettiği kabustan çıkış senaryosunu taşıyacağının garantisi hiç yoktur. “Nasıl olsa bizim oylarımız artıyordur” inancı, birçok uyanık siyasimiz için hayatlarının yenilgisini getirebilir. En büyük risk, toplumda 7 Haziran sonrasında görülen tartışılmaz gevşemedir. Son dönemlerde rahatlamış görünen tüm muhalif kesimler, şayet bu “ivme kayıplarını” görmezden gelirlerse, işte o zaman kendi elleriyle AKP’ye teslim olmuş olurlar!