22 Temmuz 2018 Pazar

WİMBLEDON’DA YENİ ŞAMPİYON, ALMAN “MELEK” KERBER! | Bedri Baykam



PARDON! ÖNCE YANKI EREL!
Kusura bakmayın, normalde bu metinde Wimbledon’un tek kadınlar ve tek erkekler şampiyonluklarının hikayesini yazmak için oturdum masamın başına. Ama izninizle, önce işe Yankı Erel’in, Fin partneri Otto Virtanen ile kazandığı genç erkekler çift şampiyonluğunu can-ı gönülden kutlayayım... Ne kadar tebrik etsek azdır. Televizyonda bize tüm tenis turnualarını on kat daha sevdirerek anlatan sevgili kardeşim ve beraber sayısız (çok daha mütevazi) zafere imza attığımız çift partnerim Ali Göreç’le beraber, bizler 14-15 yaşından itibaren az mı rüyasını gördük böyle bir Wimbledon şampiyonluğunun? İşte Yankı o hayali gerçek kıldı... Bana o gün sorsanız, size söylerdim.. Ali’nin de aklı o gün eminim aslında Yankı’daydı. Hatta onun maçını naklen anlatıyor olmayı tercih ederdi büyük ihtimalle. Türk tenis dünyası olarak dünyanın en büyük turnuasının şampiyonlar listesine adımızı yazdıran Yankı’ya teşekkür ediyor ve onun adına sponsorlara buradan bir çağrı bırakıyoruz.
Oh be! Artık rahatladım. Şimdi kadınlar turnuasından konuya girebiliriz. Zafer bu sefer Kerber’in oldu! Melekliği adından geliyor: “Angelique”. Wimbledon’un yeni Alman şampiyonu. Kerber’in servisini Serena backhandiyle fileye taktığında, Angelique, kendini Nadalvari bir hareketle yere attı ve ağlamaya başladı. O ağlamanın arkasında, herkesin tenise başladığı günden beri bir rüya olarak gördüğü ve gözünde haklı olarak büyüttüğü “tartışmasız en büyük hedef” Wimbledon’ın zirvesine çıkmanın şaşkınlığı ve muhteşem dramı vardı. O gözyaşları boşalması “inanamamak” ile ilgiliydi. Kim bilir kendisi gibi ağlayan anneciğinin gözünün önünden hangi film kareleri geçit yapıyordu o anda! Üstelik rakip, herhangi biri değildi. Tenis dünyasında “kadınların terminatörü” Serena Williams’tı. Anne Kerber, kim bilir 9-10 yaşında olmadık mağlubiyetlerden sonra “ben bu sporu bırakacağım” diye ağlayan veya ağır depresyona giren kızını nasıl teselli etmişti her defasında... Zor spordur tenis. Takım oyunu gibi değildir. Yalnızsındır sahada dünyaya karşı...
Böylece Kerber, 2016 Avustralya Açık ve Amerika Açık şampiyonluklarından sonra, 3. büyük turnuayı da kazanmış oldu. Fransa Açık’ı da bu listeye ekleyebilirse, kariyer Grand Slam’ini başarmış olacak -ki bu da büyük bir başarıya yaklaşmak demek.

WİMBLEDON “ANNE” SERENA’YA
HANGİ JESTİ YAPTI?
Maçtan önce tenis severler galip konusunda bir tahminde bulunacak olsalar büyük ihtimalle ciddi oranlarda Amerikalı sporcuya şans tanırlardı. Onun acımasızca rakiplerini sağa sola savurmasına alışık olan herkes, bugün de benzer bir karşılaşma bekliyordu. Gerçi Serena on ay önce yaptığı doğumdan sonra henüz 4. turnuasını yaşıyordu ama Serena, Serena’ydı. Müdafaa oyunu ile tanınan solak raket Kerber’de büyük ihtimalle 65 dakikada ve yalnız iki küçük sette gelecek böyle bir zaferi beklemiyordu. Çünkü Serena, önce çeyrek finalde güzel İtalyan, Macerata fatihi İtalyan Giorgi’yi, 3/6, 6/3, 6/4 elemiş, yarı finalde de  güzelliğiyle dikkat çeken bir başka Alman’ı, Goerges’i yenerken çok formda olduğu izlenimini vermişti. Goerges’in Venus Williams’ı saf dışı bırakan Hollandalı Bertens’i de yendiğini hatırlarsak bu galibiyetin önemi artıyordu. Verdiği büyük aradan sonra dünyada 184. numaraya kadar düşen Serena’yı buna rağmen Wimbledon 25. Seri başı olarak plase etmişti. Çünkü kadınların çocuk yaparak bu şekilde “cezalandırılmaları”na karşı, bir jest yapmak istiyordu “All England Lawn Tennis Club”. Amerikalı sporcu kazansa, Avustralyalı güler yüzlü sempatik şampiyon Evonne Goolagong’un 1980 zaferinden sonra kazanan ilk “anne” olacaktı... Serena için, her şeye rağmen bu da büyük başarı demek isterim, ama bunu söylesem başta kendisi kızar. Bazılarına ikincilik hiçbir zaman oturmaz bildiğiniz gibi... (Fenerbahçeliler ne demek istediğimi iyi anlarlar). 7 kere Wimbledon’u, 23 kere Grand Slamleri kazanmış bir insan, hiçbir ikincilikle avunamaz. Özellikle Avustralyalı Margaret Court’un 24 Grand Slam’li rekorunu egale etmeye çalışırken...
Kerber’e gelince, 1988 Bremen doğumlu savaşçı sporcu için bugün ve hatta bu yıl, hep bir rüya olarak hatırlanacak. Yarın küçük bir turnuada kimsenin tanımadığı genç bir kıza yenilse bile! Letonyalı Jelena Ostapenko gibi artık ünlü bir ismi 6/3, 6/3 yenerek finale çıktığında da bu hızlı ve nispeten kolay şampiyonluğu Serena Williams’tan söküp alacağına o da inanamazdı! O Ostapenko ki, Avustralyalı Konta ve Belçikalı Mertens gibi önemli isimleri saf dışı bırakan Slovak Cibulkova’yı iki sette yenerek çıkmıştı yarı finale..

MAÇIN ÖZET ANALİZİ
Aslında Kerber’in çok kendine has bir stili var. Uzun geri vuruşlarda, topun kendisine yaklaşmasına müsaade edip, çömelerek ayaklarından güç alıp neredeyse tamamen dizleri üstünde vurduğu backhandlerin her birinde, ben “eyvah bu sefer yere düşecek” diyorum! Ama Kerber düşmüyor! Koşuyor, olmayacak toplara yetişiyor, her birini ölümüne oynuyor. Hedefi belli: hem kendi rüyasını gerçekleştirmek, hem de 1996 Steffi Graf şampiyonluğundan sonra bu dev kupayı tekrar ülkesine kazandırmak.
Maçın ilk setinde ilk oyunu Serena’nın servisinde kazanan Kerber, 2-1 öndeyken kendi servisini kaybedince oyuna denge geldi. 3/3’te Serena’nın servisini Alman sporcu tekrar kırıyor ve ardından seti 6/3 kapıyor. İkinci setin akışı da çok farklı değil. Puanlar da benziyor, oyunun akışı da, skor da aynı: 6/3. Savunmada harikalar yaratan Kerber, maçta yalnız 5 basit hata yaparken, bu rakam rakibi için 24! Bu arada geriden uzun, sert ve tutarlı sağ sol vuruşlarla oyunu kontrol eden Alman karşısında fileye çıkarak agresif kimliğiyle oyunu dengelemek isteyen Williams, burada da ya çok hata yapıyor, ya da Kerber’in passing shotlarına maruz kalıp delik deşik oluyor. Açık konuşalım kendisi de beklemiyor bunu...
Bu arada maçı televizyondan seyrederken, ekranda sık sık prenslerin eşlerini görüyoruz: Cambridge düşesi Catherine ve Sussex düşesi Meghan bunlar. Muzırlık ruhuma işlemiş: Onların gülümseyerek yürüttükleri sohbete kafamda konuşma baloncuğu koyuyorum: “Eee, sen nasıl tavladın senin prensi, anlat bakalım, önce sen anlat...”
Tebrikler Melek, her şeye rağmen Serena’nın Wimbledon finalinde yenilebilir bir insan olduğunu kanıtladın yine. Anneliğine daha şefkatle bakacağız artık...  

TEK ERKEKLER:
NOVAK WİMBLEDON’DAN BİLDİRİYOR: BEN, GERİ DÖNDÜM!”
Gelelim erkeklere: Novak Djokovic 4. kere Wimbledon finalini kazandığında beni en çok etkileyen sahne, sevgili oğlu dört yaşındaki Stefan’ın babası kupayı kaldırdıktan sonra alkış tutmasıydı. O sahnenin 13. slam turnuasını müzesine götüren Sırp şampiyon için dünyadaki her şeyin üzerinde olduğu o kadar belliydi ki...
Fakat turnuadan ve maçtan bahsetmeden önce yüksek izninizle Dünya Tenis Federasyonu ve Futbol Federasyonu (FİFA)’ya esefle kınadığımı bildirmek istiyorum. Dünyanın göz bebeği bu iki spor dalından hiçbirisinin diğerini küçümseme hakkı yok. Maç saatleri çakışınca futbolda Dünya Kupası finalinin yarısı Wimbledon finalinin 3. setiyle kesişti. Ve resmen sporseverler mağdur edildi. İki maçtan birini veya diğerini 2 saat ileri veya geri atmak bu kadar mı zordu?

TURNUA NASIL GELİŞTİ?
Her Slam turnuasında, hele Wimbledon’da sık sık olduğu gibi, ilk turlar çoğu zaman dış kortlarda olmadık sürprizlere sahne oldu oldu. İsviçreli Wavrinka ve Bulgar Dimitrov gibi, bu turnuada en azından çeyrek final oynayabilecek isimler ilk turda karşılaştı. Kırılan testi Dimitrov’du. Fakat o da hemen ardından İtalyan Fabbiano’ya 3 sette mağlup oldu. Yine bir başka sürpriz, aktifinde slam şampiyonlukları olan Marin Cilic’in Arjantinli Pella’ya 5 sette yenilmeseydi. Pella’da zaferin sarhoşluğu ile Amerikalı Mc Donald’a 3 sette elenip kayboldu. Wimbledon 2018’in benim gizli hem açık yıldızı her biri beş sette üst üste dev galibiyetler alan Litvanyalı Ernest Gulbis’di. 4. turda da bir türlü slamlerde oynayamayan ve kendisine bağladığım umutları törpüleyen Rus asıllı Alman Alexander Zverev’i yine 5 sette çıkardı, hem de son set halka takarak... Alman Kohlschreiber ise nefis stiliyle yine iyi oynadı ama 3. turda Anderson’a 6/3, 7/5, 7/5 yenildi. Kanadalı Yıldız Raoniç ve Isner’in çeyrek final maçını 4 sette ABD’li kazandı. Turnuanın bir inanılmaz maçı da yine çeyrek finalde Nadal’ın Arjantinli dev isim Del Potro’yu 5 sette, 2-1 geriden gelip yendiği maçtı. Anderson ise, 4. turda da Monfils’i çok çekişmeli maçtan sonra yenerek Federer’le çeyrek finalde oynama hakkını kazandı.


PEKİ FİNALİSTLER O NOKTAYA NASIL GELMİŞLERDİ?
Efsaneye dönüşecek hikayeler var bu noktada... Bu dev turnuaya hiç alışık olmadığı şekilde girmişti Djokovic. Verdiği ciddi ara, geçirdiği ameliyat, oynayamadı dönemler onu çok geriye attıktan sonra, şimdi ancak 21 numarada ve 12. seri başı olmuştu. Ancak maçlar oynadıkça büyük şampiyonun hızla eski formuna ve istatistiklerine dönme işaretleri verdiğini gördük. 3. tur ve çeyrek finalde, Edmund ve Nishikori’ye birer set vermiş olsa bile, maçların genelinde adım adım özgüvenini kazanan bir “Djoko” vardı. Ama onu bugün aldığı şampiyonluktan bile daha çok tekrar zirveye taşıyan maç, iki güne yayılan, Nadal ile yarı finalde yaptığı maçtı. 6/4, 3/6, 7/6, 3/6, 10/8’lik maraton bir tenis ziyafetiydi bu. O maçın nefes kesici 5. setinde, iki kez, 4/4 ve 7/7’de Novak servisinde 15/40 geri düştü. Oralarda tek puan kaybetse, ardından Nadal maç için servis atacaktı. Her iki kritik durumda da muhteşem servislerle işi çözmüştü Djoko. 9/8’de Nadal servisini sıfıra karşı kaybedince Djokovic kendisini finalde buldu.
Rakibi Anderson’u ise finale taşıyan, bir değil iki unutulmaz maçtı. Çeyrek finalde, dünya tenisinin tartışılmaz ekselansları Roger Federer’e karşı, 3 sette yenilmek üzereydi Güney Afrikalı Anderson. İlk iki seti 2/6 ve 6/7 kaybettikten sonra, Federer 5/4 ve Anderson’un servisinde 30/40 ilerideyken, maç topu kazanmış oldu. Güney Afrikalı oyuncu servis attı ve ardından ne olacaksa olsun der gibi Federer’in ünlü backhandine abanarak fileye çıktı. İsviçreli şampiyon topu dağlara taşlara yollarken, o anda bile, kimsenin bu maçın birkaç dakika sonra biteceğinden şüphesi yoktu. Ama Anderson’un farklı planları vardı. Maçı o andan itibaren toptan değiştiren Anderson, geri kalan setleri 7/5, 6/4, 13/11 alarak daha önce yalnız iki tenisçinin (Fransız Tsonga ve... Djokovic) başardığı inanılmazı gerçekleştirdi. Anderson’u yarı finalde bekleyen rakibi ise 2.08’lik boyuyla her açıdan gerçek bir dev olan dünyanın en iyi servisi John İsner’di! İşte bu maç da her açıdan Wimbledon tarihine geçti. Bir servis ve tenis resitali olarak süren karşılaşmayı 7/6, 6/7, 6/7, 3/6, 10/8 kazanarak Anderson adeta herkesi sportmenliği, kararlılığı ve dayanıklılığıyla büyüledi. İşin en ilginç tarafı, günün mağlubu İsner’in, tenis tarihinin en uzun maçını 2010 yılında Fransız Mahut’ye karşı 5. sette 70-68 kazanmış olmasıydı. İsner bu sefer maratonu kaybetti. Anderson’u finalde gördüğümde, kaçınılmaz şekilde aklıma aynı Wimbledon’da 2015’de Marsel İlhan’ın ondan ilk seti alıp, 2. sette 3 set topu kaçırdığı maç geldi... Ne demek istediğimi anladınız. İçim cızz etti.

MAÇIN ÖZET ANALİZİ
Neyse geçelim, diyelim ki, belki 10 sene sonra da biz o finalde Yankı Erel veya onun bir arkadaşını alkışlarız! Sonuçta öyle gelmişlerdi finale. Biri hayatının ilk slam turnuasını kazanmak istiyordu, diğeri ise henüz ölmediğini, Federer ve Nadal ile beraber dünyanın en önemli üç tenisçisinden biri olmaya devam ettiğini kanıtlamak istiyordu. Djokovic, maça başından itibaren ağırlığını koydu. İlk oyunda rakibinin servisini kırdı, sonra bunu bir defa daha gerçekleştirdi ve ilk seti kolaylıkla 6-2 kapadı. 2. set, ilkinin kopyası gibiydi. Djokovic yine en başında rakibinin servisini aldı ve ardından aynı skorla durumu 2-0’a taşıdı. Bu iki setin nasıl geçtiğine bakarsak, göze çarpan noktalar şunlardı: Anderson’un en önemli silahları, finale çıkana kadar hep servis ve düz vuruşu yani forehandi olmuştu. Halbuki ilk 2 set boyunca, Anderson, servisten çok az sayı çıkarabildiği gibi, forehandiyle de üst üste inanılmaz adette basit hata yaptı. Bunun ana nedeni, o finale psikolojik olarak hazır olmamasıydı. Anderson büyük ihtimalle o santrkortta kafasının içinde, gecikmiş performanslarının muhasebesini yapmakla meşguldü. Bilinçaltında bunları düşünmekten, 2 set boyunca maça giremedi. Djokovic ise, hem çok daha iyi servis attı, hem de oturmuş, az hata yapan konsantre bir oyun oynadı. 3. sete girerken, herkes Anderson’dan gecikmiş de olsa bir tepki bekliyordu artık. Nitekim bu yaşandı. Güney Afrikalı oyuncu servisini kaybetmeden 5-4 ileri geçti ve o oyunda, set topu kaçırdı. Artık maça asılıyor ve yere sağlam basıyordu. Arkadan geleni hep tutan seyirci de “saflara” geçmişti! 6/5’te Anderson bu sefer rakibinin servisinde 15/40 ve ardından avantaj yakaladı. Djokovic her birini güçlü servisler ve ofansif korkusuz oyunuyla savuşturmayı bildi. Tie breakde ise, sahada artık yalnız Novak vardı. Her puanı dikkatli şekilde oynayarak dördüncü defa dünyanın en büyük şampiyonluğuna ulaşırken, belki kendisi için gerçekleştirdiği esas inanılmaz şey, “Ben bu sporun zirvesine tekrar çıkabilecek miyim?” sorusuna verebildiği yanıttı. Kazandığı 3 milyon dolardan çok daha önemlisi, özgüveni ve artık samimi olarak etrafa dağıttığı gülücüklerdi. Maçın bittiği anda adeta “Ben geri döndüm. İşte bakın, kanlı canlı buradayım. Ben Novak” diye haykırıyordu bakışı...Sırp şampiyon tekrar dünyada ilk 10’a girerken, Anderson’da 5 numaraya yükselerek kariyerinde zirve yaptı.


18 Temmuz 2018 Çarşamba

KILIÇDAROĞLU-İNCE KARŞILAŞMASINDA GEREKÇELİ KARARIM! | Bedri Baykam | 17.07.2018



CHP yine ağır çalkantılı bir sürece girdi. Türkiye’nin “kurultaylar partisi” aslında bütün ülkenin büyük demokratik buluşmalarını bir şölen havasında heyecanla izlediği siyasi “ana demokrasi merkezi”. Şimdi de seçimlerin ardından bütün gözler yine CHP’nin üstünde. Muharrem İnce taraftarları 625 imzayı bir araya getirebilecekler mi? Birden Türkiye’nin güncel siyasi gündem maddesi bu oluverdi.
Türkiye’de demokratik siyasetin herhangi bir ekseninde yer alanlar da şu anda süren yoğun imza trafiğinin ortasındalar veya bu kaosun içinde kendi görüşünü belirlemeye çalışıyor veya hangi saflara katıldığını duyurmayı deniyorlar... Herkes ağır kulis içinde, karşı tarafın tezlerini çürütmekle meşgul. Herkesin kendine göre argümanları var.
Kemal Bey ve ekibinin, örgütteki destekçilerinin tezleri ortada: Bir yıl önce gerçekleştirilen Adalet Yürüyüşü’nün güçlü etkisi, Kılıçdaroğlu’nun hitabetini geliştirmesi, cesaretli bir şekilde iktidarın üstüne gitmesi ve hepsinden önemlisi kurultayda rakibi olan Muharrem İnce’yi hiçbir kompleks göstermeden Cumhurbaşkanlığına aday yapabilmesi, onun olumlu hanesine yazılan puanlar. Öte yandan Kılıçdaroğlu’nun birçok eksisi de gündemde dolaşmaya devam ediyor: Partiyi bir türlü %25’in üstüne sıçratamaması, Atatürkçüleri yönetim kadrolarından dışlaması, son zamanlarda antidemokratik bir şekilde eleştirilere olan tahammülsüzlük ve sürekli olarak ihraç tehdidi ve uygulamalarıyla parti içi muhaliflere yaklaşması, partinin demokratik kitle örgütleri ile bir türlü sağlanamayan güvenli işbirliği ilişkileri, başta tek Parti dönemi ve 27 Mayıs olmak üzere, partinin tarihini bir türlü kabul edememesi, savunamaması, gençlere ve kadınlara partinin bütün iddialarına karşın açılmaması, yapılan tüzük değişikliklerinde uygulanacağı söylenen kotaların lafta kalması, merkez yönlendirmeleriyle örgütün küstürülmesi veya bıktırılması, uzun lafın kısası parti içi demokrasinin aynen Baykal döneminde olduğu gibi bir türlü yaşama geçememesi gibi...
Şu anda harıl harıl ikna turları içinde dakikada dört telefon eden “İnceciler”, adaylarının halka nihayet umut verebilmesini, yıllardır söylediğimiz, adeta yalvardığımız milyonlarca katılımlı mitingleri gerçekleştirebilmesini, örgütleri canlandırabilmesini, halka onların anlayacağı bir dille hitap etmesini, sempatik esprileri ve imajıyla özellikle gençlerin ve kadınların en sevdiği isim haline gelmesini öne sürüyorlar. Ancak İnce’nin de parti içi ve dışında aldığı ciddi eleştiriler var: Halk, 24 Haziran gecesi yapılan “sahneyi terk edip kaybolma” gafını bir türlü unutamıyor ve sonradan kendisine anlatılanlara tam prim veremiyor. Üstelik Kemal Kılıçdaroğlu’na verdiği “Ben parti içinde size bundan sonra rakip olmayacağım” sözünü bu kadar şaşırtıcı bir şekilde aşıp “ne yapabilirim ki delegeler beni istiyorlar, benim boynum kıldan İnce” taktiğiyle aşabilmesi, ciddi oranda kitlelerde tedirginlik ve güvensizlik yarattı. Seçim gecesi ortaya çıkmamasının maliyetini hesaplayamaması, yalnız 1.300.000 oyla ikinci turu kaçırmasına rağmen “ben çok farklı kaybettim” şeklinde yaptığı şaşırtıcı analiz ve Fox TV’ye yolladığı bahtsız “itiraf” mesajı (“adam kazandı”) ,halkın gözünde kolay kapanamayacak açık yaraları. O gece babası tarafından YSK önünde terk edilmiş ve ailesini ve vatanını aynı anda kaybettiği duygusunu yaşayan insanları, bunları unutmaya davet etmek kolay değil! Ama İnce’nin bir de ayrıca parti içinden aldığı eleştiriler var: “One-man show”a olan eğilimi, bir B planı stratejisi üretememesi, ekip kurmayı bilse bile, bunun hiç topluma yansımaması, Parti kıdemlilerini pek takmaması eleştiri konusu oluyor.

İŞTE GEREKÇELİ KARARIM:
Tüm bu saydıklarıma kişisel deneyimlerimden de ekleyebileceğim çok şey var. Bunlar bir makaleye sığmaz. Her iki ismin de ciddi artıları ve eksileri var. Öncelikle bu sorunun var olmasının tek nedeni, daha önce de burada hatırlattığım gibi partinin özellikle 2003 genel başkan adaylığım ve 2010 Demokratik Devrim Tüzüğü çalışmamız boyunca parti içi demokrasinin tartışılmaz bir üst Avrupa seviyesine çekilmesi taleplerimizin yediği çelmeler ve hatta uğradığı sabotajlar. CHP bu seviyede bir demokrasiyi kendisine layık görseydi, bugün yaşadığımız bu alaturka çekişmeler ve Bizans oyunları çoktan yok olurdu ve her defasında halkın düşüncelerini yaşama geçiren ve kararlarını tüm üyeleriyle aynı anda nefes alır gibi somutlaştıran bir parti modeli görürdük. O modelde, lider partinin “ali kıran baş kesen”i, adam seçeni değil, tam tersine günün 20 saati çalışan hamalı ve dışa açılan yüzü olurdu. Ama maalesef bu Türkiye’de gerçekleşemediği için, parti yönetimi 1991’den beri halkın görmek istediği isim ve siyasal strateji seçenekleriyle değil, dar bir kadronun kendini korumak için partiye reva gördüğü yöntem ve fikirlerle götürülüyor.

KURULTAY ARTIK ŞARTTIR ÇÜNKÜ:
Kendisini bir tek adam rejimi içinde hapsedilmiş hisseden Türkiye’nin yarısı, demokratik halk kitleleri bir umut aramaya ve ona tutunmaya mecburlar. Her ne kadar İnce, gerek Kılıçdaroğlu’na verdiği sözü “yemiş” ve seçim gecesi esrarengiz şekilde sırra kadem basmış olsa da, Türkiye’deki demokratik kitleler kendisine bir şans verilmesinden yana. Bu arada daha büyük bir tehlike var, toplumda hatırı sayılır bir şekilde ortaya çıkan: “CHP’de bir yönetim değişikliği olmazsa bir daha ben benim oyumu alamazlar” veya “CHP’de her şey aynı kalırsa ben artık oy vermeye hiç gitmeyeceğim” diyen sayısız insan etrafımızı kuşatmış durumda. Şu anda kim kazanırsa kazansın, kurultayın da önü kesilirse, bu kitlelerin hayal kırıklığı ve bıkkınlığı daha yüksek noktalara tırmanacak. Dolayısıyla bu noktada bir gerçeği hatırlamamız lazım: Topluma karşı siyaset yapılmaz. Yapanların da sonu hüsran olur. Bunun mesela en ağır örneği Ecevit’in başbakanlıktan %2’ye düşmesidir. Merkez sağın yok olmasıdır. Hiç kimse sanmasın ki CHP’nin bundan sonraki başarısızlığı %25’i aşamama olacak. Maalesef hatırlatmaya mecburum ki oylar, hiç sanıldığı gibi statik değildir. CHP nasıl 1998’de baraj altı kaldıysa, ters rüzgârla vahim bir şekilde, genel merkezin anlaşılamayan liyakatten uzak kriterlerle, politbüro kararları mantığıyla seçtiği adaylarla, kendini tarihi bir felaketin orta yerinde bulabilir. Bu veriler ışığında, İnce’ye, Kılıçdaroğlu’ndan daha çok güvendiğim veya inandığımdan değil, bu akıntıya karşı kürek çekilemeyeceği, halka karşı gelinemeyeceği ve bunun faturası parti ve demokratik çevreler için çok ağır olacağı için, parti kurultaya gitmeye mecburdur. Umuyorum gerekli imzalar birkaç gün içinde toplanır ve CHP delegeleri toplumun kendilerinden beklediği yeni enerji ve dinamizmi, belki de çarşaf listenin olanak vereceği bir karma kadroyla bir araya getirmeyi başarır.

DEMOKRATİK DEVRİM TÜZÜĞÜ, DERHAL ŞİMDİ!
Burada esas dikkat edilmesi gereken nokta şu: Kurultay’da olası bir lider değişikliğinden daha önemlisi, CHP’nin nihayet “demokratik Devrim’ini, tüzük üzerinden yapması. Çünkü 2003 de ucube ve baskıcı bir değişiklikle muhalefetin nefesini keserek gelen tüzük hinlikleri, tüm yüzeysel çabalara rağmen bir türlü değiştirilemedi. Genel Başkanı koruyan ve onu örgütle karşılıklı gözetimle dokunulmaz noktalara taşıyan iptidai anlayış sona ermedikçe, CHP’de bir klik gider, bir klik gelir!
Bakın şimdi söyleyeceğim, bu makalenin konusu değil, yalnız başlığını yazıyorum şimdilik: Sakın hiç bir Milletvekili, uyanıklıkla şimdi milletvekili mazbatasını kaptıktan hemen sonra, “ya tutarsa” diye kendini Büyük kentlerin Belediye Başkanlığı maceralarına atmasın! O sıfat ve koltuk o kadar ucuzsa niye Parlamento’ya aday oldular diye olay çıkaracağımı bilsinler.
Konumuza dönelim: Demokrasi umudunun yaşaması için CHP’nin yeni bir nefese kavuşması şart. Kurultay yolunun tıkanması, halkın nefesinin daralması anlamına gelir. Muharrem İnce, beğenelim ya da beğenmeyelim, 24 Haziran gecesi için yaptığı açıklamaları anlayalım ya da anlamayalım, şu anda halkın ve birçok CHP seçmeninin gözünde ciddi bir umuttur. Tersine her birine karşı sevgi ve saygı duyduğum şu andaki yönetim, artık dönemini doldurmuştur ve yerini yeni bir “enerjiye” bırakmak durumunda olduğunu acilen fark etmelidir. CHP’nin yaşayabileceği ağır bir yerel seçim hezimeti, hiç kimsenin bu kadar kolay sorumluluğunu üstlenebileceği bir felaket olamaz. Hiçbir “koltuk sevdası” bu bedeli ödeyemez.

Bedri Baykam-Bubi //Yalıkavak Mine Galeri sergisi //21 Temmuz Cumartesi


16 Temmuz 2018 Pazartesi

NOVAK WİMBLEDON’DAN BİLDİRİYOR: BEN, GERİ DÖNDÜM!” | Bedri Baykam



Novak Djokovic 4. kere Wimbledon finalini kazandığında beni en çok etkileyen sahne, sevgili oğlu dört yaşındaki Stefan’ın babası kupayı kaldırdıktan sonra alkış tutmasıydı. O sahnenin 13. slam turnuasını müzesine götüren Sırp şampiyon için dünyadaki her şeyin üzerinde olduğu o kadar belliydi ki...
Fakat turnuadan ve maçtan bahsetmeden önce yüksek izninizle dünya tenis federasyonu ve futbol federasyonu (FİFA)’ya esefle kınadığımı bildirmek istiyorum. Dünyanın göz bebeği bu iki spor dalından hiçbirisinin diğerini küçümseme hakkı yok. Maç saatleri çakışınca futbolda Dünya Kupası finalinin yarısı Wimbledon finalinin 3. setiyle kesişti. Ve resmen sporseverler mağdur edildi. İki maçtan birini veya diğerini 2 saat ileri veya geri atmak bu kadar mı zordu?

PEKİ FİNALİSTLER O NOKTAYA NASIL GELMİŞLERDİ?
Efsaneye dönüşecek hikayeler var bu noktada... Bu dev turnuaya hiç alışık olmadığı şekilde girmişti Djokovic. Verdiği ciddi ara, geçirdiği ameliyat, oynayamadı dönemler onu çok geriye attıktan sonra, şimdi ancak 21 numarada ve 12. seri başı olmuştu. Ancak maçlar oynadıkça büyük şampiyonun hızla eski formuna ve istatistiklerine dönme işaretleri verdiğini gördük. 3. tur ve çeyrek finalde, Edmund ve Nishikori’ye birer set vermiş olsa bile, maçların genelinde adım adım özgüvenini kazanan bir “Djoko” vardı. Ama onu bugün aldığı şampiyonluktan bile daha çok tekrar zirveye taşıyan maç, iki güne yayılan, Nadal ile yarı finalde yaptığı maçtı. 6/4, 3/6, 7/6, 3/6, 10/8’lik maraton bir tenis ziyafetiydi bu. O maçın nefes kesici 5. setinde, iki kez, 4/4 ve 7/7’de Novak servisinde 15/40 geri düştü. Oralarda tek puan kaybetse, ardından Nadal maç için servis atacaktı. Her iki kritik durumda da muhteşem servislerle işi çözmüştü Djoko. 9/8’de Nadal servisini sıfıra karşı kaybedince Djokovic kendisini finalde buldu.
Rakibi Anderson’u ise finale taşıyan, bir değil iki unutulmaz maçtı. Çeyrek finalde, dünya tenisinin tartışılmaz ekselansları Roger Federer’e karşı, 3 sette yenilmek üzereydi Güney Afrikalı Anderson. İlk iki seti 2/6 ve 6/7 kaybettikten sonra, Federer 5/4 ve Anderson’un servisinde 30/40 ilerideyken, maç topu kazanmış oldu. Güney Afrikalı oyuncu servis attı ve ardından ne olacaksa olsun der gibi Federer’in ünlü backhandine abanarak fileye çıktı. İsviçreli şampiyon topu dağlara taşlara yollarken, o anda bile, kimsenin bu maçın birkaç dakika sonra biteceğinden şüphesi yoktu. Ama Anderson’un farklı planları vardı. Maçı o andan itibaren toptan değiştiren Anderson, geri kalan setleri 7/5, 6/4, 13/11 alarak daha önce yalnız iki tenisçinin (Fransız Tsonga ve... Djokovic) başardığı inanılmazı gerçekleştirdi. Anderson’u yarı finalde bekleyen rakibi ise 2.08’lik boyuyla her açıdan gerçek bir dev olan dünyanın en iyi servisi John İsner’di! İşte bu maç da her açıdan Wimbledon tarihine geçti. Bir servis ve tenis resitali olarak süren karşılaşmayı 7/6, 6/7, 6/7, 3/6, 10/8 kazanarak Anderson adeta herkesi sportmenliği, kararlılığı ve dayanıklılığıyla büyüledi. İşin en ilginç tarafı, günün mağlubu İsner’in, tenis tarihinin en uzun maçını 2010 yılında Fransız Mahut’ye karşı 5. sette 70-68 kazanmış olmasıydı. İsner bu sefer maratonu kaybetti.

MAÇIN ÖZET ANALİZİ
İşte böyle gelmişlerdi finale. Biri hayatının ilk slam turnuasını kazanmak istiyordu, diğeri
ise henüz ölmediğini, Federer ve Nadal ile beraber dünyanın en önemli üç tenisçisinden biri olmaya devam ettiğini kanıtlamak istiyordu. Djokovic, maça başından itibaren ağırlığını koydu. İlk oyunda rakibinin servisini kırdı, sonra bunu bir defa daha gerçekleştirdi ve ilk seti kolaylıkla 6-2 kapadı. 2. set, ilkinin kopyası gibiydi. Djokovic yine en başında rakibinin servisini aldı ve ardından aynı skorla durumu 2-0’a taşıdı. Bu iki setin nasıl geçtiğine bakarsak, göze çarpan noktalar şunlardı: Anderson’un en önemli silahları, finale çıkana kadar hep servis ve düz vuruşu yani forehandi olmuştu. Halbuki ilk 2 set boyunca, Anderson, servisten çok az sayı çıkarabildiği gibi, forehandiyle de üst üste inanılmaz adette basit hata yaptı. Djokovic ise, hem çok daha iyi servis attı, hem de oturmuş, az hata yapan konsantre bir oyun oynadı. 3. sete girerken, herkes Anderson’dan gecikmiş de olsa bir tepki bekliyordu. Nitekim bu yaşandı. Güney Afrikalı oyuncu servisini kaybetmeden 5-4 ileri geçti ve o oyunda, set topu kaçırdı. Artık maça asılıyor ve yere sağlam basıyordu. Arkadan geleni hep tutan seyirci de “saflara” geçmişti! 6/5’te Anderson bu sefer rakibinin servisinde 15/40 ve ardından avantaj yakaladı. Djokovic her birini güçlü servisler ve ofansif korkusuz oyunuyla savuşturmayı bildi. Tie breakde ise, sahada artık yalnız Novak vardı. Her puanı dikkatli şekilde oynayarak dördüncü defa dünyanın en büyük şampiyonluğuna ulaşırken, belki kendisi için gerçekleştirdiği esas inanılmaz şey, “Ben bu sporun zirvesine tekrar çıkabilecek miyim?” sorusuna verebildiği yanıttı. Kazandığı 3 milyon dolardan çok daha önemlisi, özgüveni ve artık samimi olarak etrafa dağıttığı gülücüklerdi. Maçın bittiği anda adeta “Ben geri döndüm. İşte bakın, kanlı canlı buradayım. Ben Novak” diye haykırıyordu bakışı... Pazartesi günü Sırp şampiyon tekrar dünyada ilk 10’a girerken, Anderson’da 5 numaraya yükselerek kariyerinde zirve yapıyor olacak..

15 Temmuz 2018 Pazar

WİMBLEDON’DA YENİ ŞAMPİYON, ALMAN “MELEK” KERBER! | Bedri Baykam



Melekliği adından geliyor: “Angelique”. Wimbledon’un yeni Alman şampiyonu. Kerber’in servisini Serena backhandiyle fileye taktığında, Angelique, kendini Nadalvari bir hareketle yere attı ve ağlamaya başladı. O ağlamanın arkasında, herkesin tenise başladığı günden beri bir rüya olarak gördüğü ve gözünde haklı olarak büyüttüğü “tartışmasız en büyük hedef” Wimbledon’ın zirvesine çıkmanın şaşkınlığı ve muhteşem dramı vardı. O gözyaşları boşalması “inanamamak” ile ilgiliydi. Kim bilir kendisi gibi ağlayan anneciğinin gözünün önünden hangi film kareleri geçit yapıyordu o anda! Üstelik rakip, herhangi biri değildi. Tenis dünyasında “kadınların terminatörü” Serena Williams’tı. Anne Kerber, kim bilir 9-10 yaşında olmadık mağlubiyetlerden sonra “ben bu sporu bırakacağım” diye ağlayan veya ağır depresyona giren kızını nasıl teselli etmişti her defasında... Zor spordur tenis. Takım oyunu gibi değildir. Yalnızsındır sahada dünyaya karşı...
Böylece Kerber, 2016 Avustralya Açık ve Amerika Açık şampiyonluklarından sonra, 3. büyük turnuayı da kazanmış oldu. Fransa Açık’ı da bu listeye ekleyebilirse, kariyer Grand Slam’ini başarmış olacak -ki bu da büyük bir başarıya yaklaşmak demek.

WİMBLEDON “ANNE” SERENA’YA HANGİ JESTİ YAPTI?
Maçtan önce tenis severler galip konusunda bir tahminde bulunacak olsalar büyük ihtimalle ciddi oranlarda Amerikalı sporcuya şans tanırlardı. Onun acımasızca rakiplerini sağa sola savurmasına alışık olan herkes, bugün de benzer bir karşılaşma bekliyordu. Gerçi Serena on ay önce yaptığı doğumdan sonra henüz yalnız 4. turnuasını yaşıyordu ama Serena, Serena’ydı. Müdafaa oyunu ile tanınan solak raket Kerber’de büyük ihtimalle 65 dakikada ve yalnız iki küçük sette gelecek böyle bir zaferi beklemiyordu. Çünkü Serena, önce çeyrek finalde güzel İtalyan Giorgi’yi, 3/6, 6/3, 6/4 elemiş, yarı finalde de güzelliğiyle dikkat çeken bir başka Alman’ı, Goerges’i yenerken çok formda olduğu izlenimini vermişti. Verdiği büyük aradan sonra dünyada 184. numaraya kadar düşen Serena’yı buna rağmen Wimbledon 25. Seri başı olarak plase etmişti. Çünkü kadınların çocuk yaparak bu şekilde “cezalandırılmaları”na karşı, bir jest yapmak istiyordu “All England Lawn Tennis Club”. Amerikalı sporcu kazansa, Avustralyalı güler yüzlü sempatik şampiyon Evonne Goolagong’un 1980 zaferinden sonra kazanan ilk “anne” olacaktı... Serena için, her şeye rağmen bu da büyük başarı demek isterim, ama bunu söylesem başta kendisi kızar. Bazılarına ikincilik hiçbir zaman oturmaz bildiğiniz gibi... (Fenerbahçeliler ne demek istediğimi iyi anlarlar). 7 kere Wimbledon’u, 23 kere Grand Slamleri kazanmış bir insan, hiçbir ikincilikle avunamaz. Özellikle Avustralyalı Margaret Court’un 24 Grand Slam’li rekorunu egale etmeye çalışırken...
Kerber’e gelince, 1988 Bremen doğumlu savaşçı sporcu için bugün ve hatta bu yıl, hep bir rüya olarak hatırlanacak. Yarın küçük bir turnuada kimsenin tanımadığı genç bir kıza yenilse bile! Jelena Ostapenko gibi artık ünlü bir ismi 6/3, 6/3 yenerek finale çıktığında da bu hızlı ve nispeten kolay şampiyonluğu Serena Williams’tan söküp alacağına o da inanamazdı!

MAÇIN ÖZET ANALİZİ
Aslında Kerber’in çok kendine has bir stili var. Uzun geri vuruşlarda, topun kendisine yaklaşmasına müsaade edip, çömelerek ayaklarından güç alıp neredeyse tamamen dizleri üstünde vurduğu backhandlerin her birinde, ben “eyvah bu sefer yere düşecek” diyorum! Ama Kerber düşmüyor! Koşuyor, olmayacak toplara yetişiyor, her birini ölümüne oynuyor. Hedefi belli: hem kendi rüyasını gerçekleştirmek, hem de 1996 Steffi Graf şampiyonluğundan sonra bu dev kupayı tekrar ülkesine kazandırmak.
Maçın ilk setinde ilk oyunu Serena’nın servisinde kazanan Kerber, 2-1 öndeyken kendi servisini kaybedince oyuna denge geldi. 3/3’te Serena’nın servisini Alman sporcu tekrar kırıyor ve ardından seti 6/3 kapıyor. İkinci setin akışı da çok farklı değil. Puanlar da benziyor, oyunun akışı da, skor da aynı: 6/3. Savunmada harikalar yaratan Kerber, maçta yalnız 5 basit hata yaparken, bu rakam rakibi için 24! Bu arada geriden uzun, sert ve tutarlı sağ sol vuruşlarla oyunu kontrol eden Alman karşısında fileye çıkarak agresif kimliğiyle oyunu dengelemek isteyen Williams, burada da ya çok hata yapıyor, ya da Kerber’in passing shotlarına maruz kalıp delik deşik oluyor. Açık konuşalım kendisi de beklemiyor bunu...
Bu arada maçı televizyondan seyrederken, ekranda sık sık prenslerin eşlerini görüyoruz: Cambridge düşesi Catherine ve Sussex düşesi Meghan bunlar. Muzırlık ruhuma işlemiş: Onların gülümseyerek yürüttükleri sohbete kafamda konuşma baloncuğu koyuyorum: “Eee, sen nasıl tavladın senin prensi, anlat bakalım, önce sen anlat...”
Tebrikler Melek, her şeye rağmen Serena’nın Wimbledon finalinde yenilebilir bir insan olduğunu kanıtladın yine. Anneliğine daha şefkatle bakacağız artık...


5 Temmuz 2018 Perşembe

CHP KAZANINDA DÜELLO BAŞLIYOR!! | Bedri Baykam | 03.07.2018



Kılıçdaroğlu, İnce ve eşleri arasında yenilen yemekten sonra, İnce’nin dün yaptığı açıklamalar, CHP’nin yeni bir deprem riski ile karşı karşıya kaldığını gösteriyor. İnce’nin hafta sonu kurmaylarıyla yaptığı son toplantıdan sonra aniden Kılıçdaroğlu için uygun gördüğü “Onursal Başkan” ve “Grup Başkanı” sıfatlarının CHP lideri açısından nasıl algılandığı ve ne yanıt alacağı büyük merak konusu oldu. Kulislere göre Kılıçdaroğlu’ndan gelen ilk yanıt oldukça sertti: “Özel bir yemekti, bağlamından koparılması siyasi nezaketsizlik”. CHP’nin içini ve suyun ısınma, kaynama ve fokurdama zamanlamalarını iyi bilen biri olarak, bu yeni gerilim perdesinin ortadan kolay kolay kalkmayacağını, bu işin restleşme veya Parti içi hesaplaşmaya dönüşebileceğini görüyorum. Çünkü Kılıçdaroğlu’nun MYK’sının bu teklife sıcak bakması mümkün değil. Ancak İnce, Kılıçdaroğlu “hayır” derse, kendisinin “imza toplamayacağını, kararı örgüte bırakacağını” söylüyor. Tercümesi: “Ben o sıfat için sahneye kendim çıkıp kurultay istemem, ama örgüt öne iterse, o zaman durum beni aşar.” Perşembe günü toplanacak MYK’dan hangi karar çıkar tam bilemeyiz ama özel itina ile seçilmiş kelimelerle, “İnce’nin seçimlerden önce verdiği sözü tutmadığı, CHP Genel Başkanı olmak isteyen bir insanın sözüne sadık bir tavrı olması gerektiği, genel başkana karşı vefasızlık ve siyasi kabalık yaptığı, CHP’yi kendi başına dizayn etmeye çalıştığı” gibi sözlerle bence teklif net bir şekilde ret edilecek. Ama bunun sonucunda, İnce’ye herhangi bir karşı teklif getirilir mi, onu pek sanmıyorum, bu senaryoda pek göremiyorum! CHP yönetimi, kurultay için delegelerden yeterli imza gelirse, belli ki bu açık çarpışmayı görecek, mecburen kabullenecek. Bu “karşılaşmada” geniş halk kitleleri, seçim gecesi yaşanan olumsuzluklara rağmen, çok büyük oranda İnce’nin yanında yer alacak. Ama tabii oyları kurultayda veren halk değil, DE–LE-GE-LER!! Ki, bu da çok farklı bir hikaye oluyor bildiğimiz gibi...

TANSİYON DÜŞÜRME ÇABALARI ÇARE OLAMAMIŞTI
Dün sabahki ani ve kritik gelişmenin hemen öncesine dönersek, Altan Öymen ve Murat Karayalçın’la gerçekleştirdiği görüşme iyi niyetli ve önemliydi. CHP’lileri sükunete davet eden bir eylemdi. Kılıçdaroğlu’nun nabız düşürücü ikinci basın toplantısı da aynı yönde kucaklayıcı bir adımdı. Ancak oradan da bir yeni polemik ortaya çıkartılmaya çalışıldı. Ayşe Arman’ın “gerçeğinden farklı kurgulanmış” bir asist bir sorusu oldu: “Arkadaşlarımız, İnce’ye gittiği illerde destek olacaklardır” biraz üstten bir tavır değil mi?. (Kılıçdaroğlu, cümleyi farklı kurmuştu: “Sevgili arkadaşım Muharrem İnce 81 ili gezeceğini ifade ediyor. Bütün İl Başkanlarıma talimatımdır: Geldiği zaman karşılayacaksınız. Halkla buluşturacaksınız, ne gerekiyorsa yapacaksınız, gülerek, sevinerek ve bir heyecan içinde yolcu edeceksiniz.”) Ve İnce’nin yanıtı: “Evet öyle. Olmayacaklar mı zaten? Ben CHP’nin üyesi değil miyim? Hoş değil bunlar, hem ne gerek var? Birbirimizi topluma ispat etmek zorunda değiliz biz. Daha güzel götürebiliriz işi.”
CHP’de çok şey yaşamış bir insan olarak İnce’ye naçizane önerim, gazetecilerin sorularıyla “dolduruş” yaptıkları anlarda, biraz daha soğukkanlı olmaya çalışması, daha alttan alarak yanıt vermesi olabilir. Çünkü gazeteciler CHP içinde “çıkacak kanı” arıyorlar, onların bu soruyu sormaları normal. Halbuki CHP’nin tekrar hareket kabiliyetini kazanabilmek için tansiyonu düşürmesi lazım. Tansiyon buna benzer cümlelerle düşmez, çıkar. İnce’nin de aslında bunları bilen bir insan olarak o yanıtla suların daha da ısınmasını bilerek istediği anlaşılıyor. Ama anlaşılan her şey henüz çok sıcak. Bana sorarsanız, herkesin CHP içinde kılıçların çekilmesini istediği bir anda, İnce de “yurdu baştan aşağı, gitmediğim iller dahil tekrar gezeceğim” dedikten sonra, Kılıçdaroğlu’nun örgütlerine İnce’yi her yerde iyi karşılamaları konusunda talimat vermesi, Parti’nin içini biraz bilen herkes açısından doğru, centilmence ve demokrat bir hareketti. Çünkü hiçbir şey söylemese, tüm örgüt o tedirginliği kaçınılmaz şekilde kamuoyunda yansıyan tartışma nedeniyle yaşayacaktı. Şimdiyse olay bambaşka bir boyuta fırladı. Artık, İnce’yi aday olarak öne çıkaran, isterse resmi olarak kendisi değil “örgüt” olsun, sonuçta İnce’nin yurdun her yerine öncelikle “CHP Genel Başkan Adayı” olarak gideceği anlaşılıyor, 3-5 yıl sonrasının cumhurbaşkanı adayı olarak değil. Bu da şu demek oluyor: Perşembe günü İnce resmi “hayır” cevabını aldıktan sonra, kılıçlar çekilmiş ve düello başlamış olacak. Bundan sonrası ise açık bir medya şölenine dönebilir! Bu büyük kapışmayla CHP ülkenin ana gündemini artık aylarca bırakmaz.

İNCE’NİN SEÇMENLERİ HALA GİZEM PERDESİNDEN KURTULAMADILAR
Siyaset bu kadar hızlanırken, doğruyu söylemek gerekirse, merkez ve sol Türkiye hala 24 Haziran’ın şokunu yaşıyor. Her ne kadar Muharrem İnce, gerek Hürriyet Gazetesi’nde, gerek twitter hesabında o gece neler yaşadığını anlatmış olsa da, buna rağmen şu anda bir anket yapılsa kendisine destek verenlerin belki yarısına yakınının bu açıklamalardan tatmin olmadığını görecek. Burada bunun derin polemiğini açmak istemiyorum, ama biliyorum ki konuşulanlar demagoji değil. Bir aday tüm ülkeyi peşine düşürmüş, son seçim sürecinde herkese “yerinizden oynamayın sandıklara sahip çıkın, talimat bekleyin” demişse, o kadar şaibenin doğrudan video kanıtlarıyla her tarafta, sayılamayacak kadar çok noktada ortaya döküldüğü bir gece, herkes onun ağzından çıkacak tek kelimeyi bile heyecanla beklerken, ne olduğunu merak ederken, halka o kadar umut vermeyi başarmış bir aday bu şekilde sessiz kalamaz, milyonlarca insanı gri alanda dımdızlak bırakamazdı. Altan Öymen’in “tecrübe eksikliği” diye özetlediği yorum da yeterli kalmıyor. İnsan göreceli olarak tecrübesiz olsa da, her an temasta olduğu “tecrübeli” insanlarla konuşur, onlardan istifade eder. Bana sorarsanız İnce’nin o akşam kameralara ve seçmenlerine yakın, halka açık, şeffaf bir ulaşılırlıkta kalması lazımdı. Bu ülkede insanlar, Muharrem İnce dahil, Kılıçdaroğlu’nu 16 Nisan 2017 gecesi referandum sonrası pasif tavrından dolayı çok eleştirdi. Hatırlarsak, Kılıçdaroğlu bile o gece 15 dakika kadar basının karşısına çıkıp kendi yorumlarını -tatmin edici olmasa da- basın ve halkla paylaşmıştı. İnce’nin ise ortalıkta hiç gözükmeden basın buluşmasını gecenin 02.00’sinde, Pazartesi günü öğlen 12.00’ye atması ciddi bir tepki aldı. Ayrıca o gün basına “Arada 10 milyon fark vardı, ne yapabilirdim ki?” şeklinde bir yorum yapması, insanların şu soruyu gündeme getirmesine neden oldu: “İnce gibi bir bilim insanı, Erdoğan’ın %50’nin altına düşmesi için yalnız 1.300.000 kadar oyun eksik olduğunun farkında değil miydi?” “Adam kazandı” mesajı ve İsmail Küçükkaya/Fox grubu-Muharrem İnce arasındaki polemiğe zaten girmeye hiç gerek yok, çünkü bu her iki tarafın da kaybeden haline dönüştüğü gereksiz bir gaftı. Şimdi de İnce kendisi açık açık diyor ki “YSK’nın o gün aldığı kararlar sonuca etki edecek ve bizi kuşkuya düşürecek kararlar değildi. O nedenle seçim gecesi YSK önüne gitmedim, gidilmesi yönünde çağrıda bulunmadım”. Bunu okuduğumda şaşırdığını itiraf edenler arasındayım. Sürüyle yolsuzluk görüntülerinin sosyal medyada açık açık, gözümüze sokula sokula ortada döndüğü, kavgaların sokağa taştığı, o saatlerde sayısız çuvalın hala açılmamış olduğu bir ortamda, her şeyin seçim kuralları ve akışı açısından harika geçmiş olduğunu kim söyleyebilir? Hele daha hiçbir resmi sonuç açıklanmamışken, on binlerce arabayla sözde kutlama yapmak için makinalı tüfeklerle göklere kurşun sıkan yasadışı tipler sokaklara halka baskı yapmak üzere çıktığında, buna İnce’nin hiçbir tepki vermemiş olması kolay izah edilir, anlaşılır bir şey değil! Zaten ezbere bilmiyor muyduk erkenden “Biz kazandık!” yaygarasını koparacaklarını? Burada en kritik nokta şu: O ana kadar CHP’ye çok uzak duran genç kitleler de dahil olmak üzere tüm umudunu kendisine bağlayarak sokaklara dökülen milyonlarca insan arasından kaçı “benim oyuma o gece sahip çıkılmadı, bana verilen sözler tutulmadı” şeklinde düşüncelere kapılıp kendini geri çekecek? Ve bu kişiler nasıl yeniden kazanılacak? Başka bir ciddi konu da, CHP’nin tüm oyları aynı anda kendi sistemine sokmak için örgütlediğini söylediği “Adil Seçim” uygulamasının o gece çalıştırılamadığı ortada! Bu da kitlelerle oluşabilecek güvensizlik faktörüne eklenen ağır bir başlık olmaya aday. Tüm bunların gelip dayandığı nokta, birçok seçmenin bu moral bozukluğuyla “artık gördük ki bu ülkede sittin sene seçimlerle bir yere varılamaz” demeleriydi... Böylesine defolu bir ortamda, Bülent Tezcan daha bir saat önce “Görülüyor ki bu seçim 2. tura kalmıştır” demişken, İnce’nin dış dünyada da şaşkınlıkla karşılanacak bu seçimleri aklayan tavrı ve sözleri, o gece ve ertesi gün öğlen vakti, dikkatli seçmende hazımsızlık yarattı.
Daha çok şey söylenebilir ama bunlar artık köşe yazılarının işi değil. Umarım şu anda ruhu genç ve dinamik bir gazeteci, “24 Haziran Gerçekleri” hakkında, böylesine bir başlıkla bir kitap yazmaya başlamıştır. Ben bu yorumları yapsam da yapmasam da değişen bir şey yok. Ben CHP’nin ve İnce’nin halkın dilinde olan bu durumlarla yüzleşmelerini ümit ediyorum. Çünkü kitleye karşı siyaset yapılmaz. Siyaset “Ben haklıyım, siz hepiniz haksızsınız” denebilir bir alan değil. Şimdi bu yüzleşme, bu sefer halk ve neler yaşandığının muhasebesi değil, aynı zamanda CHP zirvesinde Kılıçdaroğlu ve İnce’nin kendi aralarında geleceğe yönelik bir hesaplaşmaya dönmeye aday... Ama dediğim gibi o kitlelerin 24 Haziran gecesinde yaşanan hayal kırıklıklarından sonra aynı güven noktasında yükselmeleri, hiç de kolay olmayacak. Bu gerçekle yüzleşmekten de kimse kaçmamalı...
İNCE’YE NAÇİZANE ÖNERİLERİM
Sevgili Muharrem İnce’ye tansiyon düşürme konusunda bir hatırlatmam daha olacak -ki eminim bunu kendisi de düşünmüştür. Detaylarına girmeme gerek yok. İnce’nin kalkıp Sözcü Gazetesi ve Yılmaz Özdil gibi kurum ve isimlerle, Atatürkçü medyanın ana kalesi ile polemiğe girmesinin kimseye bir yararı yok. Başta kendisine yok. Tabii ki İnce’nin herkese yanıt verme hakkı var. Ama yanıt var, yanıt var. Ünlü deyimle, “yarın yine birbirinin suratına bakmak durumunda olan” kesimlerin, birbiri hakkında ettikleri sözlere dikkat etmeleri lazım! Çünkü sonra kullanılmaya başlanılan “şerefli-şerefsiz”, “haddini biliyor-bilmiyor” tarzından sözler, serseri mayın gibi ortada gezmeye başlar ve bu polemikler uzadıkça uzar gider... “Ben onu demek istememiştim, ben o cümleyi veya o kelimeyi ona değil buna söylemiştim, kime söylediysem o kendisini bilir” tarzından açıklamalar mecburen ilerde yapılsa bile, durumu pek kurtaramaz. Bu tartışmalardan da yine “karşı taraf” kazançlı çıkar. Hem Sözcü, hem İnce taraftarları üzülür.

GÜNDEM İNCE’Yİ BEKLEYEBİLİR Mİ?
İnce’nin Hürriyet röportajından şu satırları da okuyabildik: “Ben kurultay murultay istemiyorum. Partide koltuk filan da istemiyorum. Türkiye’yi yönetmek istiyorum. Ben beş yıl bu seçimin sürmeyeceğini düşünüyorum”. Şimdi İnce’nin bu sözlerinden anladığımız, neredeyse bir an önce tekrar Cumhurbaşkanlığı gelsin, bu sefer 500 günlük bir propaganda sürecimiz olsun, seçmenlerin en az %50’sini hedefleyelim ve ben tekrar yeni bir kampanyaya alttan gelerek başlayayım! Ama aradan üç gün geçtikten sonra, belli ki bir şeyler oldu ki, şimdi o kararın yerinde yeller esiyor! “Koltuk istemiyorum” diyen İnce gitti, “Genel Başkanlığı bana verin” diyen İnce geldi... Tabii ki bu kararda Türkiye’nin dört bir yanından gelen destek mesajları da çok etkili olmuştur! İnce’nin içi içine sığamıyor. Yeniden “ringe” çıkmak istiyor. Ayşe Arman’a verdiği röportaj, Cumhurbaşkanlığına bir dahaki sefer için soyunan bir İnce’ye işaret ediyordu. Halbuki 5 yıl çooook uzun bir zaman! Hani ünlü deyimimiz gibi “beş yıla kim öle, kim kala!” Ama böyle bir ortamda, İnce ve takımı aniden fikir değiştirdiler. Bu süreçte dünyanın yaşayacağı harpler, gerginlikler, depremler, ülkemizin Avrupa ile yaşayacağı sorunlar, ABD-Rusya arasında yapacağı valsler yaşanacak yolsuzluklar, Atatürk’e saldırılar, havaalanı kavgaları, hükümet içi kavgalar, futbol kavgaları, ve daha neler neler sıradayken, bu kararın bu düşüncelerin gerçekçiliğinden etkilenmesi olağan geldi bana... Bütün bunların ortasında beş yıl boyunca zaten sıfatsız bir İnce’nin Türkiye’nin alternatifi olarak güncel hayatta varlığını koruyarak iddiasını sürdürmesi çok zor görünüyordu. İnce’nin enerjisinden şüphem yok. Ama yaşamın akışında sayısız gündem maddesi dökülecek ortaya... Sel gibi, sağanak gibi akıp, ortalığı süpürecek sıcak gündemler!
İşte her şeyden önce bunlara hazırlıklı olması lazım İnce’nin. Anlaşılan beş yıl sıfatsız ortalarda gezerek bir yere varamayacağını geçen hafta sonu gördü ve rota değiştirdi.

İNCE DESTEKÇİLERİ’NİN STRATEJİSİ
İnce’nin stratejisi artık belli oldu. Parti içi destekçisi olan üye ve delegelerin doğal planı, İnce’nin Kılıçdaroğlu’na verdiği sözü bozmadan, ona verecekleri imza ve sağlayacakları Parti içi ve dışı destekle, İnce’yi kurultaya başkan adayı olarak parti adına, halk adına sunmak. Israrla önce “Ben kurultay istemiyorum benden bunu duyamayacaksınız” diyen, fakat sonra kendini “örgütün iradesine” teslim eden İnce, bakalım bu senaryo perşembe günkü MYK’dan sonra hızlanıp gerçekleşmeye yüz tutarsa ne yapacak? Bunu yaşayarak göreceğiz. Kaçınılmaz şekilde Kılıçdaroğlu’na karşı adaylığa da geçiş yapıp, “Ne yapabilirim, şartlar değişti” de diyebilir.
Partinin her il ve ilçesindeki örgüt üyeleri ise, Kasım ayında yapılacağı şimdiden konuşulur hale gelen yerel seçimler için, yer kapma ve genel merkezin gözüne girme yarışına tez elden başlamak üzereydiler. Dolayısıyla, İnce’ciler için yazın hemen ertesinde ortaya çıkması gereken adaylar ve kalacak bir-iki aylık propaganda süreci gibi hızlı bir finişe girilirse, zamanlama ve ortamın çok karışacağını biliyorlar. Ne zaman imza toplayacaklar, ne zaman kurultay gerçekleşebilecek, ne zaman parti içi iktidar değişimini yaşama geçirme şansları olacak? Gel de işin içinden çık...
Fakat bir de bu adaylıkların gelip dayanacağı yer, o belediyeleri elde etmek için halktan talep edilecek oylar! Sizin de çevrenizde gördüğünüz ortamın çok farklı olduğunu sanmıyorum, lütfen biraz çevrenizle konuşun yorumlarınızı ekleyin: Benim çevrem “CHP’de bu yönetim değişmezse, bundan sonra hiçbir şekilde benim oyumu alamazlar” ya da “Ben artık siyasetten soğudum ne halleri varsa görsünler” diyenlerle dolu. Bu tavır o kadar ısrarlı ve açık ki, Başkan ve MYK’sı iktidarlarını sürdürme konusunda diretirlerse, korkarım CHP’yi bir felaketten kurtarmak pek mümkün olamayacak. Toplumdaki bu nabız çok ısrarcı görünüyor. Kılıçdaroğlu yönetimi ile, İnce’nin ekibi arasındaki kurultay kapışması dışında, MYK kararı ve gerginliğin artmasından önce son bir diyalog arayışı daha olursa, bunu teorik olarak gerçekleştirebilecek belki en uygun kişi Engin Altay. Ama bu görüşmenin de verebileceği somut bir sonuç olmayabilir, hatta bence maalesef yok.

Uzun lafın kısası, CHP çözümün nerede durduğunun çok belirsiz olduğu bir süreçte, hangi yöne doğru eğilmesi gerektiğini tam bilemeden masada bir yerel seçim resti görmek üzere. Parlamentoda bu öneriye destek verip vermeyecekleri, tabii her açıdan demagojiye ve polemiğe açık bir ortam yaratacak. Kendisi hakkında “seçimden kaçıyor” dedirtmek istemeyecek olan CHP, seçim sonrası yaşadığı gerginlikleri görmezden gelerek bu işe balıklama atlayabilecek mi? Ya da bu konular gündeme getirildiğinde, Kılıçdaroğlu ve İnce’nin evvelsi geceki görüşmesinin ardından, her ikisinin de tavrında ısrar edeceği netleşiyor. Bu da kurultay kapışması yaşansa bile, sonrasında sonuç ne olursa olsun, suların durulmayacağı gibi bir tablo çıkarıyor ortaya. Gerçekten artık Türkiye’de öyle bir hava var ki, şu ortamda İnce “bırakıyorum ipin ucunu” dese, halk izin vermez. Ayrıca İnce Genel Başkan olursa, CHP üye adedini yıllardır savunduğumuz şekilde, logaritmik bir artışla çoğaltabilir.
Yazının sonunda, bilmem bir daha hatırlatmaya gerek var mı, Gürsel Erol ihracı, son derece yanlış bir hamle olur Kılıçdaroğlu kanadı için. Öte yandan Muharrem İnce’nin de kendisini eleştiren gazetecilere, halktan insanlara veya partililere karşı, çok daha sakin ve hoşgörülü olmasında sayılamayacak kadar yarar olduğunu belirtmek isterim. Bu fevri çıkışlar, başta bu hamleleri yapanlara zarar getirir ve kamuoyu nabzından uzak olduklarını gösterir. Öte yandan halk arasında dolaşan “İnce istifa eder mi?” ve hatta “Kılıçdaroğlu kaybederse, ayrılıp başka Parti kurar mı?” ya kadar gelen hayal gücü zorlamaları, hiç bir yere varamayacak fantezilerdir.
Ne var ki, CHP, her zamanki gibi, her şeye karşın, demokratik olarak en hareketli Parti! CHP, Türkiye’nin en çok ilgi çekmeye devam eden, AKP’lilerin bile içini kendi partilerinden daha çok içini merak ettiği kaynayan kazan görünümünü korumaya, işte bu nedenlerle devam ediyor! Önümüzdeki günler, haftalar, çok şaşırtıcı gelişmelere gebe...