CHP
yine ağır çalkantılı bir sürece girdi. Türkiye’nin
“kurultaylar partisi” aslında bütün ülkenin büyük
demokratik buluşmalarını bir şölen havasında heyecanla izlediği
siyasi “ana demokrasi merkezi”. Şimdi de seçimlerin ardından
bütün gözler yine CHP’nin üstünde. Muharrem İnce taraftarları
625 imzayı bir araya getirebilecekler mi? Birden Türkiye’nin
güncel siyasi gündem maddesi bu oluverdi.
Türkiye’de
demokratik siyasetin herhangi bir ekseninde yer alanlar da şu anda
süren yoğun imza trafiğinin ortasındalar veya bu kaosun içinde
kendi görüşünü belirlemeye çalışıyor veya hangi saflara
katıldığını duyurmayı deniyorlar... Herkes ağır kulis içinde,
karşı tarafın tezlerini çürütmekle meşgul. Herkesin kendine
göre argümanları var.
Kemal
Bey ve ekibinin, örgütteki destekçilerinin tezleri ortada: Bir yıl
önce gerçekleştirilen Adalet Yürüyüşü’nün güçlü etkisi,
Kılıçdaroğlu’nun hitabetini geliştirmesi, cesaretli bir
şekilde iktidarın üstüne gitmesi ve hepsinden önemlisi
kurultayda rakibi olan Muharrem İnce’yi hiçbir kompleks
göstermeden Cumhurbaşkanlığına aday yapabilmesi, onun olumlu
hanesine yazılan puanlar. Öte yandan Kılıçdaroğlu’nun birçok
eksisi de gündemde dolaşmaya devam ediyor: Partiyi bir türlü
%25’in üstüne sıçratamaması, Atatürkçüleri yönetim
kadrolarından dışlaması, son zamanlarda antidemokratik bir
şekilde eleştirilere olan tahammülsüzlük ve sürekli olarak
ihraç tehdidi ve uygulamalarıyla parti içi muhaliflere
yaklaşması, partinin demokratik kitle örgütleri ile bir türlü
sağlanamayan güvenli işbirliği ilişkileri, başta tek Parti
dönemi ve 27 Mayıs olmak üzere, partinin tarihini bir türlü
kabul edememesi, savunamaması, gençlere ve kadınlara partinin
bütün iddialarına karşın açılmaması, yapılan tüzük
değişikliklerinde uygulanacağı söylenen kotaların lafta
kalması, merkez yönlendirmeleriyle örgütün küstürülmesi veya
bıktırılması, uzun lafın kısası parti içi demokrasinin aynen
Baykal döneminde olduğu gibi bir türlü yaşama geçememesi
gibi...
Şu
anda harıl harıl ikna turları içinde dakikada dört telefon eden
“İnceciler”, adaylarının halka nihayet umut verebilmesini,
yıllardır söylediğimiz, adeta yalvardığımız milyonlarca
katılımlı mitingleri gerçekleştirebilmesini, örgütleri
canlandırabilmesini, halka onların anlayacağı bir dille hitap
etmesini, sempatik esprileri ve imajıyla özellikle gençlerin ve
kadınların en sevdiği isim haline gelmesini öne sürüyorlar.
Ancak İnce’nin de parti içi ve dışında aldığı ciddi
eleştiriler var: Halk, 24 Haziran gecesi yapılan “sahneyi
terk edip kaybolma”
gafını bir türlü unutamıyor ve sonradan kendisine anlatılanlara
tam prim veremiyor. Üstelik Kemal Kılıçdaroğlu’na verdiği
“Ben parti içinde
size bundan sonra rakip olmayacağım”
sözünü bu kadar şaşırtıcı bir şekilde aşıp “ne
yapabilirim ki delegeler beni istiyorlar, benim boynum kıldan İnce”
taktiğiyle aşabilmesi, ciddi oranda kitlelerde tedirginlik ve
güvensizlik yarattı. Seçim gecesi ortaya çıkmamasının
maliyetini hesaplayamaması, yalnız 1.300.000 oyla ikinci turu
kaçırmasına rağmen “ben çok farklı kaybettim” şeklinde
yaptığı şaşırtıcı analiz ve Fox TV’ye yolladığı bahtsız
“itiraf” mesajı (“adam
kazandı”) ,halkın
gözünde kolay kapanamayacak açık yaraları. O gece babası
tarafından YSK önünde terk edilmiş ve ailesini ve vatanını aynı
anda kaybettiği duygusunu yaşayan insanları, bunları unutmaya
davet etmek kolay değil! Ama İnce’nin bir de ayrıca parti
içinden aldığı eleştiriler var: “One-man show”a olan
eğilimi, bir B planı stratejisi üretememesi, ekip kurmayı bilse
bile, bunun hiç topluma yansımaması, Parti kıdemlilerini pek
takmaması eleştiri konusu oluyor.
İŞTE
GEREKÇELİ KARARIM:
Tüm
bu saydıklarıma kişisel deneyimlerimden de ekleyebileceğim çok
şey var. Bunlar bir makaleye sığmaz. Her iki ismin de ciddi
artıları ve eksileri var. Öncelikle bu sorunun var olmasının tek
nedeni, daha önce de burada hatırlattığım gibi partinin
özellikle 2003 genel başkan adaylığım ve 2010 Demokratik Devrim
Tüzüğü çalışmamız boyunca parti içi demokrasinin tartışılmaz
bir üst Avrupa seviyesine çekilmesi taleplerimizin yediği çelmeler
ve hatta uğradığı sabotajlar. CHP
bu seviyede bir demokrasiyi kendisine layık görseydi, bugün
yaşadığımız bu alaturka çekişmeler ve Bizans oyunları çoktan
yok olurdu ve her defasında halkın düşüncelerini yaşama geçiren
ve kararlarını tüm üyeleriyle aynı anda nefes alır gibi
somutlaştıran bir parti modeli görürdük.
O modelde, lider partinin “ali kıran baş kesen”i, adam seçeni
değil, tam tersine günün 20 saati çalışan hamalı ve dışa
açılan yüzü olurdu. Ama maalesef bu Türkiye’de
gerçekleşemediği için, parti yönetimi 1991’den beri halkın
görmek istediği isim ve siyasal strateji seçenekleriyle değil,
dar bir kadronun kendini korumak için partiye reva gördüğü
yöntem ve fikirlerle götürülüyor.
KURULTAY
ARTIK ŞARTTIR ÇÜNKÜ:
Kendisini
bir tek adam rejimi içinde hapsedilmiş hisseden Türkiye’nin
yarısı, demokratik halk kitleleri bir umut aramaya ve ona tutunmaya
mecburlar. Her ne kadar İnce, gerek Kılıçdaroğlu’na verdiği
sözü “yemiş”
ve seçim gecesi esrarengiz şekilde sırra kadem basmış olsa da,
Türkiye’deki demokratik kitleler kendisine bir şans verilmesinden
yana. Bu arada daha büyük bir tehlike var, toplumda hatırı
sayılır bir şekilde ortaya çıkan: “CHP’de
bir yönetim değişikliği olmazsa bir daha ben benim oyumu
alamazlar” veya
“CHP’de her şey
aynı kalırsa ben artık oy vermeye hiç gitmeyeceğim”
diyen sayısız insan etrafımızı kuşatmış durumda. Şu anda kim
kazanırsa kazansın, kurultayın da önü kesilirse, bu kitlelerin
hayal kırıklığı ve bıkkınlığı daha yüksek noktalara
tırmanacak. Dolayısıyla bu noktada bir gerçeği hatırlamamız
lazım: Topluma karşı
siyaset yapılmaz. Yapanların
da sonu hüsran olur. Bunun mesela en ağır örneği Ecevit’in
başbakanlıktan %2’ye düşmesidir. Merkez sağın yok olmasıdır.
Hiç kimse sanmasın ki CHP’nin bundan sonraki başarısızlığı
%25’i aşamama olacak. Maalesef hatırlatmaya mecburum ki oylar,
hiç sanıldığı gibi statik değildir. CHP nasıl 1998’de baraj
altı kaldıysa, ters rüzgârla vahim bir şekilde, genel merkezin
anlaşılamayan liyakatten uzak kriterlerle, politbüro kararları
mantığıyla seçtiği adaylarla, kendini tarihi bir felaketin orta
yerinde bulabilir. Bu veriler ışığında, İnce’ye,
Kılıçdaroğlu’ndan daha çok güvendiğim veya inandığımdan
değil, bu akıntıya karşı kürek çekilemeyeceği, halka karşı
gelinemeyeceği ve bunun faturası parti ve demokratik çevreler için
çok ağır olacağı için, parti kurultaya gitmeye mecburdur.
Umuyorum gerekli imzalar birkaç gün içinde toplanır ve CHP
delegeleri toplumun kendilerinden beklediği yeni enerji ve
dinamizmi, belki de çarşaf listenin olanak vereceği bir karma
kadroyla bir araya getirmeyi başarır.
DEMOKRATİK
DEVRİM TÜZÜĞÜ, DERHAL ŞİMDİ!
Burada
esas dikkat edilmesi gereken nokta şu: Kurultay’da olası bir
lider değişikliğinden daha önemlisi, CHP’nin nihayet
“demokratik Devrim’ini, tüzük üzerinden yapması. Çünkü
2003 de ucube ve baskıcı bir değişiklikle muhalefetin nefesini
keserek gelen tüzük hinlikleri, tüm yüzeysel çabalara rağmen
bir türlü değiştirilemedi.
Genel Başkanı koruyan ve onu örgütle karşılıklı gözetimle
dokunulmaz noktalara taşıyan iptidai anlayış sona ermedikçe,
CHP’de bir klik gider, bir klik gelir!
Bakın
şimdi söyleyeceğim, bu makalenin konusu değil, yalnız başlığını
yazıyorum şimdilik: Sakın
hiç bir Milletvekili, uyanıklıkla şimdi milletvekili mazbatasını
kaptıktan hemen sonra, “ya tutarsa” diye kendini Büyük
kentlerin Belediye Başkanlığı maceralarına atmasın! O sıfat ve
koltuk o kadar ucuzsa niye Parlamento’ya aday oldular diye olay
çıkaracağımı bilsinler.
Konumuza
dönelim: Demokrasi
umudunun yaşaması için CHP’nin yeni bir nefese kavuşması şart.
Kurultay yolunun tıkanması, halkın nefesinin daralması anlamına
gelir. Muharrem İnce, beğenelim ya da beğenmeyelim, 24 Haziran
gecesi için yaptığı açıklamaları anlayalım ya da anlamayalım,
şu anda halkın ve birçok CHP seçmeninin gözünde ciddi bir
umuttur. Tersine her
birine karşı sevgi ve saygı duyduğum şu andaki yönetim, artık
dönemini doldurmuştur ve yerini yeni bir “enerjiye” bırakmak
durumunda olduğunu acilen fark etmelidir. CHP’nin yaşayabileceği
ağır bir yerel seçim hezimeti, hiç kimsenin bu kadar kolay
sorumluluğunu üstlenebileceği bir felaket olamaz. Hiçbir “koltuk
sevdası” bu bedeli ödeyemez.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.