27 Ocak 2015 Salı

DEMOKRASİ VE İÇ BARIŞIN ANLAMINI BİLMEYENLER! | Bedri Baykam | 27 Ocak 2015 tarihli makalesi..


Demokrasi, biliyorsunuz herkesin sahte sevgilisi. Aynen barış gibi... Sorsanız, herkes demokrasiyi çok sevdiğini ve ülkenin huzuru için barış aradığını söyler.
Mesela Davutoğlu, evrensel barış ve terörü kınama adına yürüdü Paris’te. Halbuki o günden beri İstanbul’dan Diyarbakır’a, birçok yerde katilleri öven, Charlie Hebdo ve destekçilerine lanet yağdıran yürüyüşler yapıldı. Bu saldırgan gösteriler polis koruması altında gerçekleşti. Bu konuda oldukça titrek bir görüntü çizen Türkiye imajı, acaba yurtdışında nerelere kadar düştü?
Geçen Cuma günü, CNN Türk’te Şirin Payzın, merkez medya açısından son zamanlarda görülmedik bir “jest” yaptı ve Perinçek’in de “ifade özgürlüğü olmalı” diye düşündüklerini dile getirdi! Bu da gerçekten, şaka değil, günümüz “medyası” açısından ciddi cesaret örneği! Çünkü normalde artık demokrasi kılıflı bölücü veya dinci değilseniz, ana dalga mecralarda kendinize yer bulamazsınız. Böylece Perinçek’i 20 dakika kadar dinleyebildi şaşkın izleyiciler.
Perinçek’ten sonra sahne alan HDP’li Garo Paylan ise, ilginç bir ders verdi: Gerçekte demokrasi düşmanlığı yaparak, bir insan izleyicilere nasıl büyük demokrat havası atar? Paylan’ın konulara temel girişi geleneksel ikinci Cumhuriyetçi tornadan çıktığını kanıtlıyor: “Resmi tarih yaftalanmış”, “yıllardır size yalan söyleniyor” şeklinde artık kanıksanmış ezberler. Son günlerin o bulamaç stiliyle, konuları birbirine karıştırmada eksper olmuş! Soykırım, Hrant Dink, Roboski, Berkin Elvan, hepsi aynı anda ortaya atılıp aynı “katil devlet”e mal ediliyor! Çok pratik! Böylece Hrant Dink’e destek olmak için, “Soykırımla yüzleşin” pankartının peşinde yürümek farz oluyor! Oysa herkes biliyor ki, o pankartı kabul etmeden Hrant Dink’in katillerini bulmak için kararlılıkla uğraşan dev bir kitle var. İşte ne yazık ki Dink’i açıkça kullanan bu küçük siyasi zümre, gerçek Hrant destekçilerinin bu dayanışmasının Türkiye çapında büyümesini engelliyor.
Bir de Paylan’ın akıl almaz farklı bir anti-demokratik ısrarı var: “Türkiye soykırımla veya bu büyük suçla yüzleşsin” derken, sanki ortada bu tanımlamayı hak ettiği tescillenmiş kesin bir suç varmış gibi konuşuyor. Çok ilginç. Dünya tarihçilerinin bile onca farklı görüşleri var. Paylan için herhalde demokrasi, yalnız partisinin adında yer alan soyut bir kelime! İnsanların eşitçe kendilerini savunma, yargısız infaza karşı direnme hakları, ona hiçbir şey ifade etmiyor. “Ermeniler veya şu şu tarihçiler ne diyorsa doğrudur, diğerleri resmi tarihin yalancılarıdır. Savunularına bile gerek yok!” Ayrıca iddialarını temellendirmeye çalışırken, utanıp sıkılmadan üstüne basa basa Nazi soykırımından örnek sunması dehşet verici! Sorulacak bin soru var ama birkaç tanesiyle yetineyim: Bu konuda Türkiye’nin yargılandığı bir “Nürnberg” mahkemesi oldu mu? Her iki tarafın arşivleri açılıp tarihçiler ve tarafsız hakemler tarafından araştırmalar yapıldı mı? Oldu da biz mi bilmiyoruz? Eğer yoksa, oradan çıkmış bir “soykırımı inkar suçu” kavramını nasıl Türkiye üstüne taşıyabiliyorsun? Sonra da “dünyanın en büyük suçu soykırım” cümlesini ortaya bırakıverip bu kanıtsız iftirayı rahatlıkla nasıl atabiliyorsun? Merak ediyorum Garo Bey’e demokrasi ilkelerini kim öğretti? Acaba 2005’te Boğaziçi ve Bilgi üniversitelerinde düzenlenen, hiçbir Atatürkçü’nün çağrılmadığı, sözde Ermeni Soykırım iddialarının tek yönlü, hiçbir farklı görüşe yer verilmeden “bilimsel” (!) olarak tartışıldığı (!) forumlar mı?
Görüşmenin sonunda Payzın, Perinçek’in ifade özgürlüğünden söz ettiğinde Paylan, bu sefer inanılmaz demokrasi inkarını açığa çıkarıveriyor: “İfade özgürlüğü inkara dönüşmemeli, inkar herkesi zehirler!” Özetle o özgürlüğü de abartmamak lazım. Doğu bey, kendisi gibi düşünmüyorsa, inkar etmesin, sussun!
Perinçek, “soykırım olmuştur” diyenlerin ifade özgürlüğünü açıkça savunuyor. Ama tersi, Paylan’ın ajandasında yok. Oysa demokrat “yeni Türkiyeli” kendisi! Bu arada kullandığı cümlelerden biri, “yüzleşmediğimiz sürece, suç tekrarlanıyor”. Hmmm... Acaba bunu Ermeniler açısından mı dile getiriyor? Suikastlerle alçakça katledilen diplomatlarımızın durumundan söz ediyor olabilir mi? Pek sanmıyorum, o konuya giren bir babayiğit pek çıkmıyor o tuhaf ortamlarda...
Türk ve Ermeni halklarının tarihi kardeşliği ve barışı, tek yönlü olarak yangına körükle giden provokasyonlardan geçmiyor. Birbirini önyargısızca çay içerek dinlemekten ve korkusuzca tarihi karıştırmaktan geçiyor.

Siz bu satırları okurken Perinçek’le beraber Strasbourg’da gerçek ifade özgürlüğü haklarının peşinde olacağız. Değerli ermeni kardeşlerimizle kalıcı barış, o yoldan geçiyor.

21 Ocak 2015 Çarşamba

Perinçek’ten Avrupa’ya Demokrasi Dersi! / Bedri Baykam / 20 Ocak 2015 tarihli makalesi..

Dün büyük bir gafın eşiğinden dönülmüş oldu! Yalnız bir hafta kalmıştı Doğu Perinçek’in AİHM’de görülecek davasına. 28 Ocak’ta Strasbourg’daki oturumun hayati önemi, sadece Perinçek değil, Türkiye Cumhuriyeti için. İşte dün nihayet aylardır vahametini tekrarladığımız konu çözüldü ve yurtdışı yasağı kaldırıldı. Soykırım iddialarına neden olan 1915 olaylarının 100. yılı geldi çattı. Ermenistan devleti ve diyasporası tüm dünyaya bir asır önce Türklerin kendilerini nasıl topluca katlettiğini anlatmak için paneller, belgeseller hazırlıyorlar. Zaten özellikle Avrupa’da ve ABD’de yıllardır tek yönlü linç sistemi ile yıkanmış beyinler, önlerine getirilecek bu ağır sunumdan fazlasıyla etkilenmeye şartlanmışlar bile. Çoğu neredeyse doğduklarından beri birbirinin kopyası olan makaleler okuyarak “barbar Türklerin”durup dururken nasıl “1.5 milyon Ermeniyi katlettiği” konusunu tartışılmaz şekilde hatmetmişler. Ülkelerinin yayın organları, zaten ezberlenmiş iddialar dışında genellikle farklı yorumlara izin vermeyen sözde demokrat, özde sansürcü gazeteler. İşte tüm bu önyargılı yıkım ekibi, Perinçek’in İsviçre devletine karşı AİHM’de elde ettiği zaferle bir darbe yediler. Aynen Fransız Parlamentosu’nun çıkardığı o yüz kızartıcı “Soykırım olmadı demek ceza gerektiren bir suçtur” kararının yine Fransız Senatosu’ndan yediği darbe gibi. Strasbourg’da şayet AİHM Büyük Dairesi, bu konuda AİHM’nin Perinçek lehine kararını onaylarsa, işte o zaman bu “algı operasyonunu” onlarca yıldır sürdürenler, en çok hazırlık yaptıkları yıla 2-0 mağlup başlayacaklar! Türkiye Cumhuriyeti, kendisini bekleyen girdaptan kurtulmak için dev bir adım atarak ve dünya gazetelerine tam sayfa ilanlar vererek konuya açıklık getirmeliydi. Onu yapamadı ama nihayet devlet katında birileri bu korkunç hatadan dönebildiler ve Perinçek’in önü açıldı. Şimdi onun gibi cesur, yetkin ve bu konuda kılcal damarına kadar donanımlı ve inançlı bir dava adamı, kendini ve esas ülkesinin tarihini, ecdadını savunabilecek! Bu hem bir demokrasi zaferi, hem de Türkiye için büyük bir şans! Şimdi lütfen ister hemen yeşil pasaport versinler, ister devlet müdahelesiyle, vizeyi hemen alsınlar ki bir son saniye golünü zamansızlıktan yemeyelim! 2005’te Perinçek’e soruşturma açılıp gözaltına alınma kararı verildiğinde, ben de o heyetin içinde, Zürih-Lozan hattındaydım. Perinçek’in yaptığı konuşmanın ardından alkışlarla polisler eşliğinde götürülmesi, ancak saatler sonra bırakılması, gerilim dolu bir süreçti. Savcı ile süren diyaloğunda İsviçrelilere açıkça tarih dersi veren Perinçek, artık bu kadar hayati bir davaya ülkesi adına katılma şansını kullanabilecek!.. Davaya destek vermek için Strasbourg’a uçacak yüzlerce aydınımızın desteğiyle! Bu utanılası kararları alabilen tüm Batılı ülkelere bu ayıp yüzyıl yeter. Evrensel değeri olan tarihi bir konuda, karşı tarafın savunmasını dinlemeden, tarafsız yargıçlarla bir yargılama gerçekleştirmeden, hem bu konuda karar oluşturup, hem de aksini söyleyen herkesi kodese tıkmaya kalkışabilmek, kolay yutulur bir lokma değil... Bu seviyede bir anti-demokratiklik, yemin ediyorum, Afrika muz cumhuriyetlerinde bile görülmez. Onlar bile bir yargısız-infaz suçlaması ile karşılaşmamak için uyduruk bir çadırda sözde mahkeme toplarlar! Başta Fransa ve İsviçre olmak üzere, Batı’nın demokrasinin temel değerlerini göz ardı ederek kendini bu kepaze duruma sokabilmesi, siyasi oportünizmin ülkeleri nerelere taşıyabileceği konusunda acı bir tarihi kanıt. Hem de 1970’lerde ve 80’lerde hunharca katledilen onca diplomatımızdan tek kelimeyle söz etmeden, özür dilemeden! Demek ki konu“soykırım vardı-yoktu” tartışmasının çok önünde, bambaşka bir eksende! Her ne kadar tüm okuduklarımdan mesela bana “soykırım” iddiası abartılı hatta tamamen yanlı ve yanlış gelse de, bunun kararını verecek olan ben değilim! Dünyanın tarafsız tarihçileri bir araya gelirler, gerekirse üç yıl bir binadan çıkmazlar, nihayetinde tüm kanıtları elden geçirip kararlarını açıklarlar. Gelelim işin püf noktasına: Önce oyunun kurallarını saptayalım. Tabii ki isteyenler “bence soykırım oldu” diyebilirler. Ama şayet bu ülkenin Batı yağdanlıkları, “Soykırım olduğuna inanmıyorum, arşiv açalım, benim belgelerim farklı” diyen her tarihçiye alçakça “faşist, satılmış, gerici” diye saldıracaksa, o sahte solcu ve tartışma yobazlarına hatırlatırım ki, bu seviyesizlikle yanıt bile verilmeyi hak etmeyecek noktaya gerilemiş olacaklardır. Bu arada onlar arasından, tartışmayı utanmadan Hrant Dink davasına alakasızca bağlamaya çalışan güruh ise, en büyük zararı Dink’e veriyor!

13 Ocak 2015 Salı

İSLAMOFOBİDEN ŞİKAYET EDİYORSUN AMA.... | Bedri Baykam | 13 Ocak 2015 tarihli makalesi..


Dünya sarsıldı. Önce şoka, ardından paranoya ve onu atlatıp tepki dönemine girdi. Charlie-Hebdo benim yıllardır okuduğum, Türkiye'deki demokrasi dozu ve faşist yönetimlerin pek kaldıramayacağı ele avuca sığmayan bir "siyasi-hiciv" dergisi. Canlı izlediğimiz o saldırı ve ardından yaşananlar için "Fransa'nın 11 Eylül'ü" denildi. Ben ise Pazar günü yapılan büyük yürüyüşe bakarken tabii ki sevgili Uğur Mumcu'nun cenazesini düşündüm. Bugün "Je suis Charlie" afişiyle dolaşan gençler doğduğu günlerde, bizler Mumcu ve Sivas cenazelerinde yürüyorduk. Fransa bizim o günlerimizi yeni yaşamaya başladı. Ne umutlarımız vardı o soğuk Ocak günlerinde... Sanıyorduk ki bu yeri doldurulmaz dev kaybımızdan sonra ülke hatalarından dönecek. Maalesef, ne gezer! Verilen ödünler giderek arttı ve Türk demokrasisi bugünkü iflas noktasına kadar geriledi.  
            Bakalım Fransa daha neler yaşayacak... Önce daha türban krizinin artan temposuyla muhatap olacaklar, sonra da bitmez tükenmez TV tartışmalarıyla bizim 90'larımızı yaşayacaklar. Gerek bu, gerek başka olaylarda “bu olay provokasyon kokuyor, dinciler yapmamıştır” diyenler çıkacak. Hatta belki bizdeki gibi  “ana işi” bu haline gelen eski istihbarat şefleri orada da kaynağından türeyecek!
          Yine basınımızda çirkin yayın yarışları oldu. “Adrese teslim provokasyon” yazanlar, “bu işte bir gavurluk var, 12 kişi öldürdüler, ellerini kollarını sallayarak kaçtılar. Hedef çok manidardı” diyenler oldu. “Saldırının İslamofobinin arttığı günlerde olması dikkat çekti” diye sorumluları gözden kaçırmaya çalışanlar oldu. Arınç demecinde teröristlerin yolu tıkayan arabasına kimsenin müdahale etmemesine şaşırdığını söyleyerek daha da şaşırttı. Acaba ne bekliyordu? Arkadan birinin gelip etrafı makinalı tüfekten geçiren saldırganlara yaklaşıp klaksona basarak, “hadi kardeşim, çek şu arabanı, işimiz gücümüz var!” demesini mi? Fesupanallah!
           “Terörün dini yoktur, lanetliyoruz” dedikten sonra “ama” diye başlayanlar, suçu ya ırkçılara ya da emperyalizme atma peşinde... Hepsine hatırlatırım ki ABD 239 yıldır var, halbuki köktendincilik 7. yüzyıldan beri adam doğruyor. Konuları birbirine karıştırmamak lazım. Öte yandan o şanssız Cuma günü, Türkiye -iyice düşündükten sonra- gecikmeli kınama mesajları attı. Bu sözlerin inandırıcılığına bakmak için, aslında bu iktidarın ifade özgürlüğüne, sanatçılara ve karikatüristlere olan tavrına bakmak lazım. Orada da notun yerlerde gezindiğini ne yazık ki biliyoruz.
          Şimdi dünyada, Müslüman siyasi, yazar ve kitlelerin ana kaygısı bu saldırının İslamofobi ve ırkçılığı körüklemesi... Davutoğlu da dün zaten Merkel’e basın önünde yine bu mesajı iletti. İyi güzel de, orada net bir ayrım var: “Gerçek İslam’da terör yoktur, olamaz” diyen Müslümanlar, acilen naklen kafa kesen yobaz sürüsü ile ayrımlarını en net şekilde ortaya koymalılar. Yoksa, Müslümanlara karşı oluşacak tepkileri önleyemezler (Bakınız Murdoch önyargıları). Bir karikatür nedeniyle Avrupa’yı birbirine katarak ağır tepkiler verebilen Müslüman kitlelerin, her gün sözde dinleri adına insan öldürenleri kınamak için büyük bir gösteri düzenlediklerini henüz göremedik! Mesela Nijerya’da Boko Haram’ın 2000’i aşkın masum insanı katletmesine karşı gereken tepkiyi verebilen hükümet, basın organı veya dini sözcüye ben rastlamadım. O da tabii ayrı bir konu... Batılı olmayan insanlar, o kadar mı değersiz ki bu dev katliam, Paris olaylarının onda biri kadar yer işgal ediyor medyada? Size bir not: Boko Haram, “Kitap haram” sözünden geliyor. Yani Latince alfabeye açılan bir savaş var bu terör örgütünün kökeninde. Bilmem size neler hatırlattı...
          Öncelikle bu konuda acil sonuçlar alınamazsa, “farklı siyasi veya dini liderlerin beraber verecekleri mesajlar”ın hiç bir önemi kalmaz. Öncelikle Kuran’ı bir terör saldırı anlaşması niyetiyle okumaya kalkanlara karşı, çağdaş din alimlerinin nihai ve kalıcı bir yorum getirip, bu vahşi oyuna dur demeleri lazım. IŞİD’e veya El Kaide’ye karşı birleşemeyen ve sokağa dökülmeyen, yazı yazmayan hiç bir Müslümanın İslamofobi kavramından şikayet etme hakkı yoktur!

           Açık konuşalım: Dünya acilen Atatürk’ü tekrar keşfedip, onun bizim coğrafyamızda getirdiği laik-demokratik rejimin içine özenle ve saygıyla yerleştirdiği laik-din anlayışını yeniden fark edip, bunun Müslüman ülkeler için olmazsa olmaz model olduğunu kabul ettiremezse, getirilecek her çözüm çöker ve toplumları uyuşturup kandırmaktan öteye gidemez. Terör de ihya olmaya devam eder! Bağlantılı Tunus konumuzu umarım haftaya devam edebiliriz...

6 Ocak 2015 Salı

TUNUS, DİNCİ SİYASETİ NASIL ALT ETTİ? | Bedri Baykam | 6 Ocak 2015 tarihli makalesi..


Dost ülke Tunus’ta, halkı, içini daraltan siyasi ortamdan 90 yaşına iki basamak kalmış bir dedenin, yalnız iki yıl önce kurduğu partisi sayesinde kurtardığının ne kadar farkındasınız? Size geçen hafta yerinde gözlemlediğim Tunus vakasını aktarmak istiyorum.
"Arap Baharı"nın şişede durduğu gibi duramayacağını o sıcak günlerde ilk anlatanlardandım. O ülkelerde bizimkine benzer bir demokrasi birikimi ve özgür tartışma kültürü olmadığını hatırlatarak, gençlerin onlarca can pahasına gerçekleştirdikleri devrimlerin kolayca demokrasi getiremeyeceğini aktarmıştım. Ardından bu coğrafyalarda yaşananlar, ne yazık ki görüşlerimin haklılığını ortaya çıkardı.
Tunus’un son dört yılı, demokrasi yolunun mayınlı olduğunu tekrar dünyaya gösterdi. Bunun ardından son aylarda gördüklerimiz de, şaşırtıcı ama umut verici gelişmeler olarak bu sempatik ülkenin tarihine eklendi. Şu günlerde 88 yaşının tüm tecrübe dolu, bilge ve uzlaşmacı kimliğiyle Tunuslular’ın hayranlığını kazanan, seçimlerin taze galibi Cumhurbaşkanı Beji Caid Essebsi, evvelsi gün partisinin kongresinde Başbakanlığa tarafsız siyasi bir ismi, Habib Essid’i atayarak yeni dönemin adını koydu. Parlamento seçimlerinde partisi Nida Tunsi’nin aldığı %35 oyun ardından hükümeti kurma görevini üstlenmesi ve AFEK, UPL ve HALK CEPHESİ oluşumlarıyla bir araya gelerek iktidarını kurmayı başarmasının ardından, Essebsi, Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden de %55’le muzaffer çıkarak Tunus halkının çoğunluğunu ihya etti. Tunuslular artık oldukça ağır faturalarla yüklü bir dönemin ardından Şubat’ta görevi devralacak yeni hükümetin ışığıyla ısınıyorlar.
Tunus bildiğiniz gibi demokrat bir geçmişten gelmiyor. 1881-1956 yılları arasında Fransız “himayesinde” kalan bu ülkede Habib Burgiba, 1957’den 1987’ye kadar döneme damgasını vurdu. Halkı tarafından sevilen otoriter Cumhuriyetçi lider, Tunus’un seçimsiz süren siyasi hayatını ve 1934’te kurulan Düstur Partisi’ni, bağımsızlığın ilan edildiği 1957’den itibaren sarsılmaz bir güce eriştirdi. 1987 yılında bir “tıbbi-hukuki” kansız darbeyle görevden alınan Burgiba, Zeynel Abidin Bin Ali’ye koltuğunu bu şekilde bırakmak zorunda kaldı. Bin Ali’nin 1989’da “Anayasal Demokratik İttifak” adını alan partisi, genelde dinci politikalara ve bunları Kuzey Afrika ve Ortadoğu coğrafyasına taşıyan oluşumlara set çekmeyi görev bildi. Sert bir tek parti rejimi sayılabilecek yol izleyen Bin Ali, 2010 sonu bir seyyar satıcı olan Bouazizi’nin kendini yakmasıyla başlayan gösterilerin ardından 14 Ocak 2011 tarihinde gerçekleşen devrimde ülkesini terk etmek zorunda kaldı.
Parlamento Başkanı Mbazaa, 2011’de Başbakan Mohamed Gnanouchi’nin de etkisiz kalmasının ardından 20 yıldır siyaset bırakmış eski “Burgibacı” Essebsi’yi 8 ay kadar sonra gerçekleşecek seçimlere kadar göreve getirdi. Dinci bir siyaset izleyen Nahda Partisi’nin %37 alarak iktidara geldiği bu yeni sözde bir yıllık sürecin hedefi, anayasa hazırlanana kadar ülkeyi yönetmekti. Essebsi, seçimden sonra siyaseti bıraktığını açıkladı. Üç partili bir Troika’nın başbakanlığını Nahda’dan Hamadi Jeballi yaptıktan sonra solcu militan Chokri Belaid’in öldürülmesinin ardından bu isim 2013 Şubatı’nda istifa etti. Yeni başbakan yine Nahda’dan Ali Laraydh oldu. Bu arada 6 ay sonra tüm muhalefete birlik çağrısı yapan Essebsi, siyasete döndü ve Haziran 2012’de Nida Tunis’i kurdu. Troika’nın bir türlü iktidarı bırakmamasına karşı, solcu Arap Cumhuriyetçisi Brahmi’nin Temmuz 2013’te öldürülmesini takip eden aylarda, Bardo’da, Parlemanto’nun önünde 400.000 kişinin katıldığı bir oturma eylemi düzenlenmesinin ardından, Essebsi ortama ağırlığını koydu. Nahda lideri Rached Gnanouchi’yle Paris’te tarihi bir görüşme yaptı ve iktidardan çekilmeye ikna etti. Sendikalar, İşadamları Birliği UTİCA, barolar ve insan hakları derneklerinin ortak eylemiyle teknokrat hükümeti başladı ve yeni Başbakan Mehdi Jamaa hükümeti son seçimlere kadar sürdü. İslamcı Nahda Partisi’ni Türkiye’de AKP ve Katar’dan başka destekleyen kalmamıştı. Essebsi’nin seçimi kazanan partisi “Tunus’a Çağrı” ise, bugün hem bu coğrafyanın hem de dünyanın ilgi odağı. Önümüzdeki hafta bu deneyimin öğretilerini mercek altına almak istiyorum.