23 Kasım 2017 Perşembe

YOKSA AKŞENER, ERDOĞAN’IN YANIBAŞINDAKİ BAHÇELİ’NİN YERİNİ Mİ ALMAYA ÇALIŞIYOR? | BEDRİ BAYKAM | 22.11.2017


Bu yazı, İyi Parti hakkında uzun bir araştırma ya da bir analiz yazısı değil. Bu yazı, son derece basit ve gerçekçi bir şekilde, dolambaçlı bir yol kullanmadan İyi Parti’yi kendisiyle, toplumla ve ezcümle siyaset arenası ile yüzleşmeye davet ediyor. Ele alacağımız çıkış noktası, Meral Akşener’in geçen Cuma günü verdiği “CHP ile ittifak yapmayız!” demeci... Akşener’in burada “ittifak” konusunu tam olarak ne anlamda kullandığını anlamak mümkün değil. Değişecek bir seçim kanunu çerçevesinde partiler arası yapılabilecek ve ne anlama geleceğini kimsenin şu anda tahmin edemeyeceği ittifaklardan mı bahsediyor? “CHP ile Cumhurbaşkanlığı adaylığı konusunda ittifak yolu arar mısınız derseniz, açık bir şekilde hayır derim” diyen Akşener, herhalde CHP ile ilk turda ortak aday çıkarma konusundan söz ediyor olamaz! O zaman Cumhurbaşkanlığı seçiminin 2. turunda “CHP ile ittifak yapmam” diyorsa, Parlamento’dan da ayrı bir hükümet ve başbakan çıkmayacağına göre, Akşener’in nereye doğru yöneldiği konusu, büyük sürprizlere gebe.

GEÇMİŞTE MHP ÜZERİNDEN YAPILAN ÖLÜMCÜL HATALAR
Şu anda insanlar İyi Parti’nin AKP karşısında muhalefet yapmak amacıyla kurulan, MHP’de süren antidemokratiklik ve saraya hizmet meraklılarına karşı, MHP tabanı üzerinden bu eğilimlere karşı çıkan sağlam bir merkez sağ parti olduğu havası ile yaşıyorlar. Aynen daha önce rahmetli İlhan Selçuk’un “Soldaysanız CHP’ye oy verin, sahada iseniz MHP’ye ve bu şekilde AKP’ye muhalif olun” dediği günler yaşanıyor sanki.
O günlerde rahmetli Selçuk’a karşı çıkmıştım ve MHP’nin güvenilmez bir parti olduğunu, hiçbir şekilde AKP’ye karşı bir muhalefet yapmayacağını, ilk fırsatta en kritik noktalarda AKP ile beraber hareket edeceğine inananlardan olduğumu söylemiştim. Zaman ne yazık ki beni haklı çıkardı. O günlerde de, daha sonra da...
Türkiye’nin bugün yaşadığı acı dolu, akıl almaz demokrasi iflasının kökeninde en önemli olgulardan biri, MHP’nin seçmenlerinin en az yarısına ihanet edişi ve en olmadık anlarda artık toplumda yerleşmiş tanımıyla AKP’ye stepnelik görevi yapması. Bunu da zaten bilmeyen kalmadı.

LAİK SAĞ PARTİ GÖRMEYEN TÜRKİYE
Tabii bu arada daha geniş anlamda bir hatırlatma da yapabiliriz, hatta yapmamız şart: Türkiye 70 yıla yaklaşan çokpartili demokratik hayatında bir adet “laik ve demokrat” merkez sağ parti görmedi. Ne Adalet Partisi, ne ANAP, ne Doğru Yol bu konuda sınavı geçtiler. Her biri tam tersine özetle, “Biz de biraz dincilik-dindarlık hattında oynarsak yobaz partilere giden oyları durdurabiliriz” zannettiler. Tabii ki sonuç koca bir hüsran oldu. Bu konuda, bu partilere doğrudan muhalif olmama rağmen her birini özenle ikaz ettim. Turgut Özal’ı da, rahmetli İsmet Sezgin’i de (DYP), Gökberk Ergenekon’u da (DYP) rahmetli Adnan Kahveci’yi de (ANAP) ikaz ederek saatlerce konuştum. Uğraş tabii ki beyhudeydi, kendilerini çok uyanık partiler olduklarına inandırmışlardı. Bu tavırları sayesinde oy kaybı yaşamayacaklarına inanıyorlardı. Çok saf ve ne yazık ki tarihi perspektiften yoksunlardı. Bunun tartışılacak bir yönü yok, sonuçlar ortada: Merkez sağa ait %50 oy, son dönemlerde masal oldu.
Son zamanlarda çoğu insan ülkede son yıllarda yaşanan onca ağır dram senaryolarından ve demokrasi açısından felaket sonuçlar doğuran iki referandumdan ve ordunun başına gelen affedilmez müsebbibi malum kumpaslardan sonra, artık bazı şeylerin değişeceğini, Türkiye’de tek adam ve tek parti hükümranlığı isteyen malum güç odaklarının nihayet 2019’da yalnız bırakılacağına inandı. Bunun da Türkiye sevgisiyle yaşayan bazı kitleler için anlamı, MHP’den Akşener’le beraber kopan ve yeter diyerek Erdoğan’a karşı bayrak açan insanların, nihayet artık laik-sağ parti olarak görebileceği bir oluşuma imza atıldığı inancıydı. Bu nedenle de herkeste bir umut belirdi. Türk siyasetini tıkayan, 2015 seçimlerinin güzel sonuçlarını iptal eden, kendisini ardından başkanlık sistemi reklamcılığına atayan Devlet Bahçeli ve onun MHP’sinin yerine, o oyların çoğunu bünyesinde toplayacak bir yeni muhalif parti, olsa olsa hayırlara vesile olabilirdi! Bu arada Akşener’in imajını ve hitabet kabiliyetini gözle görülür şekilde arttırması, özellikle bir kadın siyasetçi olarak çok değişik halk katmanlarında güven oyu alması ve sonunda da partileşmesini tamamlaması birçok umuda ışık yaktı. Halk kafasında ülke siyasetini tıkayanBahçeli’nin yerine Akşener’i yerleştirip, bir umudun kapısını ittiğine inanmak istedi. Doğruyu söylemek gerekirse de, Akşener verdiği demeçlerle bu umudu sıcak tutmayı başardı. Daha şurada bir hafta kadar önce AKP iktidarını eleştirirken söylediği lafları hatırlayalım:2010’da FETÖcü oldular, 2011’de bebek katili PKK’nın başına eş oldular, ‘ne büyük bilge’ dediler, 2017 referandumunda milliyetçi oldular, şimdi de Atatürkçü oldular. Ama yersen!”.

SİYASET’TE MATEMATİĞİN EZİCİ GÜCÜ
Bakın, siyaset zeka ve tecrübe gerektirdiği kadar, ilkokul düzeyinde başarılı bir matematik öğrencisi olmayı gerektirir. Sakın şaka yaptığımı sanmayın! Rakamların, toplama-çıkartmaların acıması yoktur. Hesabınızı doğru yapmazsanız, matematik sizi ezer geçer. Ülkeleri yok eder, demokrasileri tarihe gömer, siyasi kariyerleri bitirir. Ne kadar ilginçtir ki, çoğu zaman siyasi hırslar, insanları en basit ilkokul matematiğini yapamayacak hale düşürdüğü için ülkeler kaoslara teslim olur. Sonra ilerde, burada sık sık hatırlattığım gibi, örneğin hem sol partilerin hem de merkez sağ partilerin Türkiye’de toplama ve çıkarma yapmayı bilmemesinin sonucunda 1994 yerel seçimlerinden itibaren Tayyip Erdoğan efsanesi başlar! Bütün ikazların, fazlasıyla sözde liderlerin gözüne soka soka yapıldığı o acı dönemin sonucunda, ne yazık ki Türkiye’de demokrasi, hırsı ve koltuk sevdası vatan-millet-devlet bilincinin önünde giden siyasiler yüzünden uçurumdan aşağı yuvarlanmıştır.

Şimdi bunları neden hatırlattığıma gelince...
MERAL AKŞENER’DEN, ATAOL BEHRAMOĞLU GİBİ MUHALİFLER
SİYASİ MATEMATİKTE NE BEKLİYORDU?
Tabii ki Akşener’in parti kurmuş olmasını ve bazı geniş kitlelere umut vermesini, CHP’liler sevinç gösterileriyle karşılamayacaktı; “ana muhalefet partisi” olarak... Ama aslında işin matematiğini biraz düşününce, CHP’nin de tabii ki normalde muhalefete güç taşıyacak bu gelişmeden mutlu olması lazımdı, çünkü ancak böyle bir perspektifte AKP’nin iktidarı terk etmesi veya muhalefetin Haziran 2015’te olduğu gibi, mutlu sona matematiksel ve fiili olarak en azından yaklaşması gündeme gelebilirdi.
Yakın dostlarımdan ve Sanatçılar Girişimi sözcülüğünü eşzamanlı olarak kendisi ve Orhan Aydın’la beraber yürüttüğümüz sevgili Ataol Behramoğlu’nun 45 gün kadar önce çıkan iki yazısında “Meral Akşener gerçeği” öne sürülmüş ve Meral Akşener’i desteklemenin, Türkiye’de siyasetin normalleşmesi açısından ne kadar önemli olduğu vurgulanmıştı. Şimdi Behramoğlu’nun yazısından bazı bölümler okuyalım:

Asıl önemli olan bütün kanatlarıyla ‘sol’un bu hareketi nasıl görüp değerlendirdiği.
Hiç kimse bu soldan kendi hedeflerinden vazgeçerek Akşener hareketinin kuyruğuna takılmasını istemiyor ve beklemiyor.
Bunu Akşener’in kendisi de istemez ve beklemez.
Fakat iktidarı gasp etmiş olan despotik gücü, en zayıf yanından vurarak alt etmek için bu hareketi desteklemek, yanında yer almak gerektiğini görmemek için de siyaseten kör olmak gerekiyor.” Ardından da kendisine yönelen oklara karşı yine olgun ve sakin bir yanıt daha yayınladı, “Meral Akşener’i desteklemek” yazısında. Özetle malum “Eli kanlı faşistlerden medet mi umuyorsun?” saldırılarına karşı, Ataol verdiği yanıtta kendisine yönelen hakaretlerin düzeysizliğine işaret ettikten sonra şunları vurgulamıştı:

(...) Olumlu tepkiler ise genellikle, yazımın amacının bir insanı ve bir hareketi övmek değil, demokrasiyi savunmak, despotik yönetime karşı muhalif güçleri birlikteliğe çağırmak olduğu noktasında birleşiyor. 
Doğrusu da budur. 
Beni bu gün ilgilendiren, kaygılandıran, ne geçmiş, ne uzak ve belirsiz bir gelecek, fakat ülkemizin bu günü, şu anda yaşanmakta olanlar ve doğuracağı sonuçlardır.
***
Despotik yönetimin “ABD karşıtı”, “anti emperyalist” bir “vatan savaşıvermekte olduğunu düşünenlere göre, Akşener’i desteklerken aslında ABD’yi savunuyormuşum. 
Ben herhangi bir ülkeyi, devleti değil, bütünüyle Batı’yı, aydınlanma düşüncesini savunuyorum. 
Ülkemizin Batı blokundan koparılarak belirsiz bir Avrasya’ya sürüklenmesini, dağılıp yok olmasına gidecek yolun başlangıcı olarak görüyorum. 
Cumhuriyet devrimlerinin temelini Batıcı, aydınlanmacı değerler oluşturur. Bu günkü despotik yönetim içinse bu değerler hiçbir önem taşımıyor. Avrasyacılık da onlar için, hedeflerindeki (bu yönde de çok adım attıkları ve atmakta oldukları) karanlıkçı yönetim için bir araç, amaçlarına ulaştıklarında kaldırıp atacakları bir koltuk değneğidir.

***
Meral Akşener hareketinin bir ABD projesi olduğunu düşünmüyorum. 
Bu hareket, Türkiye’nin normalleşme gereksiniminin sonuçlarından biri olarak doğdu ve bu nedenle de güçlenmektedir. 
Ve yine bu nedenle despotik yönetimin sayısız engeliyle karşılaşmaktadır. 
Bunları görmemek, anlamamak, “reel politika”dan hiçbir şey anlamamak demektir. 
ABD projesi ise şu anda iktidardadır. 
Bu iktidar, yaklaşan yerel seçimleri ve sonrasındaki kader seçimlerini kaybetmemek için şimdiden hamle üstüne hamle yaparken; muhalefet güçlerinin birlikteliğini sağlamak ve “hayır” cephesini koruyup güçlendirmek için düşünce üretip çaba harcamak yerine geçmişe takılıp kalındığını; ağız dalaşıyla, hakaretleşmeyle vakit geçirilip tatmin olunduğunu görmek, ülkenin geleceği adına insanı ister istemez bir an için de olsa karamsarlaştırıyor…
***
Sayın Akşener’in geçmişi beni bu gün ilgilendirmiyor. 
Yerinin ve zamanının geldiğini düşündüğünde bu konuda savunmasını ve gerekiyorsa özeleştirisini yapabilecek birikimde ve açıklıkta bir kişiliğe sahip olduğunu düşünüyorum. 
Ve ısrarla, önemle tekrar ediyorum: 
Despotik yönetimden kurtuluş ancak güçlü, kararlı bir muhalefet cephesiyle gerçekleşebilir. 
Akşener hareketi, referandum oylamasında da görüldüğü gibi, bu cephenin önemli bir unsuru olmaya adaydır. 
Bu nedenle de despotik yönetime karşı olan herkesçe desteklenmesi gerekir.”

YOĞURDU ÜFLEYEREK YEME ALIŞKANLIĞI
Belki biraz uzun bir alıntı oldu, ama ifade etmek istediklerim açısından gerekliydi. Sevgili Behramoğlu, matematiksel olarak muhalefet kanadının Akşener’e ihtiyacı olduğunu ve bu güçlerin birleştirilmesi gerektiğini vurgularken, akıl ve mantık yolundan ilerliyordu haklı olarak. Kendisine saldıranları da geçmiş tıkanmışlıklardan iyi tanıdığım için önem vermedim. Örneğin bu mantığa göre, 2015 Haziran seçimleri sonucunda, CHP, MHP, HDP ortak hükümet kurmaya kalksalardı, bu zatlar “vay sen şimdi bölücülerle ortak mısın?”, “vay sen şimdi faşistlerle ortak mısın?” şeklinde bunu engelleyerek AKP iktidarının sürmesini mi savunacaklardı? Ancak siyasette yoğurdu üfleyerek yemeyi öğrendiğim için topa girmeden evvel, Akşener hareketini biraz daha izlemek istedim. Çünkü ulaşmaya çalıştığımız nokta, hiç de küçümsenecek bir çıkış değildi: Laik, demokrat ve Erdoğan’ı karşısına alan, almayı göze alan bir sağ hareket söz konusuydu. Hele Akşener’in müftülerin nikah kıyma yetkisi ile donatılmasına verdiği şu tepki, son derece umut vericiydi: "Müftülere nikah yetkisi; laik ve tek hukuktan vazgeçmektir". Mustafa Kemal Atatürk ve Cumhuriyet dönemi Türk kadınlarının katıldığı resepsiyondan fotoğraf paylaşan Akşener, "Cumhuriyet'in kurucu değerleri ile hesaplaşmaya çalışanlara öncelikle asil Türk kadınları izin vermeyecektir" dedi. İşte bu sözler, gerçekten bir kırılma noktası teşkil edebilir, sağ siyaset belki ilk defa laik bir lider adayına sahip olabilirdi.

AKŞENER’İN TEHLİKELİ RAYDAN ÇIKMA İŞARETİ: “CHP İLE İTTİFAK YAPMAYIZ”
İşte her şey bu size anlattığım eksen ve rayında giderken, Erdoğan’ın baş destekçisi Bahçeli, panik içinde son sondajların ardından resmi ittifak arayışlarına girmişken, ilk defa somut olarak %10 barajının nihayet aşağı çekilmesi tartışılmaya başlamışken, ibreler yavaş yavaş Haziran 2015 ortamında AKP’nin işinin zorlaşacağı bir hatta yaklaşırken, Akşener herhalde yaşlı kurtlardan birinden ani bir brifing aldı, veya birileri grup halinde gelerek kendisinden bazı ricalarda bulundular! O kadarını ben bilemem artık. Bildiğim tek şey varsa Meral Akşener’in beş gün önce verdiği demeçle en azından şimdilik bir çuval inciri berbat ettiği! Bunu Akşener’in tecrübesizliğine vereceğiz desem doğru olmayabilir; tecrübeli bir siyasetçi ama belki tecrübesiz bir lider... Aklıma gelen diğer şey Milliyetçi Cephe ve “kutsal ittifak” damarlarının o siyasi bölgede kabardığı ve 1970’lerin mantığıyla “şimdi sen kalkıp komünistlerle işbirliği mi yapacaksın?” (!) diyen bazı aklı evvellerin Akşener’in yörüngesini yerle bir ettiği...

AKŞENER NE DEDİĞİNİN FARKINDA MI?
İşte bu soruya tam cevap veremiyorum. Çünkü sözde yeni bir muhalefet partisi kuran ve halkın nabzını tuttuğunu iddia eden, sağda solda aylardır koca koca laflar eden bir insan bu kadar anlamsız ve dengesiz bir laf söyleyemez.
CHP ile ittifak yapmayız!” demecinden sonra, Akşener ve partisinin nasıl siyaset yapacağı konusunda bazı soruları kendimize sormamız lazım. Çünkü bence Akşener bu demeciyle, kendisini muhalefet hattından kopardı!
Siyaset iktidar olmak ve ülkeyi yönetmek için yapılır. Meral Akşener tek başına kendisinin ve/veya partisinin %50 + 1 oy alacağına inanmakta mıdır? Böyle bir masal anlatılamayacağına göre bu alternatifin üstünü çizip B şıkkını düşünmemiz lazım. Akşener kendini merkez sağ olarak tanımlasa bile, sonuçta MHP’nin bir kanadından yola çıkmış bir siyasetçi olduğu düşünülürse, esas Cumhurbaşkanlığı 2. turunda ittifak yapmak isteyeceği kardeş partisi HDP olmayacak. Demek ki bu şıkkın da üzerini çizeceğiz. O zaman C şıkkını düşünelim: Bahçeli ve MHP’nin %10 barajını aşmaları şu anda gayet imkansız göründüğüne göre Akşener’in, eski partisi ile bir mucize sonucu arası düzelse ve barışsa bile 2. turda liderliğe ulaşacak bir ittifak yapmaları mümkün değil. O zaman kalıyor bize D şıkkını düşünmek. Yani küçük partileri... Akşener’in, kendisini yakın hissettiği Parti “Demokrat Parti” imiş. Ama rakamsal olarak o partinin varlığıyla yokluğu bir. Yani öyle bir güçbirliğinin etkisi sıfıra yakın. Öte yandan zaten kendisini Amerikancılıkla suçlayan Vatan Partisi ile bir güçbirliği yapması da bir seçenek değil. Zaten Vatan Partisi’nin oy durumu da buna müsait değil. Peki o zaman Saadet Partisi veya Türkiye Komünist Partisi gibi ama yüzde 0.1, ama yüzde 1, ama yüzde 3 oy olacak küçük partiler dışında herhangi bir seçenek de zaten kalmıyor!

AKŞENER’İN EN GERÇEKÇİ İTTİFAK KAPISI: ERDOĞAN’IN AKP’Sİ
Kalmıyor mu? Yok dostum, yanılıyorsunuz bir alternatif kalıyor, hem de ne alternatif! Akşener’e koskoca Tayyip Erdoğan alternatifi kalıyor! Aksini söyleyebilen var mı? Akşener CHP ile ilgili aynı talihsiz demecinde satır aralarında “Ben Sayın Erdoğan’ın düşmanı değilim, Cumhurbaşkanı’nın başkaları tarafından dayak yemesini istemem ama Cumhurbaşkanı’nın da Türkiye’nin tüm fertlerinin Cumhurbaşkanı olmasını istemek de hakkımdır” cümlesini de kullandığına göre, demek ki içinde cumhurbaşkanına karşı birden ilginç bir koruma içgüdüsü uyandı! Şimdi mantık ve matematiğimizi son defa çalıştıralım. Akşener iktidar olmak ve ülkeyi yönetmek için siyaset yaptığına ve saydığımız hiçbir parti ile bunu başaramayacağına, geriye tek parti kaldığına göre demek ki sayın Akşener’in gönlünde yatan aslan, AKP ve Erdoğan! Bu da belki kendisi açısından Devlet Bahçeli’den hıncını almak için en sağlam yöntem. Yani sen misin bana MHP’de siyaset yaptırmayan? Sen misin beni ihraç eden? O zaman ben de seni AKP ile sürdürdüğün üstü kapalı ortaklıktan ihraç ederek senin yerine geçerim! Anlaşılan, İYİ Parti’nin liderinin “Erdoğan’ı iktidardan indirmek” gibi bir önceliği yok! Bunu öğrenmiş oluyoruz bu demeçten...
Şimdi bana diyebilirsiniz ki, “Amma da uçmuşsun, coşmuşsun! Amma da spekülasyon yapıyorsun”. Ben de size diyorum ki, o zaman geriye başka unuttuğumuz hangi alternatif kalıyor?
Kimbilir, kullandığı bu sözler, şaka amaçlı değilse, sağ partilerden kayacak yeni isimleri çekerken verilen bir geçici ödün, veya blöf mü? Başka tek alternatif var, o da Akşener’in yaptığı kaba hatanın farkına varıp, lafından dönmesi ve CHP’yi de kendisinin en çok ittifak görüşmesi yapma olasılığı olan partilerden biri olarak tekrar kabul etmesi... Aksi takdirde kendisine saygı ve demokratik açıklıkla ve tüm yapıcı iyi niyetiyle yaklaşan ister Behramoğlu olsun, ister demokrasi arayan sade saygıdeğer vatandaşlarımız, her biri çok büyük bir hayal kırıklığı yaşar. O bedeli de herkes öder. Akşener, bu kavgalardan “Başkan’ın yeni yardımcısı” olarak çıksa bile, o da imajıyla ve güven kaybıyla bu bedeli öder.

Siyaset bu kadar acımasız ve rakamlara bağlı bir dikenli yoldur.

17 Kasım 2017 Cuma

ECEVİT’İN DEMOKRASİMİZE TAŞIDIĞI ÖLÜMCÜL FATURALAR|BEDRİ BAYKAM | 14.11.2017


Son günlerde, Erdoğan’ın Ecevit’e saldırmak üzere seçtiği, Bill Clinton’la çekilmiş fotoğraflarından yola çıkarak Karaoğlan’ı korumak için birçok siyasetçimiz ve yazarımız seferber oldu. Birçoğu kendine göre haklı savlarla genel bir tarihçi gibi, CHP’nin eski liderini, Kıbrıs fatihi günlerini ve haşhaş konusunda Amerika’ya çektiği resti hatırlattı. Ayrıca Ecevit’i Beştepe’ye ve her saldırgana karşı korudular. Kemal Kılıçdaroğlu haklı bir şekilde Ecevit’in bir dürüstlük abidesi oluşunu da dile getirmeyi ihmal etmedi. Halk ise, bugünkü liderlerle Karaoğlan’ı karşılaştırmaya gerek bile görmeden saygısını her mecradan dile getirdi. Keşke Ecevit bugün sadece bu güzel şeylerle hatırlanabilseydi...

ŞU ÜÇ GÜNLÜK DÜNYADA BIRAKILAN İZLERİN KAÇINILMAZ MUHASEBESİ...
Şu dünyada kaç günlük ömrümüz var, belli değil. Başkanı olduğum UPSD’nin Yönetim Kurulu Üyelerinden Murat Havan, yaklaşık bir ay önce bir salı günü Doğuş Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Nazan Erkmen ile görüşecekti. Ne yazık ki biz o tarihte, 17 Ekim 2017’de, aynı Salı günü sevgili Erkmen’i toprağa verdik. Çok değerli bir sanatçı ve akademisyeni kaybettik. Ben Erkmen’i her zaman güler yüzü, yapıcılığı ve çalışkanlığı ile hatırlayacağım. Mekanı cennet olsun. Hayat acımasız ve kendi başına buyruk Rus ruleti gibi... Kimin kaç saniyesi, kaç gün, kaç ay daha vakti kaldı, bilen de yok. Ölümsüzmüş gibi projeler kurgulayıp yaşıyoruz, kendimize hedefler koyuyoruz, programlar çiziyoruz, ama ipler elimizde değil.

Yaşamdan ayrıldığımızda arkamızdan muhasebemizi yapacak olanlar acaba ne diyecekler, bunu her canlı biraz düşünür. Gerek örf ve adetler, gerek toplumsal kimlikler, gerek din, vefat edenlerin arkasından iyi konuşmamızı talep eder. Bizler de çoğunlukla buna uymaya çalışıyoruz. Tabii tarihe ve ülkelere yön vermiş siyasiler söz konusu olduğunda, onlar hakkında daha objektif ve kalıcı yorumlar yapmaya mecbur kalıyoruz. Yoksa, bugün Atatürk’ün veya İnönü’nün, Demirel’in veya Özal’ın veya yarın günümüz liderlerinin eleştirilmediği bir siyasi tarih değerlendirmesi yapmak mümkün olabilir mi?

ECEVİT’İN SİYASETE GİRİŞİ NASIL OLDU?
Ecevit hakkındaki bu yazıda yapacağım hatırlatmaları da, aynı objektiflik ve tarihe karşı dürüstlük açısından değerlendirmenizi rica edeceğim. Bu eleştirilerin her birini, rahmetli Ecevit yaşarken de, muhalefetteyken de, son başbakanlığı döneminde de, kendisine basından yöneltmiş olmanın rahatlığı ile bu yazıyı kaleme alacağım.
Ecevit’i çocukluğumdan beri yakından ve sahnenin içinden izlediğim için, konuyu herhalde en yakından bilenlerden biriyim. CHP siyasetinin en üst seviyede çizildiği birkaç evden biri, bizimkiydi. Babam, Ecevit’i, kendisi ısrarla yalnız Ulus Gazetesi’nde yazar kalmak istediğini söylerken siyasete kazandıran insandı. Dr. Suphi Baykam, CHP Gençlik Kolları’nın Kurucu Genel Başkanı olurken, Ecevit de o yönetim kurulunda Genel Sekreter olmuştu. Ecevit nedense bu somut izler bırakan onurlu ilk adımı hatırlamazdı ve siyasete girişini hep 1957 Ankara Milletvekili olarak kayda geçirirdi. Gerisini merak edenler, babamın hatıratını içeren ve Alptekin Gündüz’ün kaleme aldığı “En Sevdiği Güneşti” kitabından okuyabilirler. CHP’de Ortanın Solu, sanıldığı gibi 70’leri değil, 1965 yılını merkez alan bir çıkıştır.

TOPLUM BUGÜN KARAOĞLAN NOSTALJİSİ İÇİNDE, PEKİ BEN NİYE FARKLI DÜŞÜNÜYORUM?
Toplumun sol, demokrat, Atatürkçü, ulusalcı kesimleri bugün onun adını duyunca genelde son derece güzel duygular hisseder. Ben ise, bugün toplumumuzun, Ecevit’in hatalarının bedelini ödeye ödeye bitiremediğini düşünüyorum. Peki sorabilirsiniz, “Niye bu oyunbozanlığı yapıyorsun?” Önce bunun nedenini izah etsem iyi olur sanırım. Aklımdaki ve arşivimdeki gerçekleri sizinle paylaşmamın iki nedeni var. İlki, genç insanların bunu okuyup şunu anlamaları: “Demek ki öyle abartılı tutarsızlıklar yaparak ülkeyi yönetirsek, bu faturalar bize kabus gibi geri gelir ve işin içinden sıyrılamayız. Kariyerin içinden geçerken baştan sona dikkatli ve tutarlı olmalıyız.” İkincisi ise, deneyimli lider veya lider adayı politikacıların, bu yazıyı okuduktan sonra, bunu yaşamları üzerinden bir ders kabul ederek yola devam etmeleri. İleride nasıl anılacakları, aldıkları kararlar ve arkalarında bıraktıkları izlerden oluşuyor. İyi anılmak istiyorlarsa, yaşarken de bunu bilerek adımlarını atacaklar.

1970’Lİ YILLARIN AĞIR ECEVİT SENDROMLARI
Ecevit’in ağır bir egoya sahip olduğunu anladığımda, 14 yaşındaydım. Gezmiş ve arkadaşlarının başını çektiği olaylar dizisi sonucunda, Demirel hükümeti 12 Mart Muhtırası’yla istifa etmişti. Ecevit ise, 12 Mart’ın ardından, “Bu muhtıra bana karşı verildi” diyerek, CHP Genel Sekreterliği’nden ayrılmıştı! Haberlerde bunu duyduğumda “ne alaka?” diyerek küçük dilimi yuttuğumu hatırlıyorum... O günleri yaşayan objektif insanlar bilir. Böyle bir yorumla kendini merkeze alıp, hayali dev aynasına yerleştirmek kolay bir kurgu değildi. Bu karar, onu İnönü’nün ardından “3. Adam” rotasına girmesini bekleyen kitleler için de ayrı bir şoktu.
Ecevit, bu gerekçeli istifasının ardından militarizmle veya generallerle mi uğraştı? Hayır, hedefi İsmet Paşa oldu!
Ecevit yıllar sonra İnönü’ye karşı açtığı bu savaşı şöyle izah eder: “İnönü, 12 Mart’ta istifa etmememi istemiş ve istifa edersem demokratik sol hareketin yara alacağını ifade etmişti. Bunun üzerine ben İnönü’nün demokratik sol hareketi desteklemekten vazgeçmeye kararlı olduğu sonuncuna vararak kesin mücadele açmaya karar verdim.” Herhalde İnönü, bu mantığa göre, güya vazgeçmek istediği parti politikasını tam tersine sürdürebilmesi için Genel Sekreteri’ni istifasını geri almaya zorlayan tek adam olarak çelişkiler tarihine geçiyor!

ECEVİT, “HİZİPÇİ” KELİMESİNİ SİYASİ LİTERATÜRÜMÜZE NASIL SOKTU?
Kendisini açıkça veliahtı olarak seçmiş olan ulusal bir kahramana karşı savaşarak büyümeye karar veren Bülent Bey, böylece “hizip” kelimesini çağdaş siyasi literatürümüze sokan politikacı olma şerefine de erişiyor! İnönü, bu konuda 24 Ocak 1972 tarihli Cumhuriyet’te şu sözleri söylüyor: “İhtilaf bir Ecevit-İnönü ihtilafıdır. Ecevit hizipçilik yürütüyor. İstifa etmiştir. Ama partiyi idare etmektedir. Partideki buhranın sebebi budur.” Ecevit, böylece Paşa tarafından “hizipçi” olarak damgalanarak yıllarca sürecek uzun bölücülük serüvenine atılmış oluyor. Ardından 12 Temmuz 1971 tarihinde Ecevit, Paşa’nın kendisine yönelttiği “bölücülük” iddialarına karşı cevaben, 61 Anayasası’na bağlılığını ifade ettikten sonra “Böyle söylentilerin gerçekle ilgisi yoktur. Bu durumda partiyi bölmeye kalkışmak Ortanın Solu hareketine de, Türk demokrasisini kurtarma ve yaşatma çabalarına da büyük kötülük olur” diyerek kendini savundu. İnönü ise, ardından gelen süreçte, “’Tarih akımını kimse durduramayacaktır’ teranesi altında, CHP’yi kendine özgü ve bugüne kadar ona şerefle, kudretle, tesirle görev yapması imkanını vermiş temellerinden kaydırmaktır. Davranışlarındaki ‘Parti içi meçhul, memleket için meçhul’ dediğim husus budur” dedi. Genel Sekreter Kemal Satır ise Ecevit’i, “Atatürk’e karşı reddi miras yapmakla, devrimleri ‘biçimsel devrim’ adı altında küçümsemekle ve aydın-halk ikiliği yaratmakla” suçlayacaktı. Bunun ardından tarihi 1972 Kurultayı’na giderken, İnönü ekibini anti-demokratiklikle suçlayan Ecevit, şunları dile getiriyordu: “Vereceğimiz karar şudur: Demokratik bir partinin kanunlara saygılı üyeleri mi olacağız, yoksa kapı kulları mı olacağız?”

1990’LARIN ANTİ-DEMOKRATİK ECEVİT’İ
Üstteki cümleyi okursanız, ne zannedersiniz? Siyasi literatürümüzde parti içi demokrasinin ödünsüz kahramanı artık Ecevit olacaktır, değil mi? Ne gezer! 1972 Kurultayı’nı tartışmalı şekilde kazanan Ecevit, Parti’yi 70’lerde bir süre iktidara taşımayı başarmış, 1980 darbesinin ardından gelen dönemde ise, CHP kapatıldıktan sonra yerine kurulan partilere hiç girmeyerek, eşiyle bir çeşit “Karı-Koca Partisi” kurmuştur. Yapılan tüm yalvarmalara rağmen, ne SHP’ye, ne de daha sonra CHP’ye yaklaşmayı kabul etmiş, akıl almaz şekilde “sosyal demokrat-demokratik sol” ayrımı yaratarak, solu kendi içinde bölünmüş tutmaya adeta yemin etmiştir. Parti içi demokrasiye gelince, Ecevit, “DSP’ye gelen herkesin bu partinin üslubunu içine sindirmesi gerekir” diyerek, bu kavram yerine, tüm muhaliflerin en seri şekilde tasfiye edildikleri bir sistem yaratmıştır. Mümtaz Soysal’lar, Kesebir’ler, Tanla’lar, daha sonra Sema Pişkinsüt’ler, liste uzar gider...

27 MAYIS YORUMLARI VE KENDİ TARİHİNİ İNKAR
Dünya bir araya gelse birleşmem” inadındaki Ecevit, ne ilginçtir ki, siyasete döneceği 1986 referandumunun ardından, “endirekt” bir Turgut Özal destekçisi haline gelir. Bunun da yolu, tabii ki 27 Mayıs Devrimi’nin inkarından geçecektir!
Bakın Ecevit, 30 Mayıs 1960 tarihli Ulus Gazetesi’nde 27 Mayıs’ı nasıl savunmuştur:
Milli Birlik Komitesi’nin meclisin feshini de, meclise karşı bir darbe saymak mümkün değildir. Çünkü gene Anayasa Komisyonu’nun belirttiği gibi milleti temsil etmesi gereken TBMM, siyasi iktidar tarafından hakiki bir teşrii organ olmaktan çıkarılarak şahıs ve zümre menfaatine hizmet eden bir parti grubu haline getirilmiş olmak suretiyle, fiilen münfesih hale gelmişti.”

Aradan dokuz yıl geçmiş, 1969’a gelinmiş... Ecevit yine aynı tutumunu sürdürmekte, 27 Mayıs’ı övmektedir:
Ordumuz ihtilali yapmıştır. Ama ne zaman ve ne için yapmıştır? Demokrasi yıkıldığı zaman demokrasiyi yeniden kurmak için yapmıştır. Demokrasiyi eskisinden daha sağlam temeller üzerinde yeniden kurduktan sonra da bütün rizikolarını göze alarak iktidarı bırakmıştır. Eğer ordumuzda iktidar için iktidar hevesi bulunsaydı, 27 Mayıs’la eline geçmiş olan iktidar fırsatını kaçırmazdı.”
Sonra filmi Özal dönemine, 1990’a sardığımızda... Bakın Ecevit bu sefer 1990 yılında 3 Haziran tarihli Nokta Dergisi ve 27-28 Mayıs tarihli Milliyet’te 27 Mayıs hakkında bakın tam tersine neler söylüyor:
...Eğer biraz sabredilseydi, toplumla gitgide bütünleşen bu gençlik hareketi kendi başına demokrasiyi kurtararak kalıcı ve sağlam bir temele kavuşacaktı ve daha sonraki askeri müdahalelerin yolu açılmamış olacaktı.
Fakat silahlı kuvvetlerdeki bir grup buna izin vermedi. Sanırım bunda askeri toplumsal değişimde öncülüğü sivillere kaptırmaktan duydukları kaygı da etken olmuştu.
Askerler ‘demokrasiyi kurtarma’ iddiasıyla harekete geçtikleri halde, demokrasiyi büsbütün önleyici girişimlerde bulundular.”
Ne yapabiliriz ki, gördüğünüz gibi, anlaşılan oportünizmde sınır yoktur! Aradan 30 yıl geçmişse, demek ki insan her dediğini inkar edebilir. Yalnız şöyle bir sorun da vardır: Ecevit, o dönemde, 1960’ı takip eden aylarda, salt bu satırları yazan bir gazeteci değildir. Aynı zamanda sorumluluk alarak Parlamento’ya, Kurucu Meclis’e girmiş, 27 Mayıs Devrimini fiilen destekleyen bir siyasetçidir. Devrimi övmekle kalmamış, o rejimin maaş alan, dokunulmazlık hakkına sahip bir politikacısı olmuştur.
87’den 90’ların başlarına kadar SHP’ye karşı üst üste solda yenilgiler alan DSP, onun bu bölücü rolünü çok iyi değerlendiren Özal’ın kendisi için koruyucu yasalar çıkarmasıyla ayakta kalır. Daha sonra da Özal’ın çokça eleştirilen cumhurbaşkanlığı adaylığı sırasında, diğer partiler aralarında anlaşıp “sine-i millet”e dönme kararı alırken, Ecevit bu şekilde oluşacak boşlukla yapılacak bir uydurma seçime katılmamak için söz vermez. “Hele siz bir istifa edin, biz o konuyu o zaman görüşürüz” gibi inanılmaz bir cümle kullanır. Böylece, Özal’ın Cumhurbaşkanlığına mani olmak için “sine-i millet”’e dönme alternatifi suya düşer. Özal rahat nefes alarak koltuğa çıkar, Ecevit yine tüm diğer seçimlerde olduğu gibi solun aleyhine çalışmıştır.

TAYYİP ERDOĞAN EFSANESİNİN ANA KÖKENİ OLARAK ECEVİT
Gelelim o korkunç 1993-1994 sürecine... Yaklaşan ‘94 yerel seçimlerinde, solu birleştirip Refah Partisi tehlikesini zamanında durdurmak için Taban Operasyonu hareketini başlatmıştık. Kurucu ve sözcüsü bendim. Geniş bir yelpazede büyük dernekler, sendikalar, aydınlar o çatı altında buluşup sol partilere çağrı yapmışlardı. İlk yanıt kesin şekilde Ecevit’ten geldi: Özetle “Bizi yok sayın, hiçbir birleşme girişiminin içinde bulunmayacağız” diyordu. Baykal ve Karayalçın da, sanki Ecevit’in bu kapıları kapatmasından güç alarak rejimin ciddi tehlikede olduğunu açıkça belirtmemize rağmen birleşmediler. Sonuç mu? RP, Ankara ve İstanbul’u 1994 Mart’ında sırasıyla % 27.33 ve % 25.19 gibi komik rakamlarla kazandı ve hala elinde tutuyor! Ecevit, adeta kendisine yalvaran makaleler döşenen yazarları, evine ayağına giden akademisyen profesörleri terslemeyip solda birliğe yanaşsaydı, sol, açık farkla her iki kenti de, ülkedeki belediyelerin çok büyük kısmını da kazanmış olacaktı! (Ankara’da ise SHP-CHP işbirliği de yetiyordu, ama tüm ölümcül ikazlarımıza rağmen intiharı tercih ettiler)

SON DÖNEMLERİNDE “FETHULLAH GÜLEN HAYRANI” OLARAK ECEVİT!
Saymakla bitmez... Aslında her şeyi genişçe ele alarak bir kitapta buluşturmayı hak eder bu konu.
Ecevit, sebep olduğu belediyelerle gelen seçim hezimetine rağmen pişmanlık duyacağına, yeni kavramlar icat ederek solu bölmeye devam etmiştir. Kadınların Ankara’daki “şeriata karşı yürüyüş”ünü gülünç demagojilerle deforme ederek “bunu dine karşı bir tavır” olarak afişe eden Ecevit, “dine saygılı laiklik” kavramının da mucitliğini üstlenmiştir! Cumhuriyet’in henüz 73. yılında iken bu kavramı yumurtlayarak, tüm laik-demokrat Atatürkçüleri böylece Erbakan’ın arzuları doğrultusunda “dinsiz veya dine saygısız” ilan etmiştir. Solun parlamentoda gündeme getirmesi gereken kararlar, onun yüzünden 1990’larda ancak MGK’larda alınabilmiş, onlar da uygulanmadığı için ülke darbe sendromları ve şeriat başkaldırıları arasına sıkışıp kalkmıştır.
Örneğin hangimizin aklına gelirdi ki, 1999 yılında ülkeyi inleten Fethullah kaset krizi henüz üzerinden belki yarım sene geçmeden unutulmuş gitmiş olacak da, ülkemizin saygıdeğer başbakanı bir “sivil toplum örgütü lideri”(!) olarak gördüğü bu büyük insanı her Allah’ın günü öve öve bitiremeyecek, onunla el ele, kol kola pozlar vererek kendisini solun gözünde zararsız bir hayırsever milliyetçi olarak gösterecekti! Hadi itiraf edin bakalım, hanginiz bu kadarını beklerdiniz? Veya solda birliği sürekli reddeden bu insanın, sağ partilerle bir dörtlü koalisyona nasıl evet dediğini de tarih unutmaz...

KEŞKE ECEVİT....
Keşke Ecevit, 1970’lerde liderliği süresince dağa taşa adı yazılan o efsanevi “Karaoğlan” kimliğiyle kalabilseydi... Keşke Ortanın Solu’nun 70’lerdeki o ikinci rüzgarından sonra, kitlelere kapsama alanını genişleterek güven verebilseydi... Keşke 80 Darbesi’nden önce Parlamento’da sağ liderlerle de diyaloga girip, ısrarla anti-terör yasalarını çıkartıp, belki o darbeye mani olabilseydi... Keşke 80 Darbesi’nden sonra gemisine sahip çıkan kaptan olarak, solu DSP ile böleceğine, CHP’nin tekrar açılması için mücadele veren ana kişi kalsaydı... Keşke 80 sonrası tam tersine solda birlik için çabalayıp, Türk siyasetinin ekseninin %35 sağa ve aşırı sağa daha da kaymasına engel olabilseydi ve fakir kitleleri soldan umut besleyemez bir köşeye sıkıştırmasaydı... Keşke ödünsüz laiklik kavramına sadık kalıp, “dine saygılı laiklik” gibi bir kavram uydurmasına (sanki diğerleri saygısızmış gibi) ve tarikat liderleriyle flörte tenezzül etmeseydi... Keşke toplumun ve diğer sol partilerin tamamı ile inatlaşarak, kendini eşiyle beraber iki kişilik bir politbürodan oluşan bir DSP’ye kilitlemeseydi. Keşke son Başbakanlık döneminde, hakkını arayan işçilere meydan dayağı atan polislere hükmedip mavi gömleğine ihanet etmeseydi. Keşke, keşke, keşke... Tarih yalnız bunlarla bile, eski hatalarına rağmen çok farklı akar, Türk demokrasisi bugün içine düştüğü bu ağır bunalım noktalarında olmazdı.

SONUÇ: KALICI VE DEĞİŞMEZ BİR HAYAL KIRIKLILIĞI
Varsın sayın Kılıçdaroğlu, siyasetin dışında ve uzağında olduğu o yıllardan, Ecevit’i “demokrasinin Karaoğlan’ı, mavi gömlekli umudu” olarak tanımaya devam etsin. Ama ben gencecik beyinlerin, bu bilgilerin uzağında kalarak Ecevit’i solun romantik ve buğulu gözlerle anılan muhteşem ve yeri doldurulmaz lideri olarak görmelerini kabul edemem. Tarih denilen alan ve verilere dayalı bir kayıt merkezi varsa, gerçekler suyun yüzeyine çıkmaya mahkumdur. Size bugün burada bilinmeyen iddiaları veya büyük sırları anlatmadım. Herkesin ulaşabileceği bilgileri hatırlatarak, bir portre çizdim. İnönü’nün Partisi’nden istifasına neden olması, Ecevit’e çıkaracağım faturaların en hafifi. İnsanlar “dönem değişti, lider de değişmeliydi” diyerek kesip atabilirler. Ama, darbeden sonra gemisini terk edip gitmek, solun birliğine yıllarca tüm ikazlara göz kapayarak engel olmak, siyasal kavramları ters yüz etmek, kendi kökenlerini inkar etmek, tarikatçıları “başımızın üzerine” yerleştirmek affedilebilir gaflar veya zaaflar değildir. Bugün yaşadığımız her türlü anti-demokratik siyasal iflasın doğrudan kökenidir.
GENÇLERE VE GÜNÜMÜZ SİYASETÇİLERİNE BİR ÖĞÜT: Değişen gündemlerin sizi hasbelkader kurtardığı ortamlara güvenerek siyaset yapmayın. “Dün dündür, bugün bugündür” diyerek siyaset yapmayın. Çizginizi koruyarak siyaset yapın. Yoksa beter durumlara düşersiniz.



1 Kasım 2017 Çarşamba

KENNEDY CİNAYETİ DOSYALARI: KOMPLO ATEŞİ SONSUZA DEK SÖNMEZ! | Bedri Baykam | 31.10.2017

  • Bu hafta okuyacağınız yazı, normalden uzun. Doğrusunu isterseniz bayağı uzun. Ancak size garanti edebilirim ki makalemi, Kennedy hakkında belgelerin açıklandığı (!) şu günlerde heyecanla, sıkılmadan okuyabileceğiniz, açılan belgelerin neden bu denli yetersiz olduğunu size tüm detaylarıyla bir polisiye hikaye tadında yazdım.-
Geçtiğimiz hafta sonu dünya tekrar “vadesi dolan” Kennedy cinayeti belgelerinin önemli bir kısmının kamuoyuna açıklanması ile çalkalandı. İlk gün, büyük Amerikan medyaları, yine haber özetlerinin arasına Oswald’ın suçluluğu tartışılmazmış gibi işaretler ve kelime seçimleri yerleştirip, 54 yıldır sürdürdükleri uysal ve meraksız komplo örtücülüğe aynen devam ettiler. Mesela Ergenekon savcısının hazırladığı iddianame tarzı, tüm suçu her zerresiyle Oswald’a dayatmak için o zavallı “Case Closed” (Dava Kapandı) kitabını yazmış olan Posner, hemen öne çıkarıldı. (Ulaşmak istediği sonuçtan yola çıkarak kanıt ve belgelere bakan bu Zekeriya Öz’vari adam, 2010 yılında abartılı intihal/kopyala yapıştırcılıkları ortaya çıkınca, yazdığı Daily Beast gazetesinden şutlanmıştı.) Konuyu hiç bilmeyen yeni kuşaklar, neler döndüğünü anlamaya çalışırken, konunun meraklıları her “salınan” belgede aydınlatıcı bir “hikmet” aradılar. Benim elime geçen az sayıda belgeden, öylesine kulağıma kar suyu kaçıranlar arasında yalnız şunlara rastlayabildim: Cinayetten 25 dakika önce, İngiltere’de Cambridge News Reporter gazetesine telefon eden belirsiz bir isim, pek yakında patlayacak bomba bir haber için Amerikan Büyükelçiliği’ni aramaları gerekeceğini söyleyip telefonu kapatmış.
Dikkatimi çeken başka bir haber ise, The Councilor dergisinin editörü Ned Touchstone, FBI’ın gizli bir kaynağı tarafından ırkçı, beyaz şiddet yuvası Ku Klux Klan örgütünün şövalyelerinden biri olarak tespit edilmiş. Touchstone, Kennedy’den sonra başkan olan, yardımcısı Lyndon Baines Johnson’un da siyasi kariyerinin başlarında Klan üyesi olduğunu tespit ettiklerini bir görüşmede belirtmiş.
(Bu haber, iki farklı dikkatimi çeken belge ile de örtüşüyor:
İlki FBI’ın, Teksaslı bazı politikacıların Kennedy’ye bir suikast düzenlemek üzere hazırlık içinde olduklarını anlatan bir belge, diğeri de Sovyetlerin bütün bu komplonun arkasında Kennedy’den sonra başkanlık koltuğuna oturan Johnson’un olduğuna inandıklarını gösteren bir belge. Bu iki belgeyi kişisel deneyimlerimle desteklemek istiyorum: 1965’te 8 yaşımdayken New York sergime gittiğimde, cinayet henüz iki yıl önce işlenmişti. Babamın yakın arkadaşı Dr. Nevzat Karataş herkesin şüphelerinin Johnson üzerinde yoğunlaştığını ifade etmiş, cinayetten önce adı bile duyulmamış bu yardımcının kim olduğunu anlamak için insanların kentin telefon defterinde adını aradığını aktarmıştı.
Uzun bir yazının sonunda ulaşacağınız sonuçları size önceden söyleyeyim, ondan sonra analizi biraz daha rahat, kahvenizi içerek okuyun.
  1. Trump’ın, son anda belgelerin ciddi bir kısmını Amerikan güvenlik kurumlarının baskısı ve ikazları nedeniyle açıklanmasını ertelemesi: Aradan neredeyse tam 54 yıl geçti, hala CIA ve FBI ve belki Beyaz Ev (Evet Saray değil, Ev) güvenlik danışmanları, bir çok belgenin “Ulusal Güvenlik” gerekçesiyle hala saklı kalması gerektiğini söyleyebiliyorlarsa, lütfen herkes biraz mantığını başına toplasın. Dünyaya 54 yıldır inandırılmaya çalışılan “Oswald tek katil” masalının doğru olabilme ihtimali sizce var mı? Oswald şayet Amerikan resmi görüşünün tek kişilik bağımsız çılgın katiliyse, onunla ilgili hangi bilgi bugün Amerikan güvenliğini tehlikeye düşürebilir sizce? Acaba New Orleans’ta son oturduğu mahallede bakkalının kızını hamile bırakmış da, gizlice kaçıp gitmiş mi o şehirden? Yalnız bu bilgi bile, konu hakkında pek bir şey bilmeyen insanları ortada bir abartılı anormal durum olduğunu algılamalarına yeter de artar bile!
  2. Bu basına ve kamuoyuna 54 yıl sonra verilen 2800 civarında ayrı bilgi dosyası hakkında, henüz çok az bir kısmını okumama rağmen, size şimdiden söyleyebilirim ki %99.5 ihtimalle aydınlatıcı bir “bomba” bilgi çıkmaz. Zaten o bilgi olsa, o da “Ulusal Güvenlik” adı altında hemen sümen altı edilirdi. Amerikalı bir siyasi araştırmacı olan Larry Sabato, durumu “dağınık şekilde sizi bekleyen bir milyon parçalı bir puzzle’a benzetmiş! Tabii bu durumda ortalığa “deli dumrul” gibi akan yeni dağınık bilgilerin konuya ışık tutabileceğinden emin olamıyoruz. Özellikle ciddi bir şaşırtıcı bilgi getirip düğüme bir gevşeme taşıyabilecek “hassas bilgiler” ısrarla -en azından ilkbahara kadar- gizli tutulmaya devam edecekse... Bu milyon parçalık puzzle o kadar aşılmaz bir kale durumunda ki, koca New York Times, milyonlarca okuyucusuna çağrı yapmış: JFK cinayetinin bağımsız araştırmacılarından, şu ya da bu nedenle onlara anlamlı gelebilecek bir bilgi veya fotoğraf yorumları olursa, bunu hemen kendileriyle paylaşmalarını rica etmişler.
  3. Aslında JFK cinayeti konusunda yeterince araştırma yapmış ve mantığını kullanmaktan kaçınmayan ufku açık insanlar açısından, ortada 54 yıl sonra gelebilecek bölük pörçük bilgilerden çok daha önemli zaten elde hazır bekleyen çuvallar dolusu bilgi var. Bunları beyninde taze odacıklarda tutmayı başarabilenler için, olay zaten “resmi” olarak çözülmese de, tüm çıplaklığıyla ortada duruyor. Mesela ben bu insanlardan biriyim. “Dünyayı Değiştiren 8 Saniye” sergim için, okumadığım kitap, görmediğim film kalmadı bu konuda. İki kere Dallas’a ve New Orleans’a gittim. Şeytanın avukatlarıyla bu konuda resmen satranç oynadım. Bütün bu verileri bilmesine rağmen “Bu cinayette hiçbir komplo yok. Deli Oswald, tek başına gelmiş cinayeti öylesine işlemiş” diyen çıkmaz mı? Tabii çıkar. Nasıl mı? Nasıl dünya rezaleti Ergenekon ve Balyoz davalarında, FETÖcü savcılara keyifle inanıp, sabah akşam aydınlarımızı ve askerlerimizi suçlayan 2. Cumhuriyetçiler ve ardından Yetmez ama Evetçiler yok muydu? İşte nasıl onlara inanan bahtsızlar çıktıysa, Warren Komisyonu masalına inanıp, işi Oswald’a ihale edip dosyayı kapatmaya meraklı o kadar sorumsuz veya artniyetli insanlar yaşıyor ki dünyada, “pes” diyip sayfayı çevirmek kalıyor size!

AMERİKA’DA JFK PARANOYASI HALA YAŞIYOR!
Bakın size belki zor inanacağınız bir şey söyleyeyim: Bugün uçağa atlayıp Dallas’a gitseniz, ve Texas School Book Depository (TSBD) ve çevresinde, Kennedy’nin vurulduğu yerlerde biraz gezinip, birkaç saat geçirip, insanlarla konuşup olayın derinine inmeye kalksanız ya siz fotoğraf çekerken biri görüntüye girmemek için kaçar, ya çevrenizde peydahlanan gözlüklü bazı insanlardan rahatsız olursunuz ve takip ediliyorum hissi alırsınız. Ben şahsen FBI’ın o bölgede rutin olarak keşif yaptığına yemin edebilirim. Mesela çevredeki insanlarla cinayet hakkında konuşmak isteseniz, bazıları bunu hiç istemez, bazıları da isim vermek istemez! Kennedy cinayeti konusunda emin olun Amerika’da paranoya, fişlenme korkusu, hepsi hala dimdik ayakta!

YENİ KUŞAĞA VE BELLEK TAZELEMEK İSTEYEN HERKESE ÇILDIRTICI HATIRLATMALAR!
Hani Oswald’a “suikasti tek başına yapan delinin biri” deniyor ya... Bakalım gerçekler neler söylüyor! Bir siyasi gezi düşünün ki, gelen tehditler ve suikast ihbarları yüzünden yapılıp yapılmaması defalarca tartışma konusu oluyor. Buna rağmen John F. Kennedy, Fort Worth, Dallas, Austin ve Johnson City’den oluşan o seyahate çıkma kararı alıyor. Başkan, Dallas’a tüm ikazlara rağmen vardığında kendisini bekleyen kentte en büyük gazetelerden birinde, Dallas Morning News’de çıkan tam sayfa ilan, sanki bir savcılığın verdiği idam kararı gerekçeleri gibi... “Amerikan Gerçekleri Bulma Komitesi” başlıklı bir saldırı ilanında, Komite Başkanı Bernard Weissman imzalı metin en küstah ve saldırgan dille JFK’e 12 soru yöneltiyor. Kennedy’yi Monroe doktrinini bırakıp, Moskova ruhuna dönüş yapmakla suçlayan metnin geneli tüyler ürpertiyor. Yine aynı gün, sokakta el ilanları dağıtılıyor özgürce (!) Bu imzasız kağıtların başlığında Kennedy’nin önden ve yandan fotoğraflarının altında “İHANETTEN ARANIYOR” cümlesi yer alıyor. Suç dökümünde, Anayasa’ya ihanet, ABD’nin güvenliğini tehlikeye düşürmesi, Komünist provokasyon kokan ırkçı gösterilere olanak tanımış olması ve Amerikalılara sürekli yalan söylemesi gibi iddialar yer alıyor. Yani JFK’in Dallas Love Field havaalanına iniş yaptıktan sonra içine yürüdüğü sıcak ortam bu.

KORUMA GARDI NASIL ISRARLA DÜŞÜRÜLDÜ?
Tüm bu siyasi gerginliğin yanısıra, o gün uçaktan indiği andan itibaren halkın gösterdiği büyük sevgi seli arasından, öğle yemeğine geçerken yol alacağı güzergahta, koruma kalkanının hangi noktalarda ve ne şekilde yok edildiği üzerinde düşünmeye değer. Bir gece önce, Kennedy’nin korumaları, (Clint Hill hariç) Fort Worth’de sabahın erken saatlerine kadar Cedar Bar’da eğlenirken, güvenlik kodlarının en önemlilerinden birisini yok sayıyorlardı. Başkanın o günkü yol güzergahı, sihirli eller tarafından değiştirilmiş, Main Street’ten dümdüz giderek Stemmons Freeway’e çıkmak yerine, kortejin Main’den sağa Houston’a, oradan da solu takip ederek TSBD önünden çok keskin bir dönüşle ilerideki köprünün altından geçerek Stemmons Freeway’e yani otobana çıkması gündeme alınmıştı. Bu başlı başına bu kadar tehdidin ortadında yarı intihar demekti çünkü Başkan’ın limuzininin hızı böylece, saatte 10 km’ye kadar düşmüş oluyordu. Burada asıl anlaşılması gereken nokta ise, Kennedy’ye hazırlanan suikastin, önceden tebliğ edilen güzergahta değil, son anda değiştirilende konuşlanmış olmasıydı. Yani son anda değiştirilen güzergahı, “yalnız suikastçi Oswald” nereden biliyordu? Tesadüfe bakın ki, bu yol değişiminde söz sahibi olanlar arasında olan Dallas Belediye Başkanı Earle Cabell, Kennedy’nin 1,5 yıl önce CIA’den uzaklaştırdığı, bu istihbarat kurumunun 2 numaralı ismi Charles Cabell’in kardeşiydi! Bu arada Başkan’ın gardının düşürülmesi konusunda hiçbir detay göz ardı edilmemişti. Mesela Limuzinin sağından ve solundan onunla beraber gitmesi gereken motosikletli polislere “arkada kalmaları” söylenmişti! Bir de bunun üstüne limuzinin sağ ve sol yanındaki pedestaller üzerinde ayakta durması gereken polislere de “buna gerek olmayacağı” söylenmişti. Ama bununla DA yetinilmemiş, Başkan’ın arabasının hemen arkasında olması gereken basın ve TV muhabirlerini taşıyan araba, 6. sıraya itilmişti. Anlaşılan münasebetsiz görüntüler pek istenmiyordu!! Arka sıralara atılan arabalar arasında... Başkan’ın korumaları da vardı dersem tepkiniz herhalde argoya doğru kayar değil mi? Kennedy’nin tüm gardı düşürüldü ve kaderin ağlarını örmesine olanaklar sonuna kadar tanındı. Halk sokaklarda, korkulanın ve tehditlerden duyulanın tam tersine, çılgınca bir nümayiş yapıyordu Kennedy’nin geçtiği her noktada... Texas Valisinin eşi Mrs. Connally, o gürültünün orta yerinde gülümseyerek Kennedy’ye döndü ve “Artık Dallas’ın sizi sevmediğini söyleyemezsiniz değil mi sayın Başkan?” diye sordu. Bu Kennedy’nin duyduğu, kendisine söylenmiş ve algıladığı son cümleydi. Araba neredeyse durma noktasına gelecek kadar yavaşlayarak sola doğru o sert virajı aldı ve o yolda belki 35-40 metre gitti. İlk kurşun o anda patladı ve herkesi ıskaladı. Kennedy “Neydi bu yahu?” der gibi baktı etrafa. Ne kadar ilginçtir ki, o anda Başkan’ın limuzınini kullanan ajan hiç mi hiç hızlanmadı. Tam tersine yavaşladı sanki... Sonra toplamda kimine göre 6-7, bana göre belki 8 saniyede herşey oldu bitti.

8 SANİYE’NİN ÖNCESİ VE SONRASINDA, NELER OLMUŞ OLABİLİR?
TSBD yani Texas Okul Kitapları Deposu’nda çalışan Oswald, o gece karısından ayrı Dallas’ta yaşadığı evde değil, Dallas’ın dışında, Marina’nın yaşadığı Ruth Paine’in evinde kalmış ve büyük ihtimalle bir süre önce posta siparişi ile aldığı Mannlicher Carcano marka tüfeği beraber çalıştığı arkadaşının pikapında getirmiş, ona da taşıdığı şeyin perde kornişleri olduğunu söylemişti.
Diyelim ki, dünyanın en çelişkili yaşamına ve geçmişine sahip olan bu çılgın genç cinayeti tek başına işleyecek olsaydı, altıncı katta yeleştiği yerden Başkan’ın arabası Houston’dan kendisine doğru yaklaşırken ateş eder, onu rahatlıkla alnından vururdu. Halbuki limuzin, Houston’dan sola döndüğünde, artık viraja yaklaştığı için yavaşlayacak bir araba değil, ilerideki otobana Başkanı götürmek için yavaş yavaş hızlanacak ve de ondan uzaklaşan bir araba, bir hedef. Tek nişancı olsa, hangi sniper bu seçim hatasını yapardı lütfen bana söyler misiniz?
Konu üzerine profesyonel şekilde eğildiğim son çeyrek asırın tecrübesiyle konuşuyorum: İki veya üç noktadan, en az 5-6 el ateş edildi. Yani 6. Kat dışında, biraz ilerdeki Çimenli tepeden ve belki TSBD’nin arkasında bulunan Dal-Tex binasından. Konunun yalnız 3 kurşun olamayacağı da zaten savcı Jim Garrison 1967’de yeniden açtığı davada resmen kanıtlandı. Garrison, “sihirli kurşun” teorisiyle, tek katil iddialarını çöplüğe yolluyor. Şöyle ki, Kennedy’ye isabet etmeyen o ilk kurşun, yolda sekip orada duran James Tague’in yanağını sıyırıyor. Bu bilinen kayıtlı bir durum. Son kurşunun da JFK’in beynini dağıttığını biliyoruz. Demek ki meşhur Warren Komisyonu’nun bulgularına göre yalnız üç kurşun atıldıysa, elimizde Kennedy ve Connally’deki diğer tüm yaraları açıklayacak yalnız tek kurşun kalıyor. İşte sihir ve keramet (!) orada başlıyor.
  • Sihirli Kurşun ilk olarak Kennedy’nin sırtından, aşağıya doğru 17 derecelik bir açıyla vücuda giriyor. Birinci yara...
  • Sonra yukarıya doğru hareket ederek Kennedy’nin vücudunu boğazından terk ediyor. Bu, ikinci yara...
  • Kurşun 1,6 saniye havada hareketsiz kaldıktan sonra önce sağa, sonra sola dönerek Connally’nin vücuduna doğru ilerleyip sağ koltuk altının tam arkasından giriyor. Üçüncü yara...
  • Bu kez 27 derecelik eğimle aşağıya doğru yönelen kurşun Connally’nin beşinci kaburga kemiğini kırarak göğsünün sağ tarafından dışarı çıkıyor. Dördüncü yara...
  • Vücuttan çıkan kurşun sağa dönerek Connally’nin sağ bileğine giriyor. Beşinci yara...
  • Kurşun Vali’nin dış kol kemiğini kırarak bilekten dışarı çıkıyor. Altıncı yara...
  • Olağanüstü bir U dönüşü yapan kurşun son olarak Connally’nin sol bacağına saplanıyor. Yedinci yara...
Tüm bu akıl almaz çelişkili resmi yorumları Oliver Stone’un unutulmaz JFK filmi, aslında en güzel şekilde anlatıyor. Kennedy davasında uzman Adli Tıp Patolojisti Dr. Cyril Wecht, konuya oldukça esprili bir şekilde, Warren Komisyonu Raporu’nun kütüphanelerde kendine belgeseller veya tarihi kitaplar raflarında değil, ancak Güliver’in Seyahatleri ve Huckleberry Finn gibi hayali hikayeler arasında yer bulabileceğini söyleyerek yaklaşıyor.
Demek ki “en az 5, belki 7 kurşun atıldı” diyenler haklı ve o 7-8 saniyede kimse üç kurşundan çok atamayacağına göre, Oswald ateş etmiş olsa bile tek kişi değil -ki ben daha çok tüfeği 6. kattaki başka bir atıcıya taşıdığına inanıyorum.

CİNAYET SONRASI GERÇEĞİN ÜSTÜNÜ ÖRTMEK İÇİN YAPILAN ÇABALAR
Cinayet işlendikten yalnız birkaç saat sonra, 6. katta bulunan silahın sahibinin Oswald olduğu saptanıyor ve kayıtlı ikametgahında şok geçiren karısı ve Ms. Paine varken yapılan aramada tabii ne Oswald ne silahı bulunabiliyor. Oswald, Dallas’ta kaldığı odaya uğrayıp, tabancasını alıyor ve kendisine durmasını söyleyen Tippit isimli bir polisi de iddialara göre vurup kaçıyor. Yolda cirit atan polis arabalarından saklanmaya çalışırken, tedirgin hareketlerle herhangi bir sinemaya filmin ortasından girip, orada polisler tarafından yakalanıyor. Ondan sonraki birkaç saatte Dallas Polis Merkezinde sorgulanırken de katil olduğunu reddedip “Ben yem olarak kullanıldım” anlamına gelen, “I’m just a patsy” sözünü ısrarla kullanıyor. Buna rağmen Türkiye’de ve tüm dünyada, ertesi gün sabah halka ulaşan gazetelerde “tek katil” olarak Oswald’ın adı yayınlanıyor. Yani asrın cinayeti, 5-6 saat içinde kanıtsız olarak, suçlamayı rededen tek kişiye, daha o zamandan ihale edilmiş! Bu arada başka neler yapılıyor dersiniz? Cinayetin en büyük delili olan JFK’in giydiği kıyafetler, hastanede el konularak yok ediliyor. Cinayetten 6-7 saat sonra uçakla Washington’a dönerken oldu-bittiye getirilerek “Başkanlık yemini” eden Johnson’un emriyle Başkan’ın limuzini yıkamaya yollanıyor! Zaten takip eden 24 saatte, durumdaki her verinin, varılmak istenen sonuca uygunluğu resmen hazırlanıyor. Önce 6. katta bulunan Mauser tüfek, acilen “Mannlicher Carcano” olarak kayıtlarda değiştiriliyor. Dünyanın en önemli başkanı öldürülmüş, demek soruşturmayı yürüten polisler, ele geçirdikleri sözde cinayet silahının markasını anlamaktan ve okumaktan acizler, yerseniz! Ardından, ilk gün 6. katta yapılan aramada bulunan boş kovan sayısı 2 iken, ertesi gün bir yeni heyecanla (!) 3.sü bulunuveriyor.
Başkan’ın naaşı cinayet günü kavga konusu olduktan sonra, apar topar Washington’a Bethesda askeri hastanesine götürülüyor otopsi için. Otopside neler yaşandığını anlatmak için ayrı kitap yazmak lazım. Şu kadarını bilin ki, katılan Dr. Humes, o ortamda gizli ajanların odaya girip yaptıkları baskıdan yılarak günün sonunda elindeki kendi el yazısıyla yazdığı otopsi raporlarını yakıyor. Boğazdaki “giriş yarası”, çıkış yarasına benzesin diye, genişletiliyor. Beynin arkasındaki occipital bölgedeki ağır çıkış yarası, dev hasar göz ardı ediliyor. Çünkü ispat edilmeye çalışılan şey, beyni dağıtan kurşunun önden girmediği!
Daha aynı cinayet günü yaşanırken olanlar arasında şunlar var: Cinayetin hemen sonrasında, Başkan’ın arabasının geçtiği noktanın ön sağında yer alan çimenli tepe bölümünden silah sesleri duyan ve hatta duman çıktığını görüp oraya koşuşturan yoldaki izleyicilere, FBI kimliklerini tutan ajanlar mani oluyorlar, “buraya giremezsiniz şimdi” diye kovalıyorlar. Aynı şekilde, cinayet mahallinde olup ifadesi alınanlardan “Çimenli tepeden ateş edildi” diyenlere büyük baskı konuyor ve hatta tehdit ediliyorlar. “Üç kurşundan daha fazla atıldı” diyenlere “Hayır, siz yankı duydunuz. Yalnız üç kurşun atıldı” diye fırça çekiliyor sorguyu yönetenler tarafından. Olay mahallindeki herkesten kameraları toplanıyor ve sonra bir daha ortaya çıkmıyorlar.

OSWALD'IN PLANLI İNFAZI, CANLI YAYINDA NASIL GERÇEKLEŞTİRİLDİ?
Oswald’ın kayda alınmış net bir sorgusu yok. Elimizde yalnız, Dallas Polis Merkezi’nde o kalabalığın ortasında, bir yerden diğerine götürülüp dururken, basının kaşısına çıkarılıp, onların sorularına yanı verdiği görüntüler var. Cinayet Cuma günü işlendikten sonra, Pazar günü Oswald’ın Dallas Polis Merkezi’ndeki hücresinden Şehir Hapishanesine transferi gerçekleştirilecek. O gece biri Polis Merkezi’ne telefon edip, Oswald’ın bu transfer sırasında öldürüleceğini ihbar ediyor. Ama bu telefonu kimse ciddiye alıp değerlendirmiyor. Aslında bu transferi kimsenin ruhu duymadan yapmak için sanki ihbara gerek mi var? Buna rağmen Oswald, iki ajan arasında, elleri kelepçeli olarak Polis Merkezi’nin bodrum katından indirilip arabaya binmek üzere onlarca kişi arasında yürütülürken “Oswald” diye bağırarak ona hamle yapan Carousel Club isimli gece kulübü sahibi Jack Ruby tarafından midesine sıkılan tek kurşunla infaz ediliyor. Gizlice götürüleceğine, kurbanlık koyun gibi yüzlerce onca kişinin ortasına çıkarılan Oswald’a daha sonra ambulansta, mide kanamasını hızlandıracak, ölümü kaçınılmaz kılacak kalp masajı yapılıyor! Birkaç saat sonra, JFK’in de götürüldüğü Parkland hastanesinde can veriyor.

DÜNYANIN EN BÜYÜK İZ KARIŞTIRICISI OLARAK OSWALD
Lee Harvey Oswald, sanki tüm yaşamını “insanlar arkamdan araştırma yaptıklarında, buldukları her bilgiyi iptal edip, ters yönde farklı yollara da girsinler, hep başlangıç noktasına dönsünler” mantığıyla ve çabasıyla yaşamış. Bulabildiğim en önemli veri, tüm ergenlik yıllarını, “I Led Three Lives” (Üç Yaşam Sürdürdüm) dizisini izleyip etkilenerek geçirdiği... Bu dizide Herbert Phildricks isimli FBI ajanı olan bir reklam müdürü, aynı zamanda Amerikan Komünist Partisi üyesiydi ve bu üç farklı yaşamda çarmıha gerilmiş yaşıyordu. Oswald gerek Sovyetler’e iltica ederken, gerek soğuk savaşın ortasında ABD’ye dönerken, kendisini Castro karşıtı veya destekçisi gösterecek eylemlere girişirken, hedefi sanki tarihin en büyük kafa karıştırıcısı olmaktı. Oswald’ın masum olmadığı malum. Yoksa kafayı tarihle ve ABD-Sovyetler gerilimiyle bozmuş bir insan, niye Başkan’ın geçişini iyi bir yerden seyretmeyip, o anda kafeteryada kola içtiğini iddia etsin? Niye cinayetten sonra “araştırmaya” gönüllü katılan binlerce insandan biri olmak yerine, hızla olay yerini terk edip, evine 5 dakika uğrayıp, tabancasını alıp kendini sokaklara atsın?

GERÇEKLERİ BİLMEK İSTEMEYEN DERİN AMERİKA
Cinayetten sonra olanları hızla gözden geçirelim. Ertesi haftanın başından itibaren ABD, Vietnam politikasını toptan değiştiriyor. Çekileceğine, asker sayısını arttırıp, orada çamurun içine “tam saha pres” dalıyor! Böylece Kennedy’nin savaş halinde olduğu Pentagon, CIA ve FBI derin nefes alabiliyorlar. Aynen büyük silah tüccarları ve kapitaller gibi... Amerika ve tüm dünyanın aydınları, işçileri, genç insanları Türkiye dahil ağlarken, onlar bayram yapıyorlar. Çünkü derin ABD’nin önünü tıkayan, CIA’yi bin parçaya bölmekle tehdit eden, FBI’ın çete başı Edgar Hoover’i görevden alacağı artık herkes tarafından bilinen büyük engel, “sistemin baş belası” ortadan kaldırılmış durumda! Ayrıca Rotschild ailesinin Amerikan Merkez Bankası adına dolar basma hakkını geri alması böylece sağlanıyor ve İsrail’in Kennedy tarafından önü kesilen atom bombası sevdasının da tekrar önü açılıyor. İşin ilginci, olayların hiçbir safhasında Kennedy ailesi, ortaya hiçbir ağır baskı koymuyor. Bu arada, cinayetin bir komplo sonucu olduğunu savunan, ya da bu doğrultuda kullanılabilecek tüm şahitler teker teker yok ediliyor! İnanılmaz yöntemlerle... Ne Robert ne de Ted Kennedy, ne eşi Jackie, olayın örtbas edilmesine karşı herhangi bir savaş vermiyorlar. Sanki başlarına gelecek büyük felaketlerin farkındalar.
Gelelim en beterine: Oswald’ın katili Ruby, kendisini sorguya gelen kukla Waren Komisyonuna “Burada size gerçekleri anlatamam, herşeyi açıklayacağım, beni Washington’a transfer edin” diye adeta yalvarıyor. Earl Warren’in yanıtı hızlı ve sade: “Seni Washington’a transfer edecek ne paramız var, ne de güvenliğimiz.” İşte ABD’nin JFK cinayetine bakışının özeti bundan daha iyi ifade edilemez! O anda “derhal” deseler, Ruby, belki Oswald’ı önceden nasıl tanıdığını CIA ile ilişkilerini, kendisine mafya tarafından Oswald’ı öldürmesi için nasıl baskı yapıldığını, son gece Polis Merkezi’ne gelen ihbar telefonunu aslında kendisinin yaptığını ve daha nice gerçekleri anlatacak. Ama Amerika, gerçekleri bilmek istemiyor, işin özeti bu. Çünkü o gerçeklerin özeti, 22 Kasım 1963’te yapılan açık darbenin ta kendisi!

GELELİM TEKRAR BUGÜNE:
Şimdi Trump’ın açıkladığı veya açıklamadığı belgeler konusunda tekrar bugüne döndüğümüz zaman, neden sanıldığı kadar önemli olmadığını ve göreceli kaldığını bilmem size anlatabildim mi? Çünkü bugün o belgeleri medyada veya istihbarat katında değerlendirecek olan Amerikalılar, 1963’ten size aktardığım trajikomik sabotajları ve komploları yapan derin Amerika’nın devamından ibaret! Aralarında zaman kavramından bağımsız gizli bir antlaşma var! Onlar, yani FBI ve CIA baş a olmak üzere, tüm istihbarat birimleri, tersine olayın örtbas olmasını istiyorlar hala! Onların bugün size doğruları aktarmak için büyük bir çaba içinde olduğuna inanıyorsanız, buyrun devam edin. Bazı işe yaraması olası belgeleri de, Nisan 2018’de de bize aktaracaklarına inanmıyorum. Hele Trump’ın ABD’sinin, JFK’in böyle bir aşırı sağ darbeyle devre dışı bırakıldığını kabul etmeleri mümkün değil.


Bir makaleye sığan kadarı bu. Daha fazlasını istiyorsanız, bir kaç yıl sonra çıkacak kitabımı bekleyin veya ingilizce yayınlara dalın!