23 Şubat 2018 Cuma

“ÇOCUK İSTİSMARIYLA SAVAŞ” NİRE, “İDAM-HADIM-ZİNA” NİRE? | Bedri Baykam | 22.02.2018



Ben bu filmi daha önce gördüm, benzer filmleri defalarca deşifre ettim. Bunlar sözde Türkiye’de yasak olan siyasal İslam’ın o kadar kurnaz hamleleri ki, toplumun başka endişeler ve beklentiler içinde olduğu zaaf anlarında hemen devreye sokuluyor ve “oldu da bitti maşallah” taktiği ile iş bitiriliyor.
Hani bu hükümet bizi Avrupa’ya götürecekti ya? Hani bu tren bizi Lüksemburg’a, Brüksel’e, Strasburg’a, Paris’e götürecekti. Halbuki ben daha bu hükümetin ilk yıllarından itibaren size demiştim ki, “size Avrupa bileti verip Tahran’a götürüyorlar”. “AKP Ekspresi: Avrupa Biletiyle Tahran’a” idi kitabımın adı. O tarihin üstünden 13-14 yıl geçti ve Tahran’a vardık, hatta hızımızı alamadık Arabistan derinliklerine giriyoruz!
Bundan herhalde belki 5-6 yıl öncesiydi. Herkesin tartışmasız hemfikir olduğu “çocuk pornografisi” birden AKP hükümetinin hedefi oldu. Buraya kadar her şey normaldi. Zaten bu herkes için böyleydi. Her birimiz bu konuda zaten aynı şeyleri düşünüyorduk. Ama ben AKP’nin bu konuyu gündeme taşımasının ana nedeninin pornografiye genel bir savaş açmak olduğunu söylemiştim. Sonuç aynen tahmin ettiğim gibi oldu. “Çocuk pornografisiyle savaşıyoruz” bahanesiyle, tüm yetişkin seks sitelerine saldırıldı ve hepsine ülkemizden erişim yasaklandı. Konu, cinsel arzuların yeryüzü canlılarında var olduğunu yadsıyarak, dünyanın namusunu korumaktı (!).
CHP, bu duruma müdahale edip “Siz hangi hakla vatandaşlarımızın cinsel hayatına karışıyorsunuz, fantezilerine sansür uygulamak hakkını kendinizde nasıl görüyorsunuz?” diyemedi tabii. CHP sürekli olarak “aman alkolü savunmayalım sonra bizi alkolik zannederler, erotizmi veya pornografiyi savunmayalım bizi sapık zannederler” sendromunu aşamadı. Kendisine oy veren kitlelerin savunduğu yaşam tarzlarının arkasında duramadı. Bu ülkenin yaşam standartlarını, aşırı muhafazakarlar belirler oldu. Ana muhalefet, bu taktiklerle ayağımızın altından hangi halıların çekildiğini bir türlü okuyamadı, AKP’nin oluşturduğu gündemler üzerinden, toplumsal nabza göre tepki vererek idare ediyor!

YENİ SALDIRI DALGASI: ÇOCUK TACİZİ ÜZERİNDEN ŞEKİLLENDİRİLMEK İSTENEN GERİCİ PAKET PROGRAM...
Şimdi bildiğiniz gibi, son yıllarda ve özellikle son aylarda, çocuklara ve bebeklere yönelik cinsel taciz ve saldırılar büyük bir hız kazanarak arttı. Her birimiz infial içinde son yıllarda hayatımızı kabusa çeviren bu korkunç haberlere karşı kimsenin bir şey yapamadığından yakınır hale geldik. Demek ki toplumun geneli, sağcısı solcusu, tutucusu devrimcisi, herkes bu konuda acilen bir şeyler yapılmasını istiyordu. Bizlerin hedefi çocukların korunması ve bu saldırıları yapanların derhal yakalanıp en ağır şekilde cezalandırılması idi. Peki birden ne yaşamaya başladık? Hemen söyleyeyim size, “çocuk pornografisine savaş” senaryosunda rota değiştirilip, çağdaş insanların erotik fantezilerini nasıl saldırıldı ise, aynı taktik bu yeni konuda birden uygulanmaya kondu.
Önce “Çocuk tacizcileri ve tecavüzcüleri artık şiddetle cezalandırılacak” diye toplumda haklı bir memnuniyet ve rahatlama yaratan bir haber yayıldı, hemen ardından da bu hepimizin yüreğine su serpen haberin, yaylım ateşi gibi sağlı sollu devamları geldi.

İDAM BİRDEN EN ZİRVEDEN GÜNDEME SOKULUYOR!
Neydi bunlar hemen hatırlayalım: İlk “çıkış” idam göndermesiyle geldi. Anında Twitter’dan şu tepkiyi verdim: “Demokrat çevreler dikkat: İstismar suçlarına İDAM cezası için ANAYASA DEĞİŞİKLİĞİ yapılırsa, bunun arkasından o değişikliğe SİYASI İDAM da yarı yolda karışıverir. Bu tuzağa düşmeyin! Daha zeki olun. Bu hamle bizi sonsuza dek Avrupa’dan koparır!” Bu sade sözlerle özetlediğim birinci tuzak bu. Aynen çocuk pornografisi örneğinde olduğu gibi “harika bir şey yapıyoruz hepimiz hemfikiriz bütün bu canavarlar en büyük cezayı almalı” mantığından yola çıkarak, toplumun içinde birçok kesim -ki bunların arasında demokrat geçinen insanlar da var- “hemen öldürün ya da hadım edin bu ırz düşmanlarını” diye ortalığı inletiyorlar. Anlaşılan iktidar da bu ortamı değerlendirmek için idam cezasını tekrar anayasaya sokmak istiyor; çünkü kamuoyunun bir daha bu kadar pişip, bu işlere hazır olacağı dönem zor bulunur. Şimdi gelelim toplumun saflık derecesine: Bu değişecek yasayla yalnız çocuk tecavüzcülerine mi idam getirilecek sandınız? Bir bakacaksınız bir gece yarısı tekbirler ve ardından alkışlar eşliğinde o idam cezası değişikliği kabul edilecek ve maddelerin arasına “ırz ve halk düşmanları, teröristler, vatan hainleri” gibi farklı kulplar son anda yapılan tekliflerle eklenecek. Bu kelimelerin de hem ağırlığını hem de kaypaklığını çok iyi tahmin edersiniz; çünkü kim kime göre vatan haini veya terörist veya satılmış, bunlar son derece göreceli laflardır. Ali’ye göre biri satılmış vatan haini veya alçağın teki olabilir, Veli’ye göre o kişi tarihin en büyük kahramanıdır. Yakın dönemden bir örnekle, Ergenekon ve Balyoz davaları sürerken idam cezası getirilseydi, şimdi FETÖ kumpası mağduru oldukları kanıtlanmış değerli aydınlarımız ve askerlerimiz hakkında belki idam cezası çıkacaktı. Sonra istedikleri kadar “kandırıldık” desinler! Bu kelimeler dünyanın her yerinde göreceli yargıları beraberinde getirir. Türkiye gibi onca grubun birbirine düşman kesildiği ve dış güçler tarafından da birbirine girmesine çalıştığı bir ülkede, İftira atmak dahil herkes birbirini bu kategorilere sokmaya çalışabilir. İdam cezasının en büyük zaaf ve açıklarından yalnız birini hatırlatalım: Yapılan hatadan dönemezsiniz. Dünya tarihi, yanlış yargılamalarla haksız yere idam edilmiş insanlarla doludur. Dolayısıyla zaten idam cezasının tekrar yasalarımıza sokulmasının çağdaş dünyalardan bizi nasıl fersah fersah uzaklaştıracağı yargısı bir yana, o andan itibaren bu idam cezasının “kime niyet kime kısmet” şeklinde, kimleri hedef alacağı, birden yörüngesinden çıkmış füze gibi hedef değiştirir! İdamın tekrar gündemimize alınması, son iki yıldır vizesiz Avrupa hayalleri ile uyuşturulup siniri alınan gariban halkımızın Avrupa Biletiyle nasıl Tahrana taşındığını ve artık bundan dönüşün bu iktidarın aklına bile gelmeyeceği anlamına gelmektedir. Çünkü idam cezasını geri getirmiş bir ülke, bırakın AB’ye girmeyi, Avrupa’ya vizesiz gitmeyi, bir daha müzakere masasına bile oturtulmaz. Tabii şu yorumu da yapabiliriz: İktidar, İDAM konusunu her 8 ayda bir, bazı gericilerden alkışlı yüksek tansiyon almak için kullanır. Acaba bu sefer de aynı sendrom mu mevzubahis, yoksa gerçekten bu sefer bu “durum” kullanılacak mı? Umarım konu buralara varmaz..

ZİNA” ÖCÜSÜ ISITILIP BU VESİLEYLE TOPLUMA TEKRAR SOKUŞTURULUYOR!
Çocuk tacizcileri ve tecavüzcüleri ile savaş” paket programı vesilesiyle idam dışında yobazlığın ve ortaçağın bir diğer uzvu da hemen ısıtılmak üzere gündeme alındı: Bu çocuk istismarı yasa tasarısının, esasında çağdaş dünyadan uzaklaşmak için bir vesile olarak kullanılacağının ikinci sinyali de zina hakkındaki ceza yasasının tekrar Cumhurbaşkanı tarafından şu sözlerle gündeme taşınması ile belli oldu: “Zina konusunun da yeniden ele alınmasının çok çok isabetli olacağı kanısındayım. Çünkü bu toplumun manevi değerler konusunda farklı bir konumu var. Biz AB sürecinde, bu bir özeleştiridir, onu söylemek zorundayım, bu konuda bir yanlışımız oldu ki zina ile ilgili düzenlemeyi de yapmak suretiyle, tacizler, vesaireler, bunları belki de aynı kapsam içerisinde değerlendirmemiz lazım”. Anlaşılan, çocuk istismarı, ÇAĞDAŞ YASALARA saldırıp Avrupa’dan uzaklaşmak için şahane bir bahane olarak kullanılacaktı. Bu da aynen idam gibi, AKP’nin halkı nasıl kandırdığını ve sözde AB sevdası adına muhalefetle anlaşarak, 1998’de kaldırılan zina suçunu 2004’te tekrar ısıtıp uygulama kararından vazgeçtiği durumu bize hatırlatıyor. Bugün alakasız bir fırsatçılıkla aynı konuyu, bu beyhude çabasından 14 yıl sonra “uysa da kodum, uymasa da kodum” şekliyle topluma tekrar dayatmaya kalkışılması, bir oldu-bitti çabasının doğrudan tezahürü! Bu yasa yaşama geçecek olsa, pek yakında yine “kocasını otelde metresi ile bastı”, “kocasını randevu evinde fahişelerle bastı” şeklinde haberler ve polisler eşliğinde yaka paça karakola taşınan erkekler veya kadınlar göreceksiniz! Ne kadar güzel değil mi? Böylece bütün cumhur koalisyonu “ne kadar da namuslu bir toplumda yaşıyor olacağız” diye sevinçten tezahürata başlayabilir! İlla “Çocuk istismarı” konusuna alakasız şeyler eklemek istiyorlarsa, buyursunlar bu vesileyle “yolsuzlukla savaş” yasaları oluştursunlar’!
Bence idam ve zinadan başlayarak, hükümet, zavallı vizyonsuz ve biraz da saf ötesi iş adamlarımıza hangi AB’ye ilgili çağdaşlık ve denklik yasalarını, hangi hızda geri alacaklarını bunların bir zamanlamasını ve listesi ile beraber sunsa, gayet iyi olur! Böylece demokrat AKP’ye, Avrupacı AKP’ye heyecanla ve ısrarla oy vermiş küçük, orta ve büyük boy işadamlarımız, topluca hayal kırıklıklarını bir dengede tutup ona göre depresyon ilaçları alabilirler.



ŞERİATA GEÇİŞİN ARA NAMESİ OLARAK “KİMYASAL HADIM”!

Dün, AKP hükümetinin üçüncü bindirmesi, çaktırmadan laf aralarında sunduğu tecavüzcüleri kimyasal hadım uygulanacak iddiası idi. Bu hızla yol alan “Yobaz Ortaçağa Kayış Günü: 20 Şubat Salı” tarihinde, ters devrimler furyasında bir de kimyagerleri heyecanlandıran çıkış yaşandı: İyi de, kimyasal hadımdan söz bile edilebilmesinin, bunun ardından her an hadım etmeyi gündeme taşıyabileceği, bunun ardından işin ŞERİAT YASALARI’na ve EL KESMEye doğru kayışının mental hazırlığının bilinçaltlarında henüz kimsecikler göremedi. Benden söylemesi: tuzaklara düşmeyelim!
Bugün bir sayım yapsanız belki Türk kadınlarının %90’ı kimyasal hadım veya idamdan yana oy kullanabileceğine inanır. Histeri nöbeti geçirir gibi bir kamuoyu rüzgârına kapılmak işte böyle bir şeydir! Halbuki bugünkü hukuk devletimiz ve hakimlerimizle, kimlerin şehadeti sayesinde bu senaryolarda kimler yanacak, kimler cehennemlik olacak emin olun insan çok merak eder! Özellikle bugüne kadar yakalanan çocuk tecavüzcülerinin kimlik profillerine göz attığınızda...
Her ne kadar farklı bazı ülkelerde, kimyasal hadım kullanılsa da, çağdaş hukuk açısından konuyu irdeleyenlerden Prof. Dr. Ersan Şen’e kulak verin: “Anayasa ve kanunlarda cevaz verilmeyen bu tedbirin temel hak ve hürriyetleri sınırlayarak, AİHS’de güvence altına alınan işkence ve kötü muamele yasağını ihlal etmesi kabul edilemeyecektir. Hükümlünün vücut bütünlüğüne yönelik geri dönüşü olmayacak ağır müdahalenin insanlık onuruyla bağdaşmadığı ve kısasa kısas yöntemi ile faili cezalandırma amacı taşıdığı inkar edilemeyecektir. Zina’nın yaptırımı ise sadece boşanma ve tazminat olabilir”.

BUGÜNDEN TEZİ YOK, DERNEKLERE, CHP’YE VE TÜM MUHALEFETE DÜŞEN...
Burada hatırlattığım eski senaryolardaki gafları, gafletleri ve ölümcül hataları umarım muhalefetin hiçbir kanadı tekrarlamayacak. Şayet buradaki hatırlatmalara rağmen hala dernekler, aydınlar ve CHP “çocuk istismarı” bahanesiyle atılmaya kalkışılan bu dev geri adımların boyutunu zamanında anlayıp, bu yobaz taleplerle siyasi arenada çarpışmazsa, Avrupa’dan “sonsuza kadar” uzaklaşmanın yanı sıra, Türkiye’de en korkunç şekilde idam, zina ve yarı-şeriat yasaları, adım adım hayatımıza girecektir. Burada çağdaş derneklere ve başta CHP’ye büyük görevler düşmektedir. Bunların en başında, bu sefer bu çocuk kandırma denebilecek senaryolarında, lollipop ve dondurma ile uyuşturulma geleneğine son vermeleri gelmektedir. “Aman zinayı savunmayalım, bizleri şöyle veya böyle sapık ve eşini aldatan insan zannederler” gibisinden zavallı metodolojiler derhal terk edilmeli, CHP en kısa zamanda gerek basın, gerek kamuoyunda, gerek parlamentoda somut net tavrını ortaya koyup, toplumu ve kitleleri, bu son derece ürkütücü planlar konusunda her uyarıyı yaparak hızla korumalıdır.

İKTİDARIN 20 ŞUBAT 2018 YAŞAM TARZI VE ÇAĞDAŞ HUKUK ANLAYIŞI “KÖKTEN DEĞİŞTİRME” GİRİŞİMİ, AFRİN SAVAŞININ AĞIR BİLANÇOLARI ARKASINDA BELKİ PEK DİKKAT ÇEKMEYEN, ANCAK MIZRAĞI ÇUVALI DELİP GEÇEN, CUMHURİYET TARİHİNİN EN SESSİZCE DEVREYE SOKULAN, EN SİVRİ GERİ KALKIŞMALARINDAN BİRİDİR! ZATEN HERKESİN BERABER AYAĞA KALKTIĞI “ÇOCUK İSTİSMARCILARI” KONUSUNDAN YOLA ÇIKARAK, YAŞAM TARZLARINA YÖNELİK BU SALDIRILAR KARŞISINDA, TAASSUP VE MAHCUBİYETLE HAREKET EDEN HER BİREY, HER KURUM, SAYILAMAYACAK KADAR ÇOK ŞEY KAYBEDECEKTİR. KENDİ KARARLARINI ALAN YETİŞKİNLERLE, KORUMASIZ ŞEKİLDE EZİLEN, İSTİSMAR EDİLEN BEBEKLERİ, ÇOCUKLARI AYNI SEPETE ATMAK, BU YASA TARTIŞMALARINI BERABER ÇALKALAMAK, AKIL ALMAZ VE BAĞDAŞMAZ BİR GAFLETTİR. EVET, “ÇOCUK İSTİSMARI” KONUSU, BİR BAŞKA KONUYLA BERABER ELE ALINMALIDIR. AMA O DA AYNI ŞEKİLDE BU SALDIRGANLARIN ELİNDEN BENZER BEDELLER ÖDEYEN ZAVALLI HAYVANLARIMIZI KORUYACAK KAMUOYUNDA YILLARDIR BEKLENEN YASA TASARISIDIR. BU İKİ FARKLI GÖRÜNEN KONU, ÇOCUKLARA VE HAYVANLARA YÖNELİK SALDIRILAR, TERSİNE AŞIRI BENZER NOKTALAR TAŞIMAKTADIR.

6 Şubat 2018 Salı

MUHARREM İNCE’YE BİR SORU GELDİ AKLIMA... | Bedri Baykam | 06.02.2018


CHP Genel Başkan adayı Muharrem İnce konuşmasıyla Kurultay’ı ve bir ölçüde Türkiye’yi sarstı. Kurultay salonunda dinlendiği odada, kendisini ziyaret edip tebrik ettim. Ayrıca oğlumun da kendisini destekleyen gençlerden biri olduğunu sosyal medyada gösterdim, çünkü konuşmasında “Benim kadrom, sosyal medyada bu açık desteği veren, ilan eden gençlerdir” demişti. “Ben aday olsam ancak bu kadar destek verirdi” dedim, gülüştük. Kendisine getirilebilecek eleştirileri bir yana kaldırırsak, İnce’nin halkı ve gençleri etkileme kapasitesi gerçekten yüksek.
İnce konuşmasında çeşitli önemli vaatler vermişti. Bunlardan biri, seçildiğinde “bu imza rezaletine son vereceği” kararlılığıydı. Bunu duyduğuma sevindim. Aklıma şu soru takıldı: 2003 yılında Kurultay’da, geçen yazımda detaylı anlattığım tüzük darbesi yapılırken, Divan, açık sorguyla ve hatta tacizle her delegeye gözünün içine bakarak “kabul mü, red mi?” diye sorarken, Muharrem İnce o gün Divan Başkanı Abdullah Emre İleri’ye ne yanıt verdi? Nurettin Sözen, Abdülkadir Ateş, Hasan Fehmi Güneş, Ahmet Güryüz Ketenci, Mustafa Gazalcı, Berhan Şimşek gibi yüksek sesle “hayır” dedi mi? Yoksa Baykal ekibinin akıl almaz baskısına boyun eğdi mi? Siz olsanız merak etmez miydiniz? Ben merak ettim! Çünkü İnce “Önce kendinize bakacaksınız! Türkiye için istediğiniz demokrasiyi, Partiniz için de istemeye mecbursunuz” diyor, “İnsanlar ilkeleriyle tutarlı olmalı” diyor. Haklı. Çok haklı. O nedenle merak ettim. O gün benim emeklerim, adaylığım, 924-265 baskılı zoraki oylamayla çöpe giderken çok yalnız kaldım da ondan soruyorum... O gün İnce’nin tüm hakları gasp edilen adaylara verdiği bir desteği hatırlamıyorum. Ne 2003’teki Olağan Genel Kurultay’da, ne de 2012 Tüzük Kurultayı’nda ne de herhangi bir aşamada İnce’nin desteğini de anımsayamıyorum.

KURULTAY’IN ÖZETİ!
Ama bugünlere dönersek, CHP Kurultayı’nın özeti şu: Sokaktaki adam ciddi bir “değişim” bekliyordu, olmadı. Sokaktaki adam hayal kırıklığına uğradı. Örgütün kafası karışıktı. Kurultay’a gelmeden önce konuştuğu komşusu, benzincisi, teyzesi, lise arkadaşı, ortağı, neredeyse herkes “artık başka bir şey yapın, n’apacaksanız yapın ama böyle kalmayın” diyordu. Sonuçta duymak istediği bir heyecan vardı, artık seçim yenilgisine, yeni bir %25’e kimsenin tahammülü kalmamıştı. Herkes ayağa kalkıp, şahlanmak istiyordu, makus talihini değiştirecek “1” insan arıyordu. Evet Kemal Bey’in gerçekleştirdiği o muhteşem ADALET YÜRÜYÜŞÜ herkesi etkilemişti. Herkes saygı duymuş, kimse bu performansa inanamamıştı. Ama aynı kitleler, bırakın Ekmeleddin İhsanoğlu isimli tarihi gafı, ondan sonra gelen 16 Nisan Referandum gecesi, neden YSK önüne gidip oturma eylemi yapılamadığını kesinlikle anlamıyorlardı. Kılıçdaroğlu, saygı ve sevgi uyandırıyor, ama motoru beklenen seviyesinde ateşleyemiyordu...

DELEGEYİ ÖRGÜTTEN AYIRMAK
Her partinin kendi davranış biçimleri vardır. Her partinin bir yaşanmışlıklar birikimi, kendi örf ve adetleri vardır. Tabii ki delegelerin oturacağı yer örgütün oturacağı yerden ayrıdır. Tabii ki basının ayrı bir yeri vardır. Bazen milletvekilleri ve parti meclisi üyelerinin farklı oturacak yerleri vardır. CHP kurultaylarında tabii ki güvenlik kontrolleri vardır, ama sizi temin ederim ki delegeleri örgütten ve adaylardan koparmak için onların etrafına bir Çin Seddi örmek gibi bir şey bugüne kadar yaşanmamıştır. Cumartesi günü Kurultay başladığında bu izolasyona çok şaşırdığımı itiraf etmeliyim. Bir de bu tavrı tamamlayan bir başka bilgiyi de Kurultay’ın en sonundan verecek olursak, düşünün ki delegeler oy verirken adaylar onlarla temas edip kendilerini hatırlatamasınlar diye yine ciddi bir barikat kurulmuştu ve yalıtımının tam olması isteniyordu. Bu da hiçbir zaman CHP kurultayların da görülmüş bir sahne değildi (Ankara’da kentin dışında yapılan 2004 Jandarmalı, tel örgülü kurultayı hatırladım, tek o benziyordu). Şimdi birisi kalkıp diyebilir ki “Efendim delegeler aday kartları ve broşürleri ellerinde tutmaya çalışmaktan, hareket edemez haldeydiler ve sürekli taciz altındaydılar, o nedenle böyle uygun gördük”. İş bu kadarla kalsaydı, bu kararı uygulayanlar işin içinden bu bahaneyle sıyrılabilirdi belki. Ama öyle olmadı: Bu özel yalıtım ve koruma altında atılan oylar sayılacakken yine aynı şekilde, Parti Meclisi’ne seçilmeye çalışan adayların sandıkların açılışında bulunmamalarını ve sandıklara yaklaşmamalarını istediler! Hatta kendileri de aday olan milletvekillerinin kontrolünde sandıkların açılabilmesini teklif edebildiler! Bu da hiçbir zaman CHP tarihinde görülmüş bir olay değildi ve neden bu ucube karar alındı ve uygulanmaya çalışıldı, anlamak tabii ki mümkün olamadı! Sonuçta konunun başını ve sonunu toparlarsak, Olayın başında delegeler adaylarla karşılaşmasın diye, sonunda da adaylar geleceklerini belirleyecek sandıklarla karşılaşmasın diye ayrı ayrı bir izolasyona gidildi. Neydi bu büyük korku acaba...

ÜMİT KOCASAKAL VE ÖMER FARUK EMİNAĞAOĞLU
Kocasakal spor salonunun özellikle dışarısını pankart-afiş ve benzeri malzemelerle fazlasıyla donatmıştı. Aynen ulaşabildiği tüm medya organları ile röportaj yaptığı gibi... Ama bu yöntemlerin, ortaya koyduğu hedefle pek bir ilgisi yoktu. O fotoğraf ve broşürlerin hakkını verecek olan, delegelerdi. Halbuki onlar da, ilgi odağı olmaya alışmış insanlar olarak, Kocasakal ve Eminağaoğlu ile pek bir yakınlık kuracak ortamlarda bulunmamışlardı. Geçen yazımda da söylediğim gibi CHP Genel Başkanı olmak için, yüz bin milyon insanın değil, yalnız 635 delegenin oyu gerekli! Bunlar çok farklı ve derin hesaplar. Dernekler, barolar ve sendikalar üzerinden kitlelere yönelik sürdürülen siyaset ile, CHP içi siyaset, apayrı şeyler.
CHP’de ideal bir demokrasi yok. Ama tartışmasız Türkiye’de demokrasi tanımlamasına bir şekilde yaklaşan ya da yaklaşmaya çalışan tek parti. CHP’yi çıkarırsanız, Türkiye’de -ister sağ, ister sol- partiler arasında demokrasinin parodisi bile kalmaz. Ancak işte maalesef bu iki değerli hukuk insanı CHP için kafalarında çizdikleri farklı dünyayı Parti’yle ve delegelerle paylaşamadılar. Ben inanıyorum ki bu partinin kaybı oldu! Kurultay daha da şenlenir ve renklenirdi.

KURULTAY’DA GÜNDEM VE AKIŞ HATALARI
Kurultay’ın maddeleri yaşanırken, sıra görüşme ve müzakerelere geldi. O arada tualete gitmiştim -Kİ, inanılmaz şekilde yemin ediyorum 4 barikat ve iki kilitli kapı aşmak durumunda kaldım, yani “total yalıtım” o noktada bile sürüyordu! Dönünce bir baktım, olacak şey değil, konuşan Muharrem İnce! Nasıl olur ki? Onun başkan adayları arasında konuşması lazımdı! Ayrıca daha önceden kalkıp 5 dakika için havasını boşa harcaması, büyük bir taktik hata olurdu... Tam ne olduğunu anlamaya çalışırken, kimsenin de bir şey bilmediğini anladım. Sonradan anladığım şekliyle o anda olup biteni açıklayacaksak, iki alternatif vardı: Ya 49 mükerrer imza nedeniyle, İnce konuşmaya hak kazanıp kazanamayacağını tam bilemiyordu; bu nedenle müzakerelerde konuşmacılara tanınan beş dakikalık süreyi, elinin tersiyle ekarte ederek 70 dakika kadar süre kullanıp ana adaylık konuşmasını orada yapıverdi. Ya da dün Habertürk’te aktardığı gibi, Kılıçdaroğlu’na açılış dışında tekrar söz verilmesini yadırgamıştı ve o nedenle söz istedi... Bu noktada Sayın İnce tamamen hatalı, Kurultay akışını onca tecrübesine rağmen herhalde heyecandan hatırlayamamasına şaşırdım. Çünkü Genel Başkan önce gelir, hoş geldiniz konuşmasını yapar, ardından Divan Başkanı’nı seçtirip, yerine oturur. Ardından Parti Meclisi’nin faaliyet raporunu sunmak üzere tekrar kürsüye davet edilir. Tekrar açıldığından beri, CHP’nin istisnasız tüm kurultaylarına fiilen katılmış biri olarak bunu defalarca yaşadım. Buna rağmen tekrar Parti’nin duayeni Ali Topuz’a da danıştım. Tabii ki aynı görüşteydi. Yani İnce’nin şikayet ettiği bu durum, her kurultayda istisnasız defalarca yaşanmış bir durum!
Burada Parti’nin önemli isimleri Divan Başkanı Sn Yılmaz Büyükerşen’i eleştiriyorlar, müzakerelerde 5 dakika limiti olduğu için, orada adaylık konuşmasına girişen İnce’yi ikaz edip “bu konuşmanızı daha sonra yapacaksınız gündemimize göre” demesi lazımdı diyorlar. Ama Sayın Topuz ve benim gibi Partililer bu hamlenin bir adım sonrasını da görebildiğimiz için, aslında Büyükerşen’in salonun nabzına göre doğru kararı alıp, o ortamı bir kaosa dönüşmekten kurtardığını söyleyebiliyoruz. Çünkü yukarıda izah ettiğimiz gibi, yanlış sebeplerden Kılıçdaroğlu’nun tekrar salona çağrılmasına kızan İnce, ve onu çılgınca destekleyen genç Partililer, İnce’nin o mikrofonu 5 dakika sonra terk etmesi istendiğinde, kaçınılmaz şekilde o salonu kaoslu sloganlarla cehenneme çevirebilirlerdi. Sayın İnce yanlış anlamasın, o noktada gençler bunu anlayamazlardı diyorum, salon nabzı ve İnce’nin fiili olarak yarattığı durumla bunlar yaşanırdı. Büyükerşen, İktidar’ın eline büyük bir malzeme geçmesini engelledi. Cumartesi günü orada İnce’nin yaşadığı çelişkileri herhalde yalnız ben anlıyorum. Çünkü mesela ben o tüzük darbesiyle yaptırılmadığım konuşmayı ancak daha sonra “Korku İmparatorluğu” kitabımda yayınlayabilmiştim. İnsan o anda o kurultay salonunda o şansı kaybetmemek ve o hazırlığı gömmemek için her şeyi yapar. İnce’nin konuşmasını daha sonra ele alacağım. Ama işin ilginç tarafı İnce’den sonra müzakereler devam etti. Arada Hurşit Güneş, Dursun Çiçek ve benim gibi birçok isim konuştu. Daha sonra başkan adaylarının konuşması için, kura çekilmesi ve kimin ilk konuşacağının belirlenmesi lazımdı. Ancak mükerrer oy krizi, basından takip ettiğiniz şekilde, Kılıçdaroğlu’nun mükerrer imzalarda hak talep etmemesi ile çözüldü. Ancak İnce orada şu açıdan haklı: Hangi isimler 49 mükerrer imza atmışlardı? Bunun öğrenilememesi büyük şeffaflık eksikliğiydi ve İnce’nin “algı operasyonu” iddiası orada kuvvetlendi. İlginç bir şekilde divan adaylardan “adaylık konuşması” için kürsüye gelmelerini istemedi veya onlar da artık buna ihtiyaç görmediler çünkü ikisi de uzun uzun konuşmuştu. Dolayısıyla ilk defa bir CHP Kurultayı’nda, adaylar için sıra kura çekimi yapılmadı ve adaylar “aday konuşmaları” başlığı altında kürsüye gelmediler. Her ikisinin farklı başlıklar altındaki konuşmaları, adaylık konuşması sayıldı. Hayret! “Şu hayatta her şeyin bir ilki vardır” demekle yetindik...

GERÇEK ARAPSAÇI
Gerçekten Cuma günü CHP Genel Başkan seçimini 2003’ten beri meymenetsiz bir Arap saçına döndüğünü anlatan yazımı teyid etmek istercesine, Cumartesi günü skandalın eşiğinden dönüldü. Israrla hukuksuz ve çelişkili olduğunu anlattığımız “gizli oy açık tasnif” ilkesine uymayan imza adedi girişimi, resmen seçimin ayağına dolandı. 49 delegenin bu çift imza işine “imza atmış” olmaları, olayın absürtlüğünün, çağ dışılığının ve zavallığının göstergesi ve kanıtıydı. Kurultay’da yaptığım konuşmada “en kısa zamanda bu ucube Genel Başkan seçimleriyle ilgili tüzük maddelerinden kurtulmamız gerektiğini” anlattım. Seçimden sonra İnce’nin de vurguladığı gibi delegelere yapılan baskılar yüzünden Genel Başkan’ın aldığı imzalardan 293’ünün kendisine oy olarak rücu etmediğini gördük. Aynı şekilde neredeyse “126 imza desteğini bulamadı” propagandası ile karşı karşıya kalan İnce, nasıl 447 oy almayı başardı? Delegelerin yıllardır açıkça bu şekilde fişlendiği bir sosyal demokrat partinin toplumda güven duygusu yaratamaması maalesef sürpriz değil. Bu kadar ağır baskılar yapıldığının doğrudan kanıtı olan bu durum, gerçekten Parti’nin her platformunda tartışılmaya değer. Genel Merkez, kendi yetkilerinin gücü ile, Parti’nin seçim mekanizmalarına ve delegelerine “münasip” baskılar yaparak “sakıncalı” olacak imza ve destek maceralarına girişmemeleri konusunda “abi telkinleri” yapmaya başladığı zaman, bu maalesef Baykal döneminden beri zorla alıştırıldığımız bir yüz kızartıcı sistem olmaktan çıkamıyor.

MUHARREM İNCE’NİN KONUŞMASI
Muharrem İnce Kurultay başladığı andan itibaren, salona hakim olan sloganların ve izleyici desteğinin simgesi haline geldi. Kurultay açıldıktan sonra, İnce taraftarlarının salona hakim olan sesleri, çok ender görülen bir olaydır. Genelinde çok başarılı bir tempoyla seyreden bu önemli konuşmayı nasıl olsa dinlenmişsinizdir veya okumuşsunuzdur; ben size en çok alkış alan, en çok umut veren, en çarpıcı birkaç vaad başlığını hatırlatmakla yetineyim: Ekmeleddin İhsanoğlu iflasından sonra, yeni cumhurbaşkanı adayının 1.200.000 üyenin oylarıyla seçileceğini söyledi İnce; Bir diğer vaadi üst üste iki seçim kaybeden Genel Başkan’ın, mecburen tüzükte yer alan bir maddeyle istifa etmesi mecburiyeti idi. “Bana bile güvenmeyin, koltuğa oturan yapışıyor” dedi İnce. Bir de, benim “derhal terk edilmesi gereken özürlü absürd ucube sistem” diye dillendirdiğim Genel Başkan adaylığı için gerekli imza sistemini derhal kaldıracaklarını söyledi. Bu verilen sözlerin tutulması için en geç 45 gün içinde toplanacak bir Tüzük Kurultayı sözünü verdi. “Artık iktidara en sert şekilde haddinin bildirilmesi” gerektiğini hatırlatan İnce, “kim ne der” diye düşünmeden haklı olan herkesin yanında yer alacaklarını söyledi ve kadrosuzluk iddialarına karşı yeni parti kurmadığını kadroların burada partide zaten yer aldığını ve özellikle gençlerle çalışacağını vurguladı. Fakat bu konuda da şu sözlerini yadırgadım: “Şöhretli büyük insanlar istemiyorum büyük davaya inanmış adamlar istiyorum”. İyi de, bunun anlamı ne olabilir? Mesela yıllardır tüm yurdu arşınlayarak gezmiş, belki hapis yatmış, belki on kitap yazmış, saçını süpürge etmiş değerli ve kıdemli insanlar, sırf şöhretli oldukları için artık tukaka mı ilan edilecekler? İnce “Benimle çalışmak için illa şöhretli olmaya gerek yok, her gence kapım açık” deseydi, bu çok daha doğru bir tavır olurdu. Bunun bir başka nedeni de şu: Konuşmasında, iktidara gelirse, her birini tasfiye edeceğini söylediği MYK üyelerinin yerine, anlattığı şekilde, her biri deneyimsiz isimsiz, “şöhretsiz” iyi niyetli gençler koyarsa, bu sefer bu senaryoya karşı delegeler de doğal olarak “İyi de, yarın parti kimin ellerinde nereye gidecek?” sorusunu aklına getirir. Parti kadrolarında gençliğin enerjisi ve daha ileri yaşların deneyiminin harmanlanmasının daima daha iyi sonuçlar vereceği ortadadır. Örnek mi istiyorsunuz? Mesela İnce “Kılıçdaroğlu’nun raporu sunmak için tekrar çağrılması hatalıydı” gibi bir gereksiz ısrarı yapmamış olurdu, birileri ikaz ederdi kendisini...
İnce Ayrıca “Seçim görevlilerimizi sandık başında ağlatmamak için ve il ve ilçe başkanlarımızı Kaymakamların önünde düğme iliklemeye mecbur bırakmamak için aday olduğunu” söyledi. “Kemal Kılıçdaroğlu’nu çok seviyoruz ama Cumhuriyet’i daha çok seviyoruz” cümlesi de anlamlı bir özetti. Konuşmasının sonunda kendisi için de coşkulu müzik çalınmasını beklemesi iki ayrı sebepten bir hataydı: Birincisi CHP geleneğinde hiçbir zaman Genel Başkan adaylarının konuşmasına müzik veya efekt verilmez; ikincisi zaten kendisi o kürsüye gündemin o noktasında müzakereler üzerine konuşulurken çıktı. Dolayısıyla orada bir sahne müzik koreografisi beklemesi gereksizdi. Sonuçta müzik verme-vermeme gibi bir konu üzerinden bir kötü niyet yoktu, olamazdı. Ayrıca salona girerken Genel Başkan’a ayrılan yükseltili alandaki kırmızı halıdan yürümesinin de CHP’nin yerleşmiş teamüllerine göre yapılması mümkün değildi. Kurultay’ın başında, zaten belirsiz olan adayların açılış koreografisine dahil edilmeleri de söz konusu hiçbir gün olmadı.

İNCE’NİN NAZAR BONCUĞU
1972’de Mayıs Kurultayı’nda İnönü-Ecevit çekişmesini aktarırken aslında Ecevit’in İnönü’ye karşı Genel Başkanlık yarışı içinde olmadığını söylemedi. İşin özünde ise Ecevit’in Parti Meclisi listesi, İnönü’nünkine karşı 8 Mayıs’ta kazanan listeydi. Yoksa İnönü, Ecevit’le yarışıp başkanlık koltuğunu kaybetmedi; ve Parti Meclisi listesi kaybedince, o koltuktan istifa etti ve yerine bir hafta sonra Ecevit getirildi.

MUSTAFA KEMAL’İN ASKERLERİYİZ”
Ben ise yaptığım konuşmada Genel Başkan seçme yöntemini eleştirmek dışında, CHP’li olmanın Atatürk ile bağlarını anlattım ve haddini aşarak konuyu “Mustafa Kemal’in yoldaşıyız” diyenlere getirerek şunları söyledim:
Mustafa Kemal’in askerleriyiz” sloganını militarist bulanları anlamak mümkün değildir. CHP Atatürk’ün partisidir, Cumhuriyeti kuran, demokrasiyi getiren partidir. CHP’nin bu duruşunu küçümsemeye hiç kimsenin hakkı yoktur. CHP’nin duruşuyla ilgili bir sorunu olan bir arkadaşımız olabilir, ama bu arkadaşımız CHP’de siyaset yapmaz. CHP’de, CHP’nin ilkelerine aykırı siyaset yürütemezler. CHP’de siyaset yapan herkes “Mustafa Kemal’in askeriyiz” söyleminde hiçbir militarizm olmadığını bilir. Askeriyiz demek, biz onun ilkelerinin, devrimlerini, altı okunun, özgür yurttaş idealinin arkasındayız demektir. Halka karşı siyaset yapılmaz. Bizim gönlümüz Atatürk’ün parsellediği yollarla kaplıdır” Konuşmamı Youtube’dan izleyebilirsiniz.

PEKİ ŞİMDİ NE OLACAK?
Sonuçta Muharrem İnce, 2014’de yarışı kaybettikten sonra centilmenlikle sonucu kabul edip el ele kol kola Kılıçdaroğlu ile mücadeleyi beraber devam ettikten sonra, bu sefer tamamen farklı davranıp parti içi mücadeleye sürekli olarak devam edeceğinin sinyallerini verdi. Parti Meclisi listesini teorik olarak İnce listesinden delmiş olan Tuncay Özkan ve başka sert taş isimlerin de PM ye girmiş olması, eş-dost kontenjanları nedeniyle ciddi eleştiriler alan Parti Meclisi’nin, hareketli günlere sahne olacağının habercisi.
Ama İnci’nin vurguladığı gibi sonuçta hangi mücadeleler verilirse verilsin herkesin anlaması gereken şey şu: CHP’den istifa kimseye bir şey kazandırmaz. İstifa edenler daima pişman olur ve fiyakaları bozulmuş olarak geri gelirler. Bu nedenle hiçbir örgütün hiçbir delegenin hiçbir üyenin buna yeltenmeyi aklına bile getirmemesini öneririm. Tecrübeme güvenin. Mücadele parti içinde olur ve bu pişmanlığın dönüşü olmaz... Parti içi çekişme nasıl veya başkan kim olursa olsun, ülkeyi öyle sıcak günler bekliyor ki, en sade üyesi veya destekçisinden en zirveye kadar parti 2019’a yol alırken kenetlenmeye mecbur.
Bir başka tahminim, İnce’nin Parti içinde yürütmeyi aklına koyduğu mesafe ve soğukluk tutmaz. Türkiye gündemi, CHP içi böyle uzun kavgaları pek taşımaz bence... Ama yeni bir Kurultay istenir mi? Evet istenir! CHP, heyecanlı kurultaylar partisidir...



3 Şubat 2018 Cumartesi

BIRAKIN KURULTAY’DA TÜM ADAYLAR KONUŞSUN! CHP KAZANSIN! | BEDRİ BAYKAM | 02.02.2018


CHP yarın kurultay için Ankara’da toplanacak ve yeni genel başkanını seçecek. Kılıçdaroğlu’na rakip olan adaylar %10 imzayı toplayabilecek mi, yoksa toplayamayacak mı, Türkiye Afrin dışında 3-4 haftadır bu konuyla yatıyor kalkıyor. Kurultay’da üç yeni genel başkan aday adayı var: Muharrem İnce, Ümit Kocasakal ve Ömer Faruk Eminağaoğlu. Muharrem İnce gerekli imzaları topladı, bunu Kılıçdaroğlu’na da bildirdi. Ümit Kocasakal ve Ömer Faruk Eminağaoğlu, ne yazık ki hala gerekli imzaları toplamış görünmüyorlar. Tabii ki Kocasakal ve Eminağaoğlu’nun da ciddi hataları var. CHP Genel Başkanı olmak isteyen insan, kampanyasını halka değil, CHP örgütüne yönelik yapar. Cumartesi günü oy verecek olanlar CHP seçmenleri değil CHP delegeleri. 2003’te o koltuğu kazanmanın son 3-5 saatine kadar gelmiş olmam, yalnız CHP örgütü ve delegelere ısrarla gitmiş olmam sayesinde gerçekleşmişti. Ama CHP’yi yeterince tanımayanlar, kampanyalarını kamuya yapma hatasını işleyebiliyorlar. Buna rağmen bu arkadaşlarımızın konuşma hakkı elde etmelerini istiyor muyum? Çok istiyorum. Partinin bu çok sesliliğin yayılmasına, “fabrika ayarları”nı hatırlamasına ihtiyaç var. Bırakın Kocasakal ve Eminağaoğlu da konuşsun. Bütün bu geriye gidiş, sonradan bir türlü özü düzeltilemeyen 2003 Kurultayı’yla geldi...

BUGÜNKÜ ANTİ-DEMOKRATİK YAPIYA NASIL GELDİK?
Öncelikle geçen yazımda da değindiğim gibi, CHP Genel Başkan seçimlerinin raydan çıkmasının ve yapılan tüzük değişiklikleriyle Arap saçına dönmesinin baş nedeni benim. Ve bundan büyük bir rahatsızlık duyuyorum. Suç benim değil, gerekçe ben oldum. Bakın tam yeri olduğu için size tekrar aktarayım.  2003 yılına kadar Baykal’ın genel başkanlığı döneminde “muhalefet” kurultaydan birkaç gün önce Ankara’ya akın eder, Büyük Ankara Oteli gibi yerlerin salonlarında toplanarak kendi içlerinden bir-iki aday çıkarırlardı. Böylece Baykal bu süreçte Hasan Fehmi Güneş, Ertuğrul Günay, Erol Tuncer gibi değerli rakiplerle karşılaşır, kurultay salonunda çok keyifli konuşmalar dinledikten sonra gidip oy vererek iradesini ortaya koyar, Baykal da hep ciddi farklarla kazanırdı. 1999’da CHP %10’luk barajın altında kalınca, Baykal aday olmadı ve Altan Öymen genel başkan seçildi. Daha sonra 2000 yılında Baykal tekrar aday oldu ve Öymen’i yenerek tekrar genel başkan oldu.
2003 yılında, CHP Genel Başkanlığı için Baykal’a karşı rakip olarak çıkarken, o güne kadar yerleşik tüm düzeni bozdum. İki gün önce Büyük Ankara veya Dedeman otellerini beklemedim. Tam iki ay öncesinden bir basın toplantısı ile adaylığımı açıkladım. Bundan 4-5 gün sonra Baykal kurultayı Ramazan ayının öncesine alarak benim fiili propaganda sürecimi yarı yarıya kısaltmış oldu. Bu farklı yöntemi benden sonra Mustafa Sarıgül, Muharrem İnce, Mustafa Balbay gibi isimler aynen kullandılar. Çünkü mühim olan yeni adayın neler yapmak istediğini açıklama fırsatı bulabilmesiydi.
Bir perşembe akşamüstü, o kurultaydan bir hafta önce, 16 Ekim 2003 günü yine bir yurt gezisinden İstanbul’a dönerken, Hürriyet yazarı Yalçın Bayer’den öğrendiğim “müjdeli” habere göre, CHP’li adayların tüzük maddesi değiştirerek, %5 değil %20 delege genel toplam üzerinden imzası ile yarışa resmi olarak aday olabilecekleri bir değişikliğe gidilmesi istenecekti. Ama işin daha da akıl almaz bir yönü vardı: Hedef, bu değişikliği kurultayın ilk günü kabul ettirip, orada devlet katında Asliye Hukuk Mahkemesi tarafından onaylanmadan “maç bittikten sonra” kaideleri toptan değiştirerek uygulamaya koymak olduğu söyleniyordu. Ayrıca ek olarak, bu imzaların sahada değil, divan önünde kurultay salonunda atılması istenecekti. Bu teklif, CHP’yi hiçbir partide görülmeyen bir “eli çabukluk ve uyanıklıkla”, demokrasi ile hiçbir ilişkisi olmayan bir dayatmaya taşımış olacaktı. Ertesi gün Ankara’da bir basın toplantısı daha düzenleyerek, böyle bir değişikliğe tenezzül ederek, CHP’de başkanlık yarışını hokus-pokusla neredeyse imkansız hale getirenlerin bundan böyle ömür boyu “demokrasi” ve “hukuk devleti” kelimelerini ağızlarına alamayacaklarını anlattım. Tabii ki daha da ağır cümleler vardı bu ikazlar arasında. Mesela “Ben CHP Genel Başkanı olsam ve rakiplerimi ekarte etmek için bu tüzük darbesine tenezzül etsem, tam 10 yıl evden çıkamam, sonra da iç hesaplaşmamı bitiremeyip intihar ederdim” gibi.

O BAHTSIZ PERŞEMBE GÜNÜ KURULTAY’DA YAŞANANLAR
Ertesi sabah 23 Ekim 2003 Perşembe sabahı kurultay başladıktan sonra, gerçekten de bu yüz kızartıcı tüzük değişikliği teklif edildi ve oylamaya sunuldu. Salonda “kabul edenler”, “etmeyenler” oylandığında, her olanak en az %10-15 farkla “kabul etmeyenler” çoğunluktaydı ve salonda bu dayatmalara karşı sıkışmış gaz gibi bekleyen demokrat güçler tam bir enerji patlaması ve alkış tufanı ile bu delege zaferini kutlamaya başladılar. Kabus böylece aşılmış oluyordu… ki, o da ne? Kurultay Divan Başkanı Abdullah Emre İleri ‘aradaki farkın sayılamayacak kadar “az” olduğunu (!) iddia edip, belli ki önceden hazırladıkları akıl almaz bir kararla 7-8 saat sürecek bir operasyona girişeceklerini orada ilan ediverdi. Bu sefer tenezzül ettikleri yöntem, 1350 civarında kurultay delegesinin oyu, sırayla divan başkanı tarafından adı okunup sorulacaktı. Dünya tarihinde, CHP tarihinde, kurultaya zorla eklenmiş bir tüzük değişikliği oylamasının, 8 saat süren akıl almaz “açık oy” haline dönüşmesi görülmüş duyulmuş bir rezalet değildi. Baykal ve politbürosu, resmen tüm delegelere “Bizimle misiniz, ‘karşı taraf’ mısınız?” sorusunu sormuş oluyordu. Ama Divan Başkanı bunu daha da ileri taşıdı: “oh Sayın Bursa delegemiz Sayın X Bey, bakın Sn. Baykal ve Sn. Eşref Erdem sizleri izliyorlar, nedir yanıtınız bakalım?” şeklinde, her delege resmen yem gibi aslanlara atıp, sanki politbüronun sorgu odasında ışıklar altında yalnız kalmış gibi, manevi taciz ve işkenceye alınıyordu.
2003 kadrosundan, yalnız 18 cesur milletvekili mertçe “hayır” diyebildiler. Diğerleri maalesef utanç duvarının altına girdiler. Siz o faşist baskının sonucuna bakın: Özgürce kalkan ellerde çıkan “hayır” çoğunluğu, Divan Başkanı’nın “tam anlaşılmadı” saçmalığı, 8 saatlik kişisel sorgu dayatması… Ve sonuçta Genel Merkez 924-265 gibi bir farkla bu tüzük değişikliğini seçiyor. Ey faşizm, sen nelere kadirsin! Delegelerin özgür iradesi o arada nereye uçmuş gitmiş, varın siz düşünün korku ve baskıyı! Tüm bu olayı, perde arkası, öncesi, sonrası, açtığım davalar, her şey fazlasıyla “Korku İmparatorluğu” kitabımda var. İşte o andan itibaren dilimize yerleşen bu deyim, o günlerden yadigâr!

GELELİM BUGÜNLERE…
2010 yılında, CHP Gençlik Kolları’ndan Arif Tuna Eryılmaz, Devran Mustafa Yörükçü ve başta Yekta Güngör Özden, İhsan Yalçın ve birçok partili ile yürüttüğüm “Demokratik Devrim Tüzüğü” çalışması, partiye tam demokrasiye dayanan ideal bir tüzük getirmeye çalıştı.
Bu makalenin konusu değil ama CHP, o tüzükteki 3 ayda uygulanması gereken toplu devrimleri, 8 yıldır, 2-3 yılda bir, bir bölümünü yaşama geçirerek ne idüğü belirsiz bir gri tabakaya dönüştürüyor. Bunlar ayrı bir makale konusu. Ama gelelim bizi ilgilendiren “Genel Başkan Adayları” ile ilgili bölüme: Kılıçdaroğlu döneminde 2012’de yapılan yeni tüzük değişiklikleriyle, %20 utancının, yarısı giderilerek %10’a düşürülüyor (%5’e değil). Divanda imza alma utancı kaldırılıyor. Ama işin esas yanlışlığına dokunulmuyor, hem de Tüzük Kurultayı’nda kürsüden yaptığım ısrarlı ve detaylı tüm izahatlara rağmen: bir adaya imza veren delege, başka bir adaya imza veremiyor. Hâlbuki 2003 utanç kurultayından önce, aynı delege birden fazla adaya imza verebiliyordu ve kimseye bunun hakkında yapılan bir baskı yoktu. Yani mesela bir Yozgat delegesi bugünkü 4 adaya bakarak, “Ben bu adaylardan 2’sine veya 4’üne imza veriyorum, çünkü şu, şu, şu arkadaşların parti için ne önereceklerini dinlemek istiyorum, ona göre de oyumu seçtiğime atacağım.”
İşte bu durumu değiştirmedi, Kılıçdaroğlu yönetimi. Halbuki ana sorun buydu.

BU DAYATMANIN GETİRDİĞİ İKİ BÜYÜK YAKIŞIKSIZ NEGATİF SONUÇ
HUKUKSUZLUK: Tüzük Kurultayı’nda yaptığım uzun konuşmada da açıkça belirtiğim gibi, tüzüğümüzün en temel maddelerine göre “CHP Genel Başkanı gizli oy, açık tasnif” yöntemine göre seçilir. Halbuki bugüne kadar ulaşan “ucube” sisteme göre, bir genel başkan adayı için alınan destek resmi imzaları, başkasına da verilemediği için açıkça “oy” haline dönüşüyorlar. İşte bu şekilde “gizli oy” ilkesi tecavüze uğramış oluyor. CHP tüzüğü, demokratik mantık açısından beraber yürümesi mümkün olmayan bir çelişkiler yumağı haline geliyor. Başkanlık seçiminin tarafsızlığı, saydamlığı, açık kürsü hassasiyeti, netliği, hepsi güme gidiyor!
 
ANTİ- DEMOKRASİ: Size tarihsel kökenini aktardığımız bu küçük ve büyük felaketler sonucunda, CHP kurultayları, artık 4-5 adayı açıklık ve demokratik rekabet ortamında dinleyemiyor. Ayrıca özellikle şark kültürünün yadigarı olan çelişkili “demokratik biat kültürü” (!) nedeniyle, delegeler bu anti-demokratik ortamda “biz şu, şu, şu adayları da dinlemek istiyoruz” şeklinde bir çıkış yapmaya kalksalar, hemen “Genel Başkan’a karşı” olarak fişleniyor. Bu da Genel Merkez’e gerek örgütün il-ilçe başkanlarını ve milletvekili-belediye başkanı atamalarında, kim ne derse desin, hala son derece ağır bir ortam getiriyor. Delegelerin çoğu bu şekilde mimlenmiş olmak istemiyor. Dolayısıyla ortaya çıkan adaylar konuşamaz duruma düşürülmüş oluyor. Bir genel merkezin, genel başkanın var olan statüko gücünü bu şekilde kurultayın iradesine, başkan ve PM seçimine taşınması, itiraf edeyim ki övünülecek bir şey değil, tam tersine çok üzücü bir sendrom.

GELELİM BU KURULTAYA!
SEVGİLİ DELEGELER DEMOKRASİDEN KORKMAYIN! TÜM ADAYLARI KONUŞTURUN!
Yarın son bir gayretle, Ümit Kocasakal ve Ömer Faruk Eminağaoğlu da aday olabilmek için gerekli 127 delege imzasına ulaşmaya çalışacaklar. Şimdi benim çağrım, tüm CHP delegelerine: “lütfen CHP’ye yakışan şekilde cesur olun, mert olun ve her adayın konuşmasını sağlayacak imzaları aranızda anlaşıp dağıtın, verin; CHP’ye bu yakışır. Tüzüğün bu çelişkili ve yakışıksız durumu hala sürerken, demokrasiyi bu ortamın kurbanı haline getirmeyin. İsterseniz hepiniz Kılıçdaroğlu’nu destekleyin. Bu özgür iradenize kimse müdahale edemez, herkes saygı duymaya mecburdur. Ama korkmadan herkese söz verin, herkesi dinleyin. Sözlerden, eleştirilerden korkmayın. Atatürk kendi döneminde, demokrasiye “açık münakaşa” adını veriyordu öz Türkçe’de, bu en sevdiği deyimlerden biriydi. İşte sizler de şimdi bu açık yürekliliğin, bu şeffaflığın sorumluluğunu taşıyorsunuz. Bırakın, Genel Başkan Kılıçdaroğlu ve gerekli imzayı toplamış Muharrem İnce’nin dışında, Ümit Kocasakal ve Ömer Faruk Eminağaoğlu’da konuşsun. Bırakın Türkiye konuşsun. CHP Türkiye’ye, kendi delegeleri üzerinden demokrasi dersi versin! Delegasyonlar aralarında toplanıp, özgür iradeyle “dinleme hakkı” adına imzalarını bilinçli olarak paylaştırıp, kürsüyü açsınlar. Demokrasi getirmiş, Cumhuriyet’i kurmuş CHP, Türkiye’ye partiye yakışanı yapsın! Ve tabii ardından da, bu 2003 felaketi yadigarı çelişki yumağı illegal tüzüğü değiştirin!
Sevgili okuyucular, yöntemi tartışmaktan, kamuoyunun CHP Kurultayı’nda beklediği esas konulara girmedik. Sarsılmaz Atatürkçü yörünge, 2019 öncesi kararlı strateji ve tüm partinin arkasında duracağı sağlam aday, tam demokrasi ritminde çalışan özgüvenli kadınlar… Ve delegeden yetkiyi almış olan İnce’nin umarım bu sefer geçmiş hatalarını tekrarlamadan Kurultay’ı gerçekten ateşleyebilmesi! Tüm bunlar ve kurultay değerlendirmem, haftaya...