25 Mayıs 2017 Perşembe

BİRİNDE AVRUPA ŞAMPİYONU, DİĞERİNDE AVRUPA SONUNCUSU! | Bedri Baykam | 24.05.2017


AVRUPANIN ZİRVESİ VE DİBİ YANYANA!
Normal bir ülke olsaydık, bu hafta Fenerbahçe’nin onca dert arasında ülkeye bayram
yaşatan büyük zaferini içine hiçbir şey karıştırmadan detaylarıyla anlatırdım. Fenerbahçe, Avrupa’nın en iyi basketbol takımı. O kadar iyi ki, yarı finalde ünlü Real Madrid veya finalde Olympiakos, maçın hiçbir devresinde Fenerbahçe’ye yaklaşamadılar. Maçı heyecanlı, nefes kesen bir aşamaya taşıyamadılar. Son üç yıldaki performansıyla, Fenerbahçe artık basketin Barcelona’sı, Manchester United’ı, Bayern’i oldu. Fenerbahçe sayesinde dünya bu hafta Türkiye’yi, İstanbul’u, bizi konuştu!
Ama biz, bu yıl, örneğin bu başarı 2001 yılında yaşansa alabileceğimiz prestij getirisinin belki yalnız üçte birini almış oluyoruz. Şu anda işin fazla farkında değiliz belki ama takımın geldiği nokta dünyaya parmak ısırtacak seviyede. Gelelim madalyonun diğer yüzüne: Avrupa basket şampiyonunun ülkesi, insan hakları, ifade özgürlüğü ve demokrasi açısından Avrupa’nın en dibinde yer alıyor. Baskette nasıl zirvedeysek, bu saydığım insani haklar kriterlerinde Avrupa sonuncusuyuz! Ne yazık ki bir abartı yok bu satırlarımda. Yalnız bunu sizlere hatırlatırken içim kan ağlıyor.

BEN ESKİ TÜRKİYECİYİM!
Baştan söyleyeyim: Ben eski Türkiye denilen o güzelim dünyanın ürünü ve savunucusuyum. İsteyen Fenerbahçeli bana kızabilir. Galatasaray Euro Cup’ı veya UEFA’yı kazandığında, ben keyiften dört köşe olmuşumdur. Sarı lacivertli basın arkadaşlarımla sürtüşme pahasına! Bu nedenlerle örneğin Galatasaray koçu Ergin Ataman’ın geçen hafta sonundaki müthiş maçları Fenerbahçe seyircisi ile beraber izlemesi beni çok mutlu etti! Kendisini arayıp bu tavrı ve Fenerbahçe’ye verdiği destek için teşekkür ettim. Buradan bu medeni ortamı sağlayan sarı lacivertli seyircilere ve yöneticilere de teşekkür ediyorum.
Ben o eski Türk filmlerini izleyerek o temiz insan ilişkileri ve namuslu siyasi ortamı ekrandan içime çekmeye çalışırım. Bazen Galata Köprüsü veya Karaköy’de arabalara bakarım, acaba o sahnenin içinden tesadüfen rahmetli babacığımın arabası geçiyor mu diye... Bu nedenlerle Fenerbahçe’nin o müthiş zaferi, dev başarısı beni başka türlü mutlu etti. 1-2 milyar civarında insan bu maçı izledi. Bunun Türkiye’ye kazandırdığı prestij, imaj, tanıtım gücü ve turist çekme kapasitesini düşünebiliyor musunuz? Ben diyeyim olağandışı, siz deyin olağanüstü! Final Four hafta sonu hakkında Fenerbahçe’ye getirebileceğim tek eleştiri var: Ne tribünlerdeki binlerce insan, ne televizyonlarda maçı izleyen yüz milyonlarca sporsever, ayırdıkları zaman-para karşılığında umdukları heyecanı ne yazık ki bulamadılar. Çünkü sarı lacivertliler, net şekilde her iki rakibi de yanı başlarına hiç yaklaştırmadılar. Bu kadarı da olmaz! Ben hep söylerim ve bu sütunda da geçen seneki Berlin Final Four maçları hakkında yazarken de aynı tanımlamayı kullanmıştım: “Basketbol, insan sağlığı için yarattığı aşırı heyecandan dolayı SON DERECE ZARARLI bir spor!” Herhalde aksini iddia edecek yoktur aranızda. İşte bu düşünceyi iptal etti sarı lacivertliler. Neredeyse güle oynaya yendiler dev rakiplerini! (Bu kadar latife-şımarıklık hakkımız da olsun, izninizle).

ŞU ACIKLI DURUMUMUZDAN İNSAN MANZARALARI:
Ben bu satırları yazarken, Semih Özakça ve Nuriye Gülmen uzun süredir ölüm orucunda olan akademisyenlerdi. Dün öğreniyoruz ki, tutuklanmışlar! Yani o ölüm orucunu durdurmak için, ülkenin bakanları, başbakanı gidip onlarla görüşüp bu eyleme son vermelerini rica etmiyorlar. Ülkenin polisi bu akademisyenlere destek olan gençlere, aydınlara en sert şekilde meydan dayağı atıyor! Polisler annelerin üzerine basıp yerde tutuyorlar veya gözaltına alınmış insanların bulunduğu arabanın içine gaz sıkabiliyorlar! Bu da yetmiyor, ülkenin aydınları, gazetecileri, akademisyenleri, Özakça ve Gülmen için ayağa kalkmışken, sanki onlara ve önce Avrupa’ya ve tüm dünyaya gözdağı vermek istercesine, ölüm oruçlarının 75. gününde haklarında silahlı terör örgütü üyeliğinden tutuklama kararı verilebiliyor. Konumuz bu kararın Avrupa’daki yankıları değil, bizim insanlıkla olan bağlarımız! Yarın bir ölüm yaşanırsa, bunun bedelini kim ödeyecek?

19 MAYIS ENGEL ATLAMA (!) YARIŞLARI
19 Mayıs kutlamaları hiç kimseyi ikna etmeyen sebeplerle yurdun birçok yerinde iptal edildi, engellendi ve Erdoğan’a geçit vermeyen halkın yarısı bu şekilde yine cezalandırıldı.
Daha önce de “genç çocuklar bu kutlamalarda üşüyorlar” veya “bu kutlamalar yüzünden ders çalışamıyorlar” gibi sudan sebeplerle engellenen 19 Mayıs, bu sefer sözde terör korkusu ile iptallerin konusu oldu! Bu da yetmedi, Beşiktaş Belediyesi’nin kutlamaları iptal ederken takındığı tavır ve yaptığı eleştiriler, hemen başka bir soruşturma konusu olarak öne sürüldü, farklı bir ceza olasılığı kapıya dayandı! Ülkenin kimi noktalarında vatandaşlar konu Atatürk olunca yasak masak dinlemeden üzerlerine düşeni yaptılar. Bazı yerlerde de eline balta geçiren bazı alçaklar Atatürk heykellerine saldırırken, halktan dayak yediler.
SÖZCÜ’DEN FETÖCÜLÜK ÜRETMEK!
Aynı 19 Mayıs gününde ülkenin göbekten muhalefet yapan gazetesi Sözcü, bir operasyonun hedefi oldu. Bildiğiniz gibi ben bu satırları yazarken Sözcü Gazetesi’nden Mediha Olgun ve Gökmen Ulu hala gözaltında, gazetenin sahibi Burak Akbay da firari kabul ediliyor. Sözcü’yü FETÖ terör örgütüne bağlanmak için o kadar abartılı bir saldırı denemesi yaratıyor ki, iktidar yanlılığı ile tanınan Akif Beki veya Nagehan Alçı gibi yazarlar bile duruma isyan ederek bu tavırların ancak FETÖ’ye yarayacağını vurguluyorlar. Buyurun bakın Nagehan Alçı neler kaleme almış:
Ergenekon ve Balyoz davalarında yaşanan sürecin bir benzerinin gerçek ve emsalsiz bir terör şebekesi olan Fetullahçı terör örgütüne dair davalarda da tekrarlanma ihtimali beni çok rahatsız ediyor. O yüzden, FETÖ ile ilgilenen tüm savcıların ve hâkimlerin çok özenli ve dikkatli olması lazım. Bize yargısal aktivistler değil, gerçek hukukçular lazım! Bu ülkenin gerçek hukukçu savcı ve hâkimlere ihtiyacı var demiştim (…) FETÖ dava süreçlerinin temelsiz iddianameler ve alakasız kişiler için tutukluluğun rutin hale geldiği uygulamalarla ilerlemesi FETÖ'nün ekmeğine yağ sürmekten başka işe yaramıyor. Mesela Fetullah Gülen bir süredir özellikle Cumhuriyet gazetesi davasını, oradaki tutuklamaları ve davalardaki diğer tutarsızlıkları yurt dışında sürekli örgütü lehine, Türkiye aleyhine propaganda amaçlı kullanıyor” diye ifade etmiştim ki… Birkaç gün önce Sözcü gazetesine FETÖ gerekçesiyle operasyon geldi ve gözaltı kararları çıktı. Çok çok yazık! Yine gerçek anlamıyla, büyük harfle HUKUK ve ADALET değil, yargısal aktivizm galip geldi. Maalesef bu operasyon da Fetullah Gülen'in ekmeğine yağ sürmekten başka hiçbir işe yaramayacak. Gülen, kendi yönettiği korkunç suç örgütünü kamufle etmek için Türkiye'de yaşanan her abukluğu büyütmeyi çok iyi beceriyor.” 
Burada ilginç bir şekilde yaşanan, daha düne kadar FETÖcülerin Atatürkçülere karşı kumpas hazırlarken kullandıkları yöntemler, aynı kelimelerle bu sefer iktidarın yargı ve polis içinde yer alan iç örgütü tarafından yine solculara, sosyalistlere, muhaliflere, kimi Atatürkçülere karşı kullanılıyor; yine kes-yapıştırla gerçekleşen bu fezleke metinleri, en katı Erdoğancıları bile ikna edemezken, gerçekten de yarattıkları güvensizlik ve kargaşa, en çok FETÖye ve FETÖcülere yarıyor! Böylece FETÖcülerle en çok davası olan, aleyhlerine en çok manşet atan gazete, “FETÖcülere dolaylı destek veriyor” şeklinde bir saldırının merkezi yapılırken, bildiğiniz gibi her gün onları övmek için sabahtan akşama yayın yapmış yandaş gazeteciler veya durmaksızın göz yaşartıcı sözlerle FETÖyü övmüş siyasiler, hala baş tacı yapılabiliyor. Bu ülkenin adı yeni Türkiye!
Bu arada dilimizi yabancı kelimelerden arındırmak faaliyetleri çerçevesinde (!), malum bir yaşam tarzı saldırısı da inceden inceye yeniden tezgahlanıyor! Yarından tezi yok, ülkemizde kafeler kafeteryalar, diskotekler “illa Türkçe kelime kullanacaksınız” diye belediye zabıtalarının hışmına uğrayabilirler! Mesela öğreniyoruz ki, “kafe”, esasında “kıraathane”ymiş! Tabii insanın aklına gelmiyor değil, bu sarsılmaz Türkçe kelime aşkı, din konusu gündeme geldiğinde de hatırlanacak mı acaba?
(Bu arada unutmayalım ki bu saydığım anti-demokratik tutumlar ve insan hakları ihlalleri, yalnız geçen haftadan önümüze düşen taze konular. Diğerleri için lütfen örneğin ODATV’nin geçmiş yayınlarını haberler ve yazarları ile okuyunuz)
Erdoğan yeni referandumun ardından geçen hafta tekrar AKP Genel Başkanı seçildikten sonra verdiği demeçlerde, yine balkon konuşmaları üslubunda birleştirici ve kucaklayıcı cümleler kullanmıştı! Bunların topluma yansıyan izdüşümleri ise şimdilik ne yazık ki yukarıda tarif ettiğimiz gibi...

Karar sizlerin sevgili okurlar... Ülkemizin aynı anda baskette Avrupa şampiyonu ve demokraside Avrupa sonuncusu olduğu, bence çok net... Yalnız Bogdanovic ve Dixon’un 3’lük basketleri ile değil, demokrasi katmanlarımızla da, güçler ayrılıklarımızla da övünebilmek dileğiyle...              

17 Mayıs 2017 Çarşamba

AKP’YI BİLİYORUZ: PEKİ YA MUHALİFLERİN DURUMU? | Bedri Baykam |16.05.2017

AKP ve Erdoğan, KHK’larla, kendi atamalarının keyfi baskı ve yasaklarıyla Türkiye’yi kafasına göre yönetmeye devam ediyor. Artık her sabah “bakalım bugün neler yasaklandı” diye televizyon veya gazeteleri açar hale geldik! Yok Antalya’da alkol yasağı (yoksa ayrı bir eyalet mi sandı Vali Bey?), yok evlilik-arkadaşlık programı yasağı, yok hakları ellerinden alınan akademisyenler... bir sele kapıldık gidiyoruz. Mühürsüz seçimi de biliyoruz, atanan AKP’li hakimleri de, seçimlerde sonuna kadar kullanılan devlet imkanları ve polis şiddetini de, yıllardır adım adım yok edilen güçler ayrılığını da, geçmiş skandalları da biliyoruz, keyfi olarak kapatılan Twitter ve Wikipedia’yı da biliyoruz, her şeyi biliyoruz ve şikayet ediyoruz! İyi de, bizim kesimin biriken büyük hataları neler? 30 yıldır biz hangi hataları yaptık da bu utanılası günlere kadar geriledik? İster kabul edin ister etmeyin, bugün sizi bu dökümlerle yüzleştireceğim... Lütfen dinlemeye hazır ve açık olun. Elimden geldiği kadar da 1980 sonrasını esas alarak kronolojik ilerleyeceğim. Sözüm meclisten içeri mi dışarı mı, seslendiğim “siz” kim, siz onları iyi bilirsiniz...
--Önce 1980’lere dönelim: Darbeden sonra siyasetten korktunuz. Çocuklarınıza “aman siyasetten uzak dur” diye fetva verdiniz, kendiniz de çoğunlukla siyasete girmek istemediniz. Apolitik tavrınız yetmiyormuş gibi ülkenin nereye sürüklenmek istediğini gören Atatürkçü gençlere ve gençlik dergilerine maddi-manevi yardım etmediniz, destek olmadınız. Böylece meydanın en istenmeyen unsurlarla dolup taşmasına seyirci kaldınız.
--Aynı dönemde Özalizm’in siyasal ve sosyal altyapıya yaptığı çağdışı dolguları, islami finans veya her telden alakasız yeni kurum ve kavramların sistemimize sokuşturulmasını tepkisizce izlediniz. Hiçbir şeye itiraz etmediniz ve bozuk düzenden nasibinizi almakla yetindiniz.
--Evdeki hesap her zaman çarşıya uymaz. 1987 referandumunda %50,16 ile yasaklar kalktı. Evet oyu verirken “Demokrasiye hizmet ediyorum” sandınız, halbuki Ecevit’in solun iki yakasını bir araya getirmemeye kararlı olduğu gün gibi ortadaydı. O referandumdan sonra tekrar resmi olarak siyasete dönen Ecevit, Türkiye’de solun merkezden buharlaşıp dağılmasına neden oldu. Cumhuriyet’in ipinin çekilmesi o referandum sonucu ile başladı.
--90’ların başından itibaren içimizdeki sözde aydınlar, merkez medyada türban demagojisine en başından kolayca kandılar ve sizler de onlardan etkilendiniz. “Bırakın herkes istediği gibi giyinsin” diyenlere kandınız ama birçok resmi ortamdan, mini etek-dekolte, gösteri sanatlarından ve sokaktan -örneğin- alkol ve erotizmin yok edilmesine seyirci kaldınız. Demokrasi=Türban söylemine dönüştü.
--Tüm o süreçte Ecevit’i hala mavi gömlekli halk lideri sandınız. Tarikatlarla ilişkileri, solu bölmesi ve en ağır suçu olan, sayesinde milletvekili ve kurucu meclis üyesi olduğu 27 Mayıs devrimini aşağılaması ve tüm kredilerinin yok edilmesini hiç sorgulamadan onayladınız. Sözde aydınlarınızın da düşüncesiz katkılarıyla, 27 Mayıs ve 12 Eylül’ü aynı sepete attınız. Bu tarihsel yorum gafının size nelere mal olduğunu hala çözemediniz!
--Kürt sorunu kavramını, sorgulamadan demokrasinin temel verisi olarak kabul ettiniz. Olayın felsefi ve siyasal temel içeriğinin çelişkilerini ve mantıksızlığını gündeme getirmediniz, Cumhuriyet’e olan güvenin her noktada aşınmasına neden oldunuz.
--Başta SHP olmak üzere, sol partiler 1989-1990 süreci içinde Özal’ın tuzağına düşerek artık hiçbir teorik tehlike bile teşkil etmeyen komünizm propagandasını engelleyen 141 ve 142. maddelerle beraber Türk Ceza Kanunu’ndan şeriatçılık propagandasını yasaklayan 163. maddenin kaldırılmasını kabul ederken onları alkışladınız. Böylece bugünkü teröristlerin neredeyse tamamını yetiştiren dinci oluşumların yıkıcı yuvaları korumaya alınmış oldu. Yani onların hiçbirinin bir daha IŞİD saldırısı nedeniyle yas tutma hakları pek yok. Olsa olsa gidip günah çıkartabilirler.
--1994 belediye seçimlerinde Taban Operasyonu olarak yaptığımız tüm ısrarlı ikazlar ve basın toplantılarına rağmen CHP, SHP ve DSP liderleri ne birleştiler ne ortak aday çıkardılar ne de alan paylaşımı yaptılar. Onların bu akıl almaz katkısıyla Recep Tayyip Erdoğan ve Melih Gökçek efsaneleri başlamış oldu. Hem de yüzde yarım gibi oy farklarıyla! Bu intiharın liderleri hiçbir şey olmamış gibi partilerinin başında kaldılar!
--1997 yılında 28 Şubat kararları Erbakan ve takım arkadaşlarının Cumhuriyet’e ve Atatürk’e karşı sürdürdükleri açık saldırıyı durdurduktan sonra yine mağduriyet senaryolarına kandınız ve 28 Şubat’ın neden yaşandığının dökümünü hafızanızda yok ettiniz. Demokrasinin açık düşmanlarını savunmayı demokrasi olarak gördünüz. Sonuç: Düşünsel olarak Siyasal İslam’ı güçlendirdiniz, Milli Güvenlik Kurulu ve orduyu haksız yere yıprattınız.
--Demokratik kitle örgütleri olarak, yaşananlar en ağır gerçekleriyle ortada olmasına rağmen durmadan “biz her partiye eşit mesafedeyiz” söyleminde ısrar ettiniz, karşı taraf kendi partisini güçlendirirken ve ayakta tutarken siz tam tersine durmadan CHP’yi eleştirdiniz. Hem de bunlar çoğunlukla yapıcı değil, dışlayıcı eleştirilerdi. Yani doğal eleştiri hakkınızı kullanmanın çok ötesinde, neredeyse CHP’ye karşı kampanya yürüttünüz. Böylece siyasal matematikte durmadan kendi sepetinizi zayıflattınız.
--Medya patronlarının büyük gazeteleri, Cumhuriyetçi ve Atatürkçü değerlere sahip çıkacaklarına eksantrik dinci, Kürtçü, anti-Kemalist fikirlere kaydılar ve bu patronlar hoşgörü ötesinde bu marjinal fikirleri sahiplenip onları merkeze çektiler, gerçek merkez boşaldı.
--Bu süreçte yeni kuşak, sürekli olarak resmi ideoloji diye aşağılanan, Kemalizm ve Cumhuriyet değerleri ile alay edilen, “cumhuriyetçi teyzelerle” dalga geçilen sahte bir entel kalemşörler dizisiyle tanıştı.
-- İster eski ister genç kuşak olsun, sosyalistler binde üç oy alan marjinal partilerde ısrar ettiler ve Beyoğlu’nda, Beşiktaş’ta fotokopiler dağıtarak zaman öldürdüler. Sosyalizm anlamsız bir zaman kaybına dönüşüp reel politikada hiçbir şekilde yerini alamadı; tam tersine Atatürkçü değerlerin yıpratılmasında ciddi bir rol oynadı. Onlar da farkında olmadan Cumhuriyet düşmanlarının ekmeğine yağ sürdüler.
--Ne Baykal ne de Kılıçdaroğlu döneminde halkın yakından tanıdığı yargı insanlarını, gazetecileri, demokratik kitle örgütü temsilcilerini, sanatçı ve yazarları parlamentoya kazandırmadınız. İlginç bir ısrarla onları dışladınız. Halk katmanlarının güvenini kazanacak sivil önderleri yok saydınız.
--2002 seçimlerinden önce utanç verici %10 barajını düşürmediniz, kendi kazdığınız kuyuya düştünüz. AKP’nin oyların üçte birini alarak parlamentonun üçte ikisini ele geçirmesine sebep oldunuz.
--CHP olarak RTE’yi 2003’te zorla parlamentoya sokarak milletvekili olması yolunu açtınız, “İki-üç ay bile başbakan kalamaz” teziniz çürüdü gitti, hem de ne geri dönülmez maliyetlerle!
--2003’te CHP Kurultayı’nda, Baykal ekibinin seçime iki saat kala tüzüğü değiştirip onaylatmadan yürürlüğe koymasını muhalefet milletvekilleri olarak onayladınız ve seyrettiniz. Diğer Genel Başkan adaylarının bu şekilde safdışı bırakılmasını olağan karşıladınız (!). Bunun nasıl ağır bir utanç verici fatura olduğunu görmezden geldiniz. Bugün yıllar sonra “maç sürerken kaide değişir mi?” dediğinizde, partinin hiçbir inandırıcılığı olmadığını fark edemiyorsunuz. Bu ülkenin televizyon ve gazetecileri olarak, bu çelişki ve tutarsızlığı Baykal’la yapılan onca televizyon programı ve röportajda sormaya bile cesaret edemediniz! Muhalif halk kesimleri olarak da bu hukuksuzluğu tepkisizce seyrettiniz, hiçbir empati kurmadınız.
--Türk medyası olarak, AKP iktidara geçtikten sonra sustunuz, korktunuz ve yaptığınız diğer iş alanlarına zarar gelmesin diye yapılan demokrasi, laiklik ve hukuk ihlallerini çoğunlukla görmezden geldiniz, alttan aldınız.
--Cem Uzan’ın medya organlarına iktidarın saldırısı olduğunda, birçok muhalif “oh oldu” dedi ve bunun nasıl bir tehlikeli gidişatın habercisi olduğunu algılayamadı.
--Siyasal dinciliği, laik demokratik sistemin gerektirdiği noktaya geriletmek yerine, muhalif kanattan birçok yazar ve parti -başta CHP- dincilerden de oy alabilecekleri inancıyla tamamen farklı siyasetler izleyerek -aynen Erbakan’ı takip ederek- yok olan %50’lik merkez sağın hatalı yolundan gittiler. Kendi yaşam tarzlarını savunmaktan, propagandasını yapmaktan, kendi yaşam alanlarını korumaktan korktular. Kendi çağdaş yaşam tarzlarını, sanatı, edebiyatı, özgürlüğü savunmak yerine “biz de aslında dine yakınız” taktiğini gütmeye çalıştılar.
--CHP, 2010’da büyük bir sorumlulukla hazırlayıp sunduğumuz “Demokratik Tüzük Devrimi”ni uygulamadı, peyder pey beş-altı yıla yayarak bütün ilerici ve tetikleyici ruhunu yok ederek bu fırsatı harcadı.
--TSK, 2007 yılındaki Cumhuriyet mitinglerinin tüm getirilerini sıfırlamak istercesine, arkasında bile duramadığı 27 Nisan e-muhtırası saçmalığını devreye soktu. Bu saatli bomba elinde patladı, fatura sonunda neredeyse genelkurmayın telefonlarına bakan ere kaldı.
--TSK, Balyoz ve Ergenekon’a giden yolda adım adım kendi apoletlerini ve forsunu geri çekerek, neredeyse Nazlı Ilıcak ve Mehmet Barlas aleyhlerine yazı yazmasın, AB kendilerini eleştirmesin diye FETO ve AKP’ye toptan teslim oldu.
--Tüm bu süreçte medya ve patronları -yalnız yandaş kanallar da değil-, ciğeri beş para etmez insanlar bu ülkenin ordusunu darmadağın etmeye çalışırken bu linçi seyretti. Bu ülkenin kurucu kurumu olan ordu, zirveden yerin dibine doğru çekildi, yok edildi.
--CHP, toplumdan gelen tüm karizmatik genç lider tipolojisi taleplerine karşın, tam tersine koltuğa yapışan, halk ve seçmenleri ile ters düşen ve ancak örgütün biat etmesiyle ayakta kalabilen bir lider profiliyle hareket etmeyi tercih etti.
--Gençler ve halk kitleleri milyonlarla birlikte bir hareket başlatıp Gezi’yi dünyaya mal ettikten sonra, bunu siyasi bir güce çevirmek yerine “bizim liderimiz yok, lider istemiyoruz, siyasal parti de istemiyoruz, biz böyle duracağız işte” gibi demeçlerle nihilist-pasif bir yol seçtiklerini ısrarla bildirdiler ve sonuçta kendilerine tasfiye olmalarından başka hiçbir yol bırakmadılar! Erdoğan, onların bile pek farkında olmadığı sonuca ulaşması ulaşması imkansız “gücü” idrak ettiği an, Taksim’i basarak “hareketi” evine yolladı. Heyecanlı Türk gençliği Gezi’ye hiçbir güç kazandırmayan, adeta AKP’yi rahatlatan en mantıksız-hedefsiz şekilde hareket etti.
--Gezi Hareketi’ni, olay tüm sıcaklığı ile yaşanırken değerlendirmeyi aklına bile getiremeyen CHP için, diyelim ki o günlerde hafifletici nedenler vardı. Peki, ülke o büyük gençlik hareketi ve artçı şoklarının içinden geçtikten sonra, Türkiye’nin ana muhalefet partisi, Cumhurbaşkanı adayı olarak AKP mantığından gelen Ekmeleddin İhsanoğlu’nu seçtiği zaman, o toplumun, o halkın, o gençliğin artık somut bir umudu kalabilir miydi?
--Toplumda veya partide tek bir miting yapma arzusu oluşturamayan İhsanoğlu ortada dururken, halk ve kitle örgütlerinin öne sürdükleri aday olan Emine Ülker Tarhan için, başkanın bu abartılı hatasını izlemelerine rağmen, sözde en demokratik muhalefet partisi içinden imza verecek 20 yiğit milletvekili çıkamadı. Bu da CHP grubunun nasıl bir anti-demokratik baskı altında yaşadığının şaşırtıcı kanıtı oldu. Bu korkak-pasif tavır da RTE’nin önünü açtı!
--Aynen bundan önceki bütün diğer önemli seçimlerde olduğu gibi, bu hayati anayasa referandumunda bile milyonlarca oy kullanmayan vatandaş, ülkemizdeki bilinçsiz vatandaş tipolojisinin ne boyutlara varabildiğini bize göstermiş oldu. Bu sorumsuzluk, rejimin iflasını getirdi.
--Bu ülkenin Atatürkçü onca aydın ve genç isminin bu yolda şehit olduğu gerçeğine karşın, kimi tatlı su balıklarının hava kararıyor diye aynen 1980 öncesinde olduğu gibi, yurtdışına yerleşme çabaları da gözden kaçmıyor!

Burada saydığım gerekçeler, 30 yıl üstünden ancak bir makaleye sığabilecek kadarı seçilmiş bazı köşebaşı virajlar. Öyle yoğun bir siyasi ajandamız var ki, bunlar dışında siz veya diğer okurlar onlarca farklı ek yapabilirler! Ama yalnız bu maddelerden yola çıkarak da söylüyorum; sizin Tayyip Erdoğan veya AKP’ye kızma hakkınız var mı? Onlar görevlerini yapıyorlar! Demokrasiye inanmadıklarını zaten yola çıkarken söylediler. Şimdi sizler onların anti-demokratlığını büyük bir bulguymuş gibi afişe ettiğinizde belki kendinizi tatmin ediyorsunuz, ama siyasette bunun karşılığı yok. Sizlerin artık bu geçmiş ağır hatalardan yola çıkarak yenilerini yapmamak için, kendi kaderinizi değiştirmek için, geleceğinizi doğru çizmek için, bu duruma el koymanız gerekmektedir.


Bari bu saatten sonra tarihten ders almayı deneyin!                                                                           

12 Mayıs 2017 Cuma

CHP’NİN “İNFAZ” MERAKI VE MUHALİFLER, ADAYLAR | BEDRİ BAYKAM |10.05.2017


CHP, kim ne derse desin, Türkiye’de siyasi partiler arasında demokrasiyi yaşama geçirmeyi deneyen tek parti.
Açık konuşalım bugünkü sağ partilerde demokrasi zaten yok. MHP’ye ve AKP’ye bakarak bunu rahatça söyleyebilirsiniz. Sol partilerin de eskiden beri -mesela DSP- demokrasi konusunda sınıfta kaldığını biliyoruz. Sosyalist partilere gelince, o konuya hiç girmeyelim! Genel olarak işleyen bir demokrasi öncelikleri arasında yer almaz. Bunun yerine partilerin sürekli olarak isimleri değişir veya ikiye üçe bölünürler.

CHP, BU GENEL BAŞKAN SEÇİMİNDE, YAKIŞIKSIZ METODA NASIL GEÇMİŞTİ?
Kimse yadsıyamaz ki, dışarıdan fokurdayan kazan olarak nitelenen CHP aslında herkesin içinden gıpta ederek baktığı bir demokrasi yatağıdır ve bu ezelden beri böyledir. Fakat ne ilginçtir ki son 20 yıldır CHP içinde yaşanan fikir ayrılıkları, iktidar veya genel başkan arayışları hep sancılı geçer. Genel görünüm şudur: “Tanrım neden bu işler böyle? Evet teorik olarak demokrasiyi sevmem lazım ama ben de her Türk gibi aslında demokrasiyi sevmiyorum, severmiş gibi yapıyorum ve bu konuda makyajım her yerden sapır sapır dökülüyor”. CHP Genel Başkan seçimlerinin antidemokratik bir yapıya dönüşmesinin kritik virajı, 2003’te benim aday olduğum Kurultay’da yaşananlardı. Burada tekrar ediyorum, yine anlatıyorum: Benim sürdürdüğüm uzun kampanya ile ilk defa tanışan Baykal, (Benim 2003 adaylığımdan önce adaylar Baykal’a karşı son iki günde ortaya çıkarlardı) grupta yaptığı konuşmada “Bu nasıl bir tüzük! Bakın Erdoğan’a karşı kimse aday çıkarmıyor, bizde nasıl çıkabiliyorlar bu kadar kolayca, bu böyle mi kalacak?” diye parti içi demokrasinin alfabesinden şikayet edince, o yıl CHP tüzüğü kalıcı bir yara aldı. Seçime iki saat kala, adaylık için gerekli imza sayısı, %5’ten, %20’ye çıkarıldı. Daha da kötüsü, bu imzaların, Kurultay’da, divan önünde atılması şartı getirildi. Daha daha kötüsü, her delege, yalnız bir adaya imza verebiliyor hale geldi. Daha önce, bir delege, beğendiği birden fazla adaya imza verip her birinin projelerini adaylık konuşmalarında dinleyebiliyordu. İmza “oy” anlamına gelmiyordu. Halbuki şimdi her delege tek adaya imza verebildiği için, her imza “açık oy” haline dönüşüyor. Halbuki tüzüğe göre başkan seçimi gizli oy, açık tasnifle yapılıyor. 2003 tüzük iğfalinden beri ise artık o seçim açık oy, açık tasnif haline dönüşmüş durumda. Her imza ve her oy aynı anlama geliyor. CHP Kurultayı’nda 2,5-3 yıl önce, Kılıçdaroğlu döneminde yeni tüzük rötuşları devreye girdiğinde, bu ağır çelişkiyi teşhir eden kürsü konuşmamdan sonra, Atilla Sav eleştirileri kabul edip “ben de ikaz etmiştim zaten” diyebilmişti. Genel Başkan seçimi o günden beri iflah olmadı. Şimdi CHP’nin şikayet ettiği “maç sürerken kaideler değişir mi?” yaklaşımı, işte ilk o günlerde benim yorumlarımla gündeme geldi. Hatta ben o günlerde olup biteni şu sözlerle özetlemiştim: “Sırıkla atlamak için koşuyorsunuz, havaya yükseliyorsunuz, fakat siz havadayken birileri çıtayı o anda daha yükseğe çekip size hayatınızın kazığını atıyor!”.
Hatırlayın son kurultayları: Bir kere zar zor Muharrem İnce aday olabildi. Mustafa Balbay ve Umut Oran aday olamadılar. Evvelsi gün de Muharrem İnce yine adaylığı sorulduğunda kendisi açıkça “konumuz aday olmak değil, 130 imza alabilmektir” diyerek sıkıntıyı tekrar dile getirmiştir.

BAYKAL’DAN KILIÇDAROĞLU’NA, “TEK ADAM”LIK DEĞİŞTİ Mİ?
Peki neden CHP’de, gerek Baykal döneminde, gerek şimdi Kılıçdaroğlu döneminde aday olmak istemektedirler? Bu yalnız liderlik merakı ile açıklanabilir mi? Kesinlikle hayır! Maalesef CHP kendi demokratik devrimini tamamlayamamış, 2010 yılında somut olarak sunduğumuz Demokratik Tüzük Devrimi’ni hala içine sindirememiş bir parti konumundadır. Doğruyu söylemek gerekirse gerek kamuoyundan, gerek parti içinden hakkında sayısız şikayet gelen Baykal tek adamlığı, hiç beklenilmedik şekilde yerini Kılıçdaroğlu tek adamlığına terk etmiştir. Bu sözlerin abartılı olmadığını görmek için MYK’nın nasıl tek adam tarafından seçildiğini veya Ekmeleddin İhsanoğlu fiyaskosunun Kılıçdaroğlu tarafından nasıl CHP’nin resmi adayı haline bir saniyede dönüştürülebildiğini görmek yeterli olur. Kılıçdaroğlu’nun kırmızı listesine girmek istemeyen kurultay delegeleri, başkan adaylarına imza vermemiş veya Emine Ülker Tarhan’ın başkanlık adaylığı da, 20 milletvekilinin desteğini bulamamıştır. Bunun da ötesinde Kılıçdaroğlu, çekinmeden “konuşan öğrenciyi sınıftan, kopya çeken öğrenciyi okuldan atarım” diyen bir lise müdürüne benzemekten çekinmemiştir. CHP Genel Başkanı, bu tavrının ne kadar yıkıcı, yalnız parti için değil tüm seçmenler açısından ne kadar moral bozucu olduğunu görememiştir.

“İDAM İSTERÜK”ÇÜLER; “İNFAZ İSTERÜK”ÇÜLERE KARŞI!
“Bir-ikisini Taksim Meydanı’nda sallandıracaksın, bak sonra konuşabiliyorlar mı?” mantığını uygulamak istercesine, Fikri Sağlar’ın apar topar “kesin ihraç talebiyle” disipline verilmesi, Kılıçdaroğlu’nu partide iktidara taşıyan “parti içi demokrasi” umudu ve rüzgarının yok oluşunun kanıtıdır. Nasıl Aylin Nazlıaka sorununda yapıcı bir kriz masası kurulamamışsa, bu sefer de aynı acele ve infaz merakı, Sağlar için devreye girmiştir. Sonuçta Kılıçdaroğlu, kendisini Genel Başkan yapan vaatlerinin çok gerisinde kalmıştır. Belki bu “infaz” merakının bir nedeni de, Baykal krizi yaşanırken kendisini parti içi iktidara taşıyan güçlü isim Önder Sav’ı, makamına eriştiği saniyede harcamış olması yatmaktadır. “Beni bu noktaya taşıyan kimseye borçlu kalmak istemiyorum” un derin felsefesi...
Ne kadar acıdır ki, aynen “idam isterük” naraları atan AKP ve MHP’nin faşizme meraklı alt katmanları gibi, CHP içinde Başkan’a yaranmak isteyen sayısız isim de, bu terminatör tavra yeşil ışık yakabilmektedir. Partiler, kraldan fazla kralcılarla doludur. Parti içi muhaliflere karşı yürütülen sert politikaya karşı çıkan Baykal’da, “CHP, bu şekilde baskılarla yönetilemez” derken, kendi Politbürosu ile ne baskılar ve eksen kaydırmaları yaşattığını unutmuşa benzemektedir. Onun tek adamlığına son vermek üzere başkanlığa taşınan Kılıçdaroğlu, son yıllarda giderek sanki Baykal’ın kötü taraflarını alarak ona benzeme yolunda mesafe kat etmiştir.
Geçtiğimiz günlerde Baykal, Muharrem İnce, Fikri Sağlar grubuna eklenen Selin Sayek Böke de, birden dün sözcüsü olduğu partinin şimşeklerini üzerine çekebilmiştir. Aslında işin en acı tarafı, bu muhalif seslerin Saray ile ilişkide olduğunun iddia edilebilmesi, hemen olayda Erdoğan veya Amerika’ya kadar varabilecek komplo senaryolarının değişik üsluplar da, Başkan veya onun yakın adamları veya örgütteki sosyal medyacıları tarafından gündeme taşınabilmiş olmasıdır. Esas CHP’ye yakışmayan budur!  CHP’de üst yönetimden memnun olmayan lider adayları veya bazı grupların harekete geçmesi, parti içinde gayet doğal karşılanması gereken durumlardır. Öte yandan mesela İnce’nin, Saray ve benzeri iddialara karşı gayet anlaşılır sert tepkisi, Bülent Tezcan’a göre “partinin ihtiyacı olmayan” üsluplardır. Tabii Genel Merkez, aslında bu sert yanıtı tetikleyen kendi iddialarıyla yüzleşip esas o noktada partinin böyle abartılı bir polemiğe ihtiyacı olup olmadığını sorgulayarak, aynaya bakmalıdır.

HALK, CHP’YE YENİ, İKTİDARA OYNAYACAK, ATATÜRKÇÜ BİR LİDER ARIYOR
Benim bu sözlerime karşı çıkan okurlar veya CHP örgütü üyelerine çok somut bir ev ödevim var. Lütfen sokağa çıkın ve yürüyen insanlara, bakkallara, taksi şoförlerine, öğrencilere, sanatçılara şu soruyu sorun: “CHP’nin bir liderlik sorunu var mı?”. Size göre yoksa, emin olun ortaya çıkacak yanıtlara çok ama çooook şaşıracaksınız! Yani parti içinde “Başkan’dan ve birbirimizden ve izlediğimiz tüm siyasetlerden memnunuz” yorumlarını çekinmeden her yerde tekrarlayanların, acilen sokağa çıkıp gerçeklerle yüzleşmeleri lazımdır. Bu yüzleşme, koltuk koruyan örgüt üyeleriyle ve makam koruyan milletvekillerinin duruma olan yorumlarından çok farklı neticeleri taşır meydana.
CHP’de farklı bir üslupla halkı arkasına alıp ikna ederek pastayı genişletmek isteyen lider adayı, şu ortamda gerçekten büyük destek bulabilir. Çünkü ortada zaten bu yönde esen büyük bir rüzgâr var halk masaya yumruğunu sert vurabilen, azı laf yapan, güvenilir ve Atatürkçü bir lider istiyor. Öte yandan da kesinlikle partinin artık iç arayışlarının sosyal demokraside yeri olmayan faşist tavırlarla yok edilmesini de kabul etmiyor. Uzun lafın kısası: Kamuoyu dışarıdan CHP’yi, CHP’nin kendisini içeriden gördüğü gibi görmüyor! Ortada bir uçurum var! Hem de kocamannn!

MUHARREM İNCE’NİN ADAYLIĞI HAKKINDA
Muharrem İnce, ağzı laf yapan, halkın gözünde çıkışları prim yakalayan, nüktedan ve somut veya esprili örneklerle güzel konuşan bir siyasetçi. Ancak geçmiş hatalarından ders alıp almadığını bilmiyorum, henüz bu yönde bir tespitim olmadı. İnce hala kendi kadro hareketini güven verecek şekilde kuramıyor, yalnız adam görüntüsünden ileri gidemiyor ve CHP’li arkadaşlarla güven verecek bir ortaklık arayışı sürdüremiyor. Bu nedenle geçen sefer adaylığını sonuca ulaştıramadığı gibi, şu anda da parti içinde veya seçmenler düzeyinde, altı ok bağımlılarına güven vermekten uzak. Emin olun bunun nedenini ben de bilmiyorum. Tecrübesizlik desem, artık oraları aşmış olması lazım. Bunun önemini bilmiyor desem siyaseti bırakması lazım. Kimseyi ikna edemiyor desem, o zaman zaten geçmiş olsun, demek ki başkanlık karizması yok... Büyük ihtimalle bunların hiçbiri değil. Belki İnce, “kimseye ihtiyacım yok” gibi biraz aşılmış olması gereken ben merkezci egoya yenik düşüyor. Yoksa İnce birçok çıkışında haklı! Yedi yılda parti sözcülerinin ve genel başkan yardımcılarının sürekli değişmesi, laik kesimin yaşadığı özgüven eksikliği, bugünkü lider ve ekibinin, aynen Baykal örneğinde olduğu gibi yenilgilerden kendilerine hiçbir pay çıkarmamaları konularında tamamen haklı. Ama İnce’de en basit dayanışma hatları oluşturma güdüsü, stratejisi, çabası yok. Hatta sanki böyle bir konu yok İnce’nin kitabında! TV’lere, gazetelere çıkıp, şikayetleri güzel sözlerle toparlamanın her şeye yeterli olduğunu sanıyor. Burada ciddi ve ağır bir ikazı yapmaya mecburum: Geçmişte de, İnce aynı tavırla “Ben Kılıçdaroğlu’na karşı adayım” diye tek başına, kimselerle yan yana gelmeden, Parlamento içi ve dışından ekip oluşturmadan, tek bir ağaç gibi ortaya çıkmış, bir süre sonra da “olmuyor, ben vazgeçtim” şeklinde konuyu kapatıvermişti. O günlerde de yoğun şekilde eleştirdiğimiz bu yanlış tavır, başka adayların da çıkmasına mani olmuştu. Şimdi İnce’ye soruyorum: Sayın dostum, niyetiniz, bu sefer de bir heyecan dalgalanması yaratıp, başka adayların çıkışını durdurup, ardından çekilmek mi olacak, yoksa olayın gerektirdiği boyutlarda bir parti içi diyaloga ve yapılanmaya, gerçek bir Genel Başkan adayı gibi gidecek misiniz? Konu heyecan yaratmaksa, çok başarılısınız. Ama ya devamı?  Bu sorunun yanıtı, şu anda İnce’nin kanal kanal gezerek yapacağı televizyon sunumlarından çok daha önemlidir. Eğer aynı geri dönüş tavrını gösterecekse, adaylığını koymaması çok daha yerinde bir karar olacaktır.
Süren bu tartışmalarda, benim Kılıçdaroğlu’ndan gelen en önem verdiğim cümle, “Parti Genel Başkanı Cumhurbaşkanı olmamalı” açıklamasıdır. Gerçekten de, CHP %49-52, her neyse HAYIR oyu kullanan seçmen sayısı, onların hepsine hitap edecek aday ismi, normalde CHP Genel Başkanı olmamalıdır. Bu açıdan, bu konuda Kılıçdaroğlu ile aynı şeyi düşünüyorum. Geçen yazımda da Yılmaz Büyükerşen ve ilhan Kesici isimlerini bu nedenle gündeme taşımıştım. Yani CHP adayının durumu, Erdoğan-AKP ilişkisi durumundan çok farklı!

TOPARLARSAK:
Referandum sonrası CHP’nin o yoğun eleştiri alan ilk gece (ve ötesi) tepkisizliği, Kılıçdaroğlu’nun basının sorularına bile cevap vermeden mağlubiyeti ve oldu bittiye getirilerek dayatılan sonuçların ardından doğal akışta “atı alanın Üsküdar’ı geçmesi”, kamuoyunda ciddi bir tepki ve rahatsızlık yaratmıştır. Halktan gelen yoğun baskıların da arttırdığı muhalefet dozu ile oluşan tepkilerin ardından CHP yönetiminin sertleşmesi ve kendi içinde bir bilanço oluşturmak yerine, ihraç mekanizmalarını çalıştırmaya karar vermesi, aklı selim davranışlar değildir. Aynen, Baykal’ın, daha AİHM süreci başlamadan-bitmeden sonuçları toptan kabullenip, sanki tek sorun buymuş gibi “aday saptama” yöntemleri üzerine tetiklediği tartışmalar gibi...
Kendisine güvenen her CHP’linin, Başkanlığa adaylığını koyma hakkı vardır. Genel Merkez’in bundan rahatsız olmaması, kendi performansını masaya yatırması lazımdır. Öte yandan, Fikri Sağlar gibi yıllardır sosyal demokrat partilerde, Özal döneminden beri mücadele veren bir ismi hemen radikal kararlarla partiden ihraç etmek şık durmayacağı gibi, bu haksızlık yine bir çok kararsızın ve “%49” seçmeninin partiden uzaklaşmasına neden olur. Yüksek Disiplin Kurulu, acilen Parti’nin köklerini hatırlayarak, bu infaz talebini durdurmalı, konuyu tatlıya bağlamalıdır.                                                               



3 Mayıs 2017 Çarşamba

BAYKAL’IN YANILDIĞI VE ŞAŞIRTTIĞI NOKTALAR | BEDRİ BAYKAM | 01.05.2017


BAYKAL KENDİNİ Mİ TARİF EDİYOR?
Dün gece CNN Türk’te, Deniz Baykal’ın Ahmet Hakan’la yaptığı, başkanlık seçimi ile ilgili açıklama ve tartışmalar bu haftanın gündemini ciddi şekilde belirleyecek. Baykal’ın somut olarak neler dediğini zaten medyadan okuduğunuz için ben doğrudan işin yorumlarına gireceğim.
Baykal, öncelikle Kılıçdaroğlu’na diyor ki “Yedi yıldır genel başkansın, birçok badireden geçtin. Başkan adayı olmak istersen bu senin hakkın, buyur ol. Biz de seni destekleriz, ama aday olmayacaksan derhal kurultay toplansın ve başkan adayı olmak isteyenler yarışsın. CHP genel başkanı seçilen isim, aynı zamanda başkan adayı olsun. Çünkü aksi bir senaryo mümkün değil, ciddi olmaz”.
Ardından Baykal başkan adayı olacak ismin sahip olması gereken tecrübe ve meziyetlerin dökümüne öyle bir giriyor ki, doğal olarak insanın aklına “Acaba kendini mi tarif ediyor?” sorusu geliyor. Ahmet Hakan da bu soruyu somut olarak sorunca “Yok hayır, benim kendim için hiçbir talebim yok” cümlesini takip eden satırlar arasında “ama bana verilecek sorumluklardan da kaçmam” cümlesi öyle dikkat çekiyor ki, siyasal tecrübeye sahip herkes, bunun ne anlama geldiğini biliyor. Halk dilinde bunun anlamı “Bu teklifi yan cebime koyarsanız, hayır demem”. Bunu da tabii ki her siyasinin gündeme getirme hakkı var.


BAYKAL YERİNDE DURAMIYOR
Şöyle bir gerçek var: Özellikle son bir-iki yıldır Baykal yerinde duramıyor. “Antalya Milletvekili” sıfatı kendisine yetmiyor. Kendisiyle uzun yıllar siyaset yapmış ve onu en yakından izlemiş bir insan olarak bunu net olarak görüyorum. Diyelim ki Baykal kariyerinin sonlarına yaklaşırken bu kritik süreçte, Türkiye’nin tecrübesinden yararlanmasını istiyor. Bu da doğal hakkı. Öte yandan partiyi şu anda yöneten kadro da belki onun bu çıkışını “durumu biraz oldu bittiye getirme çabası” olarak görüyor. Çünkü Baykal’ın “aksi düşünülemez” mantığıyla öne sürdüğü savlar, aslında hiç de iddia ettiği gibi bir dokunulmazlık ve alternatifsizlik taşımıyor.
Ezcümle ne diyor Baykal? “Şayet Kılıçdaroğlu bugün adaylığını açıklamayacaksa, adaylar çıksın yarışsın, kazanan aday olsun ve görevi de muhalefette görünen %49’u örgütlemek ve toparlamak olsun”.


BAYKAL TÜM ÜYELERLE SEÇİMİ HATIRLADI
Burada bir parantez açmaya mecburum. 2003’te CHP genel başkan adayı olduğum süreçte sunduğum projeyi, 2010 yılında somut bir tüzük çalışması ile CHP’nin gündemine taşıdım. Ne yazık ki o çalışmada teklif ettiğim ve CHP’nin üç ayda gerçekleştirmesi gereken büyük “Demokratik Devrim” alınıp partinin çağdaş, evrensel yeni bir döneme geçmesini sağlayacak bir füze haline getirileceğine, resmen demonte edilip yedi-sekiz parçaya ve altı-yedi yıla yayılarak, bölük pörçük bir halde partiye uyarlanmaya çalışıldı. Bu da devrim etkisini ve toplumda oluşabilecek olumlu algıyı köreltti. Bunun son parçasını da Ahmet Hakan’la yaptığı görüşmede Baykal dile getirdi: Neydi bu? Genel Başkan’ın, delegeler değil tüm üyelerin oylarıyla seçilebilmesi! İlginçtir ki, bu projeyi CHP’ye 2003’te adaylığım süresince taşıdığımda, genel başkan seçimine birkaç saat kala tüzüğü değiştirip adaylığımı ve bu devrim projesini çöpe atan o günkü başkan Baykal ve ekibi, şimdi birçok noktası zaten artık uygulanmaya konmuş o büyük çıkışın bir de “tüm üyelerle başkan seçimi” maddesini hatırlayıp yürürlüğe koymayı teklif ediyor... Ey zaman, sen nelere kadirsin! Söyleyecek laf bulamıyorum. Bu fikir şimdi sizi heyecanlandıracak kadar güzel ve çarpıcıysa, o zaman neden 14 yıl önce örtbas ettiniz? Hukuksuz son an değişikliği ile, “maç oynanırken kuralları değiştirerek”, bu hareketin önünü neden kestiniz? Demek ki bu manevralarınız yanlışmış...


BAYKAL’IN DOĞRUSU...
Baykal’ın haklı olduğu tek nokta, CHP’nin 2014’teki Ekmeleddin İhsanoğlu adaylığı rezaletini bir daha yaşamaması için, yeni başkan adayının partinin ve kurultayın onayı ve istişaresiyle belirlenmesi gerektiği. Çünkü artık görüldü ki, bu adaylık konusu Kemal Kılıçdaroğlu’na terk edilemeyecek kadar ciddi ve vahim bir konu! Kılıçdaroğlu’nun neden olduğu İhsanoğlu adaylığı intiharı, partinin ve ülkenin bir daha yaşamaması gereken büyük bir felaketti. Yeni adayın seçimden çok önce partinin konsensüsüyle seçilmesi tabii ki çok önemli. Bu arada Baykal, CHP’nin adayı seçimi kazanırsa, “CHP Genel Başkanlığını aynı gün bırakıp tarafsız cumhurbaşkanlığına başlaması gerektiğini” vurguluyor. Bu son maddeye bir itirazımız olamaz, ama... işin ama’ları var. Ciddi ama’ları...
2014 seçiminde, Erdoğan ilk turda kazandı. CHP aday seçimi konusunda yaptığı ölümcül hatanın dışında, ikinci tura kalacak iki adayın oluşmasını da engelledi. Nasıl mı? Partiden ses çıkmayınca demokratik kitle örgütleri olarak bir araya gelip Emine Ülker Tarhan’ın adaylığında anlaşmıştık ve bu kamuoyunun gündemine oturmuştu. Fakat 20 CHP milletvekili çıkıp bu adaylığı desteklemeyince, sonuçta toplum Erdoğan ile İhsanoğlu arasında sıkıştı ve birçok insan oy vermeye gitmedi. Erdoğan böylece ilk turda oyların yarıdan fazlasını almayı başardı. Bunun böyle yaşanmaması için belki en az beş-altı adayın yarışması ve kimsenin %50’ye ulaşamaması lazımdı.


VE YANLIŞI!
Baykal’ın önerisi, Kurultay’ın gerekiyorsa yeni başkanı ve başkan adayını seçmesi. Halbuki diğer alternatif, Kurultay’ın CHP’nin resmi adayını belirlemesi ve o tarihe kadar adayların ortaya çıkması. CHP’nin genel başkanı ve başkan adayı ayrı ayrı güçlü kişiler olursa, partinin propaganda ve halka ulaşma gücü iki misli artacak. Erdoğan kendini ringde iki boksöre karşı dövüşürken bulacak.
Ayrıca, CHP normalde bu süreçte Erdoğan’ın tek adam döneminde, ağır ve sivri bir muhalefet yapmak durumunda kalacağı için, kalan %49 muhalif oyların her birine her zaman uygun düşecek siyaseti ve cümleleri bulamayacak! Türkiye gibi her tarafı dikenlerle ve görünmez uçurumlarla dolu bir ülkede, siyaset yaparken partinin kimi sert çıkışları veya kimi hataları kaçınılmaz şekilde olabileceği için, genel başkan ve başkan adayı ayrı kişiler olduğunda partinin kimi olası hataları veya çelişkileri, böylece adaya yansımamış olacak! Yani Erdoğan’a karşı oy verme ihtimali olan ülkenin yarısı, karşısında illa salt ana muhalefetin alışılmış çizgisini aday olarak görmeyecek.


MESELA BÜYÜKERŞEN VE KESİCİ OLABİLİR
Burada hemen çekinmeden bir-iki örnek vermek istiyorum: Mesela CHP başkan adayı Yılmaz Büyükerşen veya İlhan Kesici olursa, CHP’nin doğal olarak yaşadığı zorluklar üzerinden fazla yıpranmamış olan bu isimler, son kertede doğrudan CHP seçmeni olmayan merkez seçmenden de oy alabilecekler. Örneğin Yılmaz Büyükerşen son derece başarılı bir belediye başkanı olarak, İlhan Kesici her kesime hitap edebilen, merkez sağ ve merkez solda siyaset yapmış, ekonomiyi de iyi bilen önemli bir aday olarak halkın gönlünü kazanabilir, Erdoğan’a da büyük bir mağlubiyet yaşatabilirler.


BU MANTIĞA GÖRE ABDULLAH GÜL DE CHP BAŞKANI OLABİLİR Mİ?
Baykal’ın en şaşırtan çıkışı, tüm bunları saydıktan sonra Abdullah Gül’ü kendisine soran Ahmet Hakan’a “Gül’ün adaylığının da ciddi olarak ele alınabileceğini” söyleyebilmiş olması! İşte orası, filmin koptuğu yer! Ekmeleddin İhsanoğlu senaryosunun aynen ya da daha da büyük doku uyumsuzluklarla sürmesi anlamına geliyor, bu ismin böyle bir platformda telaffuz edilebilmiş olması. Her ne kadar Baykal belki bu ismi “o bile olabilir” anlamında bir geniş ufuk olarak öne sürmüş olsa bile, bu tavrın kendi “hinterland”ını ne kadar yaraladığının demek hiç mi hiç farkında değil! Tüm bu yaşananların ardından CHP, koskoca ana muhalefet partisi, “Gezi halkı”, Erdoğan’ın alternatifi olarak, onun AKP’de de alternatifi olan Abdullah Gül’ü çıkarabilir mi? Buna insaf ve pes derler!
Ayrıca burada altından kalkılmaz ağır bir çelişki daha var: Abdullah Gül, %49’un adayı olabiliyorsa, öte yandan CHP Genel Başkanı ana muhalefetin başkan adayı da olacaksa, o zaman bu mantıkla kaçınılmaz şekilde, demek ki Gül, CHP Genel Başkanı da olabilir! Bu iki veriye inanıyorsa, Baykal demek bunu istiyor veya en azından kabul edip içine sindirebiliyor demektir. İşte bu, CHP ve muhalefetin genel gözünde Ekmeleddin İhsanoğlu adaylığından bile daha ağır bir tablo oluşturur..


BAYKAL ARTIK BU STRATEJİ ARAYIŞLARINDAN KENDİNİ AZAD ETMELİ
Baykal’ın anlaması gereken yeni durumlar var. Neredeyse seçmenin yarısının gençlerden oluştuğu bir ortamda, 80 yaşında bir eski lider, bu filmin ideal başrol oyuncusu olamayacağını kendi görebilmeli. Gençlik, hele yıllardır tanıdığı için kendisinde heyecan üretemeyecek eski bir çınara bu krediyi açmaz. Kendi bölgesindeki gençleri o kadar etkilemiş bir Erdoğan’a karşı, haydi haydi açmaz! Ayrıca konu yalnız yaş da değil; mesela Kılıçdaroğlu da bu heyecanı yaşatamaz... Artık herkes görsün ki, yıllardır bu siyasi arenada aynı rakibe karşı sayısız yenilgi almış bu isimler, bu kadar zor şartlarda gerçekleşecek yeni bir başkanlık seçiminde halkta bir heyecan kasırgası yaratıp, favori atı bu yarışta geçemezler! Bu hatada ısrar kitlelerin gerçekten siyasete küsüp, artık çözüm arayışlarını terk etmelerine neden olur. Bunun yerine Baykal’ın ve partinin ileri gelen tecrübeli isimlerinin, halkı heyecanlandıracak yeni aday bulma ve saptama yönteminde Kılıçdaroğlu’nu aklı-selime çekecek yöntemleri bulmasına yardımcı olması lazımdır.


TOPARLARSAK: TAZE İSİM UMUT GETİRİR
CHP başkan adayı, mesela benim çizgimdeki CHP’lilerin duruşunun da temsil ettiği katı CHP bakış açısını taşımamalıdır. Partinin tarihten gelen pozisyonu ve ödünsüz tavırlarını öne çıkaracak aday, Erdoğan’ı mutlu etmekten başka bir sonuç yaratmaz. Hedef ilk turda en az beş-altı adayın yarışması ve seçimin 2. tura taşınmasıdır. Hedef, merkez sağ ve merkez sola aynı anda hitap edebilecek bir aday bulmaktır. Hedef, CHP Genel Başkanı ve CHP başkan adayının aynı anda sürekli sahaya çıkarak, en az altı aya uzanacak uzun bir kampanya döneminde büyük uyum içinde çalışan bir ekip olarak görülmeleridir. VE HEDEF, ARTIK HALK KESİMLERİNE “YETER ARTIK” DİYE NARA ATTIRMAYACAK VE ONA YENİ UFUKLAR AÇAN FARKLI BİR İSİM SUNABİLMEKTİR! Böyle bir ismin öne sürülebilmesi, 16 Nisan sonrası partiye hakim olan yılgınlığın yerini toplumsal ve parti içi umuda bırakmasını sağlayacaktır.

Türkiye’de benim gibi, hem Kılıçdaroğlu’na hem de ondan önce Baykal’a genel başkanlıktan istifaya davet mektubu yazmış ve yayınlamış çok sayıda yazar veya siyasetçi olduğunu sanmıyorum; hem de partili olmama rağmen. Her ikisi ile de hala saygılı, dostça ve parti dayanışması içinde bir ilişki sürdürebiliyor olmamın kökeninde, hiç kimseyle kişisel çıkar ilişkisi gütmeden, Türkiye’yi düşünen arayışlar içinde olmam vardır. Türkiye tarihine mal olmuş bu iki değerli isimden ricam, konuya kendileri dışında bakmaları ve objektif doğrulara yaklaşmak için partinin başkan adayını tüm üyelerle seçmeye gönül rahatlığı ile yanaşmalarıdır. CHP Genel Başkanı, partisi içinde bu görevi kendisinden daha iyi kotarabilecek, kapsama alanı en geniş, zeka kıvraklığı en uygun ismi önermelidir. Yoksa amacımız, bilinen yol ve metotlardan yürüyüp ülkenin şu durumunda sandığa küsmeye hazır milyonları hayattan ve siyasetten sonsuza dek soğutmak olamaz!