30 Ağustos 2019 Cuma

KADINLAR TAPULU MALINIZ FİLAN DEĞİL! | Bedri Baykam | 29.08.2019



Kadına yönelik şiddet yılda 2-3 kere kamuoyu önünde alevleniyor ve gündemin üst sırasına yerleşiyor. Dernekler, siyasiler, basın, herkes ayağa kalkıyor. O anlarda diyoruz ki “Nihayet gereken önlemler alınacak; bu acı olay, toplumu uyandırmış olacak
Ama ne gezer? Toplum nabzının yükselişi, halkın galeyana gelişi, hepsi birkaç hafta sürüyor, ardından gündem değişiyor ve söylenenler, yazılanlar yerlerini yeni felaketlere bırakıyor! Nabız yavaşlıyor, verilen sözler unutuluyor.
Yeni korkunç sahneler önümüze düşene kadar!
Biz Emine Bulut cinayetinin acısı ve sonuçları ile uğraşırken, Gülsüm Karasu, Konya Ereğlisi’nde kocası tarafından boğularak öldürüldü. Ayşe G., Mersin’de boşanmaya çalıştığı kocası tarafından pompalı tüfekle vurularak yok edildi! Gaziantep’te Güldane Y. doğum yaptıktan sonra hastanede eşi tarafından bıçaklandı, şükür ki araya girenler sayesinde ölmedi.
Kocaman devletimiz, bakanlarımız, parlamentomuz, sorsanız hepsi aynı fikirde. Dinleseniz, dersiniz ki bir daha bu ülke “bileklerini keser” böyle bir kadına yönelik cinayete-şiddete geçit vermez! Ama ne yazık ki bunlar “iyi niyetli temenniler” olarak kalıyor. Çünkü radikal kararlar alınamıyor!

KABUL EDİLEMEZ UYGULAMALAR
Babaların, erkek kardeşlerin evin kızlarına karşı sürdürdükleri ağır baskı “normal” karşılanıyorsa,
Kocasından ağır dayak yiyen ve gücünü toplayıp Emniyet Müdürlüğü’ne giden kadın, HALA karşısında “Kocan değil mi? Döver de sever de, hadi evine dön” diyen komiserler buluyorsa,
Karısını döven, tehdit eden ve hakkında uzaklaştırma kararı alınan adam, en korkunç şekilde o beklenen cinayeti işliyorsa....
Mahkemelerde, en akıl almaz şekilde “hafifletici nedenler” uydurulup cezaları en az yarı yarıya azaltılıyor, “iyi hal” adı altında “kravat taktı” gibi sözlerle katil cilalanıyor, kızı öldürülen mağdur ailenin önünde ceza resmen buharlaşıyorsa...
2014’de yürürlüğe giren muhteşem bir uluslararası toplumsal kontrat olan “İstanbul Sözleşmesi” ile denetim altına alınan tüm kadın hakları, fiili uygulamada, kamu görevlileri düzen ve tüm kurumlar tarafından yok sayılmaya devam ediyorsa...
Bu işler kolay kolay düzelmeyecek!

TOPLUM KADINI NASIL GÖRÜYOR?
Bütün bu şiddetin, cinayetlerin ve kadını aşağılamaların arkasında kadını 3. sınıf insan olarak gören o korkunç bakış açısı var. Tutucu zihniyetlerin Anadolu’ya yayılmış, geleneklerle yobazlığın karışımı bir sosla donatılmış kimyasında, kadınlar okumasa daha iyi olur! Bu mantığa göre, kadın bir maldır. Erkeğin tapulu malı... Önce ailesinin içinde babaya aittir. Ardından “münasip bir kısmet” çıkınca, çoğu zaman kız istese de istemese de, “o adamla” evlendirilir. Böylece kızın “tapusu”, babadan kocasına geçmiş olur. Maazallah koca vefat ederse, birçok çevrede, erkeğin ailesi, eşi ölen gelinin “namusunu” ve “iffetini” kendi ana meselesi haline getirir, babası veya biraderleri, kadını koruma yörüngelerinde tutarlar. Bu arada sözü edilen “namus”, kadının bacak arasının denetimi üzerine kuruludur ve onlara göre tabii ki bu o kadına bırakılamayacak kadar ciddi bir aile meselesidir! Uzun lafın kısası, o kadın artık son nefesini verene kadar “özel hayatı” olamaz, o aileye hakları ipotek edilmiş durumdadır.
Türkiye’de “Kadın ve Demokrasi” konusu, sadece “kadının her yerde türban takabilmesi ve her mesleğin türbanlı kadınlar tarafından ifa edilebilmesi” ile sınırlandırılmıştır. Bu, akıl almaz şekilde yörüngesinden çıkarılmış, saptırılmış bir antidemokratik tabloya işaret etmektedir. O kadının, o genç kızın, tüm erkeklerle eşit haklara sahip bir vatandaş olduğu, kendi kararlarıyla yönlenecek bir özel hayata sahip olma hakkı tamamen yok sayılan bir gerçektir. Hiç kimse o kadına “kapanmak istiyor musun?”, “boşanmak istiyor musun?”, “yalnız yaşamak istiyor musun?”, “ekonomik bağımsızlığını kazanmak ister misin?” gibi gerçek haklarını gündeme getirecek sorular sormaz, çoğu zaman onun da kendi kendine sormasına izin vermez. Varsa yoksa, onları ilgilendiren konu, “bakire” teslim aldıklarına emin oldukları kadının bundan sonra da yalnız yaşamaması, evlenmesi veya eş kaybederse kocasının ailesinin rıza göstereceği bir başka “uygun” adama tapusunun devredilmesidir!
İşte Türkiye’yi tehdit eden zihniyet budur! Kadınlar, sizin sahip olduğunuz “mal” değildir. Kendi yargıları, seçimleri, kararları, tercihleri olan ve erkeklerle eşit haklara sahip bireylerdir. Atatürk sayesinde bu ülkede elde ettikleri, yasalar önünde her açıdan erkeklerle eşit olma vasfını ve geri dönülmez haklarını, bu Cumhuriyet’i anlayamamış zavallılar grubuna teslim edecek değillerdir!
Yaşanan FETÖ felaketine rağmen, bundan hiçbir ders almamış şekilde sözde tarikat liderleri önünde el öpmeye ve resmi geçit yapmaya zorlanan kadınları, Cumhuriyetimiz yasalarıyla, polisiyle korumaya mecburdur. Bu da bir zihniyet devrimi yapmakla mümkün olur ancak! Mesela uzaklaştırma almasına rağmen buna uymayan adam, 2 yıl hücre hapsine konur!
Karakolda, kadına “evine dön” baskısı yapan komisere, görevden el çektirilir. Sapık “töre” gerekçeleriyle aile infazına uğrayan genç kızlar, kadınların “organize” katillerine hafifletici nedenler aranarak değil, suçu aralarında paylaşan herkese ağır müebbet cezaları, hem de aftan yararlanamaz şekilde verilerek cezalandırılmalıdır.
Genç kızlarına eşit eğitim şansı vermeyen aileler cezalandırılmalı, kadına şiddet uygulayan HİÇ KİMSE, aradan bir gün geçtikten sonra emniyet binasından elini kolunu sallayarak çıkamamalıdır.

STADLARIMIZDAKİ SEFALET!
Son sözüm futbolumuzu yönetenlere: Sevgili Nihat Özdemir, sevgili Ali Koç, değerli dostlarım, tüm başkanlar: Tabii ki Emine Bulut olayından sonra sahaya siyah tişörtle çıkmak, maçları birer dakika geç başlatmak önemli kararlar. Ama “Kadına uzanan eller kırılsın” diye yeri göğü inleterek tezahürat yapan insanlar, o andan 10 dakika sonra, ister hakemin ister bir rakip futbolcunun herhangi birinin annesine, eşine, kızına yönelik ağıza alınamaz küfürleri, kadın kimliği üzerinden yapmakta hiçbir mahzur görmezler... Türkiye bu yüz kızartıcı rezaletten kurtulmadan, ne stadyumlarda ne TV’lerde söylenen hiçbir cümlenin inandırıcılığı olamaz. Bunu nasıl önleyeceksiniz? Buyurun, gerekirse maçı tatil edin veya seyircileri çıkarın! Radikal önlemler bunlardır!


23 Ağustos 2019 Cuma

BÜLENT ECEVİT VE EMRE BELÖZOĞLU | Bedri Baykam | 22.08.2019



Bazen yazarların işi, gri alanları da eksisi ve artısıyla gündeme taşırken zorlaşabilir. Ama bu sorumluluğu almak da gerektirir. Sizlerden ricam, bu yazıyı elinizden geldiği kadar tarafsız bir gözle okumanız.
Emre’nin Fenerbahçe’ye dönüşü çeşitli tartışmalar eşliğinde oldu. En yakınımdaki yazar arkadaşlarım, makalelerini Fenerbahçe’nin FETÖ direnci üzerine de temellendirerek, bunun “gündeme bile gelebilmesini” önemli argümanlarla eleştirdiler, çelişkiyi vurguladılar. O günden beri, gözlerin üzerime çevrildiğinin farkındayım, ki bu da normaldir.

Emre, 1980 doğumlu, 39 yaşını bitiriyor. Geçtiğimiz gün Fenerbahçe kaptanı olarak sahaya çıktı ve ekibini bir maestro gibi yönetti. Sahaya 23 yaşında gibi yansıyan enerjisiyle, futbol zekasıyla, liderliğiyle ışıldadı. Onun ve kendisini Fenerbahçe’nin merkezine yerleştiren Ali Koç ve Ersun Yanal’ın sayesinde, rakip kolay olsa da, futbolun keyifli ve çok rahat oynanan bir oyun olabileceğine insanları takımıyla birlikte inandırdı. Ama sol kesimin içinde, Emre’nin Gülen tarikatı ile geçmişinden gelen izler, hep ağır bir gölge gibi varlığını hissettirdi. Bugün bu konuda farklı bir bakış açısı getirerek, toplumu kendisiyle ve yadsınamaz yaşanmışlıklarla yüzleşmeye davet edeceğim.

EMRE VE ECEVİT’İN GEÇMİŞLERİ
Emre, arkadaşları liseye girmeye çalışırken, kendisi de daha 13-14 yaşındayken sahalarda parladı ve Zeytinburnuspor’dan Galatasaray’a transfer oldu. Terim dönemi, üst üste gelen şampiyonluklar... Milli takım ve Avrupa başarıları, Inter ve Newcastle dönemi, dünyanın en iyi futbolcuları listelerine giriş yapmak vs... Sonra 2008’de çocukluğunun sevgilisi Fenerbahçe’ye transfer olması ve yeni büyük başarılar. Atletico Madrid dönemini saymazsak, 2015’e kadar güzel bir dönem... O noktada, Aziz Yıldırım’ın yaptığı büyük hata ile sözde “kurumsallaşıyoruz” adı altında takımın, Türkiye’yi hiç tanımayan bir Terraneo’ya teslim edilmesi ve onun Emre’yi kovması, yönetimin bunu seyretmesi... (Kalsa, Fenerbahçeliler son 4 yılda en az 2 şampiyonluk daha görürlerdi).

Gelelim Bülent Ecevit’e. Sosyal demokrat-Atatürkçü kesimler Emre’ye ne kadar soğuk bakabiliyorlarsa, tam tersine Ecevit’e de bir o kadar sıcak bakıp kendisinden hep “dürüst lider” olarak söz edip CHP’nin simgesi haline getiriyorlar. Ecevit, Ulus’ta gazeteciyken, 1950’lerde CHP Gençlik Kolları’nın kurucu başkanı olan babam, Dr. Suphi Baykam’ın büyük ısrarlarıyla Gençlik Kolları yönetiminde siyasete giriyor ve ardından 1970’lerde altın dönemini yaşıyor, Karaoğlan-Kıbrıs Fatihi lakaplarıyla tarihimize damga vuran başbakan oluyor. Sonra Emre henüz 5 günlük bir bebekken, 12 Eylül darbesi yaşanıyor. O yıllarda Ecevit CHP’lilerle tüm ilişkilerini kesiyor, eşiyle DSP’yi kuruyor. Ne bizlerin ricaları, ne onu ziyaret eden profesörler, kimse onu “solu birleştirip başına geçmeye” ikna edemiyor! Gerisi malumunuz, 1994’ten itibaren bu inatların doğal neticesi olarak, yerel seçimlerle beraber Erdoğan dönemi başlıyor. Ecevit sonra 1998-2002 arasında 2. başbakanlık dönemini yaşıyor. Yaklaşımlarında Atatürk’ten daha ılımlı bir laik cumhuriyet anlayışı olan Ecevit, o dönemlerde bizlerin şaşkın bakışları arasında tarikatlara ve Gülen’e en sıcak, en dayanışmacı mesajlarını veriyor!

HADİ BUYRUN ÇELİŞKİSİZ KIYASLAYIN!
Şimdi tekrar Emre’ye dönüyoruz. Kendisi Türkiye’nin %65’i gibi sağa yakın bir kesimde doğmuş, Ecevit’in bu 2. başbakanlığında henüz yalnız 18 yaşında bir genç! Kendinizi onun yerine koyun: Ecevit’in de Fethullah olumlamalarıyla demek Türkiye’nin en az %75’i o adamın sözde dini öncülüğüne destek veriyor veya karşı çıkmıyor. Kimseyi dindar olmakla suçlayacak bağnaz insanlar olmadığımıza göre, genç Emre’nin dini düşüncelerine göre sıcak bulduğu ve maalesef çoğunluğun alkışladığı bu adamla yakınlaşmasını onun açısından yadırgama hakkımız yok. Tabii ki bizler o günlerde de, aynen bugün gibi yalnız Gülen tarikatının değil, Türk siyaset, hukuk ve bürokrasisini ele geçirmeye çalışan tüm anti-laik oluşumlara karşı açık bir mücadele veriyorduk. Ama gördüğünüz gibi 80 yaşına merdiven dayamış Ecevit’i bile ikna edememiştik! Ve o Ecevit, Başbakan oluşunun gücü ve yönlendiriciliği ile yurtiçinde ve yurtdışında Gülen’e tüm kapıları açıyordu! Aynen daha sonra Erdoğan ve Gül’ün yaptığı gibi! Yani o günlerde eleştiri odağımız 18-19 yaşında “Gülen’e inanmış-inandırılmış” bir Emre değil, tam tersine milyonlarca genci bu yola girmeye teşvik eden tüm siyasiler ve gazeteciler olabilirdi!
Şimdi bugüne dönüyoruz: AKP’nin büyüttüğü FETÖ’nün, 2016’daki darbe girişimi yüzünden, Türkiye hala terörü bitirmek için uğraş veriyor.
Şimdi geriye baktığımızda, tüm bu kavga gürültü içerisinde ülkenin ¾’ünün o günlerde maalesef alkışladığı adama, kendi düşüncelerini belki henüz geliştiremeden inanıp kendisini ona yakın hissetmiş bir genç sporcuyu “suçlu” sandalyesine oturtup, profesyonel kariyerini rafa kaldırmasını talep edeceğiz, AMA, gerek solu bölerek, gerek Türk siyasetinin böylece en az %30 oranında sağa kaymasına neden olarak, gerek tarikatları ve Gülen’i olumlayarak Emre ve onun gibi milyonlarca gencin -bana göre- beyninin yıkanmasına doğrudan olanak tanımış bir Ecevit’i idolümüz mü yapacağız? Özür dilerim, mantığım ve tarih bilgim buna izin vermiyor! Emre’nin “suçu” denilen olgular, Ecevit’in ve o günlerde ona destek verenlerin suçunun %1’i bile etmez! Üstelik Emre, Hakan Şükür gibi o tarikat üzerinden onun temsilcisi olarak siyasete girmemiş, parlamenter olmamış, o günlerde henüz bıyıkları yeni terleyen bir topçu!
Ülkenin çoğunluğunu ve solun “simgesini” kandırabilmiş bir sahte dini lider, onu da etkilemiş diye yok mu edelim adamı! Ayrıca bugün kime oy verdiği, yalnız Emre’yi bağlar. Kimsenin siyasi yasal tercihi, futbol dünyasında eleştirilemez.
Sol kesimden rica ediyorum, tutarlı olun. Emre’yi hala “suçlu” görecekseniz tepkinizin 500 mislini Ecevit’e gösterin -ki bence göstermeniz lazım!
Emre, öfke kontrolünü de iyi yapabilirse ve sahada siyasetten uzak durursa, bir futbolsever olarak onu daha en az 2 yıl bu sahalarda o muhteşem futboluyla alkışlamak istiyorum; sorumlusu değil, bence mağduru olduğu siyasi akışlardan dolayı onu gölgelemeden...


15 Ağustos 2019 Perşembe

GERÇEK TAKSİM’İN BİZLERE İADESİNİ İSTİYORUZ! | Bedri Baykam | 15.08.2019



Sevgili Ekrem İmamoğlu Taksim’i gezmiş ve bu tarihi kent meydanının yeniden şekillenmesi için 3-4 ay süre vererek Belediye’nin proje alımına açık olduğunu basına duyurmuş. Televizyondaki haberde Meydan için “yeni bir peyzaj çalışması ve alanın daha iyi değerlendirilmesi” gibi sözler geçiyordu. Hemen bir noktayı vurgulamak istedim:
Ben, 52 yıldır Taksim ile iç içe yaşayan biriyim. Ortaokulum Taksim’deydi. Tenisçilik hayatımın tamamı, eskiden Divan Oteli’nin arkasında olan, kente nefes veren Tenis Eskrim Dağcılık Kulübü’nde geçti. O da her fırsatta Taksim demekti, bizler için... Son 28 yılda ise, önce 15 yıl Taksim’in komşusu Tarlabaşı Bulvarı’nda, İstanbul Sanat Merkezi atölyemde çalıştım, son 13 yıldır da sanat merkezim Piramid Sanat, Meydan’a 4 dakika yürüme mesafesinde yer alıyor. En önemli sergilerimi açtığım AKM, Taksim’in kalbiydi! Yarım asırdır, gecesi gündüzü dahil olmak üzere hayatımın en önemli yılları burada geçti. Ne dediğimi bilerek konuşuyorum: Taksim bir komploya kurban gitti. AKM’nin yok edilmesiyle başlayan süreçle, Türk gençlerinin, aydınlarının, entelijentsiasının, halkının Taksim’i boşaltması istendi. Mimarlarımız duysun lütfen! Bizler Taksim Meydanı’nda sadece daha güzel bir yeşil alan, bir peyzaj ve park mimarisi filan istemiyoruz! Biz Taksim’in kente, bizlere, tarihi işlevine iadesini istiyoruz! O zaman 23 Haziran’ın en büyük sonuçlarını görmeye başlarız!

TRAFİK TEKRAR GERİ DÖNMEYE MECBUR!
En önemli nokta, sabote edilen Taksim’e ulaşımın tekrar eski haline dönmesi! Burası suya hasret bir taşra kentinin çizilmiş park ve bahçeler projesinin parçası olamaz! Tarlabaşı’ndan gelen bulvarın aynı hatta Elmadağ’a alttan giden tünelin sağından Meydan’a devam etmesini, Anıt önünde yeniden oluşturulacak döner trafikten geçerek Sıraselviler’den Cihangir’e ulaşmasını veya düz ilerleyerek Gümüşsuyu’ndan İnönü Stadı’na inmesini istiyoruz. Cumhuriyet Caddesi’nden gelen arabaların da yine Meydan’a, oradan Cihangir’e veya Gümüşsuyu üzerinden Dolmabahçe’ye, hatta belki kırmızı ışık ve geçiş sistemi iyi ayarlanırsa sağa saparak oradan tekrar Şişhane yönüne akmasını istiyoruz. Bunların gerçekleştirilmesi, Taksim’in tekrar kentin, Türkiye’nin bir iletişim, eğlence ve kültür merkezi haline dönüştürülmesinde çok önemli bir rol oynayacak ve Meydan artık tekrar “her yerden girilebilen ve oradan her yere gidilebilen” eski haline geçiş yapacak. Böylece toplumdan koparılmış olan bu tarihi merkezin, İstanbullular’a, tarihi işleviyle beraber iadesi mümkün olabilecek, kentin kültürel ve sosyolojik ayarlarına dönüşü, somut olarak başlayabilecek! Bütün bunlar gerçekleştirildikten sonra tabii ki, yeni yeşil alanlar, yeni anıt-heykeller, çiçek ve ağaçlar en güzel şekilde yerini alsın! Siz hiç Paris’te Etoile Meydanı veya Londra’da Piccadilly Circus’ün trafiğe kapatıldığını düşünebiliyor musunuz?

TAKSİM ARABİSTAN OL
Tabii bütün bu trafik geri geldikten sonra, Meydan’ın yalnız Arap müşterileri kaale alan baklavacılar, tatlıcılar ve şerbet-boza ritminden çıkarak, bira içen gençlere de “mahcubiyetsiz” olarak ferah imkanlar sunan demokrat bir görüntü almasını istiyoruz. Taksim, Arap kültürünün bir fetih alanı değildir. Kozmopolit İstanbul’un, şairlerimizin, aşıklarımızın, sanatçılarımızın yeridir! Taksim’in kültür paylaşımı adına da İBB’nin eski Sular İdaresi önünde olan, biraz kör topal olarak yıllardır kullanılan Cumhuriyet Sanat Galerisi gerçekten aktif hale getirilir, belki “Gezi” çarşısından kaldırılan galeri için de ayrıca başka bir alan yaratılır. Bu arada yeni AKM’nin inşaatının durduğu yönünde dolaşan söylentilere de birilerinin acil yanıt vermesi lazım!

TÜRKİYE SÜPER LİGİ BAŞLARKEN...
Yarın, Süper Lig’in yeni sezonu başlıyor. Bütün büyükler güçlü hocalarıyla, sayısız transferleriyle kendilerini şampiyonluğun ana adayı görüyorlar. Öyle bir hava esiyor ki, hangisi şampiyon olursa “yırtacak”, diğerleri ise 2. olsa bile gemisi karaya oturacak! Halbuki ortada basit bir gerçek var. Bu takımların her biri harika transferler yapmış olsa da, en yaratıcı hocalarla çalışsa da, en iyi niyetli medeni idarecilerle yönlendirilse de, YALNIZ TEK TAKIM ŞAMPİYON OLACAK!
Mesela Beşiktaş şampiyon olsa, bu bütün diğer takımların her şeyi hatalı yaptığı, lime lime edilmesi gerektiği anlamına gelmiyor! Sadece keyif almak için takip edenlerin, halkın diğer kesimlerine göre önemli bir ek yaşam kalitesi var. Ama onlar da takımlarına ve rakiplerine karşı sinir krizleri ve küfürlere başlarlarsa, ortalığı malum nahoş hadiseler kaplarsa, o zaman gerçekten şaşarım aklımıza!
Lütfen futbolu, şiddetinizi akıtacak bir mecra veya sosyal medyada alakasız gerekçelerle birilerine saldırmak için bir araç haline dönüştürmeyin! Rakiplerin maçları dahil keyif almak için izleyin! Ben tüm Türk takımlarının Avrupa kupalarındaki başarılı olmasını isterim. Özgüvenli bir Fenerbahçeli olarak bir kıskançlık duymuyorum, oradan gelebilecek parada da gözüm yok! Siz 30 milyon Euro değerinde bir yıldızı Dereağzı’nda da yetiştirebilirsiniz! Kapışmanın dibinde değil, zirvesinde buluşalım!

ETKİNLİKLERİM:
BUGÜN, 15 AĞUSTOS: Bodrum’da “Yeni Nesil Kütüphane” olarak haklı bir ün yapan Zai’de, saat 19.00’da bir söyleşim olacak. Yeni kitabım “Sistem Eleştirileri” ve bu yıl çıkardığım “Sanat Tarihi Haritası”, konuşmalarımın merkezinde yer alacak. Ayrıca değerli şarkıcı Eda Gür, bu etkinlikte harika şarkılar söyleyecek. Cenneti keşfedin!
PAZAR, 18 AĞUSTOS: Edremit Kitap Fuarı etkinlikleri kapsamında söyleşi ve kitap imza günümün yanı sıra, saat 17.00’den itibaren 200 çocuğumuzla beraber, Kazdağları ve oksijenli gelecek için dev bir resim yapacağız.
PERŞEMBE, 22 AĞUSTOS: Saat 18.00-21.00 arasında Bodrum/Turgutreis’de Şevket Sabancı Kültür ve Sanat Merkezi’nde “3. binyıl” da yaptığım işler “Görsel Maceralar” başlıklı, kapsamlı bir sergide bir araya gelecek.
Tüm bu etkinliklerde kitaplarım ve Sanat Tarihi Haritam da bulunacak. Görüşmek üzere!              


9 Ağustos 2019 Cuma

HER YAŞTAN EKOLOJİ GERİLLALARI NÖBETTE! | Bedri Baykam | 08.08.2019


Merak ediyorum, Kazdağları nöbeti ve duyarlılığı yurdun her kesiminde yükselmeye devam ettikçe, bu sefer de “Konu 200.000 ağaç filan değil, bunların alayı FETÖcü” mü diyecekler? Hiç şaşırmam, bize 17 yılda öyle malzemeler verdiler ki! Sıkıştıkları her noktada tek uyduruk silahları, hemen bir alakasız iftira bulup tehditler savurmak!
“Doğa katliamları” konularında beliren birkaç grup insan var: Yeraltını, doğayı, sahilleri denizleri, ormanları umursamazca talan ederek ranta kara tahvil etmeye çalışan gözünü para bürümüş bir kesit! Diğeri, bu grupları konuyu anlamadan savunan ve her aşamada onları mazur gösterecek uydurma bilgiler pazarlayan yandaş medya ve genel ajitatörler. Üçüncü grup, tartışmaları medyada rastladığı oranda takip eden ama aslında olan biteni pek umursamayan, konunun ne kısa ne de uzun vade sonuçlarıyla ilgilenmeyen, kendi günlük hayatlarına devam eden, TV’lerde denk geldikleri bir dizi gibi bakan, apolitik, umursamaz kitle.

ÖRNEK VATANDAŞLARIMIZI TANIYIN, GURUR DUYUN!
Sonra bir diğer grup vatandaşımıza geliyor sıra... Onlar, bu doğa düşmanlığına karşı göğsünü siper eden, her riski alarak denizine toprağına sahip çıkan, yaşına veya sağlık durumuna bakmadan bu yola baş koyan, onlarla aynı nüfus kağıdını taşımaktan gurur duyduğumuz yol arkadaşlarımız! Öğrenciler, esnaf, ev kadınları, emekliler, işsizler, demokratik kitle örgütleri, sanatçılar, amcalar, teyzeler, dedeler var. Hepsi gözümüzü yaşartıyor ve yıllardır süregelen talana en bilinçli şekilde, dayanışma içinde direnmek için, geçmişin kirli sayfalarından her dersi aldıklarını kanıtlıyorlar! Gelecek kuşaklara karşı sorumlulukları olduğunun bilincinde yaşıyorlar ve kendilerine gelebilecek zarardan çok, bu toprakları bırakacağımız çocukları düşünerek hareket ediyorlar! Hanife Teyze, şu sözleriyle tarihimize geçti bile: “O cumhurbaşkanıysa, devletse, biz de milletiz!”. 71 yaşındaki Nezahat Ertopçu, “El birliği içinde dağları kurtaracağız, yoksa bunlar bize zehirli sular içirecekler” diyor. 65 yaşındaki Mehmet Aksu “Bizler buraya AKP’lilerin de torunları için geldik” diyerek, en önemli mesajı iletmiş oluyor. Onlar “Su ve Vicdan Nöbeti”nde dimdik ayakta duruyorlar! 220 çadır uyumadan “hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır” dercesine o toprağa sahip çıkıyor! Onlar ülkenin oksijen deposunu korumak için Kazdağları Andı’nın altına imza atanlar:
O ağaçların ayakları yok kaçmaya, elleri yok dövüşmeye, dilleri yok sövmeye. O halde Kazdağlarımızı biz savunacağız biz. Bu dağlarda durursa kalbim bir gün, düştüğüm yere gömün. Yüreğim dağ çiçeklerindedir
İşte Kanada şirketi Alamos Gold’a kabus olan, en üst bilinç noktasına geçiş yapmış bu örnek, insanlığın süper kesiti. Her biri, 1 gram altın için 1 ton toprak veya 3 ton su harcandığını bilerek hareket ediyorlar! Bu tehlikeli faaliyetlerin ortaya çıkardığı mineraller, su ve hava ile temas edince, asit gölleri oluşturuyor. Asit ise, kayalardaki kurşun, cıva, bakır ve arsenik gibi maddeleri açığa çıkarıyor. İşte onlar, 32’si endemik olan 283 bitki türünün sonu anlamına geliyor. Mesela yabani sarımsak, sarı kız çayı, geven otu, taşkıran otu, yoğurt otu gibi. Karabaşlı Çinte, Anadolu Sıvacısı, Kaya Kartalı, Gökdoğan gibi çok özel kuş türlerini ve alanın doğusunda İnönü Mağaraları’nda yaşayan çeşitli yarasa türlerini de yok olma tehlikesi ile karşı karşıya bırakıyorlar!
ÇED raporuna göre 45.600 ağacın kesilmesi planlanmışken, her yerden bu rakamın şimdiden 200.000’i geçtiği haberi fışkırıyor. Kemerleri bağlayın: Bir tek Sabah’ta Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’nın yanıtını okudum: “Söz konusu firma, mevzuat gereği iki farklı noktada ‘Hatıra Ormanı’ oluşturarak, 14.000 fidan dikimi gerçekleştirdi. İddialarda yer alan alanda kesilen ağaç sayısı, ortaya atıldığı gibi 195.000 değil 13.400” diyor, “ayrıca etkin maden faaliyetleri bakanlığımız ve ilgili kurumlar tarafından periyodik olarak denetleniyor”. Meğer tüm bu yarattığımız panik, kuru gürültüymüş, ortada bir ekolojik tehlike olmadığı gibi, bu masum firma kestiğinden daha çok ağaç dikmiş. Bakanlığınıza güveniyorsanız, lütfen bu makaleyi çöpe. Ortalığı vesvese veren teyzelere, amcalara ve yazarlara kulak veriyorsanız buyurun okuyun, ve okumakla kalmayın size düşen görevleri üstlenin. Mesela Doğa Hakları’ndan sorumlu Başkan Yardımcısı CHP Denizli Milletvekili Gülizar Biçer’le beraber hem nöbet tutun, hem de konunun siyasi platformlara aktarımına tavsiyelerinizle yön verin! Onunla beraber Kazdağları’ndaki bilirkişi raporunun altındaki imzanın açık uyumsuzluğundan başlayarak, konu etrafında bulabildiğiniz tüm şaibe ve gri noktaların üzerine gidin! Kusura bakmayın, bu durum siyaset üstü filan değil. Bu katliamları gerçekleştiren siyasi iktidar ve her noktada karşısında duran muhalefet partileri ve halk. Yapılanları görmezden gelmeyin, destek olun.

BM VE STK’LAR: BİR SANİYE BİLE YOK!
İklim değişimi, bitki ve hayvan türlerinin yok olması, küresel ısınma, kuraklık, seller, verimsiz topraklar, tsunami, hepsi aynı ortak konuya bağlanıyor: Kapitalizmin kırbaçladığı yıkıcılığın sınır tanımaz, kelime anlamaz, dert dinlemez, sorumsuz halleri... BM Genel Sekreteri Guterres tüm devletlerin iklim değişikliği ile mücadele etmek konusunda acil önlem alması gerektiğini ısrarla vurguluyor. Son dört yılda görülen ısı yükselmelerinin buzdağının görünen kısmı olduğunu söyleyen Genel Sekreter, “Zaten buzdağı da hızlı bir şekilde eriyor” diyerek kırmızı alarm sinyali veriyor! Bu ağır tepkiye paralel olarak STK’lar sıfır gelecek kampanyası başlatarak ekolojik krizin tam ortasında olduğumuzu vurguluyorlar. Yeryüzü Derneği, Yeşil Düşünce Derneği, Buğday Derneği gibi 10 kurum bir araya gelerek artık mücadele için kalan zamanın ne kadar azaldığını şöyle vurguluyorlar: “Bir saniye bile yok”.
Kazdağları, halkının en değerli kesimine yaslanarak bu nöbete üzerindeki ağaçlarla, çiçeklerle, bitkilerle, böceklerle katılıyor. Salda Gölü de aynı tehditler altında yaşam savaşı veriyor. Aydın’da, 16 ilçeyi kapsayacak 110 jeotermal saha çalışması için açılan ihaleye karşı halk ayakta. “O santrali kurdurmayacağız. Suyuma dokunma” sloganları ile nöbetti aynen diğerleri gibi sürüyor. Bunlar bir köşe yazısına damlayan başlıklar ve tepkiler... Buyurun sizi de nöbete bekliyoruz!


2 Ağustos 2019 Cuma

BELEDİYELERDE TÜTEN DUMANLARA ÖRNEK TEPKİLER! | Bedri Baykam | 01.08.2019


Günlerdir gündemi, CHP belediyeleri içerisinde yapılan hatır ve özellikle akraba, eş, oğul, kardeş atamaları oluşturuyor. Burada isimlerle örneklendirilmiş hatırlatmalar yapmayacağım. Zaten yeterince yazılıyor, çiziliyor. Bunları okuduğumda, üzülüyorum. Ama bu tartışmaların yol yakınken ortaya çıktığına da çok mutluyum. CHP altyapısı ve üst yönetiminin de basınla aynı anda gereken tepkiyi vermiş olmaları, çok önemli bir refleks kanıtı.
CHP, unutulmaz bir atılımla, 1994’ün rövanşını çeyrek asırdan sonra alarak siyasi tarihimize bir damga vurdu.
Gazetelerin manşetlerine yansıyan bu defolu atamalar, solun iç muhasebesi ve kendisiyle hesaplaşması. AKP’nin buradan nemalanabileceği pek bir malzeme yok. Çünkü AKP’nin tüm varlığı bu akraba, eş dost, yakın aile efradının uygun yerlere yerleştirilmesi üzerine kurulu. Dün Sözcü Gazetesi, Aile eski Bakanı Fatma Betül Sayan’ın çeşitli yerlere en üst düzeylerden atanmış 3 kardeşinin dökümlerini ve buna benzer diğer milletvekillerinin aile efratlarına yönelik “becerikli sevgi ve ilgi kanıtlarını” ortaya koyan bir haber kullanmıştı, “Bunlar da AKP’nin atamaları” başlığıyla, “bakın yalnız CHP’de olmuyor, işte AKP’de de var” diyerek hatırlatmış oluyordu Sözcü. İyi de bence ancak tersinin haber değeri olabilirdi: “Bakın AKP’de şu belediyelerde, şu isimlerde hiçbir yakın ataması yoktur” diye bir haber olsa çok daha ilgili okurdum. Çünkü Cumhurbaşkanı’nın kızı ve damadından başlayarak, mahdumların vakıflarına ve onlara sürekli tahsis edilen belediye arazilerine kadar, AKP bu dallanıp budaklanmalar üzerine kurulu! Dolayısıyla hiçbir yandaş basın kalemşörünün zaten bu konularda ağzını açacak hali yok! Aynen AKP milletvekillerinin susmak ve izlemekten başka seçenekleri olmadığı gibi! Hiç kimse, yarın öbür gün Kılıçdaroğlu’nun yeniden gündeme getirdiği “Etik-siyasi ahlak yasası”nın Parlamento’da alkışlar arasında kabul edilmesini beklemesin!
Ama CHP, bir AKP olmadığı için bu haklı tepkiler, daha baştan bu sorumsuz işaretlere dur demiş oldu. Bunda yarar var, çünkü SHP döneminde 1989 zaferinin, nasıl 5 yıl sonra bir acı mağlubiyete dönüştüğünü ve İSKİ skandalının en az 10 yıl nasıl ağır bir iz bıraktığını hepimiz hatırlıyoruz.
Şimdi eş dost atamaları dışında ülkemizin 3 büyük ili haricindeki önemli noktalardan tüten dumanlar, bazı ilçe başkanlarını yok sayan bazı Büyükşehir Başkanları ve bunun ötesinde bazı özel hayat dedikodularına işaret ediyor. Ben de duyarlı başka arkadaşlarım gibi uyarmak istiyorum. Bu yıl yaşanan CHP ve “muhalefet koalisyonu” çıkışı, iyi değerlendirilirse, gerek Parlamento, gerek başkanlık seçiminde muhalefet önemli bir başarı devamını yakalayabilir. Ama tersine, bu fırsat değerlendirilmezse, CHP bir dahaki genel ve başkanlık seçimlerinde umut olamadan sahnede iddiasını önden kaybeder.
Parti’nin özeleştiri yaparken “Biz nasıl bu hatayı yaptık?” diye ciddi olarak bir sorgulama yapması lazım. Acaba AKP’nin açtığı yoldan kötü örnekleme ile bir kopyacılığa mı girildi? “Nasıl olsa bu tip olaylar artık Türkiye’de normal karşılanıyor AKP yapıyorsa biz neden yapmayalım?” diyen farklı bir sosyal demokrat kuşak mı yetişti? CHP’liler şayet izlenecek örnek arıyorlarsa, İsmet İnönü’yü veya Ahmet Necdet Sezer’i hatırlasınlar, yanlış ufuklara bakmak yerine...

KÜLTÜR VE LİYAKAT!
Liyakat. Son derece önemli diyor herkes. Ne kadar uygulanıyor, bilemiyorum. “Şu arkadaş eskiden beri benle çalışıyor, onu da kültürün başına atasak ne olur ki?” tavrı, pek hayra alamet değil. CHP, kültürle olan ilişkilerinde, maalesef sınıfta kalmayı seven bir yapıya sahip. Şöyle izah edeyim, mesela dışişleri masasına, partinin uygun göreceği donanımlı, deneyimli eksper bir emekli büyükelçi seçme konusunda fazla hata yapılmaz ama kültür genellikle “Ne yapsak olur, abartmamak lazım çok da önemli değil aslında, kimi koysak götürür o işi” mantığıyla geçiştirilen bir alan olarak kalır... Örneğin, bu konulardaki özeni ve sanatçılarla ilişkileri mükemmel düzeyde olan Ercan Karakaş’ın artık kültür konusunda muhatap alınmaması düşündürücüden öte üzücü! İşte buyurun size liyakat örneği! Sizin ister Genel Merkez’de, ister büyük belediyelerde kültür konusunda kullanacağınız isimlerin mesela Karakaş seviyesinde veya onun tavsiyeleri, yorumları ve çevresinden geçmiş insanlar olması lazım. Ama bunun bile yapılabilmesi için, Genel Merkez’in neden Karakaş’ın görevine devam etmediğini ve yerine kimin niçin atandığını veya neden kimsenin atanmasına bile lüzum görülmediğini açıklaması lazım. CHP, bugüne kadar sanatçılardan çok destek gördü ve görmeye devam ediyor, gerek kurumsal olarak gerek bireysel olarak. Ama bu sevgi, özen ve ilgi karşılıksız kalmamalı, “Bu arkadaşlar zaten yanımızda” şeklinde bir umursamazlığa girilmemeli. Gerek kültür konusunda yapılacak her atama, gerek kültüre alışıldık festival açılışları ve resepsiyonlar ötesinde ayrılacak çok ciddi bütçeler ve iddialı evrensel boyutta projeler hızla gündeme alınmalı.

SONUÇ:
Gerek İmamoğlu rüzgarı, gerek yerel seçimdeki yurt çapında genel başarı, şu son günlerde su yüzüne çıkan bu kötü haberler, alakasız atamalar, “yaptım oldu”larla gölgelenmemeli...
Her CHP’linin “Onlar yeteri kadar yedi, şimdi sıra bizde” yaklaşımından büyük dikkatle uzak durması lazım. Şimdi liyakat, etik, ahlak, mantık egemen olmalı. Örneğin tabii ki geçmişte CHP’li diye üzeri çizilen şirketler ihalelere eşit şartlarda girmeli ve en iyi teklifi verdiyse almalı veya ülkenin farklı yerlerinde eğitimde laik ve Atatürkçü olduğu için dışlanmış dernekler, vakıflar, kurumlar kişiler, tabii ki artık bu negatif ayrımcılıkla muhatap olmamalılar ve herkes hak ettiğini almalı!
Gerek parti gerek belediyelerimiz, atamalarda da, seçimlerinde de, ihalelerde de, yeni imtiyazlılar sınıfı yaratmadan, hak edenlere doğal sosyal demokrat felsefeler doğrultusunda hak ettiğini vermeli. Toplum bu şekilde CHP’nin hak-hukuk-adalet yürüyüşlerinin Atatürkçü ve sosyal demokrat pencereden nasıl topluma yansıdığını inandırıcı bir şekilde yaşamalı.