25 Aralık 2012 Salı
BOSTANCI’DA “SANATÇILAR GİRİŞİMİ” PARLADI! / BEDRİ BAYKAM / 25 Aralık 2012 tarihli Cumhuriyet makalesi ..
Pazar günü Bostancı Gösteri Merkezi’ni hınca hınç dolduran 4500 yurtsever, Sanatçılar Girişimi’nin büyük organizasyonuyla çok tatmin edici bir gün geçirdiler. Saat 17:30’dan gece 23:30’a kadar süren altı saatlik maratona imza atanlar arasında ülkenin en önemli sanatçıları vardı.
Herhalde hiçbir organizatörün başaramayacağı kapsamda düzenlenmiş bir aktivite olan “Büyük Buluşma”nın içinde Ataol Behramoğlu’ndan Tarık Akan’a, Mehmet Aksoy’dan Nejat Yavaşoğulları’na, Ümit Zileli’den Edip Akbayram’a, Genco Erkal’dan Timur Selçuk’a, Sadık Gürbüz’den Kubat’a, ülkenin sayısız aydını vardı. Gece inanılmaz bir coşku ile sürdü.
Sanatçılar Girişimi’nin kökü, neredeyse bir yıl kadar önce sekiz sanatçı dostumu, eşimle birlikte evde yemeğe davet etmemizle başlamıştı. O gün, zaten sık sık birlikte kafa patlatan sanatçılardan Ataol Behramoğlu, Orhan Aydın, Levent Kırca, Edip Akbayram, Ümit Zileli, Orhan Kurtuldu, Mehmet Güleryüz ve ben, eşlerimizle beraber ülkenin durumunu ele almıştık. Doğal akışta bu demokratik tepkiyi yaşama geçirme kararı aldık. Gerisi zaten kamuoyunun malumu. Aslında bu cümle de abartılı. Çünkü BU ÜLKEDE, aydın insanların -en azından kendilerine göre (!)- haklı gerekçelerle iktidara olan eleştirilerini, duyulur şekilde halka iletecek cesarette “medya organı” (!) yok denecek kadar az.
Sanatçılar Girişimi olarak beklentilerimizin de ötesinde bir başarıya ulaşan gece ile ilgili bazı kritik notlarım var: Behramoğlu’nun yüreklendirici açılış konuşmasından ve bazı değerli sanatçılardan sonra sıra bana geldi. En çok alkış alan vurgulamam şuydu: “Ya hala ‘sen Kemalistsin, ben sosyalistim, sen sosyal demokratsın ben Troçkistim’ gibi ayrımlarla birbirimizi yiyip ayrışacağız ve o zaman seçimlerden sonra yakınmanın bir anlamı olmayacak, ya da yumruk gibi Ana Muhalefet’in etrafında birleşip, diğer muhalif partilerle, sivil toplumla el ele verip önümüze dikilen barikatları yıkacağız. Bunun adına ister mantık evliliği deyin, ister aşk veya tutku, buna mecburuz. Bunu başarıp karanlığı sandıkta yeneceğiz. Ana Muhalefet’e çok iş düşüyor: Lütfen artık engin ufukları, bize ait olmayan sularda, beyhude çabalarla aramayın. Kendi sularımızda, şu salonda arayın” .
Konuşmamın ardından kürsüye gelen Kılıçdaroğlu, bu mesajı aldığını ve “Ortak paydaların öne çıkarılması gerektiğini, bu paydanın da Mustafa Kemal Atatürk olduğunu” söyleyerek salondan büyük alkış aldı ve umut verici kararlı bir konuşmanın ardından salondan ayrıldı.
Gecenin devamında birçok çoşturucu müzik, nefis şiirler ve tiyatro bölümleri izlendi, tüm sanatçılar Timur Selçuk’un piyanosu başında birleşip beraber geceye nokta koyan şarkılar söylediler, Kadıköy-Maltepe-Beşiktaş-Sarıyer Belediyeleri’nin desteğini de alan muhteşem buluşma sona erdi.
Gecede yorumunu yapmak istediğim iki nazar boncuğu oldu. Birincisi sevgili Melike Demirağ, salondakilere, attıkları sloganlar konusunda ikazlar yaptı ve bunda ısrar etti. Gereksiz bir gerginlik oldu. Kimse, hele bu konuda yetkisi olmayan biri, böyle çoşkulu bir salonun sloganlarına karışamaz. İkinci ve çok daha vahim olay, Levent Kırca’nın Kılıçdaroğlu ayrıldıktan sonra yaptığı konuşmaydı. Değerli arkadaşım olayların biraz eski yorumunda kalmış ve salonda yaptığım, tüm muhalefetleri ana muhalefetin önderliğinde birleştirme gereği fikrinin aldığı desteğin de farkına varmamış. Kırca’nın kalkıp “Kılıçdaroğlu’nun kendisinin sırasında konuştuğunu ve CHP propagandası yaptığını” söyleyen Kırca, kusura bakmasın ama durumu ıskalamış. Birincisi, Kılıçdaroğlu’nun orada bir konuşma talebi veya sırası yoktu. Bizlerin büyük ısrarıyla Bostancı’yı programına aldı ve Menemen’den kalktı geldi. Bir konuşma yapmasını ise Sanatçılar Girişimi adına kendisinden Behramoğlu rica etti. İkincisi, konuşmasında “yumruk gibi birleşme” kararlılığımızı destekleyen ortak paydayı savundu ve topa girdi. Bundan daha güzel bir şey olabilir mi?
İtiraf etmem lazım ki, bunlar solun ve ulusalcıların eski kronik hastalıkları. Artık bu kaprislere vaktimiz kalmadı! Seçimleri kazanmak için oyları tek sepette toplamaya mecburuz. Bu da Ana Muhalefet’e açık bir destek vererek, onu eleştireceksek de yapıcı şekilde yörüngesini düzelterek olur. Eskisi gibi “Biz her Parti’ye eşit mesafedeyiz. Kimseyi tutmuyoruz” nakaratına devam ederseniz, Silivri ve diğer zulümhanelerdeki can kardeşlerimiz daha çok acı çekerler, hak etmedikleri işkencelere maruz kalırlar. Bu nedenle herkes artık ayağını denk alsın ve demode şovlara kalkışmasın.
Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..
18 Aralık 2012 Salı
UPSD: ESKİŞEHİR’DE SANATÇI EMİN GÜLÖREN’İN UĞRADIĞI NÜ SANSÜRÜ KABUL EDİLEMEZ!
Sayı: 2109/186 18.12.2012
UPSD: ESKİŞEHİR’DE SANATÇI EMİN GÜLÖREN’İN UĞRADIĞI NÜ SANSÜRÜ KABUL EDİLEMEZ!
Sanatçı Emin Gülören’in 15 Aralık 2012’de Eskişehir Devlet Güzel Sanatlar Galerisi’nde Belediye Başkanı Sayın Yılmaz Büyükerşen’in de katılımıyla açılan “Artnüyet” başlıklı sergisi, 17 Aralık Pazartesi sabahı itibariyle inandırıcı hiç bir gerekçe gösteremeden kapatılmıştır. Sanatçıya haber verme gereği bile görülmeden Emin Gülören’in resimleri galeriye ulaşan bir telefondan gelen bir talimat ile yere indirilip sergi fiilen sona erdirilmiştir.
UPSD: ESKİŞEHİR’DE SANATÇI EMİN GÜLÖREN’İN UĞRADIĞI NÜ SANSÜRÜ KABUL EDİLEMEZ!
Sanatçı Emin Gülören’in 15 Aralık 2012’de Eskişehir Devlet Güzel Sanatlar Galerisi’nde Belediye Başkanı Sayın Yılmaz Büyükerşen’in de katılımıyla açılan “Artnüyet” başlıklı sergisi, 17 Aralık Pazartesi sabahı itibariyle inandırıcı hiç bir gerekçe gösteremeden kapatılmıştır. Sanatçıya haber verme gereği bile görülmeden Emin Gülören’in resimleri galeriye ulaşan bir telefondan gelen bir talimat ile yere indirilip sergi fiilen sona erdirilmiştir.
Son birkaç yılda üst üste anıtlardan heykellere, sergilerden dizilere, tiyatrolardan filmlere gazetelerden internete süren sansür furyası bu sefer de sanki piyango Eskişehir’e çıkmışçasına bu kentte sergilenen, aslında gayet olağan ve normal olan bir nü sergiyi seçmiştir.
Çağdaş Türkiye’nin ifade ve sanatsal yaratım özgürlüğü sanki laik-demokratik bir hukuk devletinde yurttaşların anayasal hakları askıya alınmışçasına ortadan kaldırılabilmektedir. Olay artık en sade insan bedeni tasvirlerini kapsayacak kadar çığırından çıkmış, Türkiye en gerici ülkelerde görülebilecek çağdışı yorum ve bunu takip eden uygulamaların bahtsız bir merkezi haline gelmiştir.
Sayın Kültür ve Turizm Bakanı’nı konuya acilen müdahale etmeye ve kapatılan sergiyi tekrar açmaya davet ediyoruz. Sözde evrensel standartlarda AB demokrasi kriterleri peşinde koşan bir ülkede, böylesine traji-komik olayların yaşanabilmesi, düşündürücüden öte dehşet vericidir.
Toplumun ve medyanın bu uygulamalara alışması ve kabullenmesi Türkiye’nin geleceği adına bizi bekleyen en büyük tehlikelerden biridir.
Kamuoyuna saygılarımızla duyururuz.
Bedri Baykam
Başkan
UPSD
Yönetim Kurulu
Bahri Genç
TijenŞikar
Turan Büyükkahraman
Murat Havan
Denizhan Özer
Ekin Onat vonMerhart
Çağdaş Türkiye’nin ifade ve sanatsal yaratım özgürlüğü sanki laik-demokratik bir hukuk devletinde yurttaşların anayasal hakları askıya alınmışçasına ortadan kaldırılabilmektedir. Olay artık en sade insan bedeni tasvirlerini kapsayacak kadar çığırından çıkmış, Türkiye en gerici ülkelerde görülebilecek çağdışı yorum ve bunu takip eden uygulamaların bahtsız bir merkezi haline gelmiştir.
Sayın Kültür ve Turizm Bakanı’nı konuya acilen müdahale etmeye ve kapatılan sergiyi tekrar açmaya davet ediyoruz. Sözde evrensel standartlarda AB demokrasi kriterleri peşinde koşan bir ülkede, böylesine traji-komik olayların yaşanabilmesi, düşündürücüden öte dehşet vericidir.
Toplumun ve medyanın bu uygulamalara alışması ve kabullenmesi Türkiye’nin geleceği adına bizi bekleyen en büyük tehlikelerden biridir.
Kamuoyuna saygılarımızla duyururuz.
Bedri Baykam
Başkan
UPSD
Yönetim Kurulu
Bahri Genç
TijenŞikar
Turan Büyükkahraman
Murat Havan
Denizhan Özer
Ekin Onat vonMerhart
SİLİVRİ KARANLIĞINDAN UMUT FIŞKIRDI / Bedri Baykam / 18 Aralık 2012 tarihli Cumhuriyet makalesi..
O iç karartıcı ve tarihe arka
kapısından giren Silivri duruşma salonunun kapısındaki polis ve tel örgü
barikatına dayandığımızda saat sabahın 7’siydi. 05:00’te uyanıp bir şeyler
atıştırdıktan sonra yola koyulup gelmiştik. Yanımda asistanlarım Öykü, Serdar
ve Ayşegül ile Sanatçılar Girişimi koordinatörlerinden Canan Sezenler vardı.
Ataol Behramoğlu bizden bir süre sonra gelip içeri girmeyi başaracak, sevgili
Tarık Akan, Mehmet Aksoy ve Rutkay Aziz dışarıda kalıp, destek ve dayanışmaya
oradan devam edecekti.
13 Aralık, ne yazık ki her zaman ağır bir göndermeyle hatırlanacak olan Silivri kentinin Zulümhanesi’nin tarihinde farklı bir gün oldu. 4 yıldır neredeyse her gün tekrarladığımız “Silivri’de yüzbin kişilik miting yapılması lazım” sözleri nihayet yaşama geçebildi. Sonuçta belki 25, belki 50... Hatta belki 100 bin kişi geldi! Sonuçta yollar geç de olsa bloke edildi, yine barikatlar kuruldu, yine jandarmasından hakimine, polisinden savcısına, kimi yetkililer belirli ölçülerde oraya gelen demokrat insanları sıkıntıya sokmak için ellerinden geleni yaptılar. Zar zor ezilme tehlikeleri yaşayarak alındığımız duruşma salonuna arkadaşlarımızın girişleri, sanki heyecanla beklenen bir futbol takımının sahaya çıkışı gibiydi. Balbay, Özkan, Haberal, Başbuğ, Yalçın Küçük, Erkan Göksel, Turan Özlü, Mehmet Perinçek, Sevgi Erenerol ve onlarca başka isim, kararlılıkla salona intikal edip halkı ve gazetecileri selamlayarak yıllara yayılmış dev sıkıntılarına rağmen gülümsemeyle bu güne adım attılar. “Dışarıda” onbinlerin attığı “Geliyor, geliyor, çılgın Türkler geliyor/Silivri duvarı yıkılacak/Silivriden çıkanlar iktidar olacak/Ölmek var, dönmek yok!” sloganlarını duyamamalarına rağmen, kendileriyle beraber nefes alındığını öğrendiklerinde umut ve gözyaşlarını içlerine akıttılar. Onlarla uzaktan kucaklaşmak, bağıra çağıra sohbet edebilmek artık refleksten yapabildiğim şeyler. “Cezalı” veya rahatsız oldukları için katılamayan Perinçek, Hilmioğlu, Ersöz, Veli Küçük gibi isimler dışında herkes oradaydı. Tutuksuz yargılanan Alemdaroğlu, Mütercimler, Mehmet Ali Çelebi, Vural Vural, İbrahim Benli gibi sanıklar da hemen önümüzdeydi.
Silivri Mahkemeleri, “hukuk” kavramının tüm mantığını, etik değerlerini ve evrensel saygı normlarını ters yüz eden utanılası uygulamalarıyla acı bir şekilde tarihe kaydoldu. Siz vekillerin sanıkların yanına oturtulmadığı bir mahkeme düzenini filmlerde bile hiç gördünüz mü? Peki, müvekkiliyle bir belge alış-verişini mübaşir kullanmadan ilk elden yapamayan bir avukat-sanık ilişkisi duydunuz mu? Seri katillere bile reva görülmeyen bu uygulamaların mucitleri övünebilirler! İşte bu Mahkeme, bu sefer de henüz avukatların ellerinde olmayan bir “yeni iddianame” üstünden, hem de avukatlara usul hakkında bile söz vermeden okuma dayatmaya kalkışınca, doğal olarak salon disiplini bozuldu ve tepkiler yağmaya başladı. Fırsattan istifade, Hakim seyircileri boşaltma kararını uyguladı. Bu arada ısrarla, davaya gecikmeli de olsa silah-cinayet vs. gibi iddialar da ekleme çabalarının oldu-bittiyle salonda okunmasına karşı CHP vekili Süheyl Batum ayağa kalkarak “Böyle hukuk mu olur?” diye sert tepki verdi. Mahmut Tanal, Muharrem İnce ve bir ara jandarma itiş kakışına maruz kalan Namık Havuçcan, CHP’nin o gün duruşmaya gelen 32 vekili arasındaydılar.
Sanıkların slogan ve tepkilerinden: “Bu dava artık Leipzig davasının aynısıdır. Bir devleti ele geçirme davasıdır. / Burada hukuk alfabesinin A-B-C’si uygulanmıyor, kimse konuşturulmuyor, dinlenmiyor. / Adaletin kıyameti kopmuştur. / Mustafa Kemal’in askerlerini kimse yenemez!”
13 Aralık, ne yazık ki her zaman ağır bir göndermeyle hatırlanacak olan Silivri kentinin Zulümhanesi’nin tarihinde farklı bir gün oldu. 4 yıldır neredeyse her gün tekrarladığımız “Silivri’de yüzbin kişilik miting yapılması lazım” sözleri nihayet yaşama geçebildi. Sonuçta belki 25, belki 50... Hatta belki 100 bin kişi geldi! Sonuçta yollar geç de olsa bloke edildi, yine barikatlar kuruldu, yine jandarmasından hakimine, polisinden savcısına, kimi yetkililer belirli ölçülerde oraya gelen demokrat insanları sıkıntıya sokmak için ellerinden geleni yaptılar. Zar zor ezilme tehlikeleri yaşayarak alındığımız duruşma salonuna arkadaşlarımızın girişleri, sanki heyecanla beklenen bir futbol takımının sahaya çıkışı gibiydi. Balbay, Özkan, Haberal, Başbuğ, Yalçın Küçük, Erkan Göksel, Turan Özlü, Mehmet Perinçek, Sevgi Erenerol ve onlarca başka isim, kararlılıkla salona intikal edip halkı ve gazetecileri selamlayarak yıllara yayılmış dev sıkıntılarına rağmen gülümsemeyle bu güne adım attılar. “Dışarıda” onbinlerin attığı “Geliyor, geliyor, çılgın Türkler geliyor/Silivri duvarı yıkılacak/Silivriden çıkanlar iktidar olacak/Ölmek var, dönmek yok!” sloganlarını duyamamalarına rağmen, kendileriyle beraber nefes alındığını öğrendiklerinde umut ve gözyaşlarını içlerine akıttılar. Onlarla uzaktan kucaklaşmak, bağıra çağıra sohbet edebilmek artık refleksten yapabildiğim şeyler. “Cezalı” veya rahatsız oldukları için katılamayan Perinçek, Hilmioğlu, Ersöz, Veli Küçük gibi isimler dışında herkes oradaydı. Tutuksuz yargılanan Alemdaroğlu, Mütercimler, Mehmet Ali Çelebi, Vural Vural, İbrahim Benli gibi sanıklar da hemen önümüzdeydi.
Silivri Mahkemeleri, “hukuk” kavramının tüm mantığını, etik değerlerini ve evrensel saygı normlarını ters yüz eden utanılası uygulamalarıyla acı bir şekilde tarihe kaydoldu. Siz vekillerin sanıkların yanına oturtulmadığı bir mahkeme düzenini filmlerde bile hiç gördünüz mü? Peki, müvekkiliyle bir belge alış-verişini mübaşir kullanmadan ilk elden yapamayan bir avukat-sanık ilişkisi duydunuz mu? Seri katillere bile reva görülmeyen bu uygulamaların mucitleri övünebilirler! İşte bu Mahkeme, bu sefer de henüz avukatların ellerinde olmayan bir “yeni iddianame” üstünden, hem de avukatlara usul hakkında bile söz vermeden okuma dayatmaya kalkışınca, doğal olarak salon disiplini bozuldu ve tepkiler yağmaya başladı. Fırsattan istifade, Hakim seyircileri boşaltma kararını uyguladı. Bu arada ısrarla, davaya gecikmeli de olsa silah-cinayet vs. gibi iddialar da ekleme çabalarının oldu-bittiyle salonda okunmasına karşı CHP vekili Süheyl Batum ayağa kalkarak “Böyle hukuk mu olur?” diye sert tepki verdi. Mahmut Tanal, Muharrem İnce ve bir ara jandarma itiş kakışına maruz kalan Namık Havuçcan, CHP’nin o gün duruşmaya gelen 32 vekili arasındaydılar.
Sanıkların slogan ve tepkilerinden: “Bu dava artık Leipzig davasının aynısıdır. Bir devleti ele geçirme davasıdır. / Burada hukuk alfabesinin A-B-C’si uygulanmıyor, kimse konuşturulmuyor, dinlenmiyor. / Adaletin kıyameti kopmuştur. / Mustafa Kemal’in askerlerini kimse yenemez!”
Davayla ilgili durumu
şöyle izah edeyim: Bir davada 3-4 tane akıl almaz falso olsa, onları topluma izah
eder, işin altından kalkarsınız. Ama içinde 2452 tane mantıksız delil, havada
kalan gizli tanık bindirmesi, teknolojik absürd çelişki taşıyan iddialar olduğu
zaman, bu düzeltmeleri yapmaya neresinden başlayacağınızı bilemezsiniz ve olay çamur
ırmağına döner. Hiçbir açıdan somut bulgulara ulaşamayan davaya “silah ekleme” çabasını endirekt besleyen
hareketlenmeler arasında Muhsin Yazıcıoğlu’ndan Turgut
Özal’a, Adnan Kahveci’den Bülent Arınç’a, ortalığa yayılmaya çalışılan “suikast arayışları”nın ana nedeni de,
herhalde sağır sultanın bile artık
anladığı gibi, beyhude çabalarla Ergenekon canavarına kanlı vampir dişi
arayışından başka bir şey değil!
Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..
Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..
11 Aralık 2012 Salı
CHP VE STK’LAR: MANTIK EVLİLİĞİ VE KULLANMA KILAVUZU / Bedri Baykam / 11 Aralık 2012 tarihli Cumhuriyet makalesi..
Mahallenin ilgi uyandıran esrarengiz
güzel kızı ile zengin ama hassas geçmişli bıçkın delikanlısı beraber hayat
kurma yolunda ilerliyorlarsa, her açıdan ikisinin ve ailelerinin de bu
evlilikten ciddi oranda çıkar beklentileri varsa, üstelik kasabada, bu ilişkiye
alternatif olabilecek başka kapı yoksa... Ortaya
çıkan sorunların bir şekilde halledilmesi gerekir, değil mi?
Evlilik ya doğal yollardan kaçınılmaz tutkulu aşkla gelir, ya dönüşen bir arkadaşlığın gelişmesiyle ya da tesadüflerle... Başka? Bunlardan hiç biri olamamışsa, o zaman gündeme gelebilecek diğer seçenek “mantık evliliği” olabilir. Yani münasip zaman, şartlar, çevre baskısı ve tüm veriler analiz edildiğinde ortaya çıkan çaredir!
CHP ve Sivil Toplum arasında yaşananlar, her açıdan en azından bir “mantık evliliği”nin devreye girmesi gerektiğini ortaya koyuyor! Neden mi? Gerekçeler gayet basit. Özetle ele alacak olursak, iki hafta önce “CHP’nin Tehlikeli İkilemleri” başlığı altında, Parti’nin, geniş kitlelerin ve STK’ların kendisinden vebalı gibi kaçmalarına neden olan ölümcül hatalarını aktarmıştım: Kürt sorunundan laikliğe, yakın tarihin gerçekçi analizinden milletvekili adaylarının saptanmasıyla ilgili ortaya çıkan tepkilere kadar her yöne uzanan akıl karışıklıkları ve yanlış politikaların CHP seçmenini nasıl uzaklaştırdığını... Geçen hafta ise, Sivil Toplumun, elinde hiçbir “B Planı” olmamasına karşın, intiharına koşarcasına CHP ile arasına nasıl buzullar koyduğunu ve bunun güya kurtulmaya çalıştığı faşist rejimin içinde kendisini nasıl tutsak haline getirdiğini anlatmıştım. Hayatın gerçekleri ise, her iki kesimin de “uysa da uymasa da” birbirleriyle acilen yakınlaşmaları gereğini ortaya çıkarıyor. Çünkü acilen bu “mantık evliliği” sonuçlandırılmazsa, her ikisi de birbiri peşi sıra, geriye dönüşü olmayan bir uçurumdan aşağıya yuvarlanacaklar. Hatta araç sigorta terminolojisiyle, “pert” olacaklar!
Bugünün gerçeklerine dönecek olursak: Önce yerel, ardından genel seçimlere yönelik takvim işlemeye devam ediyor. Seçimler her gün yaklaşırken, CHP ve onun hinterlandı olması gereken “Sivil Toplum” arasındaki sorunların sıkı ve acil bir diyalogla giderilmeye, en azından iyileştirilmeye gereksinimi olduğu kesin bir veri. Çünkü bu ilişkinin hak ettiği sıhhatine kavuşturulması için, seçimlere üç gün kala harekete geçmek, kimselere bir şey kazandırmaz!
Öte yandan, bu birleşmenin hiç gerçekleşmemesi için ister sinsi sinsi, ister açıkca çalışan o kadar çok gafil var ki! Bunların bir kısmı, CHP’nin geçmiş kararları veya siyasi akış kadroları açısından bir çeşit -çoğu zaman haklı!- “kuyruk acısı” geliştirenler. Bir diğer kısmı CHP’den artık kurtarıcı bir Parti yaratmanın imkansızlığını gördüğünü söyleyenler! Bir diğer kısmı da hiçbir zaman uzaktan yakından gerçekleşmeyecek olan farklı siyasal beklentiler nedeniyle komik şekilde CHP’yi rakip görüp onun “imajını” batırmaya çalışanlar! Hayali senaryolarla avunup gerçeküstü beklentilere yelken açan bu kesimin de bahsettiğimiz diyalogu sağlayacağı veya kolaylaştıracağı pek düşünülemez.
Tüm bu olumsuz şartlara rağmen “Başarısızlık bir alternatif değildir” sözünden yola çıkarsak, “mantık evliliği”ni sağlamanın şartları karşılıklı bir “kullanım kılavuzu” gerektirilebilir! Mesela CHP’nin STK temsilcileriyle sık sık buluşması, onların ideolojik eleştirilerini dinlemesi, zeytin dalı uzatarak araya girmiş her türlü yanlış anlamayı bertaraf etmesi, başta TGB olmak üzere, Parti’nin ADD, ÇYDD ve DİSK gibi kuruluşların sokak gücü ve dinamizmini kullanması ve hatta İP’le dayanışmaya girmesi, tarafsızları, küskünleri çekmesi, kendi alyuvarlarına oksijen doldururcasına bu hatları hızlı şekilde genişletmesi gündeme gelmelidir.
STK’ların ise, CHP’den şikayet etmek yerine gördükleri ideolojik ve diğer hataların düzeltilmesi için çalışmaları, Parti’yi silkelemeleri, ilçe ve milletvekillerini ziyaret ederek infiale yol açan gafları çekinmeden yüksek sesle ifade etmeleri ve böylece artık şu “Ben tarafsızım, herkese eşit mesafedeyim” nakaratından kurtularak rengini çekinmeden belli etmenin şeffaflığını yaşamaları gerekiyor. Burada karşılıklı sabır, tahammül ve alçakgönüllü duruş şart! Sürekli kan davası gibi hesaplaşmaların, geçmişe yönelik suçlamaların terkedilmesi lazım. Yoksa evlilik suya düşer! “Kullanım kılavuzu”nun temel maddeleri bunlar!
CHP ve Sivil Toplum, çok acilen ister aşk, ister mantık evliliği yapmayı beceremezlerse, AKP hakkındaki şikayetlerinin kuruş değeri yoktur. Bu not, tarihe düşülmüştür.
Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..
Evlilik ya doğal yollardan kaçınılmaz tutkulu aşkla gelir, ya dönüşen bir arkadaşlığın gelişmesiyle ya da tesadüflerle... Başka? Bunlardan hiç biri olamamışsa, o zaman gündeme gelebilecek diğer seçenek “mantık evliliği” olabilir. Yani münasip zaman, şartlar, çevre baskısı ve tüm veriler analiz edildiğinde ortaya çıkan çaredir!
CHP ve Sivil Toplum arasında yaşananlar, her açıdan en azından bir “mantık evliliği”nin devreye girmesi gerektiğini ortaya koyuyor! Neden mi? Gerekçeler gayet basit. Özetle ele alacak olursak, iki hafta önce “CHP’nin Tehlikeli İkilemleri” başlığı altında, Parti’nin, geniş kitlelerin ve STK’ların kendisinden vebalı gibi kaçmalarına neden olan ölümcül hatalarını aktarmıştım: Kürt sorunundan laikliğe, yakın tarihin gerçekçi analizinden milletvekili adaylarının saptanmasıyla ilgili ortaya çıkan tepkilere kadar her yöne uzanan akıl karışıklıkları ve yanlış politikaların CHP seçmenini nasıl uzaklaştırdığını... Geçen hafta ise, Sivil Toplumun, elinde hiçbir “B Planı” olmamasına karşın, intiharına koşarcasına CHP ile arasına nasıl buzullar koyduğunu ve bunun güya kurtulmaya çalıştığı faşist rejimin içinde kendisini nasıl tutsak haline getirdiğini anlatmıştım. Hayatın gerçekleri ise, her iki kesimin de “uysa da uymasa da” birbirleriyle acilen yakınlaşmaları gereğini ortaya çıkarıyor. Çünkü acilen bu “mantık evliliği” sonuçlandırılmazsa, her ikisi de birbiri peşi sıra, geriye dönüşü olmayan bir uçurumdan aşağıya yuvarlanacaklar. Hatta araç sigorta terminolojisiyle, “pert” olacaklar!
Bugünün gerçeklerine dönecek olursak: Önce yerel, ardından genel seçimlere yönelik takvim işlemeye devam ediyor. Seçimler her gün yaklaşırken, CHP ve onun hinterlandı olması gereken “Sivil Toplum” arasındaki sorunların sıkı ve acil bir diyalogla giderilmeye, en azından iyileştirilmeye gereksinimi olduğu kesin bir veri. Çünkü bu ilişkinin hak ettiği sıhhatine kavuşturulması için, seçimlere üç gün kala harekete geçmek, kimselere bir şey kazandırmaz!
Öte yandan, bu birleşmenin hiç gerçekleşmemesi için ister sinsi sinsi, ister açıkca çalışan o kadar çok gafil var ki! Bunların bir kısmı, CHP’nin geçmiş kararları veya siyasi akış kadroları açısından bir çeşit -çoğu zaman haklı!- “kuyruk acısı” geliştirenler. Bir diğer kısmı CHP’den artık kurtarıcı bir Parti yaratmanın imkansızlığını gördüğünü söyleyenler! Bir diğer kısmı da hiçbir zaman uzaktan yakından gerçekleşmeyecek olan farklı siyasal beklentiler nedeniyle komik şekilde CHP’yi rakip görüp onun “imajını” batırmaya çalışanlar! Hayali senaryolarla avunup gerçeküstü beklentilere yelken açan bu kesimin de bahsettiğimiz diyalogu sağlayacağı veya kolaylaştıracağı pek düşünülemez.
Tüm bu olumsuz şartlara rağmen “Başarısızlık bir alternatif değildir” sözünden yola çıkarsak, “mantık evliliği”ni sağlamanın şartları karşılıklı bir “kullanım kılavuzu” gerektirilebilir! Mesela CHP’nin STK temsilcileriyle sık sık buluşması, onların ideolojik eleştirilerini dinlemesi, zeytin dalı uzatarak araya girmiş her türlü yanlış anlamayı bertaraf etmesi, başta TGB olmak üzere, Parti’nin ADD, ÇYDD ve DİSK gibi kuruluşların sokak gücü ve dinamizmini kullanması ve hatta İP’le dayanışmaya girmesi, tarafsızları, küskünleri çekmesi, kendi alyuvarlarına oksijen doldururcasına bu hatları hızlı şekilde genişletmesi gündeme gelmelidir.
STK’ların ise, CHP’den şikayet etmek yerine gördükleri ideolojik ve diğer hataların düzeltilmesi için çalışmaları, Parti’yi silkelemeleri, ilçe ve milletvekillerini ziyaret ederek infiale yol açan gafları çekinmeden yüksek sesle ifade etmeleri ve böylece artık şu “Ben tarafsızım, herkese eşit mesafedeyim” nakaratından kurtularak rengini çekinmeden belli etmenin şeffaflığını yaşamaları gerekiyor. Burada karşılıklı sabır, tahammül ve alçakgönüllü duruş şart! Sürekli kan davası gibi hesaplaşmaların, geçmişe yönelik suçlamaların terkedilmesi lazım. Yoksa evlilik suya düşer! “Kullanım kılavuzu”nun temel maddeleri bunlar!
CHP ve Sivil Toplum, çok acilen ister aşk, ister mantık evliliği yapmayı beceremezlerse, AKP hakkındaki şikayetlerinin kuruş değeri yoktur. Bu not, tarihe düşülmüştür.
Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..
7 Aralık 2012 Cuma
UPSD GENEL KURULU YAPILDI Bedri Baykam 4. kez Başkanlığa Seçildi.
2 Aralık 2012 Pazar günü, derneğin Maçka demokrasi Parkı’ndaki merkezinde
Bünyamin Özgültekin’in Divan Başkanlığı’nda yapılan
Uluslararası Plastik Sanatlar Derneği (UPSD) 12. Olağan Genel Kurulu’nda,
Bedri Baykam 4. Kez, 3 yıllığına UPSD Başkanı seçildi.
UPSD’nin yeni Yönetim Kurulu şu isimlerden oluştu:
Bedri Baykam (Başkan)
Bahri Genç (2. Başkan-Sayman)
Tijen Şikar (Genel Sekreter-İletişim)
Ekin Onat von Merhart (UPSD Galeri-Dış İlişkiler)
Denizhan Özer (UPSD Galeri-Dış İlişkiler)
Murat Havan (Kurumsal İlişkiler- Yerel Yönetimler)
Turan Büyükkahraman (Kurumsal İlişkiler- Yerel Yönetimler)
Yönetim Kurulu Yedek
Melik İskender
Recep Batuk
Ayşe Erel
Ekrem Kahraman
Ceylan Mutlu
Rahmi Aksungur
Nebahat Karyağdı
Alangoya Çoker
Sonya Tanrısever
Pınar Selimoğlu
Üye Kabul Yedek
Kadri Özayten
Devabil Kara
Ekber Yeşilyurt
Onur Kurulu
Hüsamettin Koçan
Tomur Aagök
Nilüfer Ergin
Meriç Hızal
Ferit Özşen
Nur Koçak
Denetleme Kurulu
Tülin Onat
Çiler Belen
Mustafa Karyağdı
Denetleme Kurulu Yedek
Taner Ceylan
Barış Sarıbaş
Argun Okumuşoğlu
6 Aralık 2012 Perşembe
BÜYÜK BULUŞMA’ya davetlisiniz
Baskıya, korkuya, adaletsizliğe, sanat ve sanatçı düşmanlığına karşı BÜYÜK BULUŞMA’ya davetlisiniz.
Saygılarımızla.
SANATÇILAR GİRİŞİMİ
ferman padişahın, ülke bizimdir
Yer: Bostancı Gösteri Merkezi
Saat: 1700 - 2300
Adreslerimiz:
Facebook sayfasi:
https://www.facebook.com/Reddediyoruz
blog sayfasi:
http://sanatcilargirisimi.blogspot.com/
twitter:
https://twitter.com/reddediyoruz
mail: reddediyoruz@gmail.com
5 Aralık 2012 Çarşamba
BEDRİ BAYKAM / Tarihin Röntgencisi / The Voyeur of History
| |||
| |||
|
4 Aralık 2012 Salı
Sivil Toplumun Ölümcül İkilemleri! / Bedri Baykam / 4 Aralık 2012 tarihli Cumhuriyet makalesi..
Geçen hafta “CHP’nin Tehlikeli İkilemleri” başlıklı yazımı eminim “Y-CHP”ye
kızan onca Atatürkçü ve sivil toplumcu, hak vererek gündemine aldı. “İşte bunlar CHP’nin kulağına küpe olsun” diye
birçok arkadaşımın bu yazıyı yaydıklarını biliyorum. Bu seferki yazıma
verecekleri tepki ise, ne olursa olsun Türkiye’nin önümüzdeki seçimlerini ve
kaderini etkileyecek.
Türkiye’de bugün 29 Ekim’lerde meydanları dolduran ve milyonlarla ölçülen muhalefetin içinde ADD’liler, ÇYDD’liler, TGB’liler, İP’liler, DİSK’liler, sendikacılar ve sandıklara gitmeyenler var. Her toplumsal eylemde kolkola girip beraber yürüdüğüm bu kardeşlerimin her biri, bu iktidardan kurtulmak istediklerini haykırıyorlar. Peki nasıl başaracaklar? Tek seçenekleri AKP’yi sandıkta yenmek değil mi? Bu veriye göre hareket edeceklerse, bakalım ellerindeki kozlar hangileri...
Herhalde tüm dinamik yapısına rağmen İP’yi bir iktidar alternatifi olarak görmek mümkün değil. Son sondajlarda %2’ye yükselmiş olması çok sevindirici olsa da, bu noktanın da uzaktan yakından AKP’yi tehdit edebilecek bir potansiyel oluşturamayacağı ortada. DSP, Masum Türker’in sağlam şirinliklerine rağmen, Ecevit’in son bitik döneminden de gerilerde. MHP’yi alternatif bir muhalefet partisi sananlar, bunun bedelini siyasi gerilimlerin her kritik virajında acı şekilde ödemeye devam ediyorlar. Diğer küçük partilere hiç girmiyorum. Oturdukları apartmanda eşleri için “Kocam Parti Başkanı” diye komşularına böbürlenme şansı verme dışında hiçbir getirisi olmayan bu uğraşı kritik günlerde hala sürdürebildikleri için Allah akıl fikir ihsan eylesin diyorum.
Demek ki, ortada bir tek gerçek var: CHP dışında, uzaktan yakından AKP ile rekabet ihtimali olan parti yok. Halbuki girişte söz ettiğimiz o tepkisel kitlenin büyük bir kısmı, CHP seçmenleri arasında değil. Sorsanız, her biri CHP’ye -çoğu sonsuz haklı sebeplerden- tepkili. Zaten bu gerekçeleri geçen hafta özetledik. Yani sandıkta elleri CHP’ye gitmiyor, ama bu iktidardan kurtulmak için neredeyse yaşamlarından olmaya razılar! Peki bu ikilemi aranızda anlayabilen var mı? Dünya tarihi daha traji-komik bir çelişki gördü mü?
Tabii bir kesim daha var. Onlar bu derneklerde çalışıp, bu meydanlarda yürüyüp, hatta belki CHP’ye oy verip, kamuya açık siyasi söylemlerinde hiçbir şekilde CHP’ye destek vermeyenler. Onlara göre “Biz her partiye eşit uzaklıktayız” gibi standart saçma lafları orta yere bırakmak çok daha garantili. Ama ortaya yaydıkları bu belirsizlik, iktidara yarıyor. Yani “Ben taraf tutmam, ben CHP’li değilim” tavrıyla bu sözde muhalefet, resmen intiharına koşuyor! Çünkü seçimlere koşarken, tek bir B planları yok! Hem de tüm sivil-imam toplumcuları, var güçleriyle kapı kapı gezip iktidarı savunurken... Silivri’ye gidip bir sorun bakalım demokrasi nöbetçilerimize, “aferin” derler mi bizim “tarafsız”lara?
Peki, CHP’ye kızgınsın, diyelim ki üzerinde siyaset yaptığı zemini kaypak buluyorsun, hatta Genel Başkan’ından şu ya da bu vekiline kadar birçok siyasisini ölesiye eleştiriyorsun... İyi de bu Parti’nin içine girip, eleştirdiğin dağlara kılıç sallamaktan başka seçeneğin yok ki... Pardon var! O da CHP’yi yıpratacak her tavrı ve tepkiyi gösterdikten sonra, seçimlerde AKP bilmem kaçıncı zaferine koştuğunda, oturup şikayet edip ağlamak, “Eyvah şimdi bu sonuçla bu adamlar kimbilir daha neler yaparlar devrimler aleyhine!” diye hayıflanmak... Bu durumu algılayan bir yabancı siyasetçi ne der biliyor musunuz? “Siz sahte muhalifsiniz. İktidardan şikayet ettiğiniz filan yok. ‘Gibi’ yapmakla yetiniyorsunuz. Çünkü gerçekten arkadaşlarınızın hapiste olmasından ve faşizmden yakınsanız, ne yapar eder, CHP’ye seçimi kazandırmak için ölesiye çalışırsınız. Ama siz tam tersine ya ‘tarafsızız’ diye tempo tutuyorsunuz ya da daha ileri gidip CHP aleyhine çalışıyorsunuz. İnandırıcılığınız kocaman bir sıfır!”
Türkiye’de bugün 29 Ekim’lerde meydanları dolduran ve milyonlarla ölçülen muhalefetin içinde ADD’liler, ÇYDD’liler, TGB’liler, İP’liler, DİSK’liler, sendikacılar ve sandıklara gitmeyenler var. Her toplumsal eylemde kolkola girip beraber yürüdüğüm bu kardeşlerimin her biri, bu iktidardan kurtulmak istediklerini haykırıyorlar. Peki nasıl başaracaklar? Tek seçenekleri AKP’yi sandıkta yenmek değil mi? Bu veriye göre hareket edeceklerse, bakalım ellerindeki kozlar hangileri...
Herhalde tüm dinamik yapısına rağmen İP’yi bir iktidar alternatifi olarak görmek mümkün değil. Son sondajlarda %2’ye yükselmiş olması çok sevindirici olsa da, bu noktanın da uzaktan yakından AKP’yi tehdit edebilecek bir potansiyel oluşturamayacağı ortada. DSP, Masum Türker’in sağlam şirinliklerine rağmen, Ecevit’in son bitik döneminden de gerilerde. MHP’yi alternatif bir muhalefet partisi sananlar, bunun bedelini siyasi gerilimlerin her kritik virajında acı şekilde ödemeye devam ediyorlar. Diğer küçük partilere hiç girmiyorum. Oturdukları apartmanda eşleri için “Kocam Parti Başkanı” diye komşularına böbürlenme şansı verme dışında hiçbir getirisi olmayan bu uğraşı kritik günlerde hala sürdürebildikleri için Allah akıl fikir ihsan eylesin diyorum.
Demek ki, ortada bir tek gerçek var: CHP dışında, uzaktan yakından AKP ile rekabet ihtimali olan parti yok. Halbuki girişte söz ettiğimiz o tepkisel kitlenin büyük bir kısmı, CHP seçmenleri arasında değil. Sorsanız, her biri CHP’ye -çoğu sonsuz haklı sebeplerden- tepkili. Zaten bu gerekçeleri geçen hafta özetledik. Yani sandıkta elleri CHP’ye gitmiyor, ama bu iktidardan kurtulmak için neredeyse yaşamlarından olmaya razılar! Peki bu ikilemi aranızda anlayabilen var mı? Dünya tarihi daha traji-komik bir çelişki gördü mü?
Tabii bir kesim daha var. Onlar bu derneklerde çalışıp, bu meydanlarda yürüyüp, hatta belki CHP’ye oy verip, kamuya açık siyasi söylemlerinde hiçbir şekilde CHP’ye destek vermeyenler. Onlara göre “Biz her partiye eşit uzaklıktayız” gibi standart saçma lafları orta yere bırakmak çok daha garantili. Ama ortaya yaydıkları bu belirsizlik, iktidara yarıyor. Yani “Ben taraf tutmam, ben CHP’li değilim” tavrıyla bu sözde muhalefet, resmen intiharına koşuyor! Çünkü seçimlere koşarken, tek bir B planları yok! Hem de tüm sivil-imam toplumcuları, var güçleriyle kapı kapı gezip iktidarı savunurken... Silivri’ye gidip bir sorun bakalım demokrasi nöbetçilerimize, “aferin” derler mi bizim “tarafsız”lara?
Peki, CHP’ye kızgınsın, diyelim ki üzerinde siyaset yaptığı zemini kaypak buluyorsun, hatta Genel Başkan’ından şu ya da bu vekiline kadar birçok siyasisini ölesiye eleştiriyorsun... İyi de bu Parti’nin içine girip, eleştirdiğin dağlara kılıç sallamaktan başka seçeneğin yok ki... Pardon var! O da CHP’yi yıpratacak her tavrı ve tepkiyi gösterdikten sonra, seçimlerde AKP bilmem kaçıncı zaferine koştuğunda, oturup şikayet edip ağlamak, “Eyvah şimdi bu sonuçla bu adamlar kimbilir daha neler yaparlar devrimler aleyhine!” diye hayıflanmak... Bu durumu algılayan bir yabancı siyasetçi ne der biliyor musunuz? “Siz sahte muhalifsiniz. İktidardan şikayet ettiğiniz filan yok. ‘Gibi’ yapmakla yetiniyorsunuz. Çünkü gerçekten arkadaşlarınızın hapiste olmasından ve faşizmden yakınsanız, ne yapar eder, CHP’ye seçimi kazandırmak için ölesiye çalışırsınız. Ama siz tam tersine ya ‘tarafsızız’ diye tempo tutuyorsunuz ya da daha ileri gidip CHP aleyhine çalışıyorsunuz. İnandırıcılığınız kocaman bir sıfır!”
Herhalde bu ülkede CHP’yi benim kadar
eleştiren 2-3 yazar ya vardır ya yoktur. Buna rağmen her seçimde yapılan tüm
abartılı Parti içi gafa, hataya ve komik derecede hatalı aday seçimlerine
rağmen CHP’yi destekliyorum. Neden mi? Çünkü ben ilkokulda, matematikte sınıfın en iyilerinden biriydim ve hangi sepette daha çok bilye olmasını
istediğimi biliyordum da ondan. Rakibi
olduğum sepeti kazandırmak istercesine asalak bir hedefe koşmuyorum, siyasi
hedeflerime bakıp, öyle kararlar
alıyorum, ideolojimi uçurumdan aşağı itmiyorum da ondan. Bilmem anlatabildim
mi? Haftaya devam!
Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..
Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..
27 Kasım 2012 Salı
CHP’NİN TEHLİKELİ İKİLEMLERİ / BEDRİ BAYKAM / 27 Kasım 2012 tarihli Cumhuriyet makalesi..
Geçen hafta “Seyit Rıza” meselesi üzerinden yaşanan kriz, CHP açısıdan da son
derece kritik bir yol ayrımına işaret ediyor. CHP yaşanan ağır tartışmaları yok
sayarak bu ideolojik çifte başlılığına
acilen son vermezse, önümüzdeki her seçim sürecinde hayal kırıklığı yaşamaya
mahkum.
Kılıçdaroğlu, Genel Başkanlık koltuğuna
oturduğundan beri “ezber bozmak”
adına -ANAP’ın “dört eğilim”sapmasını
hatırlatan bir tavırla- liberal, ılımlı islamcı, Kürtçü, yani CHP’nin genel
ideolojisi ve Cumhuriyet’in kuruluş felsefesine aykırı milletvekilleri, Parti
Meclis Üyeleri seçtiriyor. CHP lideri bu sayede Partisine hem Güneydoğu’dan,
hem “müslüman” siyaseti (!) öne
çıkaranlardan hem de merkez liberallerinden oy akacağını sanyor. Üzerinde durmaya
bile gerek yok, bu oportünizm kokan ideolojik biçim bozmanın bir geri adım
dönüşü olacağını sanmak en iyi ihtimalle aşırı iyi niyet veya siyasi saflık.
CHP, Kılıçdaroğlu döneminde
yaşadığı seçim ve referandum süreçlerinde beklenen oy patlamasını yapamadığı
gibi, neredeyse birçok açıdan Baykal CHP’sinin gösterdiği potansiyel yükseliş
ivmesinin beklentilerinin gerisinde kalıyor. Büyük umutlarla ve hatırı sayılır
bir rüzgarla başlayan bu serüven, bu nedenlerle şimdilik yarattığı umudu
dağların arkasına bıraktı. AKP bu sayede 10 yıldır iktidarda olmasına ve
halktan bu kadar tepki görmesine rağmen karşısında kendisini yerinden
edebilecek bir muhalefeti bile olmayan Parti oldu. Dikensiz gül bahçesinde
gezinerek yarattığı tek sesliliğin keyfini Parlamento’da çıkarıyor.
CHP “herkese yaranayım” mantığıyla şekillenen kaygan tavırlarıyla kendisi
için marjinal sayılabilecek kesimlerden oy alamadığı gibi, esas kendi arka
bahçesi olan Ulusalcı, Atatürkçü, Cumhuriyetçi-Demokrat insanların ışık hızıyla
Parti’den uzaklaştığını göremiyor. Bırakın seçmenleri veya üyeleri, CHP’nin
yönetim organlarında yer alan insanlar, sürekli muhatap oldukları bu “Y-CHP”
saldırısından kaçarak istifa ediyorlarsa veya Parlamento Grubu’nda kazan
kaldırıyorlarsa, artık Parti için oturup düşünme vaktidir. Bütün bu şizofrenik
parçalanma ve kafa karışıklığının kökeninde Kılıçdaroğlu ekibinin “CHPli gibi CHPliler” yerine her çeşit ithal
düşünce sahiplerini öne çıkararak seçimlere ve Parlamento’ya girmeleri ve de
üstelik bu sapmalardan övünmeleri yatıyor. Gerek cemaate yakın Kürtçü siyaseti
seslendiren milletvekilleri, gerek Parti’ye açık açık Atatürkçüleri tasfiye
etmeleri gerektiğini anlatan 2. Cumhuriyetçi-liboş yandaş gazetecilerle “düşünürlerle” (!) kurulan sıkı
diyaloglar, ortaya rahatsız ediciden öte bir “ne olduğu belirsiz” Parti yapısı çıkarıyor.
Öncelikle Kılıçdaroğlu’nun sürekli
olarak muz kabuğuna basarcasına üzerine gidip yere yuvarlandığı “anakronizm” hastalığından söz edelim: Parlamento
grubunda milletvekillerinin cesur çıkışlarıyla engellenen, Hüseyin Aygün’ün “Seyit Rıza’ya
iadeyi-i itibar” yasa tasarısı tartışılırken “Seyit Rıza’yı yargılayan
mahkemeler de özel mahkemelerdir. Biz özel mahkemelere karşıyız” demesi
bunun çok tipik bir göstergesi. Kılıçdaroğlu‘nun değerlendirmelerinde dönemler,
yıllar, yorumlar, ulusal ve uluslararası şartlar, hepsi birbirine karışmış. “Devrim yasaları ve İstiklal Mahkemeleri olmasaydı,
ortada Türkiye Cumhuriyeti mi olacaktı?” sorusu, Genel Başkan’ın aklına
bile gelmiyor. Neredeyse “Fatih İstanbul’u alırken sosyal medyadan
eğilim araştırması yaptı mı” veya “Fetih’in facebook sayfası var mıydı?” sorusuna yanıt arayacak. Sn. Kılıçdaroğlu’nun 20. yüzyıl Türkiye
siyaseti ve yakın tarihimizi yani Menemen’i, Dersim’i, Seyit Rıza’yı, Said-i Nursi’yi, İnönü dönemlerini, 27 Mayıs’ı
ele alış şekilleri, bu nedenle sorunludan da öte. Yaşanan her olay, o günün
şartları ve gerçekleri içinde ele alınmaya mecburdur, bizden hatırlatması!
Kılıçdaroğlu’nun geçen hafta
Parti’ye yine travma yaşatan Aygün’ü uyarması ve “Parti politikalarına aykırı ve grup onayından geçmemiş yasa
önerilerini kamuoyuyla kimsenin paylaşmamasını” istemesi iyi bir başlangıç.
Ancak yine de CHP Genel Başkanı’nın
iktidar alternatifi olabilmek için kimlerle ittifak yapması gerektiğini
anlaması ve Parti’nin yörüngesini sağlam bir rotaya oturtması zaman alacağa
benziyor. Ne yazık ki Türkiye‘nin ise kaybedecek tek saniyesi kalmadı... Tabii
madalyonun bir de diğer yüzü var. Sivil toplum ve diğer siyasi ulusal kanatlar
CHP’ye nasıl bakıyorlar? Onu da gündem elverirse haftaya ele alacağız...
Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..
Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..
26 Kasım 2012 Pazartesi
BASIN BÜLTENİ
TÜM SANAT GALERİLERİ DERNEĞİ (TÜSGAD)
BEDRİ BAYKAM’LA ANKARA’DA BİR SÖYLEŞİ DÜZENLİYOR
Tüm Sanat Galerileri Derneği, Bedri Baykam’la 08 Aralık 2012 Cumartesi günü, Türk-Amerikan Kültür Derneği’nde bir buluşma düzenliyor.
TÜSGAD'ın davetlisi olarak Ankara’ya gelecek olan Baykam, “Her Yönüyle Türkiye’de Çağdaş Sanatçı Olmak” konusunu ele alacak. Ankaralı Prof. Dr. Felsefeci Şahin Yenişehirlioğlu ve Gazi Üniversitesi sanatçı-yazar Mehmet Yılmaz’ın giriş konuşmalarını yaparak Baykam’ı ve konuyu sunacakları söyleşi, saat 14.00-16.00 arası yapılacaktır.
Organizasyonu üstlenen Tüm Sanat Galerileri Derneği Başkanı Kürşad Yılmaz, Yönetim Kurulu adına Baykam'ı Ankara’da ağırlamaktan ve sanatseverlerle buluşturmaktan onur duyduklarını söyledi ve katılımcıları Baykam’ın Siyah-Beyaz Sanat Galerisindeki 07 Aralık 2012 tarihindeki sergisini de tercihen önceden gezmeye davet etti.
Yer: Türk-Amerikan Kültür Derneği-Ankara
Tarih: 08 Aralık 2012
Saat: 14:00
Adres: Cinnah Cad. No:20 Çankaya-Ankara
TÜSGAD'ın davetlisi olarak Ankara’ya gelecek olan Baykam, “Her Yönüyle Türkiye’de Çağdaş Sanatçı Olmak” konusunu ele alacak. Ankaralı Prof. Dr. Felsefeci Şahin Yenişehirlioğlu ve Gazi Üniversitesi sanatçı-yazar Mehmet Yılmaz’ın giriş konuşmalarını yaparak Baykam’ı ve konuyu sunacakları söyleşi, saat 14.00-16.00 arası yapılacaktır.
Organizasyonu üstlenen Tüm Sanat Galerileri Derneği Başkanı Kürşad Yılmaz, Yönetim Kurulu adına Baykam'ı Ankara’da ağırlamaktan ve sanatseverlerle buluşturmaktan onur duyduklarını söyledi ve katılımcıları Baykam’ın Siyah-Beyaz Sanat Galerisindeki 07 Aralık 2012 tarihindeki sergisini de tercihen önceden gezmeye davet etti.
Yer: Türk-Amerikan Kültür Derneği-Ankara
Tarih: 08 Aralık 2012
Saat: 14:00
Adres: Cinnah Cad. No:20 Çankaya-Ankara
20 Kasım 2012 Salı
ÖLÜM-SİYASET-YAŞAM ÜÇGENİ / Bedri Baykam / 20 Kasım 2012 tarihli Cumhuriyet makalesi..
Üzerinde yaşadığımız gezegenin
tarihi, katliam dizileri
ile yüklü. İlkçağlardan günümüze uzanan süreçte, kendisine tehlike gördüklerini
öldürtenler, “farklı”
olanları soykırıma yollayanlar, savaştığı ülkelerde sivilleri bile parça parça
edenler... milyarlarca insanı yok ettiler!
Bunlara bir de “kişisel siyasi” cinayetleri, Neanderthal insanından günümüze çıkar ilişkileri, kadın, av paylaşımı, siyasi rekabet, para, kıskançlık gibi nedenlerle insanların birbirini nasıl elediklerini eklersek, ortaya çok karanlık bir tablo çıkıyor. İster insani bir duygu olması gereken merhamet, ister “Tanrı’nın verdiği canı yine ancak Tanrı alır” sözleri, dünyada hoş bir seda olarak kalmış. İnsanın insana yaptığı zulüm, gözü dönmüşlerin hırsı dünyayı hep kana bulamış.
Peki, 20. yüzyılla beraber ne kadar değişebilmişiz? Dünyanın yaşadığı iki korkunç “Cihan Harbi”nden sonra Birleşmiş Milletler, diyalogla savaşları durdurmayı ana amaçlarından biri olarak ilan etmiş ve bazen (!) Amerikan çıkarlarının müsaade ettiği oranda başarılı olmuş. ABD’nin Irak’ta bir milyona yakın insanı ölüme gönderdiği günlerin barutu ise hala tütmeye devam ediyor!
Bunlara bir de “kişisel siyasi” cinayetleri, Neanderthal insanından günümüze çıkar ilişkileri, kadın, av paylaşımı, siyasi rekabet, para, kıskançlık gibi nedenlerle insanların birbirini nasıl elediklerini eklersek, ortaya çok karanlık bir tablo çıkıyor. İster insani bir duygu olması gereken merhamet, ister “Tanrı’nın verdiği canı yine ancak Tanrı alır” sözleri, dünyada hoş bir seda olarak kalmış. İnsanın insana yaptığı zulüm, gözü dönmüşlerin hırsı dünyayı hep kana bulamış.
Peki, 20. yüzyılla beraber ne kadar değişebilmişiz? Dünyanın yaşadığı iki korkunç “Cihan Harbi”nden sonra Birleşmiş Milletler, diyalogla savaşları durdurmayı ana amaçlarından biri olarak ilan etmiş ve bazen (!) Amerikan çıkarlarının müsaade ettiği oranda başarılı olmuş. ABD’nin Irak’ta bir milyona yakın insanı ölüme gönderdiği günlerin barutu ise hala tütmeye devam ediyor!
Bir de bunların
ötesinde, devletlerin aldıkları kararlarla insanları ölüme yollama “yetkileri” var. Dünyada ölüm cezasının
kaldırılması, son 40 yılda yaygınlaşan bir uygarlık ilerlemesi. Barış
arayışları, insan hakları, demokrasi, eşitlik kavramı doğrultusunda Avrupa
ülkelerinden başlayarak yerleşen bu merhalenin her ülkede geçerli hale gelmesi
ve dünyanın en azından devlet eliyle gelen ölümlerden kurtulması, son derece
önemli.
Ülkemizde özellikle kadınlara yönelik şiddeti, 3. sayfa haberlerini ve kişisel kavga cinayetlerini köşeye kaldırıp, siyasi arenaya bakalım: Ölüm üzerinden siyaset yapan herkes açık suç işliyor! Bunu geniş açıdan ele almaya mecburuz. Herkes kendisine farklı gerekçeler çıkarabilir, ama aslında hepsi şu ana temada birleşiyor: Biri(leri)nin, başkalarının yaşamlarını bitirme konusunda kendileri adına hak ve yetki verebilmeleri. Mesela terör olaylarında yaşadıklarımız... Daha dün yine beş askerimizi Şemdinli’de şehit eden PKK’lı teröristler, ama birilerinin maşası olarak, ama örgüt kararıyla, bu canları alma hakkını kendilerinde görmüşler. Affedilir tarafları yok. Hiçbir din ve ırk söylemi bu yobazlıkları izah edemez.
Yine aynı Kürt sorununun bir diğer ucunda ise, Allah’a şükür, birkaç gün önce sona erdirilen ve vicdanı olan herkesi üzen, hatta kahreden ölüm oruçları geliyor. Tüm bu insanların aileleri, arkadaşları, çocukları var. Ama bu girişime dur diyenlerin arasında yer alan bazı “aydın”ların, ilginç şekilde şehit askerlere duyarlılıkları yok. Hükümet ise, “Ölüm üzerinden siyaset olmaz” diyerek gidişatta işin adını koyuyor. Sonuçta konunun siyasi kısmını, yani bu taleplerin haklılığını, haksızlığını, karşılanabilir olup olmadığını bir yana bırakın, bu düşünce doğru.
Bu cümleyi sarf eden bir Hükümet, aynı hafta ülkenin gündemine “idam cezası” gibi koca bir “ucube”yi sokabiliyorsa, buna ancak karga koroları eşliğinde katıla katıla, ama acı acı gülünür! O zaman şunu anlarız, bu abartılı çelişkiden: Bu Hükümetin hiçbir sözü samimi değildir. Bu kadar kritik bir konuda aynı anda siyah ve beyaz diyebilen bir Hükümet’in başları, dün idam cezası kaldırılırken bunu her zerreleriyle onaylamışlarsa, bugün de idam cezasını, değişmez destekçileri MHP’nin yardımıyla tekrar ısıtıyorlarsa, bu konularda yörünge, tutarlılık, insaf değil, oportünizm ve anlık gündem değiştirme kavramlarının öne çıktığını anlarız. Bu dehşet verici bir ikiyüzlülüktür.
“Demokratik” geçinen sevgili medyamızın da hemen bu “dolmuş”a binip, “idam cezası”nı heyecanla gündeme taşımasını da esefle izlediğimi itiraf etmeliyim... AB gereken olağan tepkiyi anında vermeseydi, Davutoğlu açıkça geri adım atmaya mecbur kalmasaydı, bu utanılası çıkış daha da ileri gidecekti. MHP’nin, bu cezanın “ayrılıkçı terör örgütü” için “dizayn” (!) edildiğini sanacak kadar gündem analizinden uzak olması ise, saflıktan öte ciddi bir bilinç kaybı ve sorumsuzluk ifadesidir.
Sonuç mu? Benim gözümde terör operasyonu hazırlayan örgüt, insanları açlık grevine iten sözde siyasiler, ölüm cezasını tekrar ısıtmaya kalkan iktidarlar ve hatta cezaevi koşullarındaki bilinçli yetersizliklerle tutukluları ve hükümlüleri ölüme bile bile yollayanlar, aynı ölüm karanlığının başaktörleridir. Biz, ölümü değil, özgür yaşamı kutsamak için geldik bu dünyaya...
Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..
Ülkemizde özellikle kadınlara yönelik şiddeti, 3. sayfa haberlerini ve kişisel kavga cinayetlerini köşeye kaldırıp, siyasi arenaya bakalım: Ölüm üzerinden siyaset yapan herkes açık suç işliyor! Bunu geniş açıdan ele almaya mecburuz. Herkes kendisine farklı gerekçeler çıkarabilir, ama aslında hepsi şu ana temada birleşiyor: Biri(leri)nin, başkalarının yaşamlarını bitirme konusunda kendileri adına hak ve yetki verebilmeleri. Mesela terör olaylarında yaşadıklarımız... Daha dün yine beş askerimizi Şemdinli’de şehit eden PKK’lı teröristler, ama birilerinin maşası olarak, ama örgüt kararıyla, bu canları alma hakkını kendilerinde görmüşler. Affedilir tarafları yok. Hiçbir din ve ırk söylemi bu yobazlıkları izah edemez.
Yine aynı Kürt sorununun bir diğer ucunda ise, Allah’a şükür, birkaç gün önce sona erdirilen ve vicdanı olan herkesi üzen, hatta kahreden ölüm oruçları geliyor. Tüm bu insanların aileleri, arkadaşları, çocukları var. Ama bu girişime dur diyenlerin arasında yer alan bazı “aydın”ların, ilginç şekilde şehit askerlere duyarlılıkları yok. Hükümet ise, “Ölüm üzerinden siyaset olmaz” diyerek gidişatta işin adını koyuyor. Sonuçta konunun siyasi kısmını, yani bu taleplerin haklılığını, haksızlığını, karşılanabilir olup olmadığını bir yana bırakın, bu düşünce doğru.
Bu cümleyi sarf eden bir Hükümet, aynı hafta ülkenin gündemine “idam cezası” gibi koca bir “ucube”yi sokabiliyorsa, buna ancak karga koroları eşliğinde katıla katıla, ama acı acı gülünür! O zaman şunu anlarız, bu abartılı çelişkiden: Bu Hükümetin hiçbir sözü samimi değildir. Bu kadar kritik bir konuda aynı anda siyah ve beyaz diyebilen bir Hükümet’in başları, dün idam cezası kaldırılırken bunu her zerreleriyle onaylamışlarsa, bugün de idam cezasını, değişmez destekçileri MHP’nin yardımıyla tekrar ısıtıyorlarsa, bu konularda yörünge, tutarlılık, insaf değil, oportünizm ve anlık gündem değiştirme kavramlarının öne çıktığını anlarız. Bu dehşet verici bir ikiyüzlülüktür.
“Demokratik” geçinen sevgili medyamızın da hemen bu “dolmuş”a binip, “idam cezası”nı heyecanla gündeme taşımasını da esefle izlediğimi itiraf etmeliyim... AB gereken olağan tepkiyi anında vermeseydi, Davutoğlu açıkça geri adım atmaya mecbur kalmasaydı, bu utanılası çıkış daha da ileri gidecekti. MHP’nin, bu cezanın “ayrılıkçı terör örgütü” için “dizayn” (!) edildiğini sanacak kadar gündem analizinden uzak olması ise, saflıktan öte ciddi bir bilinç kaybı ve sorumsuzluk ifadesidir.
Sonuç mu? Benim gözümde terör operasyonu hazırlayan örgüt, insanları açlık grevine iten sözde siyasiler, ölüm cezasını tekrar ısıtmaya kalkan iktidarlar ve hatta cezaevi koşullarındaki bilinçli yetersizliklerle tutukluları ve hükümlüleri ölüme bile bile yollayanlar, aynı ölüm karanlığının başaktörleridir. Biz, ölümü değil, özgür yaşamı kutsamak için geldik bu dünyaya...
Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..
13 Kasım 2012 Salı
1881’DEN SONSUZA: MUSTAFA KEMAL SOYSUZLARA KARŞI! / Bedri Baykam / 13 Kasım 2012 tarihli Cumhuriyet makalesi..
9 Kasım gecesi kanallar arasında
geziyorum. Bir sürü şarlatan, bir sürü soysuz, ne dediği ne idüğü belirsiz, 10
Kasım vesilesiyle Mustafa Kemal aleyhine var güçleriyle atıp tutuyorlar.
Topunun aklını toplasan belki bir serçeninki kadar eder ya da etmez. Şaka yaptığımı sanıyorsanız sakın aldanmayın,
ciddiyim. Ata’nın ömrü boyunca yaptığı hamleleri, attığı adımları birazcık
bilenler, kalkıp “Atatürk faşist bir
diktatördü” diyebilirler mi? Bugün yine bu bahtsızlara gereksiz bir yanıt
vereceğimi sanmayın. 10 Kasım’da bu zavallılara fazla prim vermemek lazım.
Onlara önce şunu söylemek istiyorum: “Çok
ama çok ilginç ‘ezber bozan’ bir şeyler söyleyerek Atatürk’ü eleştiriyorum” zannediyorlar
ya... Yok canım, fazla heyecanlanmayın. Çeyrek asırdır bu nankörlüğü sayısız
insan kılıklı tip, TV’lerden yayıyor. Bugün her yaştan birçok zibidi, bu
sefilliklerin altına imza atarken, bilsinler ki söylemlerinde (!) “orijinallik” hiç mi hiç yok! Onlar, yıllardır
papağan gibi birbirlerinden duydukları malum “aşırimento” uydurma analizleri entel iki-üç kelime ile süsleyip
büyük laf edermiş gibi ortaya sunan kara cahiller. Son 25 yılda “resmi tarih”e (!) karşı çıkmanın adı “farklı tarih okuması” oldu, kat
ettikleri yol bu kadar! Ama içeriğe gelince sıfıra sıfır, elde var sıfır.
Atatürk’ü kendi dönemi içinde değerlendirip onu bir demokrasi şampiyonu olarak
alkışlayacaklarına, kafalarındaki hayali 21. yüzyıl şartlarıyla konuya bakıp O’nu
diktatör ilan diyorlar! Bir insanın sıfatı “Profesör”
veya “Gazeteci” olup da, kendisi
nankör olabilir. Bunu anlayabilirim. Ama bir insan, nasıl kendi entelektüel
düzeysizliğini bu kadar gönüllü olarak tescil eder, onu bilemem!
Allahtan bu garibanlar dışında bir
de vicdanlı, cesur, zeki, taş gibi önder aydınlarımız, yazarlarımız,
sanatçılarımız var. Birçoğunu tanıyorsunuz. Sanatçılar Girişimi, bu yürekli sesleri dalgalandırarak yayıyor.
Müjdat Gezen, bu aydınlardan, Türk halkıyla en çok
bütünleşmiş isimlerden biri. Geçen hafta Gezen’in yazdığı senaryoyla sahneye
koyduğu “1881-∞” isimli
tiyatro oyununun galasına gittim. Ben de bu çalışmada yer alma onuruna erişmiş,
şanslı bir dostuyum Gezen’in. Bu eserin müziklerini Zülfü Livaneli, dekorunu
eşi Leyla Gezen, makyajını Derya Ergün, kostümlerini Aygül yaptı; afişini de
ben gerçekleştirdim. Tabii ki hiçbir maddi karşılık beklemeksizin. Değerli dost
Yılmaz Büyükerşen ise Atatürk’ün ölüm döşeğindeki mumyasını yapmıştı. Kendisi
ve Uğur Dündar da galaya katılanlar arasındaydı. Gezen, halkımızı yurdun her
yerinde kalbiden vuracak! İki saat boyunca keyifle ve sık sık gözüm yaşararak
izledim. Mesela Atatürk’ün doğum sahnesi, efsanenin doğuş anı, çoğu zaman hiç
üzerine düşünmediğimiz bir olgu. O küçük bebeğin ömrüne neler sığdıracağını,
nasıl yetişeceğini, nasıl “bir halkın
kaderini” değiştireceğini insan başka bir derinlikte iliklerinde
hissediyor. Atatürk rolünde Ali Aziz Çölok çok başarılı bir performans sergiliyor;
kendisini inançla izledik.
Sahnede Gezen’den teşekkür plaketlerimizi
alırken iki çift laf da ben ettim: “Bu
eser günümüzde yüce Atatürk’ün izlerini silebileceğini sanan bahtsızların onca
zavallı çabasının ortasında, daha da önemli hale geliyor. Bu nedenle
katkılarını ortaya koyan herkese ve Gezen’e sonsuz teşekkürler. Bu arada bu
malum zatlara karşı Atatürk’ün ne dediğini de duyuyorum: ‘Siz beni
tanımıyorsanız ben sizi hiç tanımıyorum. Hatta tanımamanızdan gurur duyuyorum.
Biz halkımızla bir yumruk gibi bütün olunca, hiçbir güç bizi durduramaz’”.
Bu sözlerime şunu ekleyebilirim: “Mustafa
Kemal’i tanımayan hiçbir siyasiyi veya hükümeti de bizim halkımız tanımaz!”
Bizden naçizane hatırlatması!
10 Kasım’da Sanatçılar Girişimi “Vardiya Bizde” grubuyla beraber Beşiktaş’ta
Demokrasi Anıtı’nın önündeydiler. Milyonlarca insan o gün Anıtkabir’de ve diğer
Atatürk anıtlarında görevini yerine getirirken Türk Ulusu’nun Cumhuriyetçi
ışığını ve özgürlükçü ruhunu yansıtıyorlardı. Ben de Anıtkabir’deydim.
Üniversiteli Fenerbahçelilerin (ÜNİFEB) binlercesi beraber sel olup aktı. Çarşı’yı da fark ettim, birbirlerini
alkışladılar. Aslanlı Yol’da yürümemi engelleyecek şekilde bana sevgilerini,
dayanışmalarını bonkörce saçarak, her biri ayrı ayrı fotoğraf çektirmek için
yolumu kesen o binlerce insana ne kadar teşekkür etsem azdır. Güvenlerine layık
olmaya çalışıyorum demekle yetineceğim. Ne mutlu bana ki o duygusallık seli
içinde beni ağlattıklarını fark edemediler. İnancımı ve kararlılığımı akıttım
içime... Herkes bilsin ki bu Cumhuriyet yıkılmaz. Ortalığı fazla sallarlarsa
olsa olsa bazıları göçük altında kalır, hepsi bu.
Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..
Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..
7 Kasım 2012 Çarşamba
6 Kasım 2012 Salı
PARDON? “AYDIN” MI DEDİNİZ? / Bedri Baykam / 6 Kasım 2012 tarihli Cumhuriyet makalesi..
Bir süredir ortalarda
görünmüyorlardı. Hafif yüz kızarıklıklarıyla boğuşuyorlardı herhalde. Pek isim
vermeme gerek yok. Aralarında ünlü yazarlar, aktörler, gazeteciler var. Tabii
ki tamamen samimi hümanist duygularla aralarında bulunan Zülfü Livaneli gibi,
Cumhuriyet’e ve Atatürk’e olan bağlılığını kanıtlamış veya Orhan Alkaya gibi
referandumda “hayır” diyen birçok isimden söz etmiyorum. Kimleri
kastettiğimi siz de anladınız, kendileri de... Baştan söyleyeyim: Bir kere
şahsen “demokrat” olmadıklarını
biliyorum! Aralarında uğradığım kanlı saldırıdan sonra bana ulaşmış kimse yok!
“Hoşgörü, esneklik” teorileri, gazı
kaçmış koladan beter palavralar.
Vicdanı olan hiç kimse, hiçbir insanın
ölmesini istemez. Şu anda cezaevlerinde yaşanan ölüm oruçları da tabii büyük
sorun. Konuşulan bazı talepler çok haklı olsa da (cezaevi şartlarının acilen düzeltilmesi gibi), diğer bazılarının
böyle tehditlerle sonuca ulaşması mümkün değil. Herhalde Öcalan, böyle hamleler
yapıldı diye, halk deyimiyle, “villaya
çıkmayacak”! Öncelikle genç insanları ölüm orucuna yollayarak siyaset
yapmanın çirkinliğinden söz edelim! “İnsan
bedeni üzerinden siyaset yapılmaz” sözü tartışılmaz. Bakın Kürt yazar
İbrahim Güçlü’nün açıkladığı mektupta bir baba neler yazmış: “BDP yöneticileri ‘talepleri talebimizdir’ diyor.
O zaman neden Öcalan hiç açlık grevine gitmedi? Kardeşleri veya BDP’li
siyasiler neden buna katılmıyor? Yürüyüşlerine katılmıyorum, çünkü Apo için
orada bulunmuş sayacaklar.” Farklı düşünen aileler var mıdır? Kesinlikle.
Ama o zaman her ölüm orucunda, her talep kabul mü edilecek? Hukukla ilişkileri
deprem geçiren bir ülkede bunun sonu nereye tırmanır? Cezaevlerinde yaşama
koşullarının iyileştirilmesi ve tecrit cezasının sona erdirilmesi, tabii ki vicdanı
olan her insanın ortak dileği, onu ayrı tutuyorum. Veya Türkçe bilmeyene başka
dilde savunma hakkı verme talebini... Ama ana dilde eğitim bu şekilde şantaj
konusu yapılamaz.
Şimdi bu vesileyle gündeme tekrar “antre”lerini yapan “aydınlar”ımıza dönelim. Tabii kimse
ölmesin, diyalog başlasın… da, size ne oluyor? Sizlerin (aynen farklı sebeplerden MHP gibi!)
bu ülkede yaşanan hiçbir zulüm hakkında ağzınızı açma hakkınız yok ki!
2010 referandumundan önce “Evet oyu
verenler, bilsinler ki artık bu hükümeti hukuk önünde ‘sorgulanamaz’ konuma çıkaracaklar, güçler ayrılığının ölümünden sorumlu olacaklar” demiştik. Ee, peki
ne oldu da uyanıverdiniz? Aklınız neredeydi, o ukala “yetmez ama evet” röportajlarında? Neredeydiniz, adım adım “hibrid”
(melez) demokrasi diye yıllardır uyardığımız “ara” rejime geçilirken? Şimdi bakın ister Ergenekon, ister K.C.K.
sebep gösterilerek yazarlar hapiste çürüyor, Taksim başınıza yıkıldı, anıtlara
çelenk koyma, Cumhuriyeti kutlama yasağı geldi (gerçi buna sevinmişsinizdir belki), Suriye savaşı kapıdan bakıyor,
Baro başkanları hukukun vefatından söz ediyorlar ve gücü ellerine geçirenler
meydanı boş bulmanın dayanılmaz keyfini yaşıyorlar. Kimin sayesinde geldi bu
başıboşluk? Tabii ki sizlerin! O nedenle biraz geri açılın. Çünkü artık
inandırıcılığınız kalmadı. AKP
iktidarının biber gazlarından, hukuk tanımazlığından sorumlu olanlar, artık
kendi ayıplarıyla yüzleşmek durumundadır!
İnsanda biraz utanma olur. AB ile ilişkilerden 12 Eylül
referandumunun sonuçlarına, laikliğin tehlikede olup olmadığından düşünceyi
ifade etme özgürlüklerinin korunmasına kadar, iddia ettiği her şey yanlış
çıkmış olanların artık yapabilecekleri tek şey, edepleriyle köşeye çekilip “Bizim devrimiz dolmuş, her dediğimiz hayat
duvarına toslayıp paramparça oldu.” demeleri. Ama onlar kanıtlanmış
iflaslarında bile hala medya maydanozluğu görevlerine devam etmek istiyorlar. Bu halkın artık kimsenin küstahlığını
alttan alacak hali kalmadı! Şehitlerimizin acılarını paylaşmayan, Ergenekon
ve Balyoz davalarındaki çam deviren hukuksuzlukları
görmezden gelen, 29 Ekim kutlamalarında yaşananlara hiçbir tepki veremeyen,
hatta o kitlelere bıyık altından alay ederek bakmayı refleks haline getirenler,
artık gündem dışıdırlar ve halkın içine çıkacak halleri kalmamışdır. Kendisini
yurttaşlarından çok daha zeki sanan, milyonların Cumhuriyet ve Atatürkçülük
bağlarıyla alay ederek küçülebilen “sahte
aydınlara” bu ülkenin, özellikle bu
dönemde, ihtiyacı yoktur. 10 Kasım’da
yüreğiniz yetiyorsa Ankara’ya gelin de, yok saydığınız halkınızla tanışın! Günah çıkarmak için nereye gidecekseniz gidin,
ama artık bu soytarılığa son verin.
İstediğiniz kadar medyadaki paydaşlarınızla şov yapıp gündemi zorlayın, hiçbir
deterjan lekelerinizi silemez...
Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..
Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..
2 Kasım 2012 Cuma
30 Ekim 2012 Salı
COŞKU, REZİLLİK, KARARLILIK / Bedri Baykam / 30 Ekim 2012 tarihli Cumhuriyet makalesi..
29 Ekim için
Ankara’ya sabah 03.00’de hareket edecektik. İlk haber 00.19’da geldi; Kemalist
Gençlik dergisini çıkaran Şafak İnan kardeşim Avcılar’dan hareket edecek tüm
otobüslerin polisler tarafından durdurulduğunu haber veriyordu. O andan itibaren
acı gerçek belirmeye başladı.
Taksim’den, Kadıköy’den, İzmir’den, Adana’dan
aynı haberler geliyordu: Polis uydurma gerçeklerle seyahat özgürlüğünü fiili
olarak kısıtlamıştı. Karayolunda önümüz kesildikten sonra, son anda uçakla
gitmek gündeme geldi. Barikatlarla Ulus Yolu’nun kapatılacağı haberi üstüne bu
alternatif de tıkandı.
(Sabah Orhan Aydın’dan gelen mesajla bu öngörünün doğruluğu da maalesef
kanıtlandı.). Önce telefon trafiği başladı, ardından da sosyal medya
savaşları... Dünyada halkına, kendi Cumhuriyet kutlamasını yasaklamayı ve bunu “savaş” dönemi gibi “olağanüstü hal”e dönüştürmeyi “akıl edecek” bir başka ülke var mı? Hazmedemedikleri,
ancak koltuklara oturanların hezeyanı olabilir. İnanmadıkları bir Cumhuriyet’in
localarına oturanlar, yaşanan utanç verici sahnelerin sorumlularıdır.
Ankara’da yurtseverlere
karşı uygulanan rezalet boyutunda “terörist”
muamelesi olmasa toplanan kalabalık rahatlıkla iki-üç misli olacaktı... Tarih,
kendi halkının yaşam suyunu, köklerini, onurlu duruşunu kesmeye çalışan bu
iktidarı kesinlikle unutmayacak, tarihin utanç duvarlarında yerlerini
alacaklar.
Ankara Valiliği,
Anayasa’ya karşı, hukuka karşı gösterdiği tavırla açıkça suç işlemiştir. Bu,
Cumhuriyet ve Atatürk’le ilgili “ilk
sabıka”ları değildir. İktidar artık İsrail’den ve Esad’dan söz etme,
onların “halklarına karşı işledikleri
suçları” gündeme getirme hakkını toptan kaybetmiştir. Artık AKP
İktidarı’nın “A la George Bush” tavırlarıyla
“Ortadoğu’ya demokrasi getirecek model
ülke olma” iddiaları, göstermelik makyaj gibi toptan akıp gitmiştir.
CHP tüm kadroları ile AKP’nin
yarattığı 29 Ekim krizine karşı doğru tavrı göstermiştir. CHP, coşku içinde 89.
yılı kutlamak için Ata’sına koşan halkına sahip çıkmış, onun yanında yer
almıştır. Kılıçdaroğlu, bu konuda önderlik ederek yakın geçmişteki bazı
hatalarını telafi etmiş, bugün giderek artan kizde esas durması gereken noktayı
iyi belirlemiştir.
29 Ekim krizi,
MHP’nin “muhalifliği” konusunda hala
ısrarlı olan kesimler açısından da ciddi yararlı olmuştur. MHP, bu krizde de
sürekli yaptığı gibi her sıkıştığında AKP’nin yanıbaşında yer almaya devam
etmiş, akıl almaz bir şekilde CHP’yi "Bazı sivil toplum kuruluşlarının
Ortadoğu'daki bazı özentilere heveslenerek 'halk hareketi başlatıyoruz', 'halk
yürüyüşü yapıyoruz' derken Türkiye’yi bir krize sokmaları ve bunu da bazı
siyasi partilerin çok sıcak sahiplenmeleri doğru değildir.” diyerek
suçlayabilmiştir! Bu kimin haddi olabilir? Bu Cumhuriyet 89 yıldan beri
kutlanır, daha sonsuza kadar da kutlanacaktır! İşte bu nedenlerle geçmişte,
Çankaya krizinde, türban krizinde ve birçok örnekte de olduğu gibi yine AKP’ye
kritik anda omuz vermiş bir MHP’yi gördükten sonra, bu Parti’yi hala “muhalefet alternatifi” olarak
sunmakta direnenler, bir daha ki seçimlerde bu yönlendirme hatasını y umarım
yapmazlar! Sözüm bu ısrarlı hatayı yıllardır göz göre göre yapmış olan bazı Kemalistler
ve Sosyalistlere... “Muhafazakar, sağcı,
dindar” bir parti olduğunu ısrarla söyleyen MHP’yi isteyen desteklesin. Ama
neye destek verdiğini bilerek: Mesela dün yaşanan o şiddet görüntülerini ve
halkını karşısına alan bu hükümeti unutmadan! Bunları bile bile oy vereceklerse
bu onların bileceği iş!
Son sözüm Sivil
Toplumcular’a: Ülkenin içinde bulunduğu durumu A’dan Z’ye biliyorsunuz. Artık “Benim partim yok”, “Parti bayrağı olmasın”,
“Biz kimseyi desteklemiyoruz” gibi sıradan ve zeka pırıltısı içermeyen
sözleri bıraksınlar. Çünkü bu iktidari seçimle devirmekten başka seçenek
olmadığına göre, AKP’yi yerinden oynatma ihtimali olan tek siyasi partiyi “Herhangi bir siyasi oluşum” olanak görüp
mesafeli durmayı bıraksınlar. Çünkü bu “duruş”
un ne fiili siyasi açıdan, ne matematiksel veya mantık açısından elle tutulur
bir yanı kalmadı! Ana Muhalefet Partisi’ni en çok eleştiren tartışmasız iki-üç
kişiden biriyim. Ama bir Parti’yi düzelmesi için eleştirmek başka, yok etmek
istercesine saldırmak başka. Bu nedenle eleştirdiğiniz Parti’ye girin,
mücadeleyi orada verin ve onu doğru yörüngeye çekin. Yoksa bu iktidara karşı yaptığımız
eleştirilerin gram değeri kalmaz. Bir dahaki
seçimlerden sonra ağlamak istemiyorsanız, şimdiden gereğini yapın diyerek Bağdat
Caddesi’ndeki kutlamalara koşuyorum!
Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..
Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..
24 Ekim 2012 Çarşamba
23 Ekim 2012 Salı
SAY’DAN ERGENEKON’A, “ORTAÇAĞ” MAHKEMELERİ / Bedri Baykam / 23 Ekim 2012 tarihli Cumhuriyet makalesi
21. yüzyıl, biz Türk
yurtseverlerine farklı sürprizler yaptı. Uzay çağına giriyoruz derken Ortaçağa
geçiş yaptık. Dünya, zaten utanç verici din-ırk savaşlarının ortasındayken bu
yüz kızartıcı çöküşlerin merkezi Emperyalizmin kontrolünde gelişen başka bir
girdaba kapıldık. Bundan 13 uğursuz yıl önce, irticanın kahpe kurşunları
dostum, büyük insan Ahmet Taner Kışlalı’yı aramızdan almıştı. Bugün ise artık “irtica” diye bir kavramın olmadığını
MGK’ya (!) kabul ettirip, yobazlığı yok sayanlar, anti-laik Türkiye’yi dizaynında
geçmişle tüm ilişkilerimizi koparmaya çalışıyorlar.
Ortadoğu’da bize biçilen hacivat-karagöz rolünü iyi oynayabilmek için ülkenin altını üstüne getiren İktidar, neye saldıracağını şaşırdı. Q klavyeden kürtaj haklarına, ilkokul yaşından hayvan besleme şartlarına (!!) kadar yaşamın tüm odaklarını hedef alan Hükümet, sanki bu senaryonun “beyin merkezleri”nden alınmış “tavsiyeler” doğrultusunda çalışıyor. Ankara’da 1.Meclis, Ulus Meydanı ve çevresindeki yapılardan ve Istanbul’da Taksim Meydanı’ndan kurtulmak için “kentsel dönüşüm projesi” adını verdikleri saldırı planını uygulamak üzere her hazırlığı yaptılar. Bu arada 30 Ağustos Zafer Bayramı için uydurulan “Atatürk Anıtlarına çelenk koyma yasağı”ndan sonra, sıra 29 Ekim için Cumhuriyetçilere “Yürüyüş yasağı” getirilerek, halkın Atatürk sevgisini törpüleme arzusu ayyuka çıkarıldı. Demokrasi kelimesini tüm anlamlarıyla ıskalamış olan toplumumuz ise, bu uygulamaları, hafif homurdanmalarla gelen bahtsız şikayet seanslarıyla geçiştirmeyi deniyor!
Fazıl Say davasını medyadan izlediniz.Binbir güçlükle duruşma salonuna sızabilmiş 50 şanssızdan biri oldum. Bu dönemin yüz kızartıcı davalarından biri Say’ınki. Aynen Ergenekon, Balyoz ve Odatv davaları gibi, niçin açıldığı belli olmayan, kamu vicdanını yaralayan, insana “pes” dedirten bir dava. Bunu normal bir ülkede kime anlatsanız inanmaz, ilgi toplamak için söyleniyor zanneder.
Ortadoğu’da bize biçilen hacivat-karagöz rolünü iyi oynayabilmek için ülkenin altını üstüne getiren İktidar, neye saldıracağını şaşırdı. Q klavyeden kürtaj haklarına, ilkokul yaşından hayvan besleme şartlarına (!!) kadar yaşamın tüm odaklarını hedef alan Hükümet, sanki bu senaryonun “beyin merkezleri”nden alınmış “tavsiyeler” doğrultusunda çalışıyor. Ankara’da 1.Meclis, Ulus Meydanı ve çevresindeki yapılardan ve Istanbul’da Taksim Meydanı’ndan kurtulmak için “kentsel dönüşüm projesi” adını verdikleri saldırı planını uygulamak üzere her hazırlığı yaptılar. Bu arada 30 Ağustos Zafer Bayramı için uydurulan “Atatürk Anıtlarına çelenk koyma yasağı”ndan sonra, sıra 29 Ekim için Cumhuriyetçilere “Yürüyüş yasağı” getirilerek, halkın Atatürk sevgisini törpüleme arzusu ayyuka çıkarıldı. Demokrasi kelimesini tüm anlamlarıyla ıskalamış olan toplumumuz ise, bu uygulamaları, hafif homurdanmalarla gelen bahtsız şikayet seanslarıyla geçiştirmeyi deniyor!
Fazıl Say davasını medyadan izlediniz.Binbir güçlükle duruşma salonuna sızabilmiş 50 şanssızdan biri oldum. Bu dönemin yüz kızartıcı davalarından biri Say’ınki. Aynen Ergenekon, Balyoz ve Odatv davaları gibi, niçin açıldığı belli olmayan, kamu vicdanını yaralayan, insana “pes” dedirten bir dava. Bunu normal bir ülkede kime anlatsanız inanmaz, ilgi toplamak için söyleniyor zanneder.
Twitter’da
Ömer Hayyam’a atfedilen sözler (milyonuncu kere basıldıktan sonra) insanlar
tarafından tweet ediliyor. Fazıl’da bunu takipçilerine yolluyor. Ve bu dizeleri
onlarca yıldır yayınlayan, tweet edenler
değil, Say, cımbızla çekilerek dava ediliyor. Hem de ne dava! Say, iddianameyi
ve karşı tarafı dinlerseniz, sanki Türkiye’deki tüm toplumsal gerilimin tek
sebebi!
Fazıl tabii ki
üzgün, yorgun. Sıkıntılı gözlerle çevresine
bakıyor ve “Kim bu adamlar, ne işim var
benim burda?” der gibi gözleri dalıp gidiyor.
Tabii bu absürd
davanın dialogları kimi zaman sıcak atışmalar eşliğinde geçiyor. “Şikayetçi”lerden biri “Gerekirse Fazıl Bey’e Allah’ın varlığını
ikna da ederiz; kanıtlarıyla ortada” deme cüretini göstererek, “laik” hukuk düzeninden ne kadar
uzaklaştığımızı tescil etmeye kalkışıyor. Salondan gelen tepkiler sonunda,
duruşmanın izleyicisiz yapılma taleplerini mahkeme red ediyor...
Ertesi gün
Ergenekon davası için Silivri’ye gittiğimizde nihayet cezaları (!) biten Özkan
ve Balbay’la uzaktan “kucaklaşabiliyoruz. İzleyicilerle aralarındaki mesafeyi
uzatmışlar! Ayrıca artık avukatlarıyla
belge alışverişi yapamıyorlar. Yayıncı Ali Özoğul, Özkan ve Balbay kadar şanslı
değil:
Bana yazıp avukatı ile iletmeyi
başardığı muktubunda durumunu şöyle özetliyor:
“Mahkema
başkanı ve üyeleri ile eskiden beri çok iyi tanıştıkları tanık kürsüsünde ifade
eden Bülent Orakoğlu isimli şahsiyete soru sormak için söz istedim diye
salondan zorla çıkartıldım. Sırf bu nedenle sonsuza kadar duruşmalara katılmam
yasaklandığı gibi birde, duruşma düzenini bozduğum gerekçesi ile Silivri Cumhuriyet Başsavcılığı’na suç
duyurusunda bulundular.”
O davada sonra
neler mi oldu? Bir “gizli tanık” sesi
değiştirilerek salona kameralarda “antre”sini yaptı. Yemin etti! Adı, sanı,
sesi olmayan o yemin ne işe yarar diye bakakaldım. Bir de daha önce neler
söylediğini hatırlamadığı için, ifadesinin okunmasını istedi. Konuşan adamın
diliyle, okunan metin arasında uçurum vardı. En alakasız şekilde aşırı sağcı Ecevit
isimli bir zatın PKK-DHKPC ve güvenlik güçleri arasındaki zigzaglarını çelişkilerle
anlattı. Bu arada 2008 sonuna kadar temasta olduğu “Ecevit”i, kamera salonda
gezerken hemen tanıyıverdi (!) Fakat şansa bakın ki o da, 2007 den beri
tutukluymuş! Böylece senaryo tutmadı, yandaşlar “terörist teşhis edildi” manşetini patlatamadılar. Öğlen arasında
Tuncay’a sordum: “ bunların sizinle ne
ilişkisi var, ben mi anlayamadım,“link” nerede” dedim. Tuncay kahkahalarla
güldü: “Link filan yok. Saçmalık burda
zaten” dedi. Fesupanallah! Devran dönmeye devam ediyor...
Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..
Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..
UPSD'den IAA 9. Avrupa Genel Kurulu raporu
Değerli Sanatsever,
Belki takip etmiş
olduğunuz gibi IAA (Uluslararası Sanat Dernekleri) 9. Avrupa Genel Kurulu
geçtiğimiz hafta, İstanbul’da 12-13 Ekim 2012, tarihlerinde The Sofa Hotel’de
yapıldı. Bir çoğu 10-15 Ekim tarihlerinde bu vesileyle Türkiye’de bulunan
değişik ülkelerin ulusal dernek başkanları ve ana temsilcileri, kendileri için
UPSD Galerisi’nde düzenlediğimiz “3
Kuşak Çağdaş Türk Sanatı” sergisi dışında, hazırladığımız kültürel programı
tamamlayarak, İstanbul’un tarihi ve çağdaş sanat müzelerini ve merkezlerini
gezme fırsatı buldular. Yapılan görüşmelerde geçen yıl Türkiye’de önerisiyle
kabul edilen Dünya Sanat Günü (World Art Day) önümüzdeki yıl
geliştirilerek sürdürülmesi, bu ilk yıl elde edilen deneyimlerle daha da güçlenmesi
için gerekenin yapılması kararlaştırıldı. Katılımcıların Türkiye’nin bu konuda ilk
yıl yaptığı örnek çalışmayı içeren Ayşegül İyidoğan’ın yaptığı bir video filmi
seyretmeleri sağlandı ve bir kopyası kendilerine hediye edildi.
Genel Kurul ayrıca şu
önergeyi oy birliğiyle kabul etti:
IAA AVRUPA GENEL KURULU’NDA KABUL EDİLEN ÖNERGE
İstanbul’da
12-13 Ekim 2012 tarihinde “Özgürlüğün
Hizmetinde Sanat” başlığıyla toplanan IAA (Unesco’ya bağlı olarak çalışan
Uluslararası Sanat Dernekleri)’nın 9. Genel Kurulu, bir hüküm bile giymeden
salt düşüncelerini açıkladıkları için belirsiz ve uzun sürelerdir hapis yatan
yazarlar, aydınlar ve gazetecilerin, Türkiye dahil, dünyanın bir çok ülkesinde,
içinde bulundukları durumu en sert şekilde kınamaktadır.
Bizler,
düşüncelerin her zaman her yerde serbestçe ifade edilebilmesini savunuyoruz ve
muhalefete karşı hoşgörüsü olmayan
ülkelerin demokratik değerleri açıkça zedelediklerine inanıyoruz. Tüm bu gergin
ve üzücü durumların bir an önce ve hatta derhal, en kısa zamanda, giderek artan
bir evrensel özen ve bilinçle çözülmesi gerektiğine inanıyoruz.
13 EKİM 2012 TARİHİNDE OYBİRLİĞİYLE KABUL EDİLMİŞTİR.
Sonuç olarak Türk
kamuoyuna gururla söyleyebiliriz ki, bu sürecin sonunda tüm katılımcılar
beklentilerinin ötesinde bir şekilde mutlu oldular ve İstanbul hakkında
mükemmel intibalarla ülkemizden ayrıldılar. ”Bugüne kadar yapılmış en
başarılı Genel Kurul” denmesinin dışında, Başkan ve diğer temsilciler “Artık
kimse kolay kolay Genel Kurul için aday olamayacak, çünkü standartları çok
yükselttiniz” dediler. Bu arada zaten ilginç bir şekilde hiçbir ülke
2013 Genel Kurulu’na da talip olmadı!
Bu güzel haberleri Türk
kamuoyna, bir Türk Sivil Toplum Kuruluşu olarak,uluslararası düzeyde çalışma standartlarımızı daha da yükseye çıkarma
kararlılığında olduğumuzu bildirmek için aktarıyoruz.
Daha güzel projelerde
buluşmak üzere,
Sevgi ve saygılarla,
Bedri Baykam
Başkan
UPSD
Yönetim Kurulu
Safiye Mine Erdurak
Bahri Genç
Hülya Küpçüoğlu
Murat Havan
Melik İskender
Berna Erkün
20 Ekim 2012 Cumartesi
SAĞILACAK İNEKLER BORSASI.. / Bedri Baykam / Genc Sanat'ta yayinlanan son makalesi..
DÜNYA SAHNESİNE ÇIKARKEN TÜRK
ÇAĞDAŞ SANATI’NIN ERGENLİK SİVİLCELERİ!
Bedri Baykam
TAM HERŞEY İYİ GİDİYOR DERKEN...
Çağdaş sanat piyasası
mı dediniz? Onu bizim kuşak ve bir önceki kuşağın sanatçılarının çabası kurdu.
Daha otuz yıl önce, Türkiye’de resim denince akla gelen tek rekabet, klasik ve
empresyonist resimlerin kendi aralarındaki çekişmesiydi. Bizlerin yaptıkları ya
burun kıvrılan ya bıyık altından alay edilen ya da anlaşılmadan bakılan bir “acayip nesne”den ibaretti. Bu arada “tutucu” figüratif sanatçıların baskısı
da bizleri “doğmadan öldürmek” isteyen
kararlı bir yoğunluktaydı. “Resme yazı
yazılır mı?”, “Resimde siyaset olur mu?”, “Niye çıplaklık ve seks sizin için bu
kadar önemli?”, “Bu resimde neyi anlatmak istediniz?”; bunlar gibi onlarca
sorunun yanıtını verdiğimi çok iyi bilirim şaşkın bakışlarla bizi izleyen Nazmi
Ziya, Eşref Üren ve Hoca Ali Rıza alıcılarına.
Genç sanatçılar yani bizden
sonraki kuşak, bizim açtığımız sanatsal yolları, piyasayı seçti. O patika,
yavaş yavaş toprak yola, oradan asfalta ve şehirlerarası otobana dönüştü. En
azından görünüşe bakılırsa durum böyle...
Artık, birden bugüne
atlarsak, 7-8 yıldır özel sanat müzelerimiz var, dış bağlantılarımız var,
koleksiyonculuğa atılan holding patronlarımız var, galericiliğe soyunan
koleksiyonerlerimiz var. Müze kurmaya karar veren ve bu modaya uyan daha da büyük
koleksiyonerlerimiz var. Müzayede evi açan, müzayede furyasına katılan sanat
tacirlerimiz var. Basının da damarlarına kan akıttığı bu çok hızlı gelişen özel
durum olumlu mu? Tabii ki olumlu! Gazete sütunlarına baksanız, milyonlar havada
uçuşuyor, her şey mükemmel gidiyor, piyasalar fırlıyor, müzayede evleri Türk
resmini sürekli Dubai ve Londra arası gezdiriyor, her gün yeni meraklı
potansiyel koleksiyonerler, bu yeni “booming”
piyasaya akın ediyor! “Bundan iyisi can
sağlığı” dediniz değil mi?
LONDRALI
RESMİNİZİ NİYE ALSIN?
Ama tabii arada bazı
yol kazaları da olmadı değil, özellikle de son dönemlerde. Hadi şu ya da bu
yerel müzayedede işlerin iyi gitmemiş olması, anlık unutturulabilir veya
geçiştirilebilir bir şey gibi olsa da, daha ağır vukuatlar da meydana geldi. Mesela
ilkbahar sonunda yaşanan “Londra’da uluslararası Müzayede evinin Türk
Çağdaş Sanatı Müzayedesi %70 oranında satılmadı” dedikodusunun yaz öncesi
yarattığı şok etkileri yadsınabilir cinsten değil.
Aslında yolları
ulusal ve uluslararası planlarda birçok açıdan kesişen bu müzayede dünyalarının
özellikle yurtdışı ayağının sağlık raporu hakkında söylenecek onca şey var.
Türk Çağdaş Sanatı’nın yurt dışına taşınmasının ana hedefi nedir? Yabancı
koleksiyonerlere Türk Çağdaş Sanatı’nı sunmak. İyi de yaratılan ortam daha çok
“Türk koleksiyonerlere Türk Sanatı’nı
Londra’da satmak” üzerine kurulu! Yani Türk sanatçılarının eserleri parlak
sunumlarla özenli bir şekilde Türk alıcılara sunuluyor, hemen ardından aynı
hanımefendi ve beyefendiler uçaklara doldurulup Londra’ya taşınarak, oradaki
salonlarda %85’inin Türkler’den oluştuğu bir kitle önünde satılıyorlar. Böylece
enteresan bir şekilde Türk alıcıların iç rekabet alanı, “enternasyonal” boyutlara ulaşmış oluyor. Aralarındaki tatlı
çekişmeyle, kimi fiyatlar çıkarken, kimileri de bu ortak hareket planı dışında
kalıp mıhlanıyorlar. Ama sonuçta bu
“çıkış” başarılı olmuşsa, Türk Medyası’nda “Türk
Çağdaş Sanatı Londra Borsası’nı salladı” gibi başlıklarla yer alırken,
kimsenin aklına “peki alıcıların kaçı
yabancıydı?” sorusu gelmiyor veya bu soru nezaket içinde kaynatılıyor!
İşte bu koca hazırlıksızlığın bedeli olarak geldi, son Londra başarısızlığı. Hem
de inanın başarıya ulaşmak için, müzayede evinin bazı koleksiyonculara “kimi sergileyelim istersiniz?” diye bir
çeşit ön satış nabız yoklaması yapmalarına rağmen!! Sonuçta, bu ülkede herkes
ister Türk Sanatı’nın her piyasada ilgi görmesi ve değer bulmasını ama bunu
oluşturmanın şartları var. Siz gerekçeli olarak Türk Çağdaş Sanatı’nın
köklerini ve onu bugünlere ulaştıran dallarını, soyağacının tüm saçaklarını
doğru analiz edemezseniz, olay havada kalır! Bir sanat eserinin kalıcı bir
koleksiyon parçası olabilmesi, o işin o ülkede sanat için ne anlam ifade ettiği
ile ilgilidir. Artık hepimizin bildiği
ve “Maymunların Resim Yapma Hakkı”
(1994) kitabımda kök ve detaylarına inerek anlattığım gibi, Batılı sanat
kurumlarının, bugüne kadar Batılı olmayan ülkelerin modern ve çağdaş sanat
tarihlerini yakından incelemek gibi bir alışkanlıkları zaten yoktu. Son 15-20
yılda bienaller ve diğer sanat buluşmalarının biraz daha uluslararasılaşmasıyla
renklenen bu ortamın bizim açımızdan da başka bir ciddiyet aşamasına gelmesi
lazım. Yani Batı’da büyük müzelerde Osman Hamdiler üzerine bugüne kadar 5-6 ana
kuşağı temsil eden ana dalgaları, bağlantıları ile komplekssiz ve gerçekçi bir
şekilde savunamazsanız, Tate, Saatchi, Royal Academy veya Hayward Gallery gibi
köklü, prestijli ve yerleşik kurumlarda sergileyemezseniz bunu ciddi büyük
kataloglarla destekleyemezseniz, bu işler için ciddi bir tanıtım bütçesi
ayırmazsanız, Batılı alıcı kalkıp o salonlara girip niye zamanını ve parasını
harcasın ki! Kendinizi onun yerine koyun, neden yapsın bunu? Dolayısıyla
umarız ki yakın bir gelecekte büyük müzayede evleri, en başarılı
organizasyonlarını Türk Sanatı adına yaparlar ama bunu gerçek yörüngesinde
olması gereken alıcılara yönlendirmeyi sağlayarak...
Türk Çağdaş Sanatı’nın
hak ettiği gerçek seviyede dünyaya sunulamamasının ana nedeni, tabii ki Türkiye
Cumhuriyeti’ni son 60-70 yılda yöneten Hükümetlerin (ve onların Kültür
Bakanlıkları’nın) bu konuda, sanata hiç bir ciddi bütçe ayırma ihtiyacı duymamaları
ve Türk sanatçılarını uluslararası arenada yapayalnız bırakmış olmaktan hiç bir
rahatsızlık duymamalarıdır. Atatürk’ün,
Cumhuriyet’in henüz yeni kurulmuş yıllarında bile sanata yaptığı katkı ve
yatırımları hatırlarsak, söz ettiğimiz süreçteki diğer siyasilerin bu konudaki
akıl almaz ilgisizlikleri daha da ortaya çıkar. Bu gerekçeli “zaaf” vurgusunu hatırlattıktan sonra, bu
gerçekler ışığında konumuza dönelim.
PİYASAYI
TERSTEN İNŞA ETMEK İSTEYEN UYANIK ALICILAR
İşte bu yurtdışı
sorunlarının ve “yurtiçi” piyasasının
krizlerinin buluştuğu tek ana nokta var: Kim hangi eseri “niye” alsın? Gerekçe ne? Gerekçenin içeriği ne kadar kabul
edilebilir? Bu yapıtlar neden birer “koleksiyon
parçası” olma vasfını, hangi sanat tarihsel veya güncel gerekçelerle
taşımaktadırlar? Bu soruların somut yanıtları bulunmadan sağlıklı bir yere
varılamaz ve her başarı (veya başarısızlık) sözde ve havada kalır.
Söz
edilen alımlar, hızla hisse senedi toplar veya yeni zenginlere kütüphane
doldurur gibi oluşturulan koleksiyonlar, çoğunlukla müzayedelerde “toplu ayin, toplu histeri” seanslarında
herkesin birbirini göz ucuyla süzdüğü ve bayrak sayısının heyecan dalgasına ve
sayısına baktığı oturumlarda yapılıyor.
Resimler podyumda
yürüyüş yapan güzeller gibi gezdirilirken, bu yapıtları o anda on saniye kadar
süzen gözlerin, onlar hakkında ne kadar bilgi sahibi olduğu da çok tartışmalı
konulardan. Yani güzellik yarışması örneğinden ilerlersek, hiç olmazsa modelin
kaşı, gözü, göğüsleri, bacakları kriter olarak alınacak. Hadi kıyafetli geçişte
de belki hava, zerafet, genel kültür veya kişisel beğeni devreye girecek. Sanatta
ise o müzayede salonlarında, bu ortama hızlı giren insanların, geldikleri para
ve iş dünyası piyasasından, bir çeşit “menkul
kıymetler borsası” refleksleri taşıdıklarını görüyoruz. Yani “hangi hisse çıkıyor hangisi iniyor, hangisi
umut vaat ediyor, hangisi şişmiş” vs gibi. İşin özünde ise, bu kişilerin
büyük çoğunluğu, bu resimleri, o hisse senetlerini tanıdıkları gibi
tanımıyorlar. Burada ana karar verici faktörler “mimetizm”, “dedikodu”
veya bazen hazırlanan yapay heyecan dalgaları. Nasıl mı? Mesela “tarihi” yapay şekilde üretmeye
çalışanlar var. Şu ya da bu ünlü sanatçının geçmişine, ilk yıllarına, önemli
ilk dalga çalışmalarına piyasada ulaşmak zor, zahmetli veya masraflı gelebilir.
Zamanı geri alıp, Picasso’nun ilk pre-kübist skeçlerini yaptığı Montmartre’daki
Bateau-Lavoir atölyesine dönebilmek de henüz mümkün değil. Ama biraz kurnaz
olunursa, kazanacak tayları önceden sezebilmiş olmak yerine, bunları gönül
rahatlığıyla “saptamak” da mümkündür!
Yani yolu tersinden giderek de bu “mucize”
başarılabilir! Nasıl mı? X galerisinin elindeki genç Y sanatçısından üç
koleksiyoner hızla yedişer resim alır, bu toplu
alım ayinini şaşkın gözlerle izleyen,
müzayede salonunu dolduran nezih kitlenin önünde aralarında anlaşıp eserleri
3, 5, 10, 20 misli arttırmaya girişebilirler!
Zaten genelinde
birbirini kopya etme ve “genel hava
izleme” trendi egemen… Yani, Fransızlar’ın “folie auto-entretenue” dedikleri, birbirinden beslenen bir delilik…
RESİM
DÜNYASINI “İMKB” SANANLAR
Bu ortamın içine
balıklama dalan veya birkaç yıldır bu sularda yıkanan insanların dillerindeki
sorular veya iddialar, “resim” ile
ilgili değil. Daha çok “İMKB” mantığı devreye giriyor. Burada en tehlikeli
kesim, resme kısa vadeli yatırım gözüyle bakan, bugün beşe alıp, yarın altıya
satmaya kalkan zihniyet. Resmin uzun vadede kesinlikle en iyi yatırım olduğunu,
orta vadede de çok iyi bir “dönüşü” olabileceğini
öğrenmeye sabır ve kültürleri yeter mi bilmiyorum ama onların kısa vade için
zorladıkları spekütalif ticaretin verdiği zarar tartışılmaz.
Geçen gün bir koleksiyoner dostuma rastladım, aniden ”Piyasa nasıl gidiyor?” diye sordu. Soru,
“Yeni resimlerin nasıl gidiyor?” değildi.
Bir diğeri, şu ya da bu sanatçının fiyatlarının fırlaması ya da hasbelkader her
hangi bir müzayede ortamında öne sürülen şu ya da bu resmine alıcı çıkmaması
yüzünden ona kızgındı (!) veya kafasına göre bir çeşit hesap soruyordu!
Rastladığım başka bir galericiye ise, elindeki sanatçılardan birine muhakkak
kapsamlı bir kitap yapması gerektiğini vurguladım. Yanıtı ilginçti: “Artık
kimse kitap mitap bunlara bakmıyor, internetteki müzayede satış fiyatlarına
bakıp, alıp almama kararı veriyorlar hepsi bu ve yapacak hiçbirşey yok artık bu
konuda.”
BİR
MÜZAYEDEDE NE, NİÇİN ALINABİLİR?
Gerek kişisel
açılardan, gerek genel tanımlamada sanat-değer-tarih ilişkisinin nasıl
konulduğu açılarından, işin püf noktalarına geldik. O kadar çok söylenecek şey
var ki! Hangisinden başlasak... Öncelikle “Resim
koleksiyonerliği, müzayedelerden iş toplanarak mı yapılır?” sorusuyla
başlayalım/yüzleşelim. Bir müzayedede, bir sanatçının işleri niye vardır? Ya bir
vefat ya da koleksiyon elden çıkarma işl”eminde o müzayede evine verilmiştir,
ya bu ülkede bir sanatçının “borsasını”
yükseltmek isteyen bir galerici tarafından verilmiştir ya da müzayedeci bir
sanatçıdan eser almıştır. O müzayedenin “genel
kokteyli” öyle oluşturulmuştur. Peki, normal bir koleksiyoner, bir ressamın
ortada gezen herhangi bir işini mi alır? Yoksa belirli nedenlerle, birçoğu
arasından seçerek, tercihen değişik dönemlerini de bilerek mi alır? Müzayedelerde
ortada tek tük gezen bazı çok özel “Paris
Ekolü” veya “öncü-soyut” işler arayabilirsiniz.
Veya şu ya da bu ressamın çok az bulunan bir döneminden son örnekler veya
eskizler peşinde olabilirsiniz. Ama atölyesinde üç yüz, galerisinde yirmi resim
bekleyen bir sanatçının kaderine razı olarak “elde ne varmış, bakalım” mantığı, koleksiyoner açısından
temellendirilemez, ciddi bir tavır olarak görülemez. Louis Vuitton çanta arayan bir hanım, ikinci el satıldığını duyduğu her
hangi bir kırmızı bir orta boy çantaya mı gider, yoksa o markaya düşkünse
mağazadan bin bir çeşit ve renk arasından mı seçer? “Aliye Hanım vefat etti” diye piyasaya sunulan ikinci el bir Louis
Vuitton çantanın peşinde özellikle koşan bir kadın bulamayacaksınız. Ancak o
çanta Jackie Kennedy veya Greta Garbo’ya ait ise veya üretimden kalkmışsa ve
hiçbir yerde bulunmuyorsa, o müzayedede talipleri çıkar, hatta bu kişiler
birbirleriyle çekişmeye girerler. Aynı şey satışa çıkan ikinci el bir Mercedes
için de söylenebilir. Ne bir sanatçının, ne de bir firmanın genel değer
skalasını ortada gezinen bir-iki ürünün fiyatı belirlemez.
Sanatçının eserleri,
çeşitlilik veya bolluk arama işi dışında, ayrıca birbirlerinden çok farklıdır.
Çünkü, her resim ayrı bir varlık, ayrı bir güç, ayrı bir düşünce yansıtır. Her
biri ayrı bir yıl, ayrı bir ürün, ayrı bir dünyadır. Bu ve buna benzer binbir
gerekçeyle bir ressamın tesadüfen “piyasaya”
arz edilen şu ya da bu işinden onun “rayicini”
çıkarmak veya “ne edip, etmediğini”
her iki yönde de belirlemek mümkün değildir. Bir sanatçının işi o gün, özel
nedenlerle rekabette olan veya birbiriyle çekişen iki kişi nedeniyle galeri
fiyatının üç misline satılabilir. Bu, artık fiyatının o bareme tırmandığını
göstermez. Ya da bir ressamın iki işinin “ucuza
gitmesi” veya ortamda alıcı bulmaması da artık kendisinin para etmediği
anlamına gelmez. Özellikle “topladığı”
sanatçıların genel fiyatını düşürmeye çalışan alıcıların varlığını, artık çok
insan biliyor. Bunlar komikten öte, cehaletten beslenen, ukalalıklarla gelişen,
içi tamamen boş yargılardır. Veya bir sanatçının yeni ve “farklı” bir yapıtını anlamadığı veya gülünç bulduğu için almayan “alıcı”, o işin “değerini” mi saptamış olur? De Kooning’in “Woman” serisinin ilk desenlerini, örneklerini anlayamayan kişi, bu yapıtları
“ezmiş” mi olur? Sanatçıların kariyerlerine değil, aralarında oluşturdukları anlık manipüle edilmiş borsalara bakarak “değer” saptandığını sanan insanlar, bu
dünyaya paraşütle atılmış, sanat tarihinin varlığından habersiz, bir resmin
neden para edebileceği konusundaki gerçek kriterlerle hiçbir ilişki kuramamış
kişilerdir.
BİR
RESMİ “DEĞERLİ” KILAN FAKTÖRLER NELERDİR?
Değeri oluşturan ana
faktörler nelerdir? Burada belki üç paralel sanat tarihsel, bir de alıcıya göre
kişisel kriterden söz edilebilir. Birinci tarihsel soru, “Tüm ismi, kariyeri göz önüne alındığında, sözü geçen yapıt, o
sanatçının kendi tarihçesinde nereye oturmaktadır? Neden önemlidir veya
değildir? Hangi dönemin ürünü, hangi önemli yapıtının veya döneminin
habercisidir?”. Bu, sanatçının kişisel tarihidir. İkinci soru da “Bu sanatçı (ve ikinci aşamada bu yapıt)
kendi ülkesinin sanat tarihinde nereye oturur? Ne kadar kalıcı olabilir?”. Daha
ender sorulan üçüncü soru: “Bu sanatçı ve
bu yapıtının dünya sanat tarihine girme ihtimali var mıdır? Yurt dışında ne
kadar toz kaldırır?” Bu soruların “kulak
dolgunluğu” yanıtları dışında, izi sürülebilecek birçok verisi vardır.
Özetle “track-record” denilen bu
izler arasında kaç yıldır sergi açtığı, nerelerde açtığı, kaç resim yaptığı, kaç
sattığı, işlerinin yıllar üstünden hangi merdiven tırmanışlarıyla bugünkü
fiyatlarına geldiği, hangi ünlü (yerli veya uluslararası) eleştirmenlere konu
olduğu, hangi kitaplarda değinildiği, hangi müzelerde sergilendiği, hangi büyük
sergilere davet edildiği, hangi yeni soluğun taşıyıcısı olduğu, hangi iddiayı
kariyerine taşıdığı, ülkesinde hangi konumda olduğu gibi sayısız veri vardır.
Dördüncü ve bunlardan farklı olan kişisel kriter ise, koleksiyonerin bu
sanatçıdan ne kadar haz aldığı, onun yapıtlarından hangi dönemlerini ne kadar
sevdiği, renk, doku, içerik, kavram açılarından yapıtla ne kadar ilişki
kurduğunun yanıtlarıdır.
Türkiye’de toplu
dedikodu mekanizmalarıyla bir şekilde kör topal yürüyen müzayede piyasalarında
bu soruların yanıtları bulunamaz. O ortama sunulan herhangi bir Louis Vuitton çantayı
merceğe alan kişi, o markanın gerçek koleksiyoneri olamaz. Ancak kolay bulunamayacak,
mesela 1920 model tekil bir Louis Vuitton antika valiz, müzayedelerin gerçek aranan
parçası olabilir. Yoksa gerçek koleksiyoner-alıcı, aradığı malın -halen varsa-
kaynağına gider. Hem farklı yapıtları, hem bunların taşıyıcı
yayınları, hem satış noktasının gerekçelendirmelerini topluca görmek,
değerlendirmek için zaten koleksiyoner kendi seçtiğini, kendi zevkini, kendi beğenilerini,
kişisel duyu ve düşüncelerini beraber eriterek oluşturabildiği oranda “koleksiyoner” sıfatını hak eder. Yoksa
olsa olsa “rüzgara göre eğilen
bürokratlar” gibi ne taraftan lodos eserse, oraya eğilen köksüz ağaçlar
gibi devrilir giderler. Hem de ayaklarının yerden kesildiğini fark
edemeden, “Bir dakika ya, daha düne kadar
bana parsel parsel sattığınız orman buralarda değil miydi?” şaşkınlığıyla
donakalarak… Çünkü nasıl “Bienal Sanatı”na
benzeyen yapıtlar ortada geziyorsa, dekoratif, evrensel, şık ve köksüz
yapıtların moda ışıklarına kanarsanız, bu parıltı sizi uzun vadeye taşımaz...
GERÇEK
KOLEKSİYONERİ 3. SINIF PİYASA VİRÜSÜNDEN AYIRAN NEDİR?
Gerçek koleksiyoner, rüzgara göre
değil, gerektiği zaman rüzgara karşı alım yapandır. Bir ressamın veya bir dönemin ucuzunu
değil, -New York’ta ünlü MOMA (Modern Sanat Müzesi)’nın her zaman yaptığı gibi-
iyisini, sanat tarihsel olarak güçlüsünü gerekirse pahalısını arayan insandır.
Akımların bağlantılarını, yapıtların, dönemlerin kökenlerini araştıran, okuyan,
beynini işin içine sokan, kaynakça arayan kişidir. Her şeyden önce kendi
koleksiyonuna aldığı eseri sever ve onun arkasında durarak korur. Gerçek
koleksiyoner, her şeyden önce kendine güvenir. Başka biri bir ressamdan aldı diye hemen kendi de alan, sattı diye
satan kişi, papağan veya maymun koleksiyonerlikten öteye geçemez, amatör bir
borsacı seviyesinde takılır kalır. Hormonlu piyasanın, içeriğini tanımadan
ürünlerini aldığı bir iletkeni veya bir kobayı olur. Hepsi birbirine benzeyen
ama hiçbiri birşeye benzemeyen fabrikasyon ameliyatlı burunlar ve silikonlu
dudakların nankör dünyasına esir düşen genç mankenlerin kaderine benzer, başka
tür bir ortaklığa itildiklerini göremezler.
Gerçek
koleksiyoner, o yapıt alınmaya değiyorsa, herşeyden önce sanatçısı değdiği için
bunun alınmaya değer olduğunu bilendir. Dolayısıyla gerçek içerik ve değer saptaması, o
sanatçının hangi ürününün o alıcıya uyup uymadığı, atölye veya galerisinde
belli olur. Mabet orasıdır. Gerçek koleksiyoner, sanatçı veya sanatçı-galerici
ikilisi ile sürekli iletişimde kalıp, bu ilişkiyi beslediği oranda kendini ve
oluşturduğu koleksiyonu besler. Her sanatçı geçmişi ve geleceği ile bir
dünyadır. Beyni, karmaşık ve zengin bir labirenttir. Kendi ömür üstünden esas
çalışma alanıdır. Gerçek sanatçıyı takip eden koleksiyoner, veya hepsi bir
arada koleksiyoner, sanatçı ve galericisi onun yolculuğunda sanatçıyı içerikli
ve zengin diyalogla besler. Beraber bir yansımalı “ekip” oluşturabilme ihtimalleri bile gündeme gelebilir.
Sonuçta sanatçı,
görsel bulgularını, dehasını, kabiliyetinin karşılıklarını ve kabulünü, bir “mecène” (mesen: sanat destekçisi) havası
da taşıyabilen koleksiyonerde ve kendisine gerçek anlamda değer veren
galericisinde bulabildiği oranda, o güven ortamının da verdiği güçle atölyesine
gerçekten kapanıp, ruhunu ve düşüncelerini, gelecek dünyasına teslim eder. Burada
galericiler konusundaki ayrım çok önemli: Çünkü
sanatçıya “hızla sağılacak inek” gibi
bakan galerici ile, onun kariyerini düşünerek hamlelerini seçen galerici
arasındaki fark, gündüzle gece farkı gibidir. Gerçek bir galeri, uzun soluklu bir sanatçı,
sorumlu bir sanat tarihçi gibi davranarak bu ortamda hızlı para getirisinin
dışında hangi değerlerin ön planda kalacağını bilir ve inandığı sanatı sergiler.
Sanatçılar şaraba benzer. En taze ürünleri, en hoş tadı bırakan, en çarpıcı
işler olabilir ya da olgunluk dönemlerinde, en oturmuş, en gelişmiş işlerine
yönelirler. Dedikodulara dayanarak sanatçıların yalnız şu ya da bu dönemlerini
arayanlar, onun “yeni ve taze” ürettiği
işler, henüz eskimediği için bunlara bakmadan sırt çeviren insanlar, gerçek
anlamda hiçbir sanatçının koleksiyoneri olamazlar. Yalnız tek bir dönemini
topladığı sanatçının bile, tüm kariyerini izlemeye mecburdur gerçek bir
koleksiyoner. Ne dar görüşlü, ne önyargılı olma hakkı vardır. Özellikle de yeni
düşünsel ve estetik sunumların connaisseurler
tarafından bile ancak zaman içinde algılanabildiğini bilir.
Uzun lafın kısası,
bir vur-kaç borsası değildir “sanat
dünyası”. Esas adı da “resim
piyasası” filan değildir.
SANAT
DÜNYASI VE RESİM BORSASININ FARKI!
O “piyasa”, geçici sığ tüccarların
oluşturduğu, sığır eti piyasası benzeri, sanal, hormonlu, gösteriş meraklı
kültür yoksunu “nouveaux-riches”
piyasasının ta kendisidir. Bir “komedi-korku”
filmi benzeri tavırlarla, müzayedelerde kendi aralarında ellerini kaldırıp indiren
insanların önemli bir kısmı, olsa olsa kendi aralarında futbol yorumladığını
sanan yaşlı teyzeler gibi olabilirler. Yani
kaleciyi yakışıklılığına, santrforu eğitimine, hakemi gömleğinin kolasına göre
puanlayan, ama yorumlarını çok ciddiye alan tuhaf (!) insanlar!
Hiç kimse bu piyasaya
toy veya “yuppie” hızlı borsacılar
gibi ne kadar kurnaz ve zeki olduğunu, “yatırımını
nasıl iki yılda beşe katladığını” göstermek için girmesin. Hisse senedi
piyasasında kalsın. Sanat dünyasına, marifetli tefeci kriterleri, uyanıklık ve
el çabukluğu gösterileriyle girmesin. Beraber hareket ederek ucuza kapatılan toplu
karar alımlarının, borsa şişirme seanslarının “altı boş” olduktan sonra, bu manevralar ve yanlış hesap Bağdat’tan
döner. Piyasa o anı yutmuş ve hazmetmiş görünür. Ama tarihi kandıramazsınız.
Üzerine “çok hoş, çok frapan, çok şık
duruyor”dan başka hiçbir şey kaleme alamayacağınız işler, nereye kadar
gider? Pompalanan bu gaz yüklü ortamlara teslim olan galericiler de bu yapay
koleksiyoner furyasının dönem taşıyıcısı olmaktan öteye gidemezler. Para
hayatta kesinlikle her şey değildir. Sanat dünyasında ise hiç değildir.
Kapitalizmin gücü ile “piyasaya dalarak”
istediği alanda at koşturacağını sananlar çok yanılırlar. Herşeyden önce sanata ve gerçek sanatçılara karşı biraz daha saygılı
ve mesafeli olmayı öğrenmeye mecburdurlar. Biraz mütevazı kalmanın, bu
dünyada sayılamayacak kadar çok yararı vardır. Elinde para olan ve kapitalizmin gücüyle bu “piyasayı” alelacele alt üst edebileceğini sananlar, bu ortamın
basit ve yoz bir hisse senedi piyasası olmadığını öğrenmeye mecburdurlar. Yurtdışında
kuşaklara dayanan köklü bir sanat koleksiyonculuğu geleneğinden gelen sanat
aristokrasinin nasıl gösterişten uzak ve sanata saygılı olduğunu
araştırabilirler.
SANAT
DÜNYASINDA HERKES KENDİ İŞİNİ YAPSA...
Aynı şekilde, burada
sıkça adı geçen müzayede evleri, normalde sanatın değerinin artması,
yaygınlaşması ve sanat tarihsel gerçeklerin yerine oturması konusunda çok
olumlu bir rol üstlenmesi gereken kurumlardır. Kendisini “galericiler” yerine koymak yerine, “müzayedeye değer” parçaları, gerekçeleriyle beraber sanat ortamına
sunmayı göze alabilseler, bunu hedefleseler, Türk Sanatı’nda taşlar çok daha
yerine oturabilir. Türkiye’de bu rolü üstlenebilecek köklü müzayede evleri
mevcuttur. Müzayede evleri, galericiliğe soyunmak yerine kendi görevlerini
yapmalıdırlar. Galeri sergilerinin sanatçıları ve yeni dönem eserlerini ortaya
savunarak koyan sunumları olmadan, bu “taze”
işlerin doğum sonrası hemen müzayedelere alınması, absürd ve herkese zararı
olan bir sistem içi gaftır. Sanat dünyasında, galericilerin, müzecilerin,
müzayede evlerinin, eleştirmenlerin, sanatçıların, birbirini tamamlayan farklı
işlevleri ardır. Birbirinin alanına saygı, değer yargılarının oturmasına
yardımcı olacaktır. Mesela galericilerin de her biri müzayedeciliğe soyunsa, müzayede
evleri bundan herhalde fazla keyif almazlardı. Bir müzayede evi, ne bir galeridir, ne de bir müze. Bu farklı
kurumların varlığı, birbirine alternatif olmaya çalışmadan, birbirini
desteklemelidir. Son yıllarda Türkiye’de müzayede evlerinin işin her açıdan
dozunu kaçırıp, neredeyse galerilerin varoluş nedenini sorgulatacak bir
yoğunluk aramaları, uzun vadede, kendilerine bile bir sorun teşkil edecektir.
KANEPEYE
UYGUN RESİM ALANLAR DAHA SAMİMİYDİ!
Size bir itirafta
bulunacağım: Hani 80’ler hatta 90’larda alay edilen bir alıcı türü vardı ya? “Kanepesine uygun resim alıyor” diye bol
bol dalga geçilen... İşte onları bile bazen arıyorum desem inanır mısınız bana?
Çünkü hiç olmazsa o aileler, ne bilip ne bilmediklerinin farkındalardı! Olmadıkları
bir şahıs rolüne, kalıbına sığmaya çalışmıyorlardı! “Biz buyuz, bu resmi sevdik, bununla yaşayabiliriz, şöminenin üstüne
sığıyor, mavi kanepemle de asorti halinde” diyorlardı tüm iyi niyet,
dobralık ve saflıklarıyla! Kıyaslarsam bugün cahil-ukalalıklarına bürünmüş,
kokteyllerde fink atan, uyanıklığını kanıtlayacak “mal” bulma merakıyla gezinen borsacılardan üç-beş kere daha gerçek
ve sempatik bile geliyorlardı bana!
Daha dün bu “resim borsasına” koleksiyoner veya galerici
olarak balıklama atlamaya karar verip iki günde kendini kırk yıllık sanatçı
veya galericilerin doğal olarak (!) önünde görme sendromu, ağır bir hastalıktan
başka bir şey değildir. Üç tane yabancı bağlantı, iki usta mimarla dizayn
edilen şık “space”ler veya İngilizce
galeri isimleri ve portföyde zaten hazır bulunan elden ele dolaştırılan zengin
potansiyel alıcılar listesi, olsa olsa bu değerli zatları sanat dünyasının
eğreti eki, yaması yapar. Onları bu dünyanın lideri yapamayacağı gibi, saygın,
kabul gören bir unsuru bile yapmaz. Her
yeni, önemli ve zengin “resim alıcısı” aynı anda iki yılda hem “koleksiyoner”
hem “galerici” hem olup, oradan da “müzeciliğe” transfer olamaz! Bir çocuğu
dokuz ay yerine özel sebeplerden altı buçuk ayda doğurabilirsiniz. Ama dört ya
da beş ayda doğurmaya kalksanız, acelenizden sakat bir bebek yaratırsınız.
Kimse bu dünyaya kendini güçlü gördü diye sahte peygambercilik oynamaya
gelmesin. Bu “piyasayı” -demin de belirttiğim
gibi- hızla sağılacak bir inek olarak görenler, ardından iskambil kağıdı
kuleleri gibi devrilip gitmişlerdir. Burada sanatı bilen, yıllardır bu meslekte
olan galericilerle, bu “moda”dan
nasibini almak için bu işe dalan “art-business”
meraklılarını ayırt etmek gerekir.
ELEŞTİRİ
YERİNE BASIN BÜLTENLERİ!
Medyanın siyasi ve
düşünsel iflasının bu yozlaşmada da tabii ki rolü var. İktidardan korkan,
siyasal bağımsızlığını çöpe atmış bir merkez medya mantığı, bundan da önce
sanatsal gerçek yorum haklarını kullanmaktan vazgeçerek kapitalle arasını iyi
tutmak adına “eleştirmen” koltuğunu
çöpe atmış, sanat-kültür sayfalarını basın bültenleri ve halkla ilişkiler
düzeyinde röportajlara açtı. Dolayısıyla, zaten artık sunulan işin bir
sağlaması, bir aranır gerekçesi, bir sorgulanması mevzu bahis değil! Kapital ve reklam
ilişkilerinin, medya ve holding patronları dostluklarının belirlediği alanlar haline dönüşebiliyor
sanat sayfaları...
“Açtım
kondu, yaptım oldu” mantığı
egemen. Günümüz iktidarının siyaset anlayışına da bir hayli paralel ve uyumlu
bir tavır değil mi bu!
Hızlı para döngüsü
adına oluşturulan parlak sunumlar, çağdaş, havalı, güncel sanata benzeyen “gibicilik”
oynayan “işler” ve üzerinde pek bir
düşünce üretilemeyecek dekor parçaları... Sanatı taşımak istedikleri nokta bu. “Birini tutuklayalım, ardından suçunu
buluruz” mantığı gibi “Şu sergiyi
asıp hızla satalım, ardından bir şeyler yazacak birini -halen okuyan
kaldıysa- uydururuz” dönemi bu…
PEKİ
BU ORTAMDA GENÇ SANATÇILAR NE YAPIYOR?
İşin daha acı kısmı,
birçok genç sanatçının da bu akıma elektrik çarpmışçasına katılmaları.
Düşüncesi, ifade özgürlüğü nasıl iflas ettirilmiş, hangi gazeteciler
hapisteymiş, hangi uydurma sahte kanıtlarla kimler kaç ay ya da kaç yıl hapiste
kalmış, savaş çıkmak üzereymiş kime ne? Nasıl olsa işler tıkırında görünüyor ve
ekonomi sanki hala dönüyor. Yeni galeriler arasında yaşanan, karşı devrimi hiç
algılamamışçasına hala Atatürk ve Cumhuriyet karşıtı işlere prim vermek ve
savunmak, ne ilginçtir ki hala “in”! Allah
akıl fikir versin! Özgürlük, demokrasi, insan hakları, hürriyet kavramlarını
düşünmeyen ya da anlamayan, yalnız para bilen bazı sanatçı meslektaşlarımız
var. Halbuki biraz tarihi deşseler, gerçek sanatçı için üzerinde durduğu “pozisyon” taşının, banka hesaplarından
daha önemli ve daha kalıcı olduğunu görecekler. Bu “duruş” kuş bakışıyla, kim olduğunu, nerede durduğunu, neyi kime
borçlu olduğunu, tüm kökleriyle bilen ve bunlara ihanet etmenin kendi bindiği
dalı kesmekten başka bir şey olmadığını bilen bir duruş. Aç ya da tok olmaktan
çok daha önemlidir bu. Yakın tarihimizde söylenmiş, ”Gerekirse yeni bir dünya kurulur ve Türkiye bu yeni dünyada yerini alır”
sözlerini kim, kime, ne zaman, niçin söylemiş; bunları bilmesi gerekir. Çünkü
aynı cümleyi her an kendisi de sarf edebilecek insandır gerçek sanatçı. İsterse
milyar doları olsun, alıcısının karşısında kendini ezdirmeyen, kendini ondan
aşağı görmeyen kişidir... Maalesef kimi genç sanatçılarda görülen bu tatmin
olmaz hızlı para kazanma, her ne pahasına olursa olsun hızlı tanınma ve kendini
salt paraya endeksleme hırsı, alarm verici boyutlardadır.
SAHTE
TARİHİN KALPAZANLARI
Kendi siyasal ve
sanat tarihsel aidiyetlerinin ne olduğunu, bulunduğu noktayı kimlere borçlu
olduğunu ve nereden geldiğini bilir. Küratörlük ve sanat tarihçiliğin
tartışılmaz önemini ve köklerini inkâr ederek tepeden inme yapay senaryolarla
kendilerini, şımarıkça bu meslek üzerinden ülke sanat ortamına dayatma yolunu
seçen kimi bahtsızların yerini, artık kapital üzerinden “piyasa” yönetmenliği yapan ve işi birbirini okşamak-tokatlamak
olan, “yeni-köksüz” başka bir
tipoloji almıştır. Halbuki kökün yoksa, bir soyağacına ait değilsen, sen ya
çalıntısın ya uydurmasın ya da gibi gibicilik yapıyorsundur. Sanat ortamında
bunları bilen ve buna saygı gösteren insan sayısında hızla azalma yaşandığını
kim inkar edebilir? Sanat ortamına enjekte edilen bu aceleci, piyasacı ve
oportünist furyayla beraber, utanç verici derecede saptırılmış “Çağdaş Türk Sanatı” hakkında üretilen
sahte ve uydurma kitaplar “bozuk düzenden
nasibini almak isteyen“ yeni kuşak bazı sanatçıların ve onların maddi
destekçilerinin bir tezgahıdır. Tarihin resmî ve tescilli olarak kayıt altına
alınmamasının bu kadar istismar edildiği başka bir ülke bulamazsınız. Dünyanın
başka hiçbir ülkesinde, çağdaş “güncel”
sanatı, bu kadar damdan düşme, köksüz, 90’ların ortasında hasbelkader başlamış,
geçmişi kimliksiz bir alan olarak gösteren, “İpini Koparmış” (!), “Kullanıcı Kılavuzu” tipolojisinde sahte tarih
üreten koca ciltli kitaplar bulamazsınız! Geçmişini tanımayan ve ona saygısı
olmayan bu sahte öncü sanatçılar dizisinin mumu, ancak yatsıya kadar yanar! Bu ülkede sanatın büyük dönüşümü, 70’lerin
sonu ve 80’lerde gerçekleşmiştir, son 20 yılda değil! Türk Sanatı’nın
70’lerin sonu 80’lerin başı ve tüm 80’ler boyunca geçirdiği dev dönüşümü
görmemek veya yok saymak için insanın omurgasız bir devekuşu olası gerekir. Dünyanın
başka hiçbir ülkesinde bu seviyesizlikte yayınlar piyasaya sorumsuz bir şekilde
sunulamaz.
Tabii işin farklı
başka yöntemleri de var. Yarım yamalak ve sahte tarih üreten bir kitapta bile
belli bir ölçüde emek, zaman ve para yatırımı vardır. Bunlara “tenezzül etmeden” bir günde ortaya çıkıp
“Benim resimlerim artık beheri 2 milyon
dolar” diye şakıyıp bunu kanıtlamaya çalışmak için de sahte alıcı isimleri
ortaya döken soytarılar bile mevcuttur.
Bu traji komedilein
sahneye konulabilmesinin ana nedeni, ortada gezen yeni bir “sanat adamı”
tipolojisidir. Sanatçıları, eserlerinin gücü ve iddiasıyla değil, yıllık
cirolarıyla ele alan bir insan türü. Bilmem mesela şunu hatırlatmamızın bu
arkadaşlara hiçbir katkısı olur mu? Modern resmin tartışılmaz babalarından
Edouard Manet’nin ölümüne beş yıl kala piyasaya müzayedeye çıkan işlerinden
yalnız biri 700 franga satılmış, diğerlerl “elde kalmıştır”. Bugün ortada
birinin elden çıkarmak isteyeceği satılık tek bir Manet bile bulamazsınız.
Müzayedeler, aynı zamanda burjuvaların çoğu yaşayan sanatçı hakkında yaptıkları
dev hataların tarihçesidir!
Vurgulanması gereken
en önemli sonuç şu: Burada öne çıkardığımız sistem hatalarında ısrar edilirse,
sanatı piyasa zorlamalarına, yapay pompalamalar ve ölümcül hormonlar eşliğinde
boğdurma operasyonu bu şekilde sürerse, genç Türk Sanatı hiç beklemediği ve hak
etmediği bir şekilde “çıkıştayım” zannederken, “özlük hakları” elinden alınarak
boşluktan uçuruma düşecek! Çünkü kökeni
nereden geldiği belli olmayan bir yapıya kimse saygı duymaz ve çöküşü
engellenemez. Bu düzenin bu kadar yozlaşmaya açık olmasının arkasında,
Türkiye’de en eski (ve tek!) Modern Sanat Müzesi’nin yalnız 8 yıllık olmasının
getirdiği meydan boşluğu vardır. Bu kadar açık tarih kalpazanlığına cüret eden
insan sayısının bolluğunun nedeni budur.
DIŞ
FUARLARIN PRESTİJİ BÜYÜK TURLARI!
Bir diğer
hatırlatmayı da galericilerimize ve koleksiyonerlerimize yapmak kaçınılmazdır:
Türkiye’de çağdaş sanata ayrılan “alım
bütçesi” her yıl giderek artan özendirmelerle, hem de dev bütçelere, Batılı
sanatçılara doğru kayarken, bu ”al-sat”
kültürel ticareti ne yazık ki diğer yönde hiç aynı oranlarda yapılamamaktadır.
Bu makalenin önceki bölümlerinde vurguladığım gibi, “Türk sanatını değerli ve aranır” kılacak gerçek toplu çıkışlar,
devletin ve özel sektörün zaafları ve Batı’nın malum ön yargıları nedeniyle
gerçekleştirilemezken, bu “Batılı alımlar”
cirosunun büyük oranlarda artmaması hiç de şaşırtıcı değildir. Türk alıcıları,
bu ters ticarette, “ihracat açığındaki
dengesizlikleri” fark edemezlerse, kendi topraklarını kurutacaklar, kaş
yapayım derken göz çıkaracaklardır.
Bu “dış alımlar”, istisnalar dışında
genel olarak iki şekilde gerçekleşmektedir. Ya dediğimiz gibi Türk Galerilerinin getirdiği yabancı
sanatçıların satışı, ya da tam bir haçlı seferine gider gibi gerçekleşen toplu
veya ayrı çıkılan dış fuar gezileridir. Tabii ki Türk koleksiyonerlerinin
güncel fuarları takip etmeleri, bilgi ve deneyimlerini arttırmaları ya da yeni
önemli dış eserler satın almaları sonuçta olumsuz değil, tabii ki olumlu puanlarıdır.
Ancak ortada şöyle bir nokta da dikkat çekiyor: Bu dış geziler öyle bir
yoğunluk ve neredeyse “kanuni mecburiyet” ritminde yapılmaktadır ki, sanki
yılboyu sırayla, en azından New York Armory Arco, Basel, Frieze ve Miami’ye
gidilmezse, o koleksiyoner ayıplanacak veya çaptan düşmüş 2. sınıf
konumuna gerileyecektir. Bu tavrı anlamak
pek mümkün gelmiyor bana. Ve 0 dan 100 kilometrey hıza çıkan araba misali
oluşmuştur bu hız. Şu farkla ki, 5-10 sene önce, ortada bu trendden eser yokken,
bir zoraki özenti moda gibi ortama çöküvermiştir bu olgu. Uzun lafın kısası, işin
dozunu kaçırınca, biraz yapaylık ve “yarıştırma” kokmaktadır bu seyahatler,...
ARTIK GERÇEK BİLANÇOLARI ÇIKARMA
ZAMANI
Türk sanat ortamı,
artık bu aşırı hızlı kabuk değişimi furyasının gerçek artı ve eksilerinin
bilançosunu çıkarmaya, neyin doğru neyin yanlış olduğunu tartışmaya açmaya
mecburdur. Ne Batılı ortamlarda ne yurt içinde sanatın gücünü para ile
harmanlayarak, bir saman balyasının üstünde yere sağlam basmak mümkün değildir.
Yoksa Batı’ya tek yönlü yağ çekerek kendi içinde gerçek bir dünya oluşturmak
yerine, dış stratosferlerde patlayıp gidecek bir zepline binmekten öteye
gidemeyiz. Türk sanat ortamı, sanatçısıyla, koleksiyoneriyle, galericisiyle ani
yıldırım parlamalarını terkedip artık içeride ve dışarıda sabırla kendi sağlam
yapısını kataloge ederek yükseltmelidir.
Bu devleti yöneten hükümetlerin henüz tek bir modern-çağdaş sanat müzesi
kurmamış oldukları, ama AKP’nin ülkenin en görkemli camiyi Çamlıca’ya
kondurarak 100.000 cami barajını aştığı şu günlerde, Türk Sanatı’nı belgeleme
görevi, özel girişimlere kalmıştır. Bu bağlamda, Yahşi Baraz’ın geçen aylarda
yayınlanan ve 37 yılı aşkın galericilik faaliyetlerinin tüm bilançolarını
ortaya döken “Yahşi Baraz’ın Türk
Sanatına Yön Veren Büyük Sergileri” başlıklı üç ciltlik eser, çok önemli
bir inşa çabasının kalıcı belgesidir. Bu büyük toplu çıkışlar ve araştırmalar,
kalıcı yayınlar ve sergiler eşliğinde yapılmadan, bu çabalar yurtdışına
taşınmadan, bu yaldızlı ve bol reklamlı medyatik sözde piyasa patlamaları
hiçbir yere varamaz.
15 Nisan’da “Dünya Sanat Günü” vesilesiyle Adnan
Çoker ve Komet’e UPSD olarak ömür üstünden başarı ödülü verdik. Bunu bir “taze-eski-genç” sanatçıya söyleyip onu
da törene davet ettim. Rahatsız olup, şakayla karışık bir tonla “Artık onlar eskidi, biraz yeni isimlere
bakın” dediğinde şaşırmadım. “Fast
Food” anlayış öyle bir noktaya taşınmıştı ki, adına “kariyer-onur-başarı” ne derseniz deyin, ömür üstünden verilecek
ödüllerin bile daha hızlı erişilip, iki ayda doğan çocuk misali, elli yıl
harcamadan elde edilmesi lazımdı. Devir, fiber hızlı internet devri değil
miydi? Neydi bu bizdeki tutuculuk? Bıkmamış mıydık bu dinozorlardan?
Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..
Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)