30 Mayıs 2019 Perşembe

GERÇEK KOLEKSİYONER-SÖZDE KOLEKSİYONER FARKI | Bedri Baykam | 30 Mayıs 2019



Bu hafta 29. kitabım çıktı, “Sistem Eleştirileri”. İlk kitabım “Boyanın Beyni” 1990’da gün yüzü görmüştü. Şimdi baktığımda, çağdaş Türk sanatının kuruluş tüzüğü ve dünyaya açılma senedi gibi bir belge görüyorum.
Yeni kitabım, üç ana konu üzerine sanat polemiklerini gündeme taşıyor. “Piyasa ve Müzayedeler”, “Küratoryal Eleştiriler” ve “Devlet-Sanatçı İlişkileri”. Sanat dünyasının içinde olan, dış dünyanın pek bilemediği yoğun tartışmalar...
Dışarıdan görülen, ışıltılı fotoğraflar, kalabalık açılışlar, kahkahalar eşliğinde boşalan kadehler ve büyük fiyatlara satılan birbirinden çarpıcı eserlerin yarışıdır.
Gerçekte olan ise kavgalar, tartışmalar, polemikler, dedikodular, çelmeler, seviyesiz piyasa oyunları, iftiralar, yalan hikayeler ve daha neler neler...
Müzayedeciler, Türk sanatının geleceğini umursamaz şekilde yok edercesine, sanatçıları resmen onursuzlaştırarak intihara sürüklemek ister gibi bir tutumdalar. Sanat eseri satmayı, sanatçıların varlığını ve tüm kariyerlerini yok sayarak sürdürdükleri bir aktivite haline getirmeye çalışmaları ve onlara “gönüllü olarak kanan” sözde koleksiyonerler, beni her zaman dehşete düşürdü.
Sistem Eleştirileri”ni tüm sabotajlara rağmen yoluna kararlılıkla devam eden Türk çağdaş sanatçılarına ve onları destekleyen sanat insanlarına ve gerçek koleksiyonerlere ithaf ettim.
Kanser gibi sanat ortamımızı adım adım kuşatan bu amansız hastalığın yok olması ise, basit bir kaideye riayet etmekten geçiyor: UPSD’nin bu yılın başında çıkardığı Epiveron Belgesi (Eser Piyasaya Veriliş Onayı) olmayan hiçbir sanat eserini satın almamak. Ama bu ancak onurlu koleksiyonerlerin kararlılığıyla gerçekleşebilir.

KİM GERÇEK KOLEKSİYONERDİR, KİM DEĞİLDİR?
Gerçek koleksiyoner, ister müzayede, ister galeri veya atölyeden olsun, Epiveron’u olmayan hiçbir sanat eseri almaz. Sözde koleksiyoner ise ucuz “mal”ların teşhir edildiği müzayedelere akın eder, bozuk düzenden nasibini almak üzere hamlesini hazırlar.
Gerçek koleksiyoner, müzayede rayiçlerinin sanat yaşamının gerçekleriyle hiçbir şekilde örtüşmediğini bilir, bunu gündeme getirmeyi aklından bile geçirmez. Sözde koleksiyoner ise durmadan bu noktaya dönüş yapar, bel altı vurarak kendine pazarlıkta avantaj sağlamaya çalışır, küçüldükçe küçülür.
Gerçek koleksiyoner, bir sanat eserini almadan önce bu sanatçının fikirlerini, geçmişini, dönemlerini, bulabildiği her şeyi araştırır, sergisine ve atölyesine gider. Sözde koleksiyoner, müzayedelere gitmeden önce, bol bol dedikodu dinler, kim neyi nerden kaça almış, kaça satmış, salt bu rakamlarla ilgilenir. Sanatı bir borsa oyunu gibi görür.
Gerçek koleksiyoner, sanat eserini milletin önünde, kumar oynar gibi para yarıştırma keyfi için almaz. Kendi zevkine, ruhuna hitap eden ve inandığı bir sanatçının eserlerini alır. Hem genel sanat tarihini, hem yaşadığı ülkenin sanatçılarının tarihini öğrenmek için emek harcar, gezer, kitap okur. Gösteriş budalası sözde koleksiyoner, müzayedelerde kalkan ellere bakıp bunların ve çevresindeki dedikodu eksperi tacirlerin çıkarcı yönlendirmeleriyle “kârlı mal” almaya bakar.
Gerçek koleksiyoner, kendi gözüne zevkine , düşüncelerine güvenir. Bir eseri çok sevdiği veya yapılış nedenini anladığı veya sanatçısını desteklediği için alır. Sözde koleksiyonerler gibi, zoraki ithal fikirlerin yönlendirmeleriyle “kazanan at”a oynamaya çalışırlar. Ana hedefleri sanat üstünden “üstün iş adamı vasıflarını” sağa sola kanıtlamaktır.
Gerçek koleksiyoner, bir sanatçının, bir dönemin en önemli kilit işlerini almaya gayret eder, bir dönemin başyapıtlarını bulmaya gayret eder. En beğendiği eseri almak için konuşurken makul ölçüde pazarlık yaparak o resmi koleksiyonuna katar. Sözde koleksiyoner, uyduruk danışmanların yönlendirmesiyle, piyasadan-müzayedelerden ünlü ressamların “ucuz” işlerini toplamaya çalışır, çoğunlukla 3. sınıf koleksiyonlara ulaşır.
Gerçek koleksiyoner, sanatçı ve sanat tarihine saygı duyar, o tarihin bir parçasına sahip olmaya çalışır. Sözde koleksiyoner, evine taşıdığı bu süs eşyalarına gösteriş parçası mücevherler gibi bakar. “Kimin pırlantası daha büyük?” diye birbiriyle yarışan sonradan görmeler gibi...
Gerçek koleksiyoner, resim satmak için koleksiyon yapmaz. Çocuklarına, torunlarına veya kentine muhteşem bir koleksiyon bırakmak için bu zahmetli işe girişir. Desturu “Allah sattırmasın” cümlesidir. Sözde koleksiyonerin kafasında yalnız rakamlar vardır. Herkesten daha kurnazca bu “yatırımı” nasıl değerlendirdiğini etrafa anlatarak kimliğini kanıtlama yoluna girişir.
Gerçek koleksiyoner, ne kadar parası olursa olsun, bundan bin yıl sonra karşısında duran o ressamın toplumlar tarafından hatırlanma şansının olduğunu bilerek, düğmesini ilikler, güven ve dostluğunu kazanmaya çalışır. Aldığı eserlerin fiyatından kimseye söz etmez. Sözde koleksiyoner, parasıyla şımarmış bir hava atma yarışçısıdır. Sanatçıyı ezmeye çalışıp fiyatını nereye kadar düşürebileceğini görmeye çalışır. Çevresine de yaşayan sanatçılara ödediği paraların azlığı veya vefat etmiş olanlara çokluğunu sızdırarak el altından reklam yapar.
Gerçek koleksiyoner, bir sanatçı veya galerici ile el sıkıştığı andan itibaren, vade ne olursa olsun, artık o paranın kendisine ait olmadığını bilir. Aynen sanatçının da artık o resimlerin kendisine ait olmadığını bildiği gibi. Gerçek koleksiyoner için bitmiş bir satış, onur üstünden bir sözleşmedir. O noktadan sonra “ölmek var, dönmek yoktur”. Sözde koleksiyoner için ise, el sıkışmalarının veya sözlerin bir anlamı yoktur. Sanatçılara bin bir zarar verme pahasına “şeref kelimesi unutularak” sözlerden dönülür, anlaşmalar çöpe atılır. Gerçek koleksiyoner olmayacaksanız, resim işine pek girmeyin. Çek-senet-borsa-arsa işlerine takılın. Gerçek koleksiyonerler ve sanatçılar ise, bu listeyi istedikleri kadar genişletebilirler... Hepinize iyi bayramlar!

23 Mayıs 2019 Perşembe

İMAMOĞLU AKP’LİLERE “YİNE NELER OLUYOR?” DEDİRTMEK İÇİN YOLA ÇIKTI! | Bedri Baykam | 23.05.2019


15 Mayıs gecesi, Şişli’de Atatürk’ün evinin önünde toplandığımızda, sanki Gazi orada belirecek, kapıda tekrar anneciği Zübeyde Hanım’ın elini öpüp dramatik bir senaryonun tam ortasında yola çıkacaktı.
Hareketlerimiz, evrende uzamın içinde bir “iz” bırakıyor. Mesela belki bu sayede, zamanı geri sarıp Dallas’ta 22 Kasım 1963 Cuma günü öğleyin, Kennedy’ye kaç noktadan kaç kişinin ateş ettiğini, Titanic’in kaç saniye farkla buz dağından kendisini sıyıramadığını net olarak anlayabiliriz. Büyük ihtimalle “Nereden çıktı bu hayal ötesi uçukluklar!” diyorsunuzdur. Ama biliyorsunuz ki çoğu zaman insanın aklına gelen her şey, er geç gerçekleşiyor! İşte benim de bu hayalim geçmişte vücutların, maddelerin bıraktığı izlere bu şekilde ulaşmak ve örneğin Atatürk’ün o gece yola çıktığı anı görüp fotoğraflayabilmek! Uçuk mu? Evet, çok! Tamamen imkansız mı? Bence hayır! 200 yıla kalmaz, görürsünüz! O gece, kapıda binlerce aydınlanma neferi yurttaşımız ile beraber nöbet tutarken, aklımda hep “o anlara” tekrar ulaşabilme mucizesi vardı.
Lütfen bir an için, aklınızdaki ve gönlünüzdeki büyük Atatürk’ü unutun. O karede, kapının önünde “umuda yolculuğa” çıkmak üzere adımını atan 38 yaşındaki genç insana yoğunlaşın. O andaki tereddütleri, endişeleri, beklentileri ve hepsinden önemlisi, o anda bizim burada söz ettiğimiz “uzamda bırakılan izlere zamanı geri sarıp ulaşma” düşümüzden bile daha sürrealist duran hayallerine bir girmeye çalışın. Onun psikolojisini anlamaya çalışarak, onun yerine o adımları attığınızı düşünün. Peki, diyelim ki evdeki hesap çarşıya uydu ve Samsun’a kötü bir sürprizle karşılaşmadan adım attı. Peki sonra? “Hangi düşmanla, hangi sıfatla karşı karşıya gelerek, insanları nasıl yanıma çekip onlara güven vermeyi başaracağım? Hangi maddi güçle, hangi strateji ile mücadele ederek ben muasır medeniyetler seviyesinde bir yeni Cumhuriyet’in bu topraklardan yükselmesini sağlayacağım? Damat Ferit Paşa Hükümeti’nden veya İtilaf Devletleri’nin silahlı güçlerinden korunmayı nasıl başaracağım? Yerimi ispiyonlayan kaç kişi olabilir? Annemi, kız kardeşimi merak etmekten, önümü görebilecek miyim?”
İşte o yakışıklı Subay’ın beyninde çalkalanan düşüncelerden bazıları...

İMAMOĞLU, O GECE...
Merak etmeyin, kimseyi Atatürk ile mukayese edecek değilim. Zaten her alanda, kimseyi hayalinizde tarihten çıkarıp getirdiğiniz hiç kimseyle kıyaslamayın. Ne siyaset, ne spor, ne de sanatta. O gün Şişli’deki tarihi Müze-Ev’in önünde toplanan binlerce aydın, geleceklerine sahip çıkacak bir insan ararken, İmamoğlu’na çekinmeden güvenoyu veriyorlardı. Kendileri ve çocuklarının geleceği için savaşacak, sandıklara sahip çıkıp, ülkeye huzur getirecek genç bir siyasi arıyordu o insanlar. Hayal kırıklıklarından bıkmışlardı! Küpünü doldurmak için siyaset yapanlardan bıkmışlardı. Ülkenin en büyük kentinin başına “onu” seçmişler, ama bu koltuk, birileri tarafından gasp edilircesine geri alınmıştı. Hem de kargaların bile hala güldüğü sihirbazlık gerekçeleriyle!
Bu genç ve başarılı arkadaşımızda şeytan tüyü var! En sert veya kurnaz salvolara karşı kullandığı silahları sadece gülümsemesi, mantığı, samimiyeti! Rakipleri ise bu tavırlara karşı ne yapacaklarını şaşırmış durumdalar! Genç Ekrem dostumuz, Mustafa Kemal’den 100 yıl sonra aynı noktadan yeni bir umuda yolculuğa 2. kere çıkarken, onun hangi tereddütleri, endişeleri, hayalleri vardı? Tabii ki hiçbir şekilde, hiç kimse 19 Mayıs 1919’da o gencecik Mustafa Kemal’in karşısına dikilen dev zorlukların yüzde biriyle bile karşılaşamaz! Ama biliyoruz ki bugünkü hukuksuzluklarla, eşitsizliklerle, hele bu yılgınlıklarla dolu süreç sonunda bu yeni demokratik kapışmaya tekrar inançla girişmek de kolay bir şey değil.

Dün sabah bu sefer İmamoğlu’nun yeni kampanya koordinasyon toplantısına gittim. İnanılmaz bir coşku vardı. Halk, örgüt, hatta basın, İmamoğlu ile bir kare çektirebilmek için birbiriyle yarışıyordu. Hepsinden önemlisi herkeste özgüven tavan yapmıştı. Genç Başkan’a destek vermek için, CHP Kurmayları tam kadro oradaydı. Hatta Ankara ve İzmir dahil, Büyükşehir Belediye Başkanları, Mansur Yavaş ve Tunç Soyer de oradaydılar. Sizin için İmamoğlu’nun söylemlerinden bir demet seçtim; okuduktan sonra, niçin bu kadar sevildiğini tekrar anlayacaksınız...
İBB artık YALNIZ mutlu azınlığa hizmet etmeyecek.
5 milyar TL yeni bütçeyi israfa son vererek elde edeceğiz!
İşbaşı yapmak istiyorum - Yeniden üretmek istiyorum.
Sokakta işportacılık yapan Cebrail’e birkaç ayda okuma yazma öğrettik, eğitimini alacak duruma getirdik... İstanbul’un Cebraillerini bulacağız!
Halka ekmek, süt, içme suyunu vereceğiz.
Önceliğimiz çocuklarımız olacak. Berkay’ın umudunu görüyorum (“Herşey güzel olacak” sloganını en doğal şekilde otobüsten içeri Başkan’a seslenerek yaratan genç Berkay Gezgin’den söz ediyor.)
Tansiyonuna rağmen bizimle sokakta koşturan Müzeyyen teyzemin umudunu  görüyorum.
Şeffaf yönetim-canlı yayını seven halkı biliyorum. İstanbul gönüllülerinde umudu görüyorum. Milyonlarca yıldız görüyorum sokaklarımızda.
Biz yöneticiler haddimizi bileceğiz, halk değil! 
Asla vazgeçmeyeceğiz!
Yeniden yeşil bir şehir istiyorum! Demokrasi seferberliği başlatmak istiyorum! Ben yalnız İBB Başkanı değil, abileri, kardeşleri, evlatları olacağım.
Biz bu seçimi yeniden kazanacağız!
Siyaset artık güler yüzlü olsun! İstanbul’da herkese artık birbirine selam verecek.
Sakın susmayın. Herkes konuşacak!
Toplumu yatıştıranlar olacağız! Her birinize güvenim tam!
Ben vatandaştan talimat alıyorum! Particilik değil, belediyecilik yapacağız!  
Emaneti geri almaya geliyoruz!”

Herşey güzel olacak Ekrem Başkan, sana güveniyoruz! Bu sefer sevgili AKP’li kardeşlerimizin daha da şaşkın bir şekilde “Bir şeyler olmuş, fark 300.000 olmuş, nasıl olmuş da olmuş?” demelerini bekliyoruz!



20 Mayıs 2019 Pazartesi

EUROLEAGUE FİNALİ DAHA ŞIK BİR 19 MAYIS GÖRMELİYDİ! | Bedri Baykam | 20.05.2019



Size ne yazacağımı tam kestiremiyorum. O kadar çok şey var ki söylenecek! Hangisinden başlasam? Günün ilk maçında Fenerbahçe’nin yine direnemeyip Real Madrid’e yenilmiş olmasından mı? Efes’in umutları sonuca ulaştırmayı başaramayıp mücadeleci oyununa rağmen CSKA’ya mağlup olarak ikincilikle yetinmiş olmasından mı? Yoksa Efes’le geçirilen zor hafta sonunun Fenerbahçe seyircisini bölmüş olması ve CSKA’ya destek verenlerle finalde Efes’i tutanlar arasında yaşanan yol ayrımları ve ağır gerginliklerden mi başlasam?
Peki, bu karar zor. Yaşandığı sırada gidelim en iyisi!

REAL MADRİD’E KARŞI UMUTLARI SÖNDÜREN SERİ
Fenerbahçe, Cuma günü Efes’e karşı yaşanan büyük hayal kırıklığından sonra taraftarlarıyla bir ateşkes, bir helalleşme, bir umut ateşi yakmak istiyordu. Euroleague sezonunu en mükemmel şekilde geçirdikten sonra, yaşanan büyük hayal kırıklığına bir panzehir oluşturabilir miydi Real Madrid maçı? Bu umutlarla başladı maç. İlk üçlükle Kaliniç skoru açtı. Ama ardından Real Madrid, 7-3 öne geçti. Skor 24-13’e vardığında maç, kötü sinyallerin tamamını veriyordu. Çok düşük bir şut yüzdesiyle oynayan sarı lacivertlilerin sanki her topu çember ile kavgalıydı! İlk çeyrek 24-16 Real lehine kapandı! İkinci çeyrekte, sürekli farklı oyuncularla sayı bulan Fenerbahçe, (Sloukas, Melli, Guduric, Vesely) nihayet Melli’nin üçlüğüyle 32-31 öne geçti. Ardından karşılıklı baş döndürücü bir hızda oynanan maçta Melih Mahmutoğlu ve Sloukas’ın sayıları, Fenerbahçe’nin ilk yarıyı 40-38 önde kapamasını sağladı. Ardından 2. devrenin başlarında, Fenerbahçe tekrar Melih’in basketiyle önce 48-47, ardından oyun at başı giderken, Guduric’in basketiyle 61-58 öne geçti. İşte bu sarı lacivertli takımın son avantaj dakikasıydı. O ana kadar keyifle izlenen maç, o andan sonra başka türlü şekillenmeye başladı. Önce Real 3. çeyrek sonrası 69-63 öne geçti. İşte Fenerbahçe’nin bu maçı terk edişi o anlara denk geldi. Sarı lacivertliler maçta ruhlarını teslim etmişçesine o andan itibaren inanılmaz bir 26-2’lik seri ile karşı karşıya kaldılar! Bu modern zamanlarda ender rastlanan skandalvari bir durumdu! Seri bitmeden önce fark zaten 84-63’e kadar yükselmişti! Maç 94-75 Real Madrid lehine kapandığında o son çöküşü izah etmek kimsenin içinden gelmiyordu artık. Fenerbahçe, kendi içinden bulacağı bir formülle yeni bir sayfa açarak kaybolan özgüvenini tekrar kazanmalı.

GERGİN FİNAL BAŞLIYOR!
Finalin başlamasına çok az bir süre kalmıştı artık. Biraz sinirliydim. Ergin Ataman’ın Efes’i ve Fenerbahçe taraftarları arasında süregelen gerginliklerin, 19 Mayıs’ın 100. yılına denk düşecek olması, şanssızlıktan öte ters bir durumdu! Neler yaşanabileceğini düşünmek bile moralimi altüst ediyordu. Atatürk ve onun temsil ettiği değerlere en bağlı kulüp olan Fenerbahçe’nin 19 Mayıs’ın 100. Yılı’nda başka bir Türk takımına karşı pozisyon alacak olma riski, iştah kesici bir durumdu.
Maç başlarken biraz tahmin ettiğim bölünme yaşandı sarı lacivertli tribünlerde! Neredeyse yarı yarıya eşittiler, Efes’i tutanlar ve CSKA’yı tutanlar! Yok muydu bunun bir uygun uzlaşmacı başka yolu? Anlaşılan yoktu! Ama emin olun görüntü hem komik, hem de içler acısı idi! Ben, 19 Mayıs’ın 100. yılında Efes’i tutacağımı sizlere evvelsi günkü yazımda belirtmiştim! İlginç bir şekilde karışık olarak Fenerbahçe taraftarlarının yarısı Efes puanlarına, yarısı Rusların puanlarına sevindi. Ve maçın son anlarına kadar, ilginçtir, bu bölünme pek bir tartışmaya neden olmadı. Ama hava ağır mı ağırdı.
Maç karşılıklı basketler ile başlarken, Efes henüz ilk dakikalardan itibaren oyuna asılmaya ve işi ciddiye almaya başladı! Fakat biraz da Fenerbahçe’nin başına geldiği gibi, Efes’in de maalesef neredeyse üst üste 6-7 topu çemberde şeref turları atıp kendini potanın dışında buldu. De Colo ve arkadaşları, ilk çeyreği 29-20 önde bitirdikten sonra, bir ara 41-28 gibi bir farka gittilerse de, devrenin sonlarına doğru, yine özellikle yarı finalin kahramanı Larkin’in çabaları ile fark 44-42 ile tek baskete kadar indi! Fark 51-49’a kadar açılmasa da, 3. devrenin sonlarına doğru, skor 63-52 ile çift sayılı rakamlara geçti. Fenerlilerin yarısı ilk defa o anda Ergin Ataman’a nispeten kısa süreli olsa da “mola alsana” tezahüratına başladılar. Devre 68-62 CSKA lehine sonuçlandı. Son çeyrekte, önce CSKA yine skoru 83-71’e taşısa da, özellikle Micic, Simon ve Larkin’in basketleri son iki dakikaya girerken farkı 4’e indirdi: 85-81. Buna rağmen son hücumlarda hem top kaptıran hem de başarılı şut atamayan Efes, hiçbir anında teslim olmadığı maçı 91-83 kaybederek Euroleague’e finalist olarak veda etti. Sonra da bize yine şampiyonluk kutlamalarını, uzaktan kedinin ciğere baktığı gibi izlemek düştü! Kısmet...
CSKA, Larkin’i başıboş bırakmamış ve ona tersine mümkün olan en yakın markajı uygulamaya gayret etmişti. Micic’in skora Fenerbahçe maçındaki katkı verememesi, mucizenin gerçekleşememesinin bir başka nedeniydi. CSKA sayılarının, dengeli bir şekilde Clyburn, Higgins ve de Colo arasında paylaşılması, sahanın Rus takımı tarafından iyi parsellenmesi, Efes’in işini zorlaştıran faktörlerdi.

KEŞKE YAŞANMASAYDI DEDİKLERİM
Her ne kadar Efes ve Fenerbahçe’nin arası gergin olsa da, herhalde hiçbir şey Mustafa Kemal’in Samsun’a çıkışının 100. yılında Cumhuriyet’ten ve temel değerlerimizden daha üstün olamaz! Ben şahsen Fenerbahçeli seyircilerin yarısının maç boyunca Efes’in mağlubiyeti için tribünden çalışmalarına içerledim. Çılgın gibi rakibi alkışlamalar, küfürler, ağır sataşmalar... Ergin Ataman veya Efes’le yaşanabilecek hiçbir kavga, kan davası, karşılıklı suçlama, bu yılın tarihi 19 Mayıs ve 100. yıl kesişmesinden daha önemli olamaz. Bu değerlere tartışmasız en bağlı kulüp olan Fenerbahçe’nin taraftar ve üyelerinin, tüm arkadaşlarımızın “büyüklük bizde kalsın” diyerek Efes’i “amasız” desteklemelerini beklerdim. Emin olun şık sahneler yaşanmadı. Başkan Ali Koç, kendini hiçe sayarak, maçın sonunda kimi Fenerbahçe seyircilerinin kızgınlığına karşı kendini siper etmese, işler daha da kötü giderdi! Bizler de üzerimize düşen uyarıları yaptık. Ergin Ataman’ın da sürekli tahriklerin sonunda soğukkanlılığını kaybedip seyirciye ağır karşılıklar vermiş olması da üzücü bir hataydı. Keşke bunların hiçbiri yaşanmasaydı! Detaylara girip konuları uzatmak ve hatta sizleri daha çok yormak, üzmek istemiyorum. Şu kadarını ekleyeyim: Lütfen mesela 1923’ün 100. yılında biraz daha olgunlaşmış olalım, olur mu?
Lütfen şimdi basketbol ligimizin playoffları ve finallerine giden yolda, bu yaşananlardan bir ders alıp, gereken hassasiyeti fazlasıyla gösterelim! Spor karşılaşmaları, kan davasına dönüştürülecek gerekçelerin peşinde koşmak olamaz. Lütfen artık Fenerbahçe basketbol takımına faydadan çok, zarar getiren bu kavgalarda sayfayı çevirelim.
Atatürk’ün gözleri üzerimizde... Değer mi?


18 Mayıs 2019 Cumartesi

LARKİN’LI EFES, FENERBAHÇE’Yİ ELEMEYİ BAŞARDI! | Bedri Baykam | 17.05.2019


Fenerbahçe, Efes’e karşı kendi açısından şok bir mağlubiyet yaşadı. 5. kere üst üste Final Four’a kalan Sarı Lacivertliler’e karşı, bu kupa için büyük bir açlık yaşayan Efes ve hocası Ergin Ataman başarılı oldular. Ama bu maçta tarihe geçen tek bir isim vardı: Shane Larkin! Yalnız onun büyük başarısını izlemiş olmak, kendi takım taraftarlığım adına değil de, spor keyfi uğruna İspanya’ya, Bask bölgesinde Vitorio-Gasteiz’e kadar gitmiş olmamıza değdi!
Bazen sporda, ister takım oyunu ister bireysel olsun, böyle olağan dışı başarı dorukları yakalanır. Bazen bir tenisçi, 5-1 geride olduğu 5. sette, üst üste 10 ace, 10 passing shot atar. İşte buna benzer ulvi bir dokunuşu sanki tekrar yaşadı Larkin! Onu, maçın tartışmasız yıldızını, Barcelona’da rakibini 34 sayı farkla dağıtırken seyretmiş, “Bu takım onun önderliğinde uzay basketbolu oynuyor” demiştim. Süper star bu yarı final ayağının tecrübeli takımı Fenerbahçe’yi tek başına dağıtmaya yetti, biraz da Micic’in yardımıyla... Larkin neredeyse her şutu, her turnikeyi soktu, her asistte başarılı oldu. Onu seyretmek, başlı başına bir ziyafetti! Amerikalı guard, bu oyunuyla tarihin en iyi Final Four performansını başarmış oldu: 30 sayı, 7 asist, 7 ribaund ve 43 verimlilik puanıyla. Bu performansa ancak şapka çıkarılır. Fenerbahçe seyircisi de zaten bunu yaptı. Bütün hayal kırıklığına rağmen maçın sonunda onu ayakta alkışladı. 
Fenerbahçe, maçta yalnız ilk çeyreği Sloukas’ın üçlüğüyle 20-19 önde kapadı! Ardından 2. çeyrekle beraber Melli skoru 22-19’a taşıdı. İşte maç o andan itibaren kopmaya başladı! Efes 10-0’lık bir seri yakalayarak durumu 29-22 lehine çevirdi! O andan itibaren de maçın liderliğini sonuna kadar elden bırakmadı! Skor ikinci yarının ilk dakikalarına kadar tek fark ve 7 fark arasında gitti geldi. Fenerbahçe bu dakikalarda biraz Vesely ile ayakta kalmaya çalıştıysa da, Sarı Lacivertliler onunla beraber maçın kaderini değiştirecek isimleri bulamadılar! Dixon ve Kalinic başta olmak üzere, tüm oyuncularda bir maça asılma eksikliği vardı. Ne bireysel özgüven görebildik, ne de takım kenetlenmesi. Zaten özellikle o dakikalardan itibaren, maçın 2. yarısının içine girdikçe Larkin oyunuyla herkese parmak ısırtmaya başladı, daha doğrusu dost-düşman herkesi çıldırttı! Amerikalı yıldız, basketleriyle skoru önce 59-53’e, ardından 68-55’e taşıdı. Biraz da Dunston’ın ve Micic’in ona ayak uydurmasıyla, fark önce çift haneli sayılara geçti sonra da maç koptu gitti. Obradovic skor 77-61’e dayandığında genç oyuncusu Tarık Biberovic’i sahaya sürdüğünde daha 7 dakika vardı ama “bu erken teslim olma işareti değil mi?” sorusunu sormaktan kendimi alıkoyamadım, diğer seyircilerle beraber. Halbuki büyük hoca, oyuncularını maça döndürebilmek için bağıra çağıra az efor sarf etmemişti!

ARTIK ERGİN ATAMAN’LA UĞRAŞMAYIN
Fenerbahçe seyircisi çok formda değildi. Yine biraz sinema-tiyatro seyircisine dönüşme işaretleri vardı, Suphi’nin deyimiyle! Onunla beraber biraz ortalığı hareketlendirmeyi denedik ama nafile! Herkesin aklında sanki sırf şampiyon olup sosyal medyada paylaşımlar yapma beklentisi vardı! Halbuki sportif başarı nasıl sahada ağır ter dökmeyi gerektiriyorsa, tribün etkisi de bilet alıp seyahate çıkmakla olmuyor! 
Bir teşhisim daha var size aktarmam gereken: Fenerbahçe seyircisi, kafasında Ergin Ataman’la uğraşmaktan, gerçekçi olarak kendine, takımına, maça konsantre olamadı! Herkesin dilinde aklında “Yenince Ergin’e şöyle bağıracağız, şu sloganı atacağız” gibisinden “ters heyecan” beklentileri vardı! Bu da tabii beklediğim gibi ters tepti. Bu davranışlar böyle büyük bir camia için kabul edilir, sağlıklı tavırlar değil tabii ki! Artık Fenerbahçe dönüşte lig playoff’uyla beraber kendisini bu iç şiddet sıkışmasından kurtarıp yalnız kendi oyununa pozitif enerjiyle yoğunlaşmayı başarmalı. Bu sene 7 maçta Efes, Fener’i 4 kere yendiyse, emin olun bunun sebebi kendi özel başarılı oyun kurgusundan olduğu kadar, Fenerbahçe’nin Ergin Ataman takıntısıydı! 

Size bir itirafta bulunayım: Ben koyu bir Fenerbahçe’li olarak, 92-73 yaşanan bir mağlubiyeti, son saniyede gelen bir şansız basketle yaşanan kayba tercih ederim! Çünkü diğerinde 1-2 yıl kendime gelemiyorum! 4 yıl önce Berlin’de CSKA’ya karşı şampiyonluğu son saniye basketiyle kaçırmıştı Fenerbahçe. Mahvolmuştuk, üzerimizden greyder geçmişti sanki. Geçen sene finalde Real Madrid’e karşı yalnız 5 sayı ile kaybetmişlerdi. Tek şampiyonluk 2 yıl önce İstanbul’da Olympiakos’a karşı kolay geçen bir final ve ondan önce yine Real Madrid’i sorunsuz saf dışı bıraktıkları bir yarı finalle gelmişti. 
Benim açımdan maçın Larkin’i bu efsanevi gecesinde çıplak gözle hayran hayran izleme zevki dışında tek diğer güzel şey, oyunun sonundaki centilmence birbirini kutlayan oyunculardı. Ben de onları ayakta alkışladım.
Fenerbahçe camiasının artık beyaz bir sayfa açarak, geçmişte ona çok kızmış olsalar bile, Ergin Ataman’ı herhangi bir rakip hoca olarak görmeleri lazım. Çünkü diğer tavırlar net olarak Fenerbahçe’ye zarar veriyor, Ataman veya Efes’e değil. 
Finalde tabii ki Efes’i tutacağım. 19 Mayıs’ın 100. yılında tabii ki Fenerbahçe şampiyon olsun isterdim. O olamadığına göre, finali Mustafa Kemal’in gözleriyle Türkiye Cumhuriyeti’nin bir takımı alsın diye izleyeceğim. Bu çok zor görünse de, umarım Efes camiası ve basketçileri kupayı Pazar gecesi Türkiye Cumhuriyeti topraklarına taşırlar!



16 Mayıs 2019 Perşembe

YENİ HAVALİMANIMIZ, SPOR KOMPLEKSİ Mİ YOKSA KORKU TÜNELİ Mİ? | Bedri Baykam | 16.05.2019



Kiev’e giderken İstanbul Havalimanı’nı ilk defa kullandım. Ebatlar ve görkemli mağazalar ve ve iç mimari oyunlardan önce etkileniyorsunuz. Hatta batı için kullanmaya alışık olduğumuz “adamlar yapmış ya” sözlerini hatırlıyorsunuz! Ama fazla heyecanlanmayın! Öncelikle, normal hayatınızda bayağ spor yapıyor olmanız lazım, yoksa uçaklara yetişemezsiniz! Dev bir alana dev tavanlı dev bir havalimanı yapmışlar. Fakat zaman faktörünü, kaç adım atılması gerektiğini, uçak kaçırma riskini, bunun gibi onlarcasını es geçmişler! Bu havalimanının tek tanımlaması var: Türkiye’nin en havalı alışveriş ve fitness merkezi!
O gün, şaşkınlıktan güvenlik kontrolünde iPadimi bırakmışım. Uçağa 30 dakika kala fark edince umutsuz bir maratona giriştim ve bir polisin desteğiyle şaşırtıcı bir şekilde nefes nefese cihazıma kavuştum. Sonra çılgın bir koşu daha başladı uçağa yetişmek için, elimde çantalar, torbalar komedi filmlik sahnelerle! Net yarım litre terledikten sonra uçağa giren son 2-3 kişiden biriydim.
Dönüş, daha da dramatikti! Aklınız varsa gidecekseniz gidin, ama şimdilik dönmeyin! Bir kere uçak indikten sonra “taksi” hareketi, neredeyse şehirlerarası otobüs seferine dönüşüyor! El alem de dev havalimanları yapıyor ama değişik bölümleri arasında metro gibi raylı iç ulaşım sistemleri ekliyorlar! Kimse insanlardan maratoncu, 100 metreci, halterci olmasını beklemiyor! Bizimkinin mimarları, eli paketlerle ve çantalarla dolu insanların, yaşlıların, üç çocuklu annelerin, hastaların, 30 saatlik bir uçuştan dönenlerin, ezcümle herkesin biyonik insan olmasını bekliyor! Uçaktan pasaport kontrolüne sizi taşıyacak yürüyen merdivenlere ulaşmak için Beşiktaş-Maltepe arası kadar bir yürüyüşe geçiyorsunuz! Pasaporttan valize ulaşmak için mesafeler daha insaflı: Beşiktaş-Taksim arası kadar! Pistlerin, alanın batı kısmına yapılmış olmasının bu mantıksızlıkta payı var! Nihayet valizlerime ulaştığımda, iki parça eşyamın boynu bükük ve yalnızlık içinde beni sonuncu olarak beklediklerini gördüm! Ayrıca sizi almak için bekleyen bir araba varsa normal zemin kattan çıkamıyorsunuz. Eksi 2. katta, 17 no’lu kapıdan çıkmanız söylenmişse vay halinize! Çünkü iç ve dış 17 numaralar arasında tahmini 100 metre var!
Dünyanın en maliyetli havalimanını yaparken bu havaalanı içi “shuttle” ulaşımını bu mimarlara hatırlatan biri çıkamadı mı? Yoksa nasıl olsa iktidarın ağır topları bu mesafeyi kat etmeyeceğine göre, “Irgat halkımız zaten dayanıklıdır, boş ver, kaderidir” mi dendi?
Havaalanının işletmesini ise, bu konuda hiçbir deneyimi olmayan 5 ortaklı İGA üstlenmişti.
Bu arada geliş-gidiş bitmek bilmeyen paralı otobandan gerçekleşiyor. Artık sahil yolundan deniz havası alarak yol alma sevdalarını unutun! Metro da henüz olmadığı için, “isimsiz” Havalimanı’na ulaşmanın zaman karşılığı büyük! Yani “6 saat önce yola çıkma” devri başladı!

HANGİ RİSK FAKTÖRLERİ KONUŞULUYOR?
Hangisinden başlayalım? Terkos Gölü’nü doğal mola durakları olarak gören kuşların göç yolu olmasının getirdiği ürkütücü dezavantajlardan mı? Bu tatlı hayvanlara karşı düşünüldüğü söylenen manyetik dalgalar yayma saldırısından mı?
Yoksa pistlerin kuzey-batı rüzgârı olan poyrazı, yanlış konumlandırma nedeniyle yandan alıyor olmasından mı? Atatürk Havalimanı’na kıyasla sisli havada görüş mesafesinin belki 50 misli daha az olmasından mı? Görüş mesafesi sıfır bile olsa iniş sağlayacak sistemlerde evdeki hesapların “Murphy Kanunları”na takılma riskinden mi? Havalimanının üzerine oturduğu toprağın güvenilir olamamasından mı? İhaleyi alan firmanın projesinde yer alandan farklı olarak kot dolgusu 30 metre kadar düşürülmüş. Bu fark nedeniyle 1,3 milyar dolarlık da haksız kazanç sağlandığının söylenmesi ve havaalanı zemininin böylece riskli ve tartışılır hale gelmesinden mi?
Bu makalede gördükleriniz her yerde konuşulan konulardan bazıları. Bu arada, “sonbaharda hava şartları zorlayınca üst üste sis ve rüzgar rötarları devreye girince eski havalimanına taşınmaya mecbur kalacaklar” diyenler ne kadar haklı, ben bilemem. Ama bunların konuşuluyor olması bile son derece sinir bozucu. Mimarlar Odası’ndan aldığım bir bilgi, Prof. Doğan Kantarcı’nın raporu hakkında... Atatürk Havalimanı üstünde oluşan ısı tabakasını rüzgarlar Marmara Denizi’ne doğru iterken, 3. havalimanı üstünde oluşacak yoğun ısı tabakası, Kuzey rüzgarları tarafından direkt kente doğru savrulacakmış. Bunun da kuşkusuz insan sağlığına karşı birçok tehlikesinden söz ediliyor.
İktidara tavsiye: Aceleci ve fevri kararlarla, şu-bu tarihe yetişecek diye zorlamalarla havalimanını bütün bu aksaklıklar ve riskler çerçevesinde zoraki bir şekilde açtınız. Umuyorum ki, sonbaharda karşımıza çıkacağı söylenen bütün olumsuz hava şartları ve uçuş sahası güvenlik koşulları, ne uçaklarımıza söylenildiği kadar risk getirir ne de havalimanını kullanılamaz hale dönüştürür. Ama size sade vatandaş sorumluluğu ile bir tavsiye iletmek istiyorum: Sakın hınç almak istercesine Atatürk Havalimanı’nı yok etmeye veya göstermelik kargo terminaline dönüştürmeye kalkışmayın. Çünkü Allah korusun kötü olaylar yaşanırsa, daha sonra resmen havada asılı kalırsınız! Dünya metropolü İstanbul’u Sabiha Gökçen dışında Esenler Otogarı’ndan ulaşımını gerçekleştirmeye zorlanmış hale düşürürsünüz!
Uzun lafın kısası, büyük bir telaş içinde Atatürk isminden sanki bir saniye önce kurtulmak istenircesine (!) her türlü hazırlıksızlık ile girişilen bu havalimanı içinde, siz bu satırları okurken, ben Fenerli ve Efesli kardeşlerimle İspanya istikametine doğru çıktığımız umuda yolculuk için, yine maraton koşusunda terliyor olacağım... Deniz yoluyla dönmeyi tasarlıyorum.


9 Mayıs 2019 Perşembe

HER ŞEY ÇOK GÜZEL OLACAK, BİNALİ BEY DE BİN PİŞMAN! | Bedri Baykam | 09.05.2019


Her kafadan bir ses çıkıyordu. Herkes loto oynar gibi, seçimler iptal edilecek edilmeyecek diye en iddialı tahminleri yürüterek yüksekten uçuyordu.
Sonra en yakışıksız şekilde geldi iptal haberi!
YSK resmi bir açıklama yapmadan bir AKP’linin sızdırdığı bilgi üzerine Türkiye birbirine girdi! YSK’nın dik duramadığı yalnız bundan bile belli! Böyle hayati bir toplantıda bilgiyi kim sızdırıyor, çaycı mı? Bundan daha büyük kanıtı olabilir mi hukuk devletinin sonunun?
Böylesine omurgasız, mantıksız bir karar alınıyor... Ve hiç kimsede bunu açıklayacak yüz veya cesaret yok! Bu gerçekten tarihimizde bir ibret vesikası olarak yerini alacak!
Herkesten dinleyip ezberlemişsinizdir, ne espriler ve fıkralar üretildi. Adamın dördüzü oluyor, dava açıyor, “Bunlardan üçüncüsü benden değil” diye. Başka türlü bir izahı var mı bunun? Oy sandığına dört oy pusulası aynı zarf içinde atılıyor; üçü hatasız ama İstanbul Belediye Başkanlığı için verilen oy hatalı! İnsan bu kadar fütursuzca bir iddiayı sunmaktan imtina eder!
Resmen enayi yerine koymaya çalıştılar bizi!
Bu demokratik bir çöküş! Dünyanın yüzüne nasıl bakacağız, söyleyecek laf bulamıyorum!! Kim bizimle alay ediyor? Yabancı basında Türkiye’de demokrasinin Titanik gibi battığını aktaran onca yazı, bu ülkeye ne kazandırıyor, ne kaybettiriyor, umursayan kimse var mı iktidar kanadında?
Bakın Twitter’da ne yazdım o hırsla:
Seçim nedir? İktidar partisi kazanana kadar tekrarlanan ve oy sayılan bir oyun mu? Bundan sonra kim, nasıl seçime güvenecek? Yoksa şu meşhur ‘demokrasi bir tramvaydır, gerektiğinde binersin, zamanı geldiğinde inersin’ sözleri artık ayyuka çıkan bir gerçek olmanın ötesine mi geçti? Yani ‘göstermelik demokrasimiz’ de mi ‘sizlere ömür’?
Teşekkürler ikinci cumhuriyetçiler! Teşekkürler yetmez ama evetçiler! Teşekkürler sevgili işbirlikçiler! Yeni demokrasiniz, yeni Türkiyeniz hayırlı olsun! Hepinize tebrikler! Haydi buyurun çıkın yine medyalarda boy gösterin, bilgiç havalar atın! Yeni üniversitelerinizden atıp tutun!”
AKP bizi kırmızı halıyla Avrupa’ya sokacak diye atıp tutan sivri zekalılar, şimdilerde de utanmadan yine bilirkişi havalarıyla, rencide olmuş depresif ergen rolüne soyunuyorlar! Geçiniz! Size değil, hala sizleri adam yerine koyanlara kızıyorum!
İptal kararı veremezler, çünkü o zaman bütün Avrupa, tüm dünya Erdoğan’a saldırır ve onu demokrasi düşmanı veya diktatör ilan eder!” diyenler de yanıldılar. Kim bilir, belki yakın çevresi Erdoğan’a “Efendim, ciddiye alınmaz bu yabancı densizler, ne fark edebilir ki?” şeklinde baskı yaptı! Bu arada, her ne kadar Erdoğan iki-üç genel değerlendirmesinde “sonuçları kabullenmiş bir siyasi” rolüne soyunduysa da, İBB’den rant elde eden satelit çevrelerin kuşatması ve baskısı altında, kaybolan pastanın boyutunu daha derinden idrak etmeye zorlanmış olabilir! Çünkü süreç ilerledikçe, kullandığı dil hızla değişmeye başladı. Olgun bir Avrupalı siyasinin değerlendirme düzeyinden, YSK’ya “Beka” üzerinden tehditvari telkin/emir karışımına kadar ilerledik!

TAM SAHA PRES, YAZ GELENE KADAR İLERİ!!
İmamoğlu rüzgarıyla hareket edenler, önce korkunç haberle depresyona girdiler, ama bu sürmedi! Hemen arkasından tam tersine bir hırs, bir adrenalin patlaması ve inanç seli dökülmeye başladı ortalığa...
İşte şu anda yapılacak olan, iktidarın istediği gibi sinmek değil! İktidarın emrettiği gibi “herkesin haddini bilmesi” değil bize düşen! Tam tersine, İmamoğlu’nun hatırlattığı gibi, herkesin konuşması! “Sanatçı da konuşacak, işadamı da konuşacak!” dedi İmamoğlu ve aynı anda TÜSİAD’dan Yılmaz Erdoğan’a herkes konuşmaya başladı! Bize yakışan, bu noktada yaratılan yüz kızartıcı krizi fırsata çevirmek! “Tekrar seçim” kararını alanları ve aldıranları bin pişman etmek! Tatilleri iptal ederek, komşu komşu gezerek, taksicisiyle, bakkalıyla, çarşısıyla durmadan konuşup, yapılan hukuk gaspının boyutunu halka anlatarak mantık, vicdan ve dürüstlüğü aynı anda harekete geçirmek! Bu hava şu anda fazlasıyla var! İmamoğlu, bu haberin ilk duyulduğu gecenin sonunda kollarını sıvayarak tarihe kalacak konuşmasını yaparken, bu haksızlığa toplu başkaldırının demokratik harcı orada atılmıştı bile! Orada kendiliğinden şekillenen bu slogan boş yere halka yayılmadı. Çünkü birileri ne kadar baskı yapmaya çalışırsa çalışsın, halk artık baharın ardından yazın gelmesi için kolları İmamoğlu gibi sıvadı! Şu anda hedef yazı coşkuyla karşılamak, 31 Mart baharını olgunlaşmış olarak devamıyla kucaklamak!
Abdullah Gül ve Ahmet Davutoğlu’nun son çıkışları da, Erdoğan’ın önünde kendi arka bahçesindeki güllerin dikenli olabileceğini ve evdeki hesapla çarşının pek uymayabileceğini gösteriyor. Bu arada AKP’nin adayının ısrarlı şekilde Binali Bey olarak sunulması da çok ilginç! Çünkü daha önce bu sütunda aktardığım gibi, ben kendisinde uzaktan yakından yeni bir kampanya yapacak enerjiyi kararlılığı ve keskinliği göremiyorum!
Tersine İmamoğlu ve CHP kesiminde ise büyük bir kararlılık ve enerji patlaması var! Normalde siyasi konularda etliye sütlüye karışmayan galerici bir dostum da etrafta Atatürk’ün Gençliğe hitabesini yollamaya başlayınca inancım tavan yaptı! Gerek sahil kentlerinin gerek gözde büyükşehirlerimizin de İstanbullu seçmenleri en nazik ve esprili şekilde “Plajlarımız kapalı, kar ve kum fırtınası bekleniyor”, “Köpek balığı saldırısı var, 23 Haziran’da gelmeyin” şeklinde etrafa yaydıkları sosyal medya paylaşımları, gerçekten hem güldürüp keyif veriyor hem de bu yaz seçimi taktiğinin tutmayacağını gösteriyor! Halkımızı seçim heyecanının olumlu anlamda sarmaya başladığını söyleyebiliriz!



4 Mayıs 2019 Cumartesi

İMAMOĞLU, BİNALİ BEY, VALBUENA VE “TÜRK RONALDOSU” | Bedri Baykam | 02.05.2019



Kabak tadı verdi” diye bir deyimimiz var. Seçimlerinin hala bir sonuca bağlanmamış olması, bu sözü getiriyor aklıma.
Belki sizi güldüreceğim ama, YSK “seçim tekrarlanıyor!” dese buna en çok üzülecek olan kişilerin başında bence kim var biliyor musunuz? Binali Yıldırım’ın kendisi! Çünkü şu anda Türkiye’nin gözü önünde saatte 200’le ilerleyerek, hızlı ama dengeli bir şekilde imajını oluşturan Ekrem İmamoğlu’nun tekrar karşısına çıkmak istemiyor! Bundan neredeyse eminim! Bence Binali Bey, kendisinde ne böyle bir enerji, ne arzu, ne de iddia görüyor! Zaten verdiği son demeç bunu kanıtlıyor. Bence Cumhurbaşkanı ve AKP’nin tüm yöneticileri de bunun farkındalar! Yani bu sefer çok daha farklı gelebilecek bir seçim mağlubiyetinin faturası onlara çok daha ağır bir darbe vurabilir. Bunu görmelerine rağmen itirazı geri çekmeye de elleri varmıyor. Çünkü geride bıraktıkları pasta çok büyük! Yıllardır bütün partiye besin kaynağı olan kaymaklı ekmek kadayıf gibi kullanılmış!
İmamoğlu’na gelince, 1 Mayıs için İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nde çaldırdığı marşlar, TC’nin tekrar binaya en güzel şekilde yerleştirmesi, İBB Meclisi’ndeki tartışmaları naklen yayınlatarak halka açık hale getirmesi (böylece AKP’nin uyuşturucu ile mücadeleye bile kırmızı ışık yaktığının öğrenilmesi) ve buna benzer onca noktayla şimdiden gönülleri fethetti. 31 Mart’ta kendisine oy vermemişlerin içinde bile artık ciddi ölçüde hayranları var! Sempatikliği, güler yüzü, samimiyeti, cana yakınlığı, halka geleceğine dair güven verme kapasitesi ile her an puan topluyor! İmamoğlu ve 31 Mart’ta gelen diğer belediye kazanımları sayesinde oluşan havayla, halkımız şimdi mitinglerde ayrı bir özgüvenle yürüyor! Geriye kalıyor “tatile seçim koyarlar mı?” bulmacası... Yok artık!

VALBUENA VE BURAK YILMAZ...
Valbuena’nın yalnız futbolculuğuna değil, karakter ve direnç gücüne de ne kadar hayran olduğumu daha önce bu sütunlarda çok ifade etmiştim.
Sezon başından beri herkes biliyor ki, Valbuena 25 maçtan fazla oynarsa kontratı otomatik olarak uzayacaktı ve büyük para kazanacaktı. Son çıktığı Trabzon maçından önce, Fenerbahçe’nin önerisi üzerine kontratındaki bu maddeyi yok saymayı kabul etmiş! Yani 25 maç ve daha fazlasında oynasa bile, bu hakkından feragat etmiş! İki yıldır, beraber çalıştığı çeşitli hocalardan özellikle ilk 11’de oynama konusunda sürekli kesik yemesine rağmen, inatla ve ısrarla her an oyuna girmeye kendisini hazır tutuyor ve formunun zirvesinde! Sahada o anda 22 kişi ve 4 hakem var ama son Trabzonspor maçında yine Valbuena girdikten sonra oyunun akışı yine onun sihiriyle toptan değişti! Sanki F.Bahçe mağlup olursa, adamın bütün varlıklarına el konulacak ya da 30 yıl hapse girecekmiş gibi mağlubiyeti reddederek ama hiçbir zaman centilmenlikten uzaklaşmadan büyük bir yürek olarak mücadelesini yine ortaya koydu. 97 dakikanın son salisesinde attığı gol, onun hak ettiği şekilde taçlanmasıydı. Fenerbahçe bu adamın kontratını en güzel şekilde yenilemeye bence mecbur!
BURAK YILMAZ’A GELİNCE: Hakkında Beşiktaşlılardan önyargısız yanıt rica ediyorum, “Türk Ronaldosu” gibi oynayan Burak’ı seyrettikçe “Beşiktaşlı duruşu nedeniyle onu istemiyoruz” diye kampanya yapanlar şimdi neler hissediyorlar? Görüşleri mi değişti yoksa özeleştiri yapıyorlar mı? Bu soruyu Twitter’de sordum, teşekkür ediyorum, çoğu Siyah-Beyazlılar çok seviyeli ve dengeli yanıtlar verdiler. Ben bir sporsever olarak kendi yanıtımı vereyim: Bu kadar ateşli bir taraftar grubunun hocalarına ve başkanlarına da tavır koyarak “Biz bu adamı istemiyoruz” kampanyalarından sonra, Burak Yılmaz sahaya çıktı ve sadece futbolculuğunu konuşturdu. Milli Takım’a da güven verdi! Ona bu kimliği tekrar kazandıran güçlü karakter direncine ve Şenol Güneş’e tebrikler!

YUSUF TAKTAK ‘ELLERİM TANIKTIR ZAMANA”
Sergi bugün açılıyor. Bolvadin doğumlu sanatçı, Türk çağdaş sanat ortamında birçok temel taşın yerine oturmasına katkıda bulunmuş bir önemli isim.
Size nasıl anlatsam... Hani şimdi her yerimiz fuar ve bienal gezginleri ile, “büyük” koleksiyonerlerle dolu ya... Şimdi herkes büyük sanat eksperi ve hatta herkes sıfatlı ya... Hani sağımız solumuz kendini hayati derecede ciddiye alan sanat danışmanları, galericiler, küratörler ve müzecilerle dolu ya... Türkiye’de çağdaş sanat tohumları 40-45 yıl önce ekilirken bunların hiçbiri yoktu. “Buralar dutluktu”. Herkesin çocuğu ünlü okullarda henüz sanat okumamıştı. Türkiye’de yalnız klasik ve empresyonist resim biraz satılıyordu, diğer tarzlar tamamen “eksantrik” kabul edilen, kimine göre beş para etmez, kimine göre deneysel veya sıradan işlerdi. En değerli sanatçılarımızın bile alıcısı çok azdı. Yusuf Taktak’la 80’li yıllardan itibaren hem kalıcı güzel bir dostluğumuz, hem de büyük işbirliklerimiz oldu. UPSD’nin kuruluş çalışmaları için kurucu yönetim kuruluna beraber seçildik, 1989’da Resim Heykel Müzesi’nin içinde başlayan çalışmalarla UPSD kuruldu, büyüdü, artık dünyada söz sahibi bir kurum haline geldi. Taktak, ayrıca UPSD’de olduğu gibi, “Öncü Türk Sanatından Bir Kesit” sergilerinin de ilk ateşleyicilerindendi. Gerek özgün eserleriyle, gerek arşivciliğiyle Türk çağdaş sanat ortamına büyük katkılarda bulundu. Akademisyen kimliğiyle yeni kuşak sanatçı ve sanat yöneticilerinin yetişmesine katkıda bulundu. Ne güzel bir sonuç ki, bugün Piramid Sanat’ın başarılı direktörü olan Öykü Eras da, Taktak’ın Yıldız Teknik’ten bir öğrencisiydi. Bugün açılacak serginin küratörü de Eras! Bu sergi, Türkiye’de pek rastlanılmayan bir şekilde bir “ön-retrospektif” olarak düzenlendi. Dönemler, belgeler, Taktak’ın sanatsal evrimi de en analitik bakış açısıyla sergi mekanına yansıtıldı. Sergi Piramid Sanat’ta üç haftalık bir süre için bu akşamüstü açılıyor. Kaçırmayın derim!