25 Ağustos 2018 Cumartesi

REJİM Mİ DEĞİŞTİ: SUÇLULARI YANLIŞ KULVARLARDA ARIYORSUNUZ! | Bedri Baykam | 24.08.2018



Seçimlerin üstünden iki ay geçti. Haftalardır şaşkınlığımızı aşıp, çaresizce muhalefetsiz yeni durumumuza alışmaya çalışıyoruz. “Cumhuriyet’i elimizden aldılar, rejimimizi yıktılar neler olacak şimdi? Aman Allah’ım inanamıyorum olan bitene...” Önce ağlayanlar, depresyona girenler, “bir daha hiçbirine oy vermeyeceğim” diyenler oldu... Ardından CHP’nin dizilere benzeyen “kurultay toplattırmama” serüveni başladı. Muharrem İnce bir ara tekrar umut oldu, ardından CHP’nin tamamı ile beraber o da insanlarda maalesef güvensizlik ve tıkanma hissi uyandırdı. Artık CHP, üzücü bir şekilde bir muhalefet umudu olma vasfını kaybetti. Herkes ya hala siyasileri suçluyor, ya da “benim için siyaset bitmiştir, bundan sonra oy vermeye bile gitmem” diyor...

ERDOĞAN “MUTLAK GÜÇ” NOKTASINA NASIL TIRMANDI?
tepkileri her duyduğumda, 1987’den beri bir avuç yakın dost ile verdiğimiz mücadeleye dalıp gidiyor gözlerim. O dostlar ki, yarısı öldürüldü, diğer yarısı da tesadüfen yaşıyor.
24 Haziran seçimini takip eden günlerde, çok özel bir gazetecinin programına katıldım. Cem TV’de Mustafa Mutlu’nun “Kral Çıplak” programına... O programı izlemediyseniz, muhakkak görün. Çağdaş, aydın gazetecilerimizden Mustafa Mutlu, o programda, “rejimimiz değiştiğinden beri” yalnız son dört günde olup bitenleri, Cumhurbaşkanlığına bağlanan kurumları, sanatın, gazeteciliğin içine düştüğü durumların dökümünü yapmaya çalışmıştı. Kupürler “icraatın” hızına yetişemedi. Özetle işler şu noktaya gelmiş: Neredeyse, artık “akşam ne yemek yapsak” diye tereddüt bile etmeyeceksiniz. Belki ona da Beştepe karar verecek! Harika değil mi? Ne kadar zaman kazanacaksınız!

Geçen hafta AKP Kongresinde, Erdoğan, geçerli 1380 oyun tamamını alarak o koltuğunu da perçinledi. Her yerde mutlakıyet içinde egemen bir liderden söz ediyoruz!
Bu rejimin nasıl değiştiğini gerçekten öğrenmek istiyor musunuz? Emin misiniz? Buna sabrınız, özeleştiri arzunuz, hataları kabul etme gücünüz var mı? Ben size bazı sorular soracağım. Kayda da almıyorum yanıtlarınızı. Buyurun dinleyin, ister arada aynaya bakın tek başınıza, ister gülüp geçin, ister siz de başkalarını suçlayın. Siz bilirsiniz... Hadi oturun, bir çay alın, okuyun bakalım 30 yıldır nasıl rejimimizin değiştirildiğini, nasıl tek bir adamın ülkenin tamamına hakim hale geldiğini... Bakın bayram tatiliniz biterken daha iyi bir zamanlama bulamam. Günlük siyaset tatildeyken, 30-40 yıldır yapılan hataların değerlendirmesini yapacak fırsatı kullanabiliriz!

Bakın açık konuşalım. Siz büyük ihtimalle sol-sosyalist, liberal sol -demokrat veya demokrat Atatürkçü bir profille sahip olduğunuzdan, Türkiyemizin yaşadıklarının suçunu genellikle Demirellere, Özallara, Çillerlere, Erbakanlara ve son iktidar sürecinin tamamına yüklemeye alışıksınız. Ama ben öyle düşünmüyorum. Bunu daha önce de belirtmiştim. Onlar hep görevlerini yaptılar. Bence onlara kızma hakkınız yok. Onlar bizler gibi bir ülke hayal etmediler. Türkiye profilleri, farklı bir yapı taşıyordu. “Bizim kesim” olarak, kendi üzerimize düşen sorumlulukları nasıl yerine getirdik, veya daha doğrusu getiremedik...
Esas mühim olan soru bu! İşte çok merak ediyordunuz ya, nasıl dibe vurduğumuzu, daha doğrusu hala o dibe doğru nasıl yol almaya devam ettiğimizi, buyurun rahatsız olup “saçmalamış” refleksinin arkasına sığınmayacaksanız, okuyun... (Belki hiçbir şık hiç birinize uymuyor diyeceksiniz! O zaman ben tek başıma kabus görmüşüm derim..)

BUYRUN BU DÖKÜMÜN NERELERİNE DAHİL OLDUĞUNUZA KARAR VERİN!
12 Eylül sonrası, ihtilalin cicim ayları akıp gittikten ve acı gerçekler su yüzüne çıkmaya başladıktan sonra, sessiz kalıp Özalizm furyasında bozuk düzenden nasibinizi almaya çalıştınız.
CHP kapanmışken kurulan partiler arasında Ecevitlerin karı-koca siyaset yapma inadıyla tek başlarına içini doldurmaya kalktıkları DSP’ye hoşgörü ile baktınız.
Ecevit’in 12 Eylülcü paşalardan aldığı talimatlarla 27 Mayıs’ı yerle bir etmesini, bütün sol kesimin kucakladığı bir anayasayı getirmiş bir yapıyı ucuz demagojilerle hırpalamasını seyrettiniz... Halbuki adınız, sıfatlarınız, düşünecek bir beyniniz, partileriniz vardı. Ama çok çabuk kandınız bu söylemlere. 1961 Anayasası’nın getirdiği hukuki, sosyal ve siyasal atılımı, demokratik yapının değerini, hiç anlamadınız.
Sözde komünizmi yasaklayan 141. ve 142. maddelerle beraber 163. maddenin daha ileri bir demokrasiye ulaşmak vaatleriyle kaldırılması komedyasını ciddiye aldınız. Yobaz propagandanın önünü açtınız, sonuna kadar serbest bıraktığınız toplumu tüm zaafları ve falsolarıyla geri dönülmez bir dönüşüme soktuğunuzu fark edemediniz.
Ya da, “Ne 141’i, ne 163’ü, boş abidik gubidik işlerle uğraşıyorsunuz, ne önemi var bu saçmalıkların?” diye gülerek ahkam kestiniz, bu yasalarla bugünlerin beyni yıkanmış IŞİD teröristlerinin de önünün açılabileceğini (ve nitekim açıldığını) göremediniz.
Medya patronları olarak, liberal söylem sizin kulağınıza paraya daha yakın tınılar taşıdığı için, 2. Cumhuriyetçilerle, tarikatcılarla, liboşlarla kol kola girdiniz, hatta onlara teslim oldunuz.
Bir çoğunuz, FETÖcülere, tarikatlara, sözde ılımlı İslam’a yamanıp, bozuk düzenden ve dönem rüzgarından payınızı almak istediniz. “Abant buluşmaları” ihanetinde, sıkılan her absürd Cumhuriyet aşağılamasını manşetlere taşıyıp prim verdiniz. Size göre herhangi birinin Atatürk’ü, Cumhuriyet’i, laikliği, CHP’yi yerden yere vurması, onun zeki, işe yarar, “ilerici”, entellektüel (!), aydın, her yerde kullanılabilir bir insan olduğunu kanıtlayabiliyordu.
Sıfır bile değil, -1000 cesaret kotanızla, gençlerin beynini yıkayan o utanılası köşe yazarlarını ve onların yazdıkları gazeteleri, olmayacak paralara beslediniz; eski Türkiye’yi bu şekilde gençlerin gözünde itibarsızlaştıran, sinsi bir şekilde süren bu operasyonun ana hattına ortak oldunuz.
Cumhuriyet’in demode ve acınası-gülünesi bir orta oyunu olduğunu, resmi ideoloji içeren masallarla uyutulduğumuzu her yerde en bilgiç edalarla anlattınız, “solcu” oluşunuzu, bu şekilde yorumlayıp, Atatürk ve kurduğu Cumhuriyet yapısını sürekli yerle bir edenlerle çıkar güç birliği yaptınız.
Kendinizi Atatürk ve arkadaşlarından daha zeki göstermek için her gün profesör sıfatlarınızla, makyajı akmış bukalemun suratlarınızla sekiz takla attınız!
Siyaseti dinselleştiren kesimlerin türbanı kendilerine her kapıyı açmak için bir araç haline dönüştürdüklerini göremediniz. Bunu bir “özgürleşme ve demokrasi” konusu zannedip peşlerine takıldınız. Türbana özgürlük isteyenlerin, kadın memurların kısa kollu kıyafetlerine ve mini eteğe düşman kesildiklerini, bunları gücü ele geçirdikleri her noktada yasaklama gayretine ve fiili uygulamasına geçtiklerini görmezden geldiniz. “Madem isteyen istediğini giyer diyorsunuz, o zaman bu ne perhiz bu ne lahana turşusu?” bile diyemediniz. Sustunuz, oyuna geldiniz.
Siyaseti dinselleştirmek isteyenler en bonkör şekillerde birbirlerini şirketleri, dernekleri, vakıfları ve partileri ile beslerken, doyurup geleceği hazırlarken, siz en küçük birkaç Atatürkçü gençlik ve düşünce dergisini bile finanse etmekten imtina ettiniz. Diktiğiniz gökdelenlerden utanmadan bu Atatürkçü dergilere “100 dolar” bağış teklif edebildiniz.
Taban Operasyonu ile DSP/CHP/SHP’ye 1994 yerel seçimlerinden önce acil birleşme veya her yolla mantıklı işbirliği teklif ettiğimizde, bunun hayati önemini anlayamadınız. Ecevit her zaman yaptığı gibi, tüm diyalog, birleşme, buluşma önerilerini reddettiğinde, evinin önüne dikilip protestolar yapmadınız, eski imajıyla gönlünüzü hoş tutmasını mazur gördünüz.
Yine o günlerin devamında, Baykal ve Karayalçın’ın sürdürdüğümüz diyalog veya pazarlıklarda, ortak aday çıkarmak veya alan paylaşımı gibi önerilere yanaşmamalarının bedelini de o günlerde algılamadınız. Net olarak anlattığımız “Yalnız belediyeler değil, sonra Parlamento, ardından da rejim gidecek” ikazlarımızı, 1993 yazının sıcağında çok ciddiye almadınız. Bodrum ve Antalya sahilleri sizi bekliyordu, halbuki sözü edilen tehlike soyuttu, herhalde size göre paniğe gerek yoktu!
Belki bu ikazları bile ne duydunuz, ne dinlediniz çünkü siyaset üzerinde vakit kaybetmeye değmez bir alandı, özellikle para kazandırmadığı zaman, gereksiz siyah-beyaz gazeteleri okumaya tenezzül etmediniz.
—“Sen siyasetle uğraşmazsan, siyaset seninle uğraşır” gibi bir tarihi sözün kapsamını göremediniz. Kendiniz Kaliforniya’da yaşıyor sandınız. Dünyanın en oynak kaygan zeminli bölgesinde, dünyanın gözünü diktiği Ortadoğu ve Avrupa sınırında tuhaf sorumluluklarla kuşatılmış bir sahada yaşadığımızı unuttunuz. Umursamadınız.
Hayali liderlik ve belediye başkanlığı iddialarıyla ortalığı inletenlerin, aslında geleceğinizi çaldığını göremediniz.
—“Merak edecek bir şey yok, bu adamların hep %10 civarında bir kemik oyu vardır” gibi gerçekle hiçbir bağlantısı olmayan uyutma ve kandırma söylemine inandınız ve tehlikenin farkına varamadınız. Siyasetin ve oyların devamlı değişen-dönüşen bir kaygan zemin olduğunu, yeni genç kuşakların, iyiye veya kötüye doğru her an kayabileceklerini göremediniz.
Kendi çocuklarınızın “siyasete bulaşmaması” gibi bir özürlü ve kirli söylemin esiri oldunuz. “Sen bu işlere hiç girme, oku adam ol, ekmeğini eline al” söyleminin meydanı hangi marjinal, bölücü veya yobaz gruplara terk ettiğini hesaplayamadınız.
1995’te nihayet seçim felaketi ile Ankara-İstanbul belediyeleri kaybedildikten sonra, CHP-SHP birleşebildi. O birleşmenin parçası olan örgütler olarak, gururlu ve kararlı bir bütün oluşturacağınıza, durmadan birbiriniz hakkında “o eski SHP’li, o CHP kökenli” diye bir saçma bir dedikodular dizisi yaymaya başlayıp, birbirinizin kuyusunu kazdınız, sanki sürekli olarak eski SHP ve CHP yine ayrışacak gibi bir beklentiyle ivmeyi kırdınız. Parti önce %12,5’a, ardından 9,8 ile baraj altına düştü.
Baykal’ın hiçbir liyakat anlayışı tanımadan, partiyi kendisi ve politbürosu olarak yönetme arzusunun maliyetlerini hiç hesaplayamadınız. Eleştirdiğinizde bile, buna dur demenin yolunun partiye üye olup, içeride mücadele vermek olduğunu anlamadınız.
Bölücü Kürtçülükten yobazlığa, Ermeni iddialarını sorgusuz sualsiz kabulden şeriatçılığa, Kıbrıs’ta Türk tezlerinin reddinden her türlü oportünist batı şakşakçılığına ve Kemalizm düşmanlığına kadar, her çeşit numaraya yatıp, batıcılığın en bayağısına oynadınız, farkında olarak veya olmadan, emperyalizmin borazanı oldunuz. Bunu liberal demokrasicilik oyunu sandınız, keyfiniz yerindeydi!
28 Şubat öncesi, Hasan Mezarcılar, Rizeli Şevkiler, Atatürk’e, ailesine, Cumhuriyet’e hakaretler yağdırırken, Sincan’da şeriatçı ayaklanma provaları yapılırken ayağa kalkanlarınız bile, daha sonra 28 Şubat kararlarının neden alındığını unuttunuz, yıllar sonra ani bellek kaybına uğradınız. Yapılan “hataları” sonradan hemen görüverdiniz ama nedenleri unuttunuz.
O günlerin hızla gelişen demokratik kitle örgütleri olarak, ADD’ye, ÇYDD’ye, ÇEV’e belki üye oldunuz, enerjinizi akıttınız ama “bizler siyasi olamayız” diye, seçimlere bu gücü akıtmadınız. Refah ve sonra AKP’ye destek olan onca tarikat, vakıf, dernek varken, siz her seçimden önce CHP’yi eleştirmekle yetindiniz. CHP’nin başarısızlığını istemenin kendi bindiğiniz dalı kesmek olduğunu anlayamadınız. Bu şekilde oluşan haksız rekabet bir dengesizliklerin Atatürkçülük karşıtı görüşleri nereye taşıyacağını öngöremediğiniz seçimlerin her şeyden önce acımasız bir matematikle gerçekleştiğine Fransız kaldınız.
Balyoz ve Ergenekon davalarında, “Türkiye bağırsaklarını temizliyor” dediniz, kendisini bu davanın savcısı ilan edenlere hak verdiniz. Gerçek demokrasiye ancak böyle ulaşabileceğimize inandınız...
AB’nin baskıları doğrultusunda, “Ordu ve siyaset birbirine karışmamalı, Ordu’nun siyasetten uzaklaşması demokrasiyi rahatlatacaktır” söylemine herkes inandı. İmamlar ve Kanarya sevenler bile her gün siyaset konuşurken Ordu’ya yorum ve konuşma yasağı getirildi adeta. Ordu yok yerine geçince demokrasi zirve yapacak sandınız. Tam tersi oldu. Bunun nedenleri hakkında düşünmediniz...
2002 seçimleri öncesi, Türk siyaset sahnesini kalıcı bir felakete taşıyacak %10 barajını değiştirmediniz, bu ayıplı ve özürlü sistemin Türk siyasetini göçük altına alabileceğini, demokraside tam temsiliyet ilkesini yerle bir ettiğini öngöremediniz. İşinize gelmedi, “Rakibim aşamasın, onun gücü de bana aksın” gibisinden bir kurnaz köylülüğe kendi geleceğinizi kurban ettiniz.
2003’te herkesin şikayet ettiği her noktayı değiştirmek üzere yola çıkıp CHP Genel Başkanlığı’na aday olduğumda kazanmak üzereyken dünya tarihinde kimsenin aklına bile gelmeyen bir hukuksuzluk garabetiyle gerekli imza sayısı %5’ten %20’ye çıkarılıp, topladığım %10 imza çöpe giderken, ne barolar olarak, ne güya CHP’nin kapalı kapılar ardında halk ve kitle örgütlerinden kopuk siyaset üretmesine hayır diyen halk kitleleri olarak, sözde demokrasi aşığı CHP örgütü olarak sessiz kaldınız. Bu hukuki linçi seyrettiniz. Her zamanki gibi “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” dediniz, ilgilenmediniz. Halbuki o partinin anti-demokratik duvarlarının yıkılmasının sizin geleceğinizi doğrudan ilgilendirdiğini, Genel Başkan ve politbürosuna teslim edilmiş bir Parti yapısından kurtulmanın ne kadar büyük bir kurtuluş ve açılım olacağını düşünemediniz.
Gerek Baykal ve sonra da Kılıçdaroğlu döneminde hep ana muhalefet partisini dışarıdan eleştirdiniz. İçine girip bir baltaya sap olmak istemediniz.
—“Efendim şu AKP’ye bak, adamlar kapı kapı gezip oy istiyorlar, peki CHP ne yapıyor, bir bilen bar mı? ” diye ağır eleştiri yaygarası koparmayı çok sevdiniz. Ama o partinin adının “Halk” Partisi olduğunu, ve sizin de halkın bir parçası olduğunuzu tamamen unuttunuz. O kapıları çala çala dolaşması gereken insanın ta kendiniz olduğu aklınıza dahi gelmedi.
CHP kurmayları olarak, hep Atatürkçü kanaat önderlerini parlamentonun dışında tutmak için olağanüstü bir çaba harcadınız. Yalnız bu son seçimde değil, parti yeniden açıldığından beri!
CHP olarak partinin köklerinden gelen bir aidiyetle nasıl sanatla iç içe doğduğunu, ressamlara, operacılara, tiyatroculara, sinemacılara, heykeltıraşlara ne kadar değer verdiğini unuttunuz. Arada belediye galerilerinde meyve suyu eşliğinde kurdele kesmekten öteye giden bir sanata katkınız pek olmadı.
Halk ne zaman “değişim istiyoruz” diye tuttursa, bu arzusunu açık yüreklilikle duyursa, kendi seçtirdiğiniz delegelerle kendinizi seçtirip kör sağırları oynayıp yola devam ettiniz. Kendi koltuklarınızı bırakmamak için Türkiye’nin geleceğini heba ettiniz. Siyaseti hep kendi bölgelerinizi koruyacak oranda kadrolaşma olarak görmekle yetindiniz.
Yıllarca bilerek yaz ayları veya tatillere denk getirilen seçimlerde, seçim bölgenize dönüp oy vermeye tenezzül etmediniz, “bir oydan birşey mi değişir?” gibi özürlü cümlelerin yumuşak rahatlığına sığındınız.
Yapılan tüm ikazlara rağmen, 2010 referandumunun yargı bağımsızlığını nasıl yok edeceğini onca hukukçu, anayasa profesörü ve çağdaş aydın şemalarla anlatmalarına rağmen anlamadınız. İş işten geçtikten sonra hangi akla hizmet ettiğiniz ortaya çıktıktan sonra da, özür dilemeden, af dileyip, özeleştiri yapmadan, ukalalıklarınızın izlerini silemeden, bu yıkıma kendinizin neden olduğunu unutarak, yakınmalara başladınız (!). İnandırıcılığınız olamadı bu nedenle...
2010 yılında CHP için hazırladığımız Demokratik Devrim tüzük çalışmasını önce yok saydınız. Ardından içinden cımbızla çekip aldığınız çeşitli atılımları kör topal hale getirerek sözde uygulamaya başladınız. Mesela milletvekilliklerinde genç ve kadın kotaları sözde var! Ama bu genişlemeyi kadınlar seçilemeyecek sıralarda konduğu için mesela CHP’nin 2018’de seçilen 140 milletvekili arasında kesinlikle o oranlarda kadın yok, genç neredeyse hiç yok! Tüm üyelerle önseçim ise, partinin arada kullandığı göstermelik bir sus payı olarak beliriyor. Hiçbir zaman sistematik bir uygulama olarak devreye giremiyor. İşte bu nedenle, yıllardır her milletvekili veya belediye adayları açıklandıktan sonra, gözyaşları, istifalar, kızgınlıklar... Bıkmadan bu saçmalığa devam ettiniz..
--90’larda, bugünlerin yeniden flaş ismi Adnan Hoca, müstear Harun Yahya ismiyle “Yahudi soykırımı yalanı” diye bir yüz kızartıcı kitap çıkardığında, kendisine en ağır sözlerle köşe yazısıyla yanıt verdim. Ne Yahudi’ydim, ne de İsrail elçisi... Ama insandım ve bu da yeterdi bu tepkiyi vermeye! Hakkımda dava açtılar. Davayı kaybetmediğim gibi, yazar olarak adı geçen Harun Yahya’nın Adnan Hoca olduğunu kanıtlayınca, davayı terk edip gittiler. Ardından yıllar sonra herhalde bana hak verdiler ki, bu sefer “Soykırım vahşeti” isimli bir kitap çıkarabildiler aynı konuda, kendi iddialarının tam tersini anlatan! Aynı yazar adı ve mizanpajla! İşte ben 180 derece dönüş kabiliyeti diye buna derim! İşte o günlerde de o davadaki boğuşmamız devam ederken, yanımda kimseyi göremedim, 2-3 avukat dışında... Ne kitle örgütü, ne medya... Ne “aydınlar”... Korku dağları sarmıştı...


Birbirimizi daha fazla üzmeyelim.

Bu listeyi uzattıkça uzatabilirim. Dipsiz kuyu, sonu yok... Ama lütfen bana gelip “Bugünlere Menderes, Demirel, Erbakan, Çiller, Özal ve AKP nedeniyle geldik” filan demeye kalkmayın! Biz kendi kendimizi hançerledik yıllardır. Tek adam rejimine tepkiniz varsa, lütfen önce kendi yaptıklarınıza ve yapmadıklarınıza bakın. Bunu daha önce de söyledim. Ama bakın nerelere kadar geriledik! Ne kaldı geriye? Halifelik mi? Olmaz mı diyorsunuz? O zaman biraz daha hataya devam lütfen, az kaldı, ha gayret...
Hayır, cidden, ne bekliyordunuz tüm bu evlere şenlik, hesapsız kitapsız tavırlardan sonra? Merak ettim, bu listeyi okurken, hangi maddelerde Ben bu hataya iştirak ettimdiye içinizden geçirdiniz? Kendinize itiraf etmişsinizdir belki... Hadi uğurlu olsun yeni rejiminiz. Muhalefetsiz yeni demokrasiniz! Ve sakın yanlış insanlara kızmayın... Sağ siyasetçiler inandıkları doğrultuda, kendi görevlerini yaptılar. Bizim kesim ise, kendi kuyusunu kazmaktan vazgeçemedi yıllardır!




17 Ağustos 2018 Cuma

CHP’Lİ YÖNETİCİ VE MUHALİFLERE CİDDİ UYARI: MİLLETVEKİLLERİ BELEDİYE BAŞKAN ADAYI OLAMAZ! | Bedri Baykam



Seçimler yapıldığından beri, CHP gündemi ile uğraşmaktan başka hiçbir konu işleyemez hale geldik. Başlıktan da gördüğünüz gibi yine aynı konuya devam ediyoruz. CHP tepkisel muhaliflerin özverili şekilde buluştukları ana muhalefet partisi olarak öne çıkacağına, maalesef birbirini yiyenlerin bitmez tükenmez buluşma noktası olarak algılanmaya devam ediyor. Bu konuda benim seçim sonrası kaçınılmaz şekilde, sonucu ne olursa olsun bir kurultay toplanması gerektiğini vurguladığımı biliyorsunuz. Ancak bu noktada, CHP yönetimi bu kurultayı reddettiği gibi, muhalif grup da, Kılıçdaroğlu ve kurmayları yüzünden toplumu rahatsız etmeye başlayan bir noktaya istemeden de olsa geldi. Artık şu algı oluşmaya başladı: “Birbirlerini yemekten dışarıyla ilgilenemiyorlar.”
Şimdi önümüzdeki yıl yapılacak belediye seçimleri için pozisyon kapma çalışmaları ufak ufak -ya da hızlı hızlı- başlamışken, bu konuda kapalı kapılar ardında kulisler ve pazarlıkların dumanı tütmeye başladı. CHP kendi içinde ne yaşarsa yaşasın, bir ikaz yapmaya mecburum. Aslında, ben tükenmez Kılıçdaroğlu-İnce kapışması ile kendimi meşgul edip, bu konuya girme fırsatını bir türlü bulamazken, değerli yazar dostum Işık Kansu Cumhuriyet’te bir cümle ile de olsa bu konuya geçen hafta değindi: İşte yalnız tekrar üstüne basmak, vurgulamak için değil, aynı zamanda CHP yönetim katına ve tüm CHP’li parlamenterlere ağır bir uyarı yapmak için bu yazıyı kaleme alıyorum...

İSTER KILIÇDAROĞLU EKİBİNDEN OLSUN, İSTER OLMASIN...
HİÇBİR CHP’Lİ, O MAZBATAYI HARCAYAMAZ!
Milletvekili olmak büyük bir sorumluluktur. Özverili manevi yönü ve tarihi misyonu tartışılmaz ve eşsiz bir görevdir. Bu parlamento, tarihinde, ister CHP sıralarından ister başka partilerden birçok unutulmaz milletvekili görmüştür. Atatürklü yıllardan bizlere aktarılan o göz yaşartıcı anekdotlarla yüklü parlamentonun ardından, son yarım asırda, rahmetli babam Dr. Suphi Baykam’ın kuşağından başlayarak, bugüne kadar o kürsüye çıkma şerefine nail olmuş binlerce milletvekili arasından yüzlercesi, unutulmaz izler bırakmışlardır. Çok da isim sayabilirim. Dr. Kemal Satır, İsmail Rüştü Aksal, Bülent Ecevit, Orhan Birgit, Osman Bölükbaşı, Adnan Kahveci, İsmet Sezgin, Cüneyt Canver, Ahmet Taner Kışlalı ve daha niceleri gibi...
Milletvekili olmak büyük ve yeri doldurulmaz bir nimet ve şerefse, bu görevi Atatürk’ün partisinde yapmak, daha yoğun bir sorumluluk getirir.
Ülkemiz malum 24 Haziran seçimleri ile iki aydan az bir süre önce yeni parlamentosunun vekillerini seçmiştir. Seçim tartışmaları artık geride kalmış, yoğun bir siyasi gündem Türkiye’yi dünya üzerinden çalkalamaya başlamıştır. Ekonomik krizden Avrupa ve Amerika ile yaşadığımız gerginliklere, Ortadoğu bataklığından başlayarak Türkiye’yi değişken senaryolarla tehdit eden güçlere ve daha nice iktidar kökenli yerel atışmaya kadar, onca maddi manevi çarpışmanın yaşandığı parlamentomuzda, istisnasız her muhalefet partisi milletvekiline ağır görevler düşmektedir.
Peki biz neler görüp duyuyoruz: Çeşitli CHP milletvekilleri, şimdiden işi gücü bırakmış, İstanbul’dan başlayarak Türkiye’nin değişik önemli noktalarına belediye başkanı olmak için bir yarışa soyunuyorlar! Bakın burada çok farklı isimler telaffuz ediliyor. Ama ben öncelikle kendi isimlerini deklare eden değerli dost ve partidaşlarım Gürsel Tekin, Mahmut Tanal ve Akif Hamzaçebi örneklerinden yola çıkarak bu fikri taşıyan ve yaşama geçirme hayali kuran tüm CHP’lilere sesleniyorum: Her birinize büyük bir sevgi ve saygım var. Ancak hiçbirinize böyle sorumsuz bir hareket yapma özgürlüğü tanımayacağımızı bilmenizi rica ediyorum. Hiçbir CHP milletvekilinin, partinin seçmeni, örgüt ve parlamento grubu ile alay eder gibi, henüz dün seçilmişken, bugün mazbatayı yırtıp parlamentoda elinizde bulunan o son derece saygıdeğer ana muhalefet partisi koltuğunu boşaltarak -hatta yok ederek- belediye başkanlığı seçimlerine girip kendi kitlesiyle dalga geçme hakkı yoktur! Niyeti bu olmasa bile!

ALTI OKLU “FORMA”YA SAYGININ GEREKLERİ
Lütfen yanlış anlamayın: Belediye başkanlığı adaylığına soyunan her CHP’liye sonsuz saygım ve desteğim vardır. Ancak Gürsel Tekin, Mahmut Tanal ve Akif Hamzaçebi gibi, bu kadar kısa bir süre önce yeniden parlamentoya girmiş olan arkadaşlarımızın böyle bir hakkı yoktur! Şayet farklı ve büyük bir sorumluluk noktası ve onurlu bir görev olan belediye başkan adayı olmayı düşünüyorlar idi iseler, 24 Haziran’da parlamento milletvekili seçim yarışına adımlarını atmayacaklardı! Artık çok geç! Zamanı geri alamazlar... Şu anda milletvekilliğinden istifa etseler de, yine o koltuğu bozuk para gibi harcamış olurlar. Buna tabii ki hakları yoktur. Çünkü bunu yaparak, Gürsel Tekin, Mahmut Tanal ve Akif Hamzaçebi, İstanbul 1. Bölge’den henüz yeni milletvekili seçildikleri için, Bu koltukları çöpe atmaya, kendi seçmenlerine “Bu adayımız seçimi kazanırsa, parlamentodan bir kişi kaybedeceğiz” dedirtmeye hiçbir hakları yoktur. İster sevgili Gürsel Tekin, ki Kurultay talep edenler arasındaydı, ister sevgili Akif Hamzaçebi ki, bildiğiniz gibi Kılıçdaroğlu ekibindendir, ister Mahmut Tanal ki, Kılıçdaroğlu’na yakın olsa da iki kamptan birinde pek görünmez, kim olursa olsun, hiç kimseler boş yere heves etmesin! Bu makaleyle kendilerine artık tebliğ edilmiştir ki, hiç kimsenin CHP milletvekilliğini bu kadar kolay vazgeçilebilir bir görev olarak gösterme hakkı olamaz. Hiç kimsenin Türk halkının CHP’ye verdiği bir temsil koltuğunu, VE DE ÜSTÜNE, seçilse o koltuğu sonuna kadar koruyacak olan başka bir arkadaşlarının hakkını yemeye hakkı yoktur! Bunları en başından söyleyelim de, kimseler sonra “neden aleyhime bir kampanya başlatıldı, şimdi ben ne yaptım ki?” demek durumunda kalmasın... Kimse yanlış anlamasın, konu Gürsel, Hamza, mahmut, Ali, Osman, Ayşe, Fatma değildir. Konu, futbol diliyle konuşacak olursak o formaya, o armaya saygıdır. Burada da, Altı Ok’un parlamento temsiliyetine verilmesi gereken tartışmasız saygı ve önemdir. Bu Altı Ok’lu formayı giydikten 1-2 ay sonra çıkarmayı göz önüne alabilenler, anlıyoruz ki, kendi düşüncelerinde ona saygıda kusur etmeseler bile, en azından etraflıca değerlendirme yapmadan bu konuya balıklama atlayıp, bu hatalı yollara düşebilmişlerdir. Azıcık topa girip düşünseler, bu tavrın ne kadar yanlış olduğunu kendileri de gayet rahat görürler. Çünkü halkın acımasız şekilde soracağı soru ortadadır: “Madem aklında belediye başkanlığı vardı neden kalkıp parlamenter oldun?” Milletvekili seçilir seçilmez belediye başkanlığına soyunabilen hiç kimsenin buna verecek bir yanıtı olamaz. Zaten kimsenin de kendini bu kadar zor durumlara düşürüp, abartılı şekilde üzerine şimşekler çekmeye niyeti ve takati olmaması lazımdır. Hiç kimsenin, kendi sıfatlarını garantiye alırcasına, ne yardan ne serden vazgeçip, “Hepsi benim olsun, seçilemezsek, n’apalım yola parlamentoda devam ederiz, seçilirsek de bir (iki-üç-dört???) milletvekili eksik oluversin” deme lüksü de olamaz! İnsanın bunu aklına getirebilmesi için bile siyasal yaşamın ciddiyeti ve etik değerleri ile tüm ilişkisini kaybetmiş olması lazımdır. Ayrıca bir kadro grubunun tüm bir döneme kilit vururcasına, “tüm sıfatlar hep bizim ellerimizde kalsın” şeklinde bir tekel merakına girmemeleri lazımdır. Bu Belediye Başkanlığı çok içlerinde kaldıysa, bir sonraki Belediye seçimlerinden önce, Parlamentoya aday olmazlar, böylece şanslarını denerler! Ayrıca burada adını andığım sevgili dostlarım, sürekli temasta olduğum ve zaten Parti adına çok başarılı bir şekilde Milletvekilliğini sürdüren arkadaşlarımızdır. Ben zaten Parlamentodan onların eksilmesine gönlüm razı olmaz...

SON İKAZ: BU HEVESLER RAFA KALDIRILSIN, KİMSE PİŞMAN OLMASIN
Dolayısıyla parlamenter CHP’lileri ve Kılıçdaroğlu yönetimini son defa ikaz ediyorum. Kimse böyle ağır gaflara kalkışmasın, bu konuyu güzellikle rafa kaldıralım, yolumuza nezaket içinde devam edelim. Böyle bir koca hatayı aklına getirenler, ısrarcı olmadan, yol yakınken bu sevdadan vazgeçsinler! Gerek CHP kadrolarında gerek demokratik kitle örgütleri kadrolarında CHP’nin İstanbul dahil her yeri belediye başkan adayı gösterebileceği, şu anda parlamenter veya parti meclisi üyesi olmayan sayısız değerli insan vardır. (Sakın kimse kendimi tarif ettiğimi sanmasın, bu seçimlerde hiçbir sıfata talip değilim). Fakat ortada bir gerçek var ki, zaten kurultayda bir yüzleşmeye gitmekten imtina etmiş ve seçimlerde yine ağır bir darbe yemiş olan CHP’nin, bir de burada aktardığımız tarzda ek gaflarla yürüyecek hali yoktur! Şayet bu açık hatalara tevessül edenler çıkarsa, herkesin bilmesini isterim ki, ister medyadaki varlığımla, ister siyasi etkinliğimle böyle ağır bir kazayı önlemek için elimden gelen her şeyi yapacağıma ve gerekirse partinin tüm demokratik vicdanını, gençleri de ayağa kaldırarak harekete geçireceğime söz veriyorum.

4 Ağustos 2018 Cumartesi

CHP İNATLA KURULTAY’A GİTMEZSE NELER YAŞANACAK? / Bedri Baykam



“CHP’de sular durulmuyor/ Birbirlerini yiyorlar/ Bu işin sonu kayyum!”
Son bir ayda CHP’de yaşanan gelişmeler ve 15 günlük olağanüstü kurultay imza toplama periyodunun sonunda olayların gelip çattığı nokta! Altı Ok düşmanları mest olmuş durumda ve birisi ellerini ovuşturuyor...
Parti’nin Genel Merkezi, akıl almaz bir sathı müdafaa yaparak en sert şekilde “isyancılara” direniyor. Halk ise 24 Haziran gecesi son verilen rüyalarına tekrar ulaşmak için canını dişine takmış son bir çabayla -o geceki büyük hatalarına rağmen- İnce ve ekibinin başlattığı rüzgara destek olmaya gayret ediyor.
İmzalar dün beklendiği gibi CHP Genel Merkezi’ne teslim edildi. Genel Merkez zaten iki haftadır imza toplama operasyonuna karşı yapılabilecek her türlü muhalefeti yapmıştı. Basına verilen eleştirel demeçler, o meşhur “nedir bu koltuk sevdası” başlığı, Genel Merkez’de sürekli örgütü arayarak, tavır koyarak kesinlikle imza verilmemesi konusunda bir istihbarat ve baskı çalışması yapan ekiplerin kurulması ve genel anlamda yürütülen koca halkla ilişkiler çabasını gördüğümde ister istemez şu hisse kapıldım: CHP yönetimi, parti içi muhalefetine karşı kurultay çabalarına direnmek için harcadığı çabanın yarısını mesela 24 Haziran seçimlerindeki güvenliği ve kontrolü oy sayımlarını kontrol altına almak için kullanabilseydi, belki demokratik çevreler ağır yenilginin muhasebesi altında eziliyor olmayacaklardı!
Zaten Parti’nin genel başkan yardımcılarından Muharrem Erkek, haber alınır alınmaz, “yeterli imza olmadığı görülüyor” şeklindeki şaşırtıcı bir çıkışla hemen işin rengini belli etti. Bugün de Parti resmi olarak “imzaları kabul etmeme” pozisyonunu teyit etti.
Bu zaten günlerdir görülen bir şeydi. Kılıçdaroğlu ve ekibi, her ne pahasına olursa olsun, Kurultay’ı toplamak istemiyordu, çünkü bu sefer muhalefete karşı kaybetmek durumunda kalabileceklerini görüyorlardı. Bu nedenle imza sürecinin en başından beri Genel Merkez, sürekli olarak “Şu kadar imza toplayamazlar, bu kadar imza toplayamazlar, yalnız şu kadar toplanmışlar, bu kadar toplasalar zaten biz o kurultayı kendimiz toplarız” gibisinden sürekli olarak avam bir şekilde rakam yarıştırması konusuna kamuoyu önünde girdi!
İmzaların ısrarla daha ilk dakikadan “kabul görmemesi”, geri çekilen imzaların hemen “danks” diye masaya sürülüp işin muhasebesinin hemen eksiye çevrilmesi, son derece yakışıksız bir tablo yarattı. İddialara göre fotokopi imzalar, mükerrer imzalar ve artık “delege olmayanların” imzaları düşüldüğünde, çıkan rakam 605’miş! Tabii insanın aklına daha bundan sekiz gün kadar önce Genel Merkez’in “Ellerinde 604 imza varsa getirsinler gereğini yapalım kurultaya gidelim” sözleri de yankılanmaya devam ediyor. O sözler herhalde demokrasi diline tercüme edilirken... kayboluverdiler! Ortada gezen “imzalar geri çekilemez” şeklindeki Yargıtay 3. Hukuk Dairesi’nin, 2007 yılında, bu konuda Gaziantep 2. Sulh Hukuk Mahkemesi’nin 2006 kararını onaylayarak bir içtihat yaratmasına rağmen, bunu DA reddeden Genel Merkez, belki de muhalefet şayet yargıya başvurursa, onları “Kendi partilerine dava açarak mahkemelik ettiler, belki kayyumla Kurultay’a gitmek durumunda bırakacaklar koskoca CHP’yi” şeklinde bir ters köşeye yatırmak istiyor. Ama bir de madalyonun diğer yüzü var...
MUHALEFETİN DOĞAL STRATEJİLERİ VE TEPKİLERİ
Muhalefet tabii ki bu aşırı dirence bence haklı olarak tepkili. Ortada koltuğa “japonla” yapışmış bir Genel Başkan ve ekibi var. Sanki o koltukları ve sıfatları kaybetmek, onlar için yıkım ve ölüm arası bir şeyler olacak gibi bir hava yaşıyorlar ve yaşatıyorlar. İmzaları geri çektirmek için yaptıklarının dökümleri, maalesef CHP tarihinin unutulmaz bir güzelliği olarak kayıtlara geçmeyecek. CHP’ de Kurultay için imza verenler tehlikede olmanın dışında ayrıca büyük bir huzursuzluk yaşıyorlar. “Acaba bizi disipline vermeye çalışacaklar mı? Yoksa derhal organize olup Parti’nin önünde büyük bir tepki mi vermeli?”. Tabii buna benzer zamanlarda tecrübesiz ve siyasete yeni atılmış olan daha gençlerin hemen “İstifa edelim yeni parti kuralım, DSP ile birleşelim” şeklinde fevri davranışlara yeltenmeleri, çok sık görülen bir davranış biçimi. Azıcık düşünseler veya daha tecrübeli arkadaşları ile konuşsalar, ne istifanın ne de yeni parti kurmanın herhangi bir çare olabileceğini anlarlar.
Ama muhalifler arasında şu düşüncede arada gündeme geliyor: “Kurultaya izin vermiyorlar mı? Bunu engellemek için her faullü çirkin davranışa mı yelteniyorlar? O zaman bırakalım eski tas eski hamam kendi belirleyecekleri akıl almaz adaylarla yerel seçimlere girsinler, Parti maalesef önlenemez düşüşünü yaşasın, o zaman da kaçacak delik arasınlar, kendi düşen ağlamaz”. Gerçekten de belki de Kılıçdaroğlu ekibi için en korkunç senaryo bu olur!

CHP BU HALİYLE SEÇİMLERE GİRERSE NELER YAŞANIR?
Hiç uzatmadan söyleyeyim: Kurultay’ı toplama inadıyla CHP bu yerel seçimlere şimdiki yönetim kadrosu ile girerse alacağı oy %15 ila 20 bandı arasına oturur en iyi ihtimalle. Halkın oy vermeye artık ne tıpış tıpış gidecek hali kaldı, ne şevkle, ne de Cumhuriyet endişesiyle... CHP seçmenleri artık yorgun, sinirleri bozuk ve kendilerine reva görülen muameleyi kabul edecek halde değiller! Deniz bitti, sabır bitti, hoşgörü bitti. Bu sefer Parti’yi ve Atatürk’ü ve rejimi, yerel seçimlerde bu şekilde koruyamayacaklarını anlayarak -maalesef Kılıçdaroğlu ve ekibinin hala öngöremedikleri- felaket sonucu ortaya bırakacaklar. Kimi hiç oy vermeyecek, kimi boş oy atacak, kimi İYİ Parti’ye kaçacak... Halk artık sempatiyle bakmayacak Altı Ok’a. Karşısında dokuz seçim kaybından sonra hiç umursamadan yoluna devam etmek isteyen bir yönetim ve ona yapışmış çıkar arayan grupçuklar görecekler. “Beter olsunlar” veya “Benden bu kadar, ne halleri varsa görsünler!” arasında geçecek karşılaşma... Buna inanmayanlar varsa, şimdiden sosyal medyada dikkat çeken “Bu yönetimle CHP’ye benden artık oy çıkmaz +1” kampanyalarına zahmet edip bakıversinler. CHP iktidarı, bu olası mağlubiyetin faturasını inandırıcılıktan uzak bir şekilde muhalefete çıkarmaya çalışacak, başvurabilecekleri son kaçış noktası olarak...
Artık ortada HDP’ye taktik oy atan gruplar da pek olmayacak. AKP’nin elindeki hiçbir belediye kazanılamayacağı gibi, belki en sağlam sanılan bazı belediyeler de kaybedilecek. Kimlerin halkın ve örgütün tepkilerine rağmen aday yapılacağını görür gibi oluyorum. Bugüne kadar Ekmeleddin ve Abdullah Gül’den dem vuranlar, bu sefer de bazı büyük şehirlere yine din siyaseti çıkışlı isimler yer yerleştirmeye kalkarlarsa, hiç şaşırmam! Kılıçdaroğlu’na artık kimin hangi baskıyı hangi yöntemlerle yaptığını anlamam mümkün değil. Bildiğim tek şey, Akşener olmazsa cumhurbaşkanlığı adaylığına Abdullah Gül’ü koyacak bir zihniyetin, bu sefer de kendi üyelerine çeşitli külahları ters giydirecek olması... Bu hiç de sürpriz olmaz. Neler yaşanabileceğini düşünmek bile istemiyorum!

ANTİ-DEMOKRATİK TÜZÜĞÜN KÖKENİ: BAYKAL
Ortada net bir şekilde verilmiş bir çeşit güvensizlik oyu var. Hiç kimse ucuz demagojilere kaçıp 621’den on eksikti beş fazlaydı niye gülünç şekilde halkın kafasını şişirmesin! Burada yurdun her köşesinden tepkiler, sesler avaz avaz yükselirken, oluşan bu iradeyi yok saymak, işin özüme bakmadan şekilci kaçış metotlarının arkasına sığınmak, nasıl bir siyasi zafiyet ve özgüven kaybının sonucudur? Zaten Olağanüstü Kurultay toplanma şartları sosyal demokrat bir partiye hiç yakışmayacak şekilde yazılmış: Düşünün ki, beğenmediğimiz Partiler Kanunu’nda bu rakam yalnız %20! Ama Genel Başkanlığı Altan Öymen’den geri aldıktan sonra Deniz Baykal Temmuz 2001 Kurultayı’nda Olağanüstü Kurultay’a gitme şartlarını akıl almaz boyutlarda zorlaştırdı. Yok noter şartıydı, ıslak imza şartıydı, 15 güne sıkışma şartıydı, %50+1 şartıydı, her şey orada değişti. Baykal bununla da yetinmedi, daha önce de bu sütunda birkaç kez hatırlattığımız şekilde 2003 Ekim Kurultayı’nda Genel Başkanlık adaylığını hem çok zorlaştırdı, hem de çelişkili ve mantık dışı yollara saptırdı. CHP’nin bir politbüro tarafından gerekilen, sözde sosyal demokrat bir parti olarak gözükmesi böylece o tarihlere denk geldi. Ne kadar acıdır ki Baykal’dan sonra tam demokrasi vaatleri ile yönetime gelen Kılıçdaroğlu da, kraldan fazla kralcı olarak koltuktan ayrılmama inadını kendine has yöntemlerle garantiye almaya çalıştı. Ne umduk, ne bulduk diyor insan... Kılıçdaroğlu, Baykal’ın iyi taraflarını alamadı. Ama kötü taraflarına adeta karbon kopya uygulayarak yapıştı. Baykal’da çok anti-demokrattı. Ama hiç olmazsa Atatürkçü iradeye daha inandırıcı şekilde sahip çıkıyor, salı konuşmalarında hepimizi rahatlatabiliyordu.

ŞİMDİ NE OLACAK?
Daha önce de sahne alan CHP ve SHP’nin eski liderleri Altan Öymen, Murat Karayalçın ve Hikmet Çetin’in bir araya gelip “partinin vicdanının sesi olarak yeni bir çağrıya önayak olmaları” hiç de şaşırtıcı olmaz. Hatta acilen uygulanması gereken, en iyi yol olabilir. Çünkü aslında şu anda CHP’nin ihtiyacı, devletin bir kayyumu filan değil, kendi köklerini temsil eden en değerli insanların bir araya gelerek yol gösterici olmaları. Burada saydığımız isimler de bunu yapmaya hakkı olan en değerlileri. Parti yönetimi, güvenoyunu halk nezdinde çoktan yitirmiş durumda. Ama artık fazlasıyla görüldü ki, delegeler nezdinde de aynı güvenoyu kaybı kesinlikle yaşanıyor. Kılıçdaroğlu ekibinin şekilci kaidelerin arkasına sığınıp bu Kurultay’ı yapmama çabaları çok acınası duruyor. Ve fatura ağır mı ağır! Geçen hafta hatırlatmıştım, bana tekrarlatmayın. Kılıçdaroğlu’nun başına Fenerbahçe kongresinde Aziz Yıldırımın başına gelen gelmesin. Yoksa “Merak etmeyin başkanım her şey mükemmel durumda” diye sizi de kandıranlar mı var?
Umarım CHP tarihinde, büyük pişmanlık duyacağı bu inatçı kararından vazgeçer ve ister iki, ister üç adaylı medeni ve cesur kurultayını, kendisiyle yüzleşmeyi kabul ederek gerçekleştirir.