25 Ağustos 2018 Cumartesi

REJİM Mİ DEĞİŞTİ: SUÇLULARI YANLIŞ KULVARLARDA ARIYORSUNUZ! | Bedri Baykam | 24.08.2018



Seçimlerin üstünden iki ay geçti. Haftalardır şaşkınlığımızı aşıp, çaresizce muhalefetsiz yeni durumumuza alışmaya çalışıyoruz. “Cumhuriyet’i elimizden aldılar, rejimimizi yıktılar neler olacak şimdi? Aman Allah’ım inanamıyorum olan bitene...” Önce ağlayanlar, depresyona girenler, “bir daha hiçbirine oy vermeyeceğim” diyenler oldu... Ardından CHP’nin dizilere benzeyen “kurultay toplattırmama” serüveni başladı. Muharrem İnce bir ara tekrar umut oldu, ardından CHP’nin tamamı ile beraber o da insanlarda maalesef güvensizlik ve tıkanma hissi uyandırdı. Artık CHP, üzücü bir şekilde bir muhalefet umudu olma vasfını kaybetti. Herkes ya hala siyasileri suçluyor, ya da “benim için siyaset bitmiştir, bundan sonra oy vermeye bile gitmem” diyor...

ERDOĞAN “MUTLAK GÜÇ” NOKTASINA NASIL TIRMANDI?
tepkileri her duyduğumda, 1987’den beri bir avuç yakın dost ile verdiğimiz mücadeleye dalıp gidiyor gözlerim. O dostlar ki, yarısı öldürüldü, diğer yarısı da tesadüfen yaşıyor.
24 Haziran seçimini takip eden günlerde, çok özel bir gazetecinin programına katıldım. Cem TV’de Mustafa Mutlu’nun “Kral Çıplak” programına... O programı izlemediyseniz, muhakkak görün. Çağdaş, aydın gazetecilerimizden Mustafa Mutlu, o programda, “rejimimiz değiştiğinden beri” yalnız son dört günde olup bitenleri, Cumhurbaşkanlığına bağlanan kurumları, sanatın, gazeteciliğin içine düştüğü durumların dökümünü yapmaya çalışmıştı. Kupürler “icraatın” hızına yetişemedi. Özetle işler şu noktaya gelmiş: Neredeyse, artık “akşam ne yemek yapsak” diye tereddüt bile etmeyeceksiniz. Belki ona da Beştepe karar verecek! Harika değil mi? Ne kadar zaman kazanacaksınız!

Geçen hafta AKP Kongresinde, Erdoğan, geçerli 1380 oyun tamamını alarak o koltuğunu da perçinledi. Her yerde mutlakıyet içinde egemen bir liderden söz ediyoruz!
Bu rejimin nasıl değiştiğini gerçekten öğrenmek istiyor musunuz? Emin misiniz? Buna sabrınız, özeleştiri arzunuz, hataları kabul etme gücünüz var mı? Ben size bazı sorular soracağım. Kayda da almıyorum yanıtlarınızı. Buyurun dinleyin, ister arada aynaya bakın tek başınıza, ister gülüp geçin, ister siz de başkalarını suçlayın. Siz bilirsiniz... Hadi oturun, bir çay alın, okuyun bakalım 30 yıldır nasıl rejimimizin değiştirildiğini, nasıl tek bir adamın ülkenin tamamına hakim hale geldiğini... Bakın bayram tatiliniz biterken daha iyi bir zamanlama bulamam. Günlük siyaset tatildeyken, 30-40 yıldır yapılan hataların değerlendirmesini yapacak fırsatı kullanabiliriz!

Bakın açık konuşalım. Siz büyük ihtimalle sol-sosyalist, liberal sol -demokrat veya demokrat Atatürkçü bir profille sahip olduğunuzdan, Türkiyemizin yaşadıklarının suçunu genellikle Demirellere, Özallara, Çillerlere, Erbakanlara ve son iktidar sürecinin tamamına yüklemeye alışıksınız. Ama ben öyle düşünmüyorum. Bunu daha önce de belirtmiştim. Onlar hep görevlerini yaptılar. Bence onlara kızma hakkınız yok. Onlar bizler gibi bir ülke hayal etmediler. Türkiye profilleri, farklı bir yapı taşıyordu. “Bizim kesim” olarak, kendi üzerimize düşen sorumlulukları nasıl yerine getirdik, veya daha doğrusu getiremedik...
Esas mühim olan soru bu! İşte çok merak ediyordunuz ya, nasıl dibe vurduğumuzu, daha doğrusu hala o dibe doğru nasıl yol almaya devam ettiğimizi, buyurun rahatsız olup “saçmalamış” refleksinin arkasına sığınmayacaksanız, okuyun... (Belki hiçbir şık hiç birinize uymuyor diyeceksiniz! O zaman ben tek başıma kabus görmüşüm derim..)

BUYRUN BU DÖKÜMÜN NERELERİNE DAHİL OLDUĞUNUZA KARAR VERİN!
12 Eylül sonrası, ihtilalin cicim ayları akıp gittikten ve acı gerçekler su yüzüne çıkmaya başladıktan sonra, sessiz kalıp Özalizm furyasında bozuk düzenden nasibinizi almaya çalıştınız.
CHP kapanmışken kurulan partiler arasında Ecevitlerin karı-koca siyaset yapma inadıyla tek başlarına içini doldurmaya kalktıkları DSP’ye hoşgörü ile baktınız.
Ecevit’in 12 Eylülcü paşalardan aldığı talimatlarla 27 Mayıs’ı yerle bir etmesini, bütün sol kesimin kucakladığı bir anayasayı getirmiş bir yapıyı ucuz demagojilerle hırpalamasını seyrettiniz... Halbuki adınız, sıfatlarınız, düşünecek bir beyniniz, partileriniz vardı. Ama çok çabuk kandınız bu söylemlere. 1961 Anayasası’nın getirdiği hukuki, sosyal ve siyasal atılımı, demokratik yapının değerini, hiç anlamadınız.
Sözde komünizmi yasaklayan 141. ve 142. maddelerle beraber 163. maddenin daha ileri bir demokrasiye ulaşmak vaatleriyle kaldırılması komedyasını ciddiye aldınız. Yobaz propagandanın önünü açtınız, sonuna kadar serbest bıraktığınız toplumu tüm zaafları ve falsolarıyla geri dönülmez bir dönüşüme soktuğunuzu fark edemediniz.
Ya da, “Ne 141’i, ne 163’ü, boş abidik gubidik işlerle uğraşıyorsunuz, ne önemi var bu saçmalıkların?” diye gülerek ahkam kestiniz, bu yasalarla bugünlerin beyni yıkanmış IŞİD teröristlerinin de önünün açılabileceğini (ve nitekim açıldığını) göremediniz.
Medya patronları olarak, liberal söylem sizin kulağınıza paraya daha yakın tınılar taşıdığı için, 2. Cumhuriyetçilerle, tarikatcılarla, liboşlarla kol kola girdiniz, hatta onlara teslim oldunuz.
Bir çoğunuz, FETÖcülere, tarikatlara, sözde ılımlı İslam’a yamanıp, bozuk düzenden ve dönem rüzgarından payınızı almak istediniz. “Abant buluşmaları” ihanetinde, sıkılan her absürd Cumhuriyet aşağılamasını manşetlere taşıyıp prim verdiniz. Size göre herhangi birinin Atatürk’ü, Cumhuriyet’i, laikliği, CHP’yi yerden yere vurması, onun zeki, işe yarar, “ilerici”, entellektüel (!), aydın, her yerde kullanılabilir bir insan olduğunu kanıtlayabiliyordu.
Sıfır bile değil, -1000 cesaret kotanızla, gençlerin beynini yıkayan o utanılası köşe yazarlarını ve onların yazdıkları gazeteleri, olmayacak paralara beslediniz; eski Türkiye’yi bu şekilde gençlerin gözünde itibarsızlaştıran, sinsi bir şekilde süren bu operasyonun ana hattına ortak oldunuz.
Cumhuriyet’in demode ve acınası-gülünesi bir orta oyunu olduğunu, resmi ideoloji içeren masallarla uyutulduğumuzu her yerde en bilgiç edalarla anlattınız, “solcu” oluşunuzu, bu şekilde yorumlayıp, Atatürk ve kurduğu Cumhuriyet yapısını sürekli yerle bir edenlerle çıkar güç birliği yaptınız.
Kendinizi Atatürk ve arkadaşlarından daha zeki göstermek için her gün profesör sıfatlarınızla, makyajı akmış bukalemun suratlarınızla sekiz takla attınız!
Siyaseti dinselleştiren kesimlerin türbanı kendilerine her kapıyı açmak için bir araç haline dönüştürdüklerini göremediniz. Bunu bir “özgürleşme ve demokrasi” konusu zannedip peşlerine takıldınız. Türbana özgürlük isteyenlerin, kadın memurların kısa kollu kıyafetlerine ve mini eteğe düşman kesildiklerini, bunları gücü ele geçirdikleri her noktada yasaklama gayretine ve fiili uygulamasına geçtiklerini görmezden geldiniz. “Madem isteyen istediğini giyer diyorsunuz, o zaman bu ne perhiz bu ne lahana turşusu?” bile diyemediniz. Sustunuz, oyuna geldiniz.
Siyaseti dinselleştirmek isteyenler en bonkör şekillerde birbirlerini şirketleri, dernekleri, vakıfları ve partileri ile beslerken, doyurup geleceği hazırlarken, siz en küçük birkaç Atatürkçü gençlik ve düşünce dergisini bile finanse etmekten imtina ettiniz. Diktiğiniz gökdelenlerden utanmadan bu Atatürkçü dergilere “100 dolar” bağış teklif edebildiniz.
Taban Operasyonu ile DSP/CHP/SHP’ye 1994 yerel seçimlerinden önce acil birleşme veya her yolla mantıklı işbirliği teklif ettiğimizde, bunun hayati önemini anlayamadınız. Ecevit her zaman yaptığı gibi, tüm diyalog, birleşme, buluşma önerilerini reddettiğinde, evinin önüne dikilip protestolar yapmadınız, eski imajıyla gönlünüzü hoş tutmasını mazur gördünüz.
Yine o günlerin devamında, Baykal ve Karayalçın’ın sürdürdüğümüz diyalog veya pazarlıklarda, ortak aday çıkarmak veya alan paylaşımı gibi önerilere yanaşmamalarının bedelini de o günlerde algılamadınız. Net olarak anlattığımız “Yalnız belediyeler değil, sonra Parlamento, ardından da rejim gidecek” ikazlarımızı, 1993 yazının sıcağında çok ciddiye almadınız. Bodrum ve Antalya sahilleri sizi bekliyordu, halbuki sözü edilen tehlike soyuttu, herhalde size göre paniğe gerek yoktu!
Belki bu ikazları bile ne duydunuz, ne dinlediniz çünkü siyaset üzerinde vakit kaybetmeye değmez bir alandı, özellikle para kazandırmadığı zaman, gereksiz siyah-beyaz gazeteleri okumaya tenezzül etmediniz.
—“Sen siyasetle uğraşmazsan, siyaset seninle uğraşır” gibi bir tarihi sözün kapsamını göremediniz. Kendiniz Kaliforniya’da yaşıyor sandınız. Dünyanın en oynak kaygan zeminli bölgesinde, dünyanın gözünü diktiği Ortadoğu ve Avrupa sınırında tuhaf sorumluluklarla kuşatılmış bir sahada yaşadığımızı unuttunuz. Umursamadınız.
Hayali liderlik ve belediye başkanlığı iddialarıyla ortalığı inletenlerin, aslında geleceğinizi çaldığını göremediniz.
—“Merak edecek bir şey yok, bu adamların hep %10 civarında bir kemik oyu vardır” gibi gerçekle hiçbir bağlantısı olmayan uyutma ve kandırma söylemine inandınız ve tehlikenin farkına varamadınız. Siyasetin ve oyların devamlı değişen-dönüşen bir kaygan zemin olduğunu, yeni genç kuşakların, iyiye veya kötüye doğru her an kayabileceklerini göremediniz.
Kendi çocuklarınızın “siyasete bulaşmaması” gibi bir özürlü ve kirli söylemin esiri oldunuz. “Sen bu işlere hiç girme, oku adam ol, ekmeğini eline al” söyleminin meydanı hangi marjinal, bölücü veya yobaz gruplara terk ettiğini hesaplayamadınız.
1995’te nihayet seçim felaketi ile Ankara-İstanbul belediyeleri kaybedildikten sonra, CHP-SHP birleşebildi. O birleşmenin parçası olan örgütler olarak, gururlu ve kararlı bir bütün oluşturacağınıza, durmadan birbiriniz hakkında “o eski SHP’li, o CHP kökenli” diye bir saçma bir dedikodular dizisi yaymaya başlayıp, birbirinizin kuyusunu kazdınız, sanki sürekli olarak eski SHP ve CHP yine ayrışacak gibi bir beklentiyle ivmeyi kırdınız. Parti önce %12,5’a, ardından 9,8 ile baraj altına düştü.
Baykal’ın hiçbir liyakat anlayışı tanımadan, partiyi kendisi ve politbürosu olarak yönetme arzusunun maliyetlerini hiç hesaplayamadınız. Eleştirdiğinizde bile, buna dur demenin yolunun partiye üye olup, içeride mücadele vermek olduğunu anlamadınız.
Bölücü Kürtçülükten yobazlığa, Ermeni iddialarını sorgusuz sualsiz kabulden şeriatçılığa, Kıbrıs’ta Türk tezlerinin reddinden her türlü oportünist batı şakşakçılığına ve Kemalizm düşmanlığına kadar, her çeşit numaraya yatıp, batıcılığın en bayağısına oynadınız, farkında olarak veya olmadan, emperyalizmin borazanı oldunuz. Bunu liberal demokrasicilik oyunu sandınız, keyfiniz yerindeydi!
28 Şubat öncesi, Hasan Mezarcılar, Rizeli Şevkiler, Atatürk’e, ailesine, Cumhuriyet’e hakaretler yağdırırken, Sincan’da şeriatçı ayaklanma provaları yapılırken ayağa kalkanlarınız bile, daha sonra 28 Şubat kararlarının neden alındığını unuttunuz, yıllar sonra ani bellek kaybına uğradınız. Yapılan “hataları” sonradan hemen görüverdiniz ama nedenleri unuttunuz.
O günlerin hızla gelişen demokratik kitle örgütleri olarak, ADD’ye, ÇYDD’ye, ÇEV’e belki üye oldunuz, enerjinizi akıttınız ama “bizler siyasi olamayız” diye, seçimlere bu gücü akıtmadınız. Refah ve sonra AKP’ye destek olan onca tarikat, vakıf, dernek varken, siz her seçimden önce CHP’yi eleştirmekle yetindiniz. CHP’nin başarısızlığını istemenin kendi bindiğiniz dalı kesmek olduğunu anlayamadınız. Bu şekilde oluşan haksız rekabet bir dengesizliklerin Atatürkçülük karşıtı görüşleri nereye taşıyacağını öngöremediğiniz seçimlerin her şeyden önce acımasız bir matematikle gerçekleştiğine Fransız kaldınız.
Balyoz ve Ergenekon davalarında, “Türkiye bağırsaklarını temizliyor” dediniz, kendisini bu davanın savcısı ilan edenlere hak verdiniz. Gerçek demokrasiye ancak böyle ulaşabileceğimize inandınız...
AB’nin baskıları doğrultusunda, “Ordu ve siyaset birbirine karışmamalı, Ordu’nun siyasetten uzaklaşması demokrasiyi rahatlatacaktır” söylemine herkes inandı. İmamlar ve Kanarya sevenler bile her gün siyaset konuşurken Ordu’ya yorum ve konuşma yasağı getirildi adeta. Ordu yok yerine geçince demokrasi zirve yapacak sandınız. Tam tersi oldu. Bunun nedenleri hakkında düşünmediniz...
2002 seçimleri öncesi, Türk siyaset sahnesini kalıcı bir felakete taşıyacak %10 barajını değiştirmediniz, bu ayıplı ve özürlü sistemin Türk siyasetini göçük altına alabileceğini, demokraside tam temsiliyet ilkesini yerle bir ettiğini öngöremediniz. İşinize gelmedi, “Rakibim aşamasın, onun gücü de bana aksın” gibisinden bir kurnaz köylülüğe kendi geleceğinizi kurban ettiniz.
2003’te herkesin şikayet ettiği her noktayı değiştirmek üzere yola çıkıp CHP Genel Başkanlığı’na aday olduğumda kazanmak üzereyken dünya tarihinde kimsenin aklına bile gelmeyen bir hukuksuzluk garabetiyle gerekli imza sayısı %5’ten %20’ye çıkarılıp, topladığım %10 imza çöpe giderken, ne barolar olarak, ne güya CHP’nin kapalı kapılar ardında halk ve kitle örgütlerinden kopuk siyaset üretmesine hayır diyen halk kitleleri olarak, sözde demokrasi aşığı CHP örgütü olarak sessiz kaldınız. Bu hukuki linçi seyrettiniz. Her zamanki gibi “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” dediniz, ilgilenmediniz. Halbuki o partinin anti-demokratik duvarlarının yıkılmasının sizin geleceğinizi doğrudan ilgilendirdiğini, Genel Başkan ve politbürosuna teslim edilmiş bir Parti yapısından kurtulmanın ne kadar büyük bir kurtuluş ve açılım olacağını düşünemediniz.
Gerek Baykal ve sonra da Kılıçdaroğlu döneminde hep ana muhalefet partisini dışarıdan eleştirdiniz. İçine girip bir baltaya sap olmak istemediniz.
—“Efendim şu AKP’ye bak, adamlar kapı kapı gezip oy istiyorlar, peki CHP ne yapıyor, bir bilen bar mı? ” diye ağır eleştiri yaygarası koparmayı çok sevdiniz. Ama o partinin adının “Halk” Partisi olduğunu, ve sizin de halkın bir parçası olduğunuzu tamamen unuttunuz. O kapıları çala çala dolaşması gereken insanın ta kendiniz olduğu aklınıza dahi gelmedi.
CHP kurmayları olarak, hep Atatürkçü kanaat önderlerini parlamentonun dışında tutmak için olağanüstü bir çaba harcadınız. Yalnız bu son seçimde değil, parti yeniden açıldığından beri!
CHP olarak partinin köklerinden gelen bir aidiyetle nasıl sanatla iç içe doğduğunu, ressamlara, operacılara, tiyatroculara, sinemacılara, heykeltıraşlara ne kadar değer verdiğini unuttunuz. Arada belediye galerilerinde meyve suyu eşliğinde kurdele kesmekten öteye giden bir sanata katkınız pek olmadı.
Halk ne zaman “değişim istiyoruz” diye tuttursa, bu arzusunu açık yüreklilikle duyursa, kendi seçtirdiğiniz delegelerle kendinizi seçtirip kör sağırları oynayıp yola devam ettiniz. Kendi koltuklarınızı bırakmamak için Türkiye’nin geleceğini heba ettiniz. Siyaseti hep kendi bölgelerinizi koruyacak oranda kadrolaşma olarak görmekle yetindiniz.
Yıllarca bilerek yaz ayları veya tatillere denk getirilen seçimlerde, seçim bölgenize dönüp oy vermeye tenezzül etmediniz, “bir oydan birşey mi değişir?” gibi özürlü cümlelerin yumuşak rahatlığına sığındınız.
Yapılan tüm ikazlara rağmen, 2010 referandumunun yargı bağımsızlığını nasıl yok edeceğini onca hukukçu, anayasa profesörü ve çağdaş aydın şemalarla anlatmalarına rağmen anlamadınız. İş işten geçtikten sonra hangi akla hizmet ettiğiniz ortaya çıktıktan sonra da, özür dilemeden, af dileyip, özeleştiri yapmadan, ukalalıklarınızın izlerini silemeden, bu yıkıma kendinizin neden olduğunu unutarak, yakınmalara başladınız (!). İnandırıcılığınız olamadı bu nedenle...
2010 yılında CHP için hazırladığımız Demokratik Devrim tüzük çalışmasını önce yok saydınız. Ardından içinden cımbızla çekip aldığınız çeşitli atılımları kör topal hale getirerek sözde uygulamaya başladınız. Mesela milletvekilliklerinde genç ve kadın kotaları sözde var! Ama bu genişlemeyi kadınlar seçilemeyecek sıralarda konduğu için mesela CHP’nin 2018’de seçilen 140 milletvekili arasında kesinlikle o oranlarda kadın yok, genç neredeyse hiç yok! Tüm üyelerle önseçim ise, partinin arada kullandığı göstermelik bir sus payı olarak beliriyor. Hiçbir zaman sistematik bir uygulama olarak devreye giremiyor. İşte bu nedenle, yıllardır her milletvekili veya belediye adayları açıklandıktan sonra, gözyaşları, istifalar, kızgınlıklar... Bıkmadan bu saçmalığa devam ettiniz..
--90’larda, bugünlerin yeniden flaş ismi Adnan Hoca, müstear Harun Yahya ismiyle “Yahudi soykırımı yalanı” diye bir yüz kızartıcı kitap çıkardığında, kendisine en ağır sözlerle köşe yazısıyla yanıt verdim. Ne Yahudi’ydim, ne de İsrail elçisi... Ama insandım ve bu da yeterdi bu tepkiyi vermeye! Hakkımda dava açtılar. Davayı kaybetmediğim gibi, yazar olarak adı geçen Harun Yahya’nın Adnan Hoca olduğunu kanıtlayınca, davayı terk edip gittiler. Ardından yıllar sonra herhalde bana hak verdiler ki, bu sefer “Soykırım vahşeti” isimli bir kitap çıkarabildiler aynı konuda, kendi iddialarının tam tersini anlatan! Aynı yazar adı ve mizanpajla! İşte ben 180 derece dönüş kabiliyeti diye buna derim! İşte o günlerde de o davadaki boğuşmamız devam ederken, yanımda kimseyi göremedim, 2-3 avukat dışında... Ne kitle örgütü, ne medya... Ne “aydınlar”... Korku dağları sarmıştı...


Birbirimizi daha fazla üzmeyelim.

Bu listeyi uzattıkça uzatabilirim. Dipsiz kuyu, sonu yok... Ama lütfen bana gelip “Bugünlere Menderes, Demirel, Erbakan, Çiller, Özal ve AKP nedeniyle geldik” filan demeye kalkmayın! Biz kendi kendimizi hançerledik yıllardır. Tek adam rejimine tepkiniz varsa, lütfen önce kendi yaptıklarınıza ve yapmadıklarınıza bakın. Bunu daha önce de söyledim. Ama bakın nerelere kadar geriledik! Ne kaldı geriye? Halifelik mi? Olmaz mı diyorsunuz? O zaman biraz daha hataya devam lütfen, az kaldı, ha gayret...
Hayır, cidden, ne bekliyordunuz tüm bu evlere şenlik, hesapsız kitapsız tavırlardan sonra? Merak ettim, bu listeyi okurken, hangi maddelerde Ben bu hataya iştirak ettimdiye içinizden geçirdiniz? Kendinize itiraf etmişsinizdir belki... Hadi uğurlu olsun yeni rejiminiz. Muhalefetsiz yeni demokrasiniz! Ve sakın yanlış insanlara kızmayın... Sağ siyasetçiler inandıkları doğrultuda, kendi görevlerini yaptılar. Bizim kesim ise, kendi kuyusunu kazmaktan vazgeçemedi yıllardır!




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.