24 Eylül 2017 Pazar

YOĞUN SANAT HAFTASININ TRANSİT RAPORU! | Bedri Baykam | 23 Eylül 2017


Hafta başını (hala devam eden) ağır sol bacak ve boğaz ağrılarıyla geçirince, size yazımın ulaşması cumartesi gününü buldu. Ben de sizi sanat ortamımıza davet etmeye karar verdim!

Geçen hafta, İstanbul sanat ile yatıp kalktı. Bu, içinde bulunduğumuz haftanın savaş gündeminden daha renkli bir tabloydu!
Contemporary İstanbul (CI) ve İstanbul Bienali’nin peş peşe açılması nedeniyle, rekabetten uzak durmak istemeyen galeriler ve sanat merkezleri de mecburen aynı günlerde art arda açıldı. Sonuç aslında tam bir “kimin eli kimin cebinde” durum yarattı. Neredeyse, hiç kimse, insanlara verdiği katılım sözünü tutamadı. Contemporary İstanbul sabahtan akşama adeta dolup taşıyordu. İnsanlar Türkiye’nin ve dünyanın önemli sanatçılarının işlerini görebilmek için kuyruğa girip, maratona çıkmış gibi sabah akşam koşar adımlarla bütün katları ve tüm bölümleri baştan aşağı ziyaret ediyorlardı. Türk ve yabancı galericilerin sergiledikleri binlerce sanat eseri, bu yapıtları anlasa da anlamasa da onların arasında gezinmekten keyif alan on binlerin meraklı gözlerine teslim edilmişti. Piramid Sanat’ın fuar standında sergilenen 1987 yapımlı “Demokrasinin Kutusu”, her gün üst üste yeni ziyaretçi rekorlarını kırdı. Fuar açıldığı andan itibaren başlayan kuyruklar kapanışa kadar devam etti. Dış duvarlarında yer alan 1987 kupürleri, bugünkü yobaz gidişatın, nasıl davul çala çala geldiğinin kanıtı olarak açıkta duruyordu. Kutunun içerisine girenler, bu kavramsal-pop yapıtta bir telefon kulübesi, tualet, porno gözetim noktası arasında gidip geldiğini gördüler. En derin anlamıyla “bir metrekare özgürlük” olan “Demokrasinin Kutusu”, Türkiye’de adına daha sonra biraz yapay bir etiketle “güncel sanat” adı verilen her adımın ilk başlangıç taşı, bu iş oldu.

BİENAL VE CONTEMPORARY İSTANBUL ÜST ÜSTE GELİNCE NELER YAŞANDI??
Aynı hafta, aynı anda İstanbul Bienali’nin de açılması ve tüm programların üst üste gelip kesişmesi, aslında belki apayrı bir sanat yazısında irdelenmesi gereken gizli bir kriz yarattı.
Yaşanan krizi şöyle özetleyelim: size Büyükada’da evlenen bir arkadaşınız harika bir hafta sonu daveti öneriyor; ama aynı hafta sonu sizin en yakın renktaşlarınız sizi Antalya’da yapılacak bir Kupa Finaline çağırıyorlar! Bu arada 12 yaşındaki oğlunuzun hem cumartesi, hem pazar kendi basket takımıyla Tuzla’da dört grup maçı var ve çocuk yalvarıyor “Baba nolur gel izlee” diye... Siz şimdi “Bu hafta sonu çok güzel olaylar var” diye sevinebilir misiniz? Seçim yapamamaktan belki sinirle basıp Paris’e kaçıp, uzun bir Seine Nehri gezintisine bile çıkabilirsiniz! “Sinerji” adı altında Contemporary İstanbul’u İstanbul Bienali ile aynı haftaya denk getirenler, böyle bir eş zamanlı ve çoklu krizler dizisine neden oldular! Üstelik İKSV’den bazı insanlar da bu durumdan bir o kadar şikayetçiyken, bunun adı nasıl “sinerji” oldu, pek anlaşılamadı! Tüm açılış ve davetler üst üste kesişti ve işin profesyonelleri, en hafif deyimi kullanırsak, gerçekten mağdur oldular! “Fuar nasıl geçti?” sorusunu soracağınız hiçbir galerici “kötü geçti” demez. Ama gerçekte nasıl geçtiğini bir tek Allah bilir tam olarak!
Sanat koleksiyonerlerinin önemli bir kısmının hala tatilde olduğu şikayeti sıkça dile getirilen bir serzenişti. Contemporary İstanbul yöneticileri şunu bilmeye mecbur: arzu ederlerse objektif bir soruşturma yapsınlar, katılan galerilerin %85’i, Kasım’dan Eylül ayına çekilen tarihten hiç de memnun değillerdi. Umarım gelecek yıllarda bu hatadan dönülür... İstanbul’a yıllardır bu kadar başarılı bir sanat adrenalini veren Contemporary İstanbul Yönetim Kurulu, katılımcıları ve sanatçıları da düşünmeli. (Tabii bu söylediklerimiz, fuarın daha da iyi geçmesi için. Yoksa oluşan büyük kalabalıklar ve dev kuyruklar gerçekten sevindiriciydi. Bu başarı da alkışlanmaya değer.)

HAYDARPAŞA’DA VAGONLARDA GELİŞEN FARKLI BİR “YEREL KOMŞU”
Ama buna rağmen, en azından “azılı” sanat severler için, bu Eylül ortasında, kentin her yerine bitmez tükenmez sanat ziyafeti sunulmuştu! En azından doymak bilmeyen amatör sanat tutkunları için dayanılmaz davetkar bir ortamdı! Kimse her yere aynı anda gidemese de, kentin her yerinden sanat ve partiler fışkırıyordu! Mesela ben size bienal kapsamında “komşu etkinlikler” başlığıyla yapılan diğer uluslararası etkinliklerinden birini de tavsiye etmek isterim (“Paralel etkinlikler” tarifi, bu sene ciddi “pratik” (!) ve “hayli siyasi” sebepler yüzünden kullanılamadı!). Koreli sanatçı dostum Park Byoung’un 22 yıl evvel kurmuş olduğu ve benim de 15 yıldır üyesi olduğum “Nine Dragon Heads” uluslararası sanat grubunun, Denizhan Özer ve Magda Guruli küratörlüğünde Haydarpaşa Garında vagonlara sanat yerleştirerek, büyük sürprizler gerçekleştirmeleri birçok sanatseverin büyük ilgisini çekti. 4 Ekim’e kadar, muhakkak Haydarpaşa Garına gidin ve sergiyi gezin... Benim de insanın birbirine, dünyaya, hayvanlara verdiği zararı betimleyen, “ASSASSIN GREED” başlığıyla yaptığım kendi vagonum, sizlere ilginç gelebilir...

12 EYLÜL DÖNEMİ GİBİ...
12 Eylül sonrası dönem tüm hızıyla sürerken gençler gözaltında kaybolup işkence odalarında erirken, partiler, demokratik kitle örgütleri, sendikalar, bir bir kapatılırken morali yerlerde gezinmeye başlayan ve ifade özgürlüğünü kaybeden halk kitleleri kendilerini sanata vermişti. Bu dönem mizah dergileri ve sanat dergilerinin tirajı tavan yapıyor, halk özgürce izleyemeyeceği siyasal tartışmaların acısını sanatsal metinlerden fotoğraflardan karikatürlerden heykellerden resimlerden çıkarıyordu. Önce Milliyet Sanat ardından Hürriyet Gösteri herkesi başka bir düzleme çekerken karikatür dergileri en hinoğluhin başlıklarla derinden ve çaktırmadan toplumu sarsıyordu.

NEREDEN NEREYE!
Şimdi Contemporary İstanbul’un ve Bienal’in gördüğü büyük ilgi bana kaçınılmaz şekilde bunu hatırlattı: Bundan 38 yıl önce, ben bağımsız bir sanatçı olarak yalnız çağdaş sanat yaparak yaşama kararı aldığımda, bana inanan annem babam dışında ailede kimse yoktu. Türkiye’de böyle bir piyasa değil, böyle bir konu bile yoktu. Dört-beş koleksiyoner, izlenimci, klasik veya oryantalist resim toplar, “modern resim”, Picasso veya Mirò gibi bir imza taşımıyorsa, çerçöp sayılırdı. İşin “ticaretini” başlatan, daha önce açıp kapanan Maya gibi galerileri bir köşeye koyarsak, Yahşi Baraz oldu. “Çağdaş” resim deyimi henüz literatürde pek yoktu. 1983 yılında AKM’de açılan kişisel sergim, belki yıllardır görülen en büyük ve “taze” işlerle oluşmuş sergiydi kent için.. Daha doğrusu öyle bir örnek yoktu, görülmemişti. Bu ortamda artık resmi satılanlar arasında Doğançay, Akyavaş ve ben vardık. Sonra oluşmaya başlayan bu küçücük piyasaya Kemal Önsoy, İsmet Doğan, Balkan Naci gibi önemli yeni kuşak isimler girmeye başladı. Bir Akademi’ye bağlı olmadan uluslararası bağımsız sanatçı olarak yaşama fikrim, herkese göre uçuk kaçık bir projeydi. Böyle bir örnek yoktu ülkemizden... Yola çıktıktan sonrada geri dönüşü yoktu, bir şekilde başarmaya mecburdum. Çünkü ya “iyi örnek” olacaktım ya da “kötü bir örnek”. Çıkılmaması gereken, riskler ve cehennem taşları dolu yolun kötü örneği... NASA’nın dediği gibi, “Başarısızlık bir alternatif değildir” denilen bölgeydi bu... Detayları geçelim, arzu edenler otobiyografimin ikinci cildi “Sonsuz Okyanus”ta her şeyi fazlasıyla öğrenebilirler. Ama en azından şunu bilin ki öyle iki ay iki kursa katıldım diye aşırı havadan patlayacak kadar uçmuş bilgiç insanlar ortalarda böyle fink atmıyordu. İnsanların geneli ise daha mütevazi ama sanata belki daha saygılıydı.

BATIYA MEYDAN OKUMANIN 33 YIL SONRA GELEN KARŞILIĞI!
İşin hem yurtdışındaki hem de yurtiçindeki zorluklarını aşmak zorundaydık. Sizi aşırı şematik bir özet yapacağım mecburen: yurtdışında Amerika ve dört-beş büyük batı ülkesi dışında neredeyse büyük sergilerde adı geçen hiçbir şey yoktu. Büyük Batı, modern sanatın tüm kökenlerini güney ve doğu ülkelerinden almış olduğunu unutarak kendini bir ticaret seline kaptırmış, pupa yelken gidiyordu! Bu akıl almaz derecede önyargılı ve kültürel emperyalist gidişata dur demek için 30 Haziran 1984’te San Francisco Modern Sanat Müzesi önünde bir manifesto dağıttım. Öğrenci vizesi bitmiş cebinde belki 20-30 dolar olan genç bir adam, milyar dolarlık prestijli uluslararası batı sanat dünyasının akışına çomak sokuyordu. Ama içimde en küçük bir tereddüt yoktu, çünkü haklı olduğumu biliyordum. Bu yıl İstanbul fuarının açılışından önceki hafta da, beni mutlu eden önemli bir kitap elime geldi: Londra’da Penguin Books tarafından yayınlanan bu yeni yapıtta, Jessica Lack’in derlemesiyle Why are we artists? (Biz neden sanatçıyız?) başlığıyla, sanat tarihine yön veren 100 manifesto bir araya getirilmişti. Aralarında 1933 yılından Peyami Safa’nın kaleme aldığı “d grubu Manifestosu” ve benim 1984 San Francisco Manifestom (Modern Art History is a Western fait Accompli) vardı Türkiye adına. İşin en güzel tarafı, kitabı derleyenlerin bu bilgilere, kimsenin yönlendirmesi olmadan kendi araştırmalarıyla ulaşmış olmalarıydı. 1984’te “bir manifesto yazıp dağıttım ve bazı eleştirmenlerin bakış açısını değiştirdim” diye dünyanın bir anda değişmeyeceğini fazlasıyla biliyordum! Bir resmimin üzerinde belirttiğim gibi “bu çok uzun bir savaş olacak”tı (it’s gonna be a very long fight). Şimdi, 33 yıl sonra batının kendi tarih kitaplarında bunu kabul edip dile getirmesi, çok güzel ve heyecan verici bir adım ama inanın bu büyük ve uzun savaş devam ediyor; bunun kazanılması için de öncelikle kendi insanlarımızın beyninin yıkanması ve neyin mücadelesini verdiğimizi anlamaları lazım! Sanatı yalnız bir yatırım veya hava atma yöntemi olarak görenlerin bu işe katkıları yok denecek kadar az.

DEVLETİN SIFIR KATKISI İLE YÜRÜYEN BİR SANAT ORTAMI...
Hiçbir zaman tekrarlamaktan usanmayacağım. Dünyanın her ülkesinde kültür bakanlıkları, belediyeler ve vakıflar, sanata ve sanatçıya katkı yapabilmek için adeta birbirleriyle yarışırlar. Türkiye’de ise bu devlet ve onu yöneten hükümetler, Atatürk ve İnönü döneminden sonra, hiçbir müze açmamışlar, ülkeyi “modern” veya “çağdaş” devlet müzesi olmayan tek devlet haline getirmişlerdir. Sakın yalnız AKP’den söz ettiğimi sanmayın. Adalet Partisi, Ecevit’in CHP’si, Milliyetçi Cephe koalisyonları, ANAP, Erbakan-Çiller ya da Mesut Yılmaz Hükümetleri, AKP’den önceki tüm hükümetler için de geçerlidir bu. Bu ayıp bir ülkeye bin yıl yeter! Türkiye, Metropolitan’ını da, MoMA’sını da, Centre Pompidou’sunu da, Tate’ini de, Royal Academy’sini de, üretememiştir!

Yüzleşmemiz gereken acı gerçek budur. Bugün dahi, ülkenin 100.000’i aşkın camisine ek olarak biri Çamlıca tepesinde, diğeri Taksim’de iki kocaman cami daha inşaat halindedir. Ülkede ayrıca özel veya devlete ait, on binlerce spor tesisi vardır. Ama devlet “bir” adet çağdaş sanat müzesi üretememiştir! Bu vahim bir kararlılıktır ve siyaset adamlarımızın, Atatürk’ün kültür devriminden hiç mi hiç anlamadıkları bu şekilde kanıtlanmış ve kabak gibi ortaya çıkmıştır. Gerçekçi olarak da bu durumun bugünün Türkiyesi’nde değişeceğine dair hiçbir emare yoktur. Tam tersine sanatçılarla alay eden, onları aşağılayan veya tehdit eden bir yapı egemendir. Bugün Türkiye’de sanat, devlete rağmen, “Müslüman mahallesinde salyangoz satanlar” tarafından yapılmakta ve ancak özel sektör ve koleksiyonerlerin desteği ve merakıyla ayakta durabilmektedir. Onların da birkaç tehlikeli ve hiçbir sanatsal geçmişi olmayan, çıkar peşinde koşan, eğitimsiz ve sahte bilgiçlik taslayarak kendini kabul ettirmeye çalışan sanat tacirinin entrika dolu tuzaklarına düşmeye hevesli olmaları, bu ortamı daha da dramatik hale getirmektedir.

ANADOLUDAN BİR TÜRLÜ GELEMEYEN TELEFON
Söz veriyorum, burada bir kaç satıra sığdırmaya çalıştığım bu konuyu ileride ilk fırsatta ele alacağım. Şöyle özetleyebiliriz: Maalesef Türk çağdaş sanat dünyasının tüm yükü, İstanbul dükalığının üzerine yıkılmıştır. Amerika’da da New York, tabii ki sanatın merkezidir. Ama Kuzey Amerika kıtasında, New York dışında, Los Angeles, San Francisco, Miami, Boston, Chicago, Seattle ve onca başka bir şehirde de (çağdaş) sanat çok ciddi fiyatlara, yat-kat fiyatlarına satılmaktadır. Belki kimse sağlıklı olarak yüzdeleri bilemez ama kesin olan bir tek şey vardır: İstanbul Türkiye’de satılan çağdaş sanatın % 94 civarını kapsıyorsa,( +-%3 hata payı ile) böyle bir oran normal hiçbir ülkede olamaz! Adanalılar, Antalyalılar, Bursalılar, Eskişehirliler veya Trabzonluların, hiçbir zaman “yeterince çağdaş sanata ulaşamama” gibi bir dertleri yoktur. Güzel Anadolu’nun insanları, zenginliği doktorları, mühendisleri holding sahipleri nefis evler yaptırırlar, harika arabalar alırlar, çocuklarına Londra’da veya New York’ta ev döşerler, havuz yaptırırlar, ama kesinlikle ciddi bir çağdaş sanat eserine “para kaptırmazlar”! Konu paraları olmaması değildir. Maalesef sanatın neden değerli ve yeri doldurulmaz, uluslararası dünya prestij göstergesi ve en önemli bir yatırım olduğunu bilmezler. Bunu öğrenmemişlerdir ve şu aşamada pek öğrenecekleri de yoktur. Yalan söylemeyelim Anadolu’dan koleksiyoner adaylar tek tük çıkabilir. Gaziantepli dostum Enver gibi, İzmirli dostum Hüseyin Bey gibi... Ama onlar istisnadır. Geneli, mesela duvar kağıdının metrekaresine 300$ vermeyi kabul edebilirler! Ama duvarlarında hala aynalar, alakasız afişler, veya çiçek-böcek resimleri vardır. Yani Anadolu’dan hiçbir doktor, hiçbir bankacı, hiçbir toprak ağası kalkıp büyük bir galeriyi arayıp ya, rahatsız ettim. Bizim kız evleniyor da, harika bir villa aldık kendisine, ama beş büyük duvar için sanat eserine ihtiyacımız var dememiştir! Yani o ilk telefon, ciddi koleksiyonerler platformundan hala gelmemiştir. Ne kadar “tesadüf” demek istesek de bunun öyle olmadığını çok iyi biliyoruz. İnanın bunun gerekçeleri arasında mahalle baskısı da vardır. Çünkü komşuları “ya sen deli misin kafayı mı yedin, bir resme bu kadar para verilir mi?” demeye hazırdırlar! Kendisine, çocuklarına, işyerine çağdaş sanat eserlerinin “en ucuzunu” değil, “en iyisini” almak için telefonunu eline alan bir vatandaşımız, henüz görülememiştir! Yeniden düzenlenen eğitim müfredatının hedefleri göz önüne alınırsa, daha da 2349 yılına kadar bu gidişle böyle bir telefon zaten çalmaz.

ERDOĞAN “HEYKELİMİ İSTEMİYORUM” DEYİNCE...
Geçen hafta eminim çok iyi bildiğiniz gibi ilginç bir demeçle sarsıldı sanat ortamı. “Bazı belediyeler şahsımın heykellerini yapmışlar, bir defa bu bizim değerlerimize terstir. Ben ne heykelimin dikilmesini, ne masklar yapılmasını, ne bu tür görseller yapılmasını istiyorum, sakın benden sonra benim heykellerimi yapmayın!” şeklinde kararlı bir demeç verdi cumhurbaşkanı. Buna kim çok üzüldü, kim çok sevindi, bilemem, ama eminim ki bu heykelleri şimdiden yarınlarda dev ebatlarda anlaşmalı olmak üzere pazarlamak için hazırlanan bazı uyanıklar, fena şekilde şap üstüne oturdular! Projeleri ellerinde patladı. Üstelik Erdoğan, “Ben heykel istemiyorum” cümlesi ile de yetinmedi, “Belediyelerimiz, lütfen bundan sonra bu yanlışlara tevessül etmesinler. Heykel değil, hizmete yönelik eserler diksinler bunların bizim değerlerimizle çatışan şeyler olduğunu bilmeniz lazım” cümlesiyle adeta özellikle figüratif heykel sahiplerine meydan okudu! Böylece Erdoğan, kendi heykellerini Atatürk’le yarıştırmayı tasarlayan güruhun önünü dönüşü olmayan bir şekilde fena kesti...

BÜYÜKERŞEN’İN, MUMYALAR MÜZESİ İSTANBUL’DA!
Vallahi Erdoğan ne düşünür bilmem, ama Büyükerşen de onun canlı heykelini yani mumyasını oturmuş yapmış! Böylece şaka bir yana, ister misiniz Erdoğan illa “bu da kalkacak” diye yeri göğü ayağa kaldırsın?
Dün Özdilek Park’ta açılışı yapılan Mumyalar Müzesi, Büyükerşen’in mahir elleriyle ürettiği müthiş bir kültür yuvası haline gelmiş! Sevgili değerli dost Yılmaz Büyükerşen'in, Mumya Müzesi’nin açılışına katıldık. Kah kendimi Atatürk ile İsmet Paşa arasında buldum, kah, Uğur Dündar'ın Halk Arenası’nda Yılmaz Özdil ve Necati Doğru arasında yer buldum, kah Nazım Hikmet veya Yaşar Kemal gibi muhteşem yazarlarımızın masalarına konuk oldum. Harika bir deneyimdi. Yirminci yüzyıl Türkiyesi’nden günümüze, ülkenin önde gelen siyasetçileri, yazarları sanatçıları arasında seçilen 105 ismin birebir ölçüde mumyası vardı. Müzenin ilk girişinde de ben varım. Bu, Eskişehir'den sonra Yılmaz Büyükerşen’in açtığı ikinci mumya müzesi. Muhakkak gezmenizi öneririm! Bu keyif kaçırılmaz ayrıca çocuklarınıza “Türkiye'de Kim kimdir?” konusunda ders vermek için daha iyi bir yöntem bulamazsınız... Büyükerşen, burada çok önemli bir bellek oluşturmuş. Her geçtiğimiz gün, o Cumhuriyet kadrosunun değerini bu halk umarım daha iyi anlayacak..



Hem sanat aşkına, hem inadına sanat diyoruz işte bu nedenlerle!

18 Eylül 2017 Pazartesi

İngiltere'de tarihi Manifestolar kitabında Bedri Baykam ve D Grubu

TÜRKİYE’DEN İKİ SANAT MANİFESTOSU
ULUSLARARASI TARİH KİTABINA GİRDİ!

BEDRİ BAYKAM’IN SAN FRANCISCO MANİFESTOSU VE
PEYAMİ SAFA’NIN D GRUBU MANİFESTOSU LONDRA’DA ÇIKAN KİTAPTA!

Londra’da Penguin Books’un Modern Classics serisi kapsamında yayınlanan “Why Are We Artists?” başlıklı kitap, dünya sanatına yön vermiş, 1909 ve 2012 yılları arasında yazılmış 100 manifestoyu bir araya getiriyor.
Editorlüğünü Jessica Lack’in yaptığı manifestolar arasında Türkiye’den de iki bildiri yer alıyor: Tarih sırasına göre ilki D Grubu’nun 1933’te ilk sergisinin broşüründe yer alan, yazar Peyami Safa’nın manifestosu... Nurullah Berk, Abidin Dino, Zeki Faik İzer, Zühtü Müritoğlu, Elif Naci ve Cemal Tollu’dan oluşan isimler, Türkiye’nin iz bırakmış en önemli sanatçı gruplarından...
İkinci manifesto ise, Bedri Baykam’ın 1984’te ABD’de yayınladığı “San Francisco Manifestosu.” Batılı büyük ülkelerin tüm önemli sanat sergileri ve kitaplarını tek yönlü olarak üretmeleri ve modern sanat tarihini “batının bir oldu-bittisi” haline getirmelerini 30 haziran ve 1 Temmuz 1984 günlerinde San Francisco Modern Sanat Müzesi’nin önünde ve ertesi gün panelde yaptığı eylemlerle protesto eden Baykam’ın çıkışı, birçok dergide yayınlanmış, en önemli sanat tarihçiler, tavır değiştirerek bakış açılarını genişletmişlerdi. Baykam’ın manifestosu bilindiği gibi daha sonra geliştirilmiş haliyle bir sanat tarihi kitabı olarak “Maymunların Resim Yapma Hakkı” adıyla 1994’te yayınlanmıştı.



13 Eylül 2017 Çarşamba

NADAL ABD AÇIK’TA "1 NUMARA" SIFATINI TESCİLDEN GEÇİRDİ! ​​​| Bedri Baykam | 11.09.2017

NADAL: SABRIN GERİ GETİRDİĞİ ŞAMPİYON
İspanyol tenisçi Rafael Nadal, onca büyük turnuayı kazandıktan sonra 2015 ve 2016’yı hem boş hem de sakatlıklarla boğuşarak geçmişti. Özellikle oynadığı yıpratıcı lifte tenis tarzı nedeniyle kariyerinin artık uzun sürmeden biteceğini ve sona yaklaştığını inananlar neredeyse çoğunluktaydı. Benim bile ciddi şüphelerim oluşmuştu. Üstelik, Djokovic ve Murray’nin önleri daha açık gözüküyordu. Ayrıca Thiem’den Zverev’e birçok genç oyuncu da artık zirveyi zorluyor görünüyordu. Ama Nadal maçlarda bazen bir puan için aynı topu 40 kere vururken gösterdiği sabrı, hayatında da gösterdi ve vücudunu tamir etmeye de, tekrar özgüvenini kazanmaya da büyük gayret sarfetti. Bunun sonucunda ise bu yıl hem tekrar bir numaraya yükselmeyi başardı, hem de Paris’ten sonra dün New York açık turnuasını da kazandı. Kendisiyle aynı yaşta olan, ama profesyonelliğe 6 yıl daha rötarlı geçmiş olan Anderson, tablonun alt kısmında oluşan dev boşlukları en iyi değerlendirip finale çıkmayı bilen isim olmuştu. Dün de Güney Afrikalı raket elinden geleni yaptı ve seyircilerin büyük takdirini kazandı; ama ne var ki karşısındaki çok iyi bir tenisçi değil, efsanevi bir büyük ustaydı. Hem terminatör, hem toreador, hem taktik uzmanı bir stratejist. Belki de en iyi tenisine çok yaklaşan Anderson’un gücü, masum bakışlı mütevazi canavara yetmedi.

DÜNKÜ MAÇTA NELER OLDU?
Dünkü New York finali birçok insanı yanıltacak şekilde Anderson’un büyük direnci ile başladı. İlk setin yarısı aşıldığında skor 3/3’tü. Nadal servis kırma noktasına yaklaşabiliyor ama elmaya uzanamıyordu. O noktada oyun berabereyken, Anderson önce bir çift hata yaptı arkasından da harika bir servisten sonra önüne düşen kolay lokmayı bir santim auta atarak servisini teslim etti! Sonra bu moral bozukluğuyla, ilk ve ikinci set, elinden aynı skorla kayıverdi: 6/3.
3. sette ise yine şaşırtıcı şekilde maçın gidişatını değiştirmek için sonuna kadar savaşan bir Anderson vardı sahada. Aldığı Her kritik bu andan sonra yumruğunu sıkan kararlı adımlarla yürüyen ve pes etmeyeceğini yemin etmiş bir tenisçiydi bu, ama ne demiştik? Karşısındaki bir tenisçi değildi. Küçük top ve raket ilişkisinde, tarihin efsaneleri arasında yer alan bir makineydi. Zaten Federer’i yenip, dev kapışmayı engelleyen del Potro’da, yarı finalde Nadal’a karşı maça o kadar iyi başlamasına rağmen bu makine intizamına sonunda ruhunu ve umutlarını bırakmamış mıydı? Konu şu Nadal’a karşı: Bir set ondan daha iyi servis atabilirsiniz, o gün forehandiniz ondan daha öldürücü bile olabilir, arada muhteşem puanlar kazanabilirsiniz, ama maçın genelinde aynı performansı bu şekilde sürdüremezsiniz! Sonuçta dün de nefis puanlar da oynayan Anderson bu kaçınılmaz sona dur diyemedi...

MARSEL 2 YIL ÖNCE ANDERSON’U YENMEYE ÇOK YAKINDI!
Dün Amerika Açık finalini kaybeden Kevin Anderson, 1 Temmuz 2015 tarihinde, Marsel İlhan’a karşı Wimbledon 2. tur maçı oynadı. Servisini kaybetmeden ilk seti 7/6 aldı, ardından 2. set tie-break’inde 3 set top kaçırdı. Hele bir tanesinde ayağı kayan rakibine karşı, topa tam vurup içeri atamadı boş sahaya... Sonuçta o seti de alsa, oradan Anderson’un çevirmesi çok zor olacaktı. O maçı Güney Afrikalı raket 4 sette aldı. Hatta o yıl büyük formuyla Paris kapalı kort turnuasında 16larda Nadal’a karşı maçı 2 sette alabilme noktasına 2 puan kadar yaklaşıp, limitte yenilmişti... Merak ettim gerçekten dün Marsel finali seyrederken aklından neler geçti diye... Benim açımdan da dün o maçı seyrederken o anların aklıma gelmemesi mümkün değildi. Hem tekrar kaçan fırsata yanarak, hem de bize bu dorukları gösterdiği için Marsel’e teşekkür ederek!

FEDERER-NADAL ZİRVESİ DAHA ÇOK KAVGAYA GEBE...
Nadal 31, Federer 36 yaşında. Daha önce 2006, 2007 ve 2010’da 4 slam turnuasını da aralarında paylaşmışlar. Aradan 7 yıl geçtikten sonra, yine bu yıl aynı şey oldu! Dün sürpriz finalist Anderson’u yenen Nadal, bu sene (10. kez kazandığı) Roland Garros’tan sonra, Amerika Açık turnuasını da kazandı. Federer ise, yıla Avustralya Açık’la başlayıp, ortasında Wimbledon’la devam etmişti. Diğer “yan cebime koy” şampiyonluklarını saymıyorum bile... Sezonun büyük turmuaları dün New York’ta sonlanırken, bu iki büyük şampiyona ancak şapka çıkarılır. Nadal, tam 10 kere aldığı Paris dışında, 3 kere Amerika Açık’ı, 1 kere Avustralya’yı, 2 kere ise Wimbledon’u kazanarak toplam rakamını 16 Slam şampiyonluğuna çıkarmayı başardı. 36 yaşındaki Federer’in ise 19 Slam şampiyonluğu bulunuyor. Bu hesaba göre aralarındaki beş yıl farkı da göz önüne alırsak iyi bir Nadal, Federer’i tarihsel performans üstünden sollayabilir şampiyonluklar totalinde onu geçebilir. Ya da Nadal’ın oluşturduğu tehlike, Federer’e 2-3 Slam turnuası daha kazanması için büyük bir kamçı oluşturabilir. Ama bir tek şey kesin: Her ikisi de bu işi bıraktıktan sonra bu rakam ne olursa olsun dünya tenisini 15 yıl boyunca bu kadar “işgal ve ihya eden” iki tenisçi zor çıkar. Hadi size bir hatırlatmada bulunarak, artık maalesef hiçbir zaman öğrenemeyeceğimiz bir iddia koyayım ortaya. Şayet Amerika açık finalini Nadal ve Federer oynasalardı, bu dünyada tarih üstünden en çok izlenen tenis maçı olarak tarihe geçebilirdi!

BU TURNUADAN NELERİ HATIRLARIZ?
Mesela daha 3-4 hafta önce Montreal'de Rogers Cup'da Federer’i yenip şampiyonluğa uzanan Alexander Zverev’in, Hırvat Coric karşısında 4 sette kaybetmesinin hayal kırıklığını hatırlarız. Coric'in bu kendi başarısını sıfırlarcasına Anderson'a ezilip gitmesine pes diyebiliriz Aynı şekilde bu yılın çok formda ismi Bulgar Dimitrov’un, Rus Rublev’e karşı kaybettiği maçı aynı kategoride değerlendirebiliriz. Ukraynalı Dolgopolov’un Çek Berdych’i 4 sette elemesine çok şaşabiliriz! Tablonun alt kısmında önü açık olarak görülen Wimbledon finalisti Marin Cilic’in Arjantinli Schwartzman’a karşı dört sette kaybedivermesine de aynen şaşıp kalabiliriz! Del Potro’nun Avusturyalı Thiem’e karşı, ilk iki seti ateşli oynayıp maçı bırakmayı düşünmesini ve ardından dördüncü sette iki maç topunu iki ace servisle öldürüp, beş sette inanılmaz bir galibiyete ve unutulmaz bir maça imza attığını, ömür boyu unutmayabiliriz! Nadal’ın, Dimitrov galibi Rublev’e toplamda yalnız 5 set verirken, onu silip süpürdüğünü hatırlayabiliriz... Alexander’ın abisi Micha Zverev’in, en formda sezonunda, ABD’li Isner’i 3 sette yendikten sonra, bir başka ABD’li Sam Querrey’e o kadar kolay yenilmiş olmasına "hayret" biliriz. Del Potro’nun çeyrek finalde Federer’e karşı 3. sette 4 set topu kurtarıp, onu 4 sette eleyerek “küçük Slam” (yani 4 Slam’in 3’ünü kazanmak) hayallerine son verdiğini kesin unutmayız!

En çok da tabii, tablonun alt kısmının, bir Slam turnuasına benzemeyen yapısının sürprizlerle de desteklenerek kocaman bir boşluğa dönüştüğünü tarihe yazabiliriz. Anderson’un elinden geldiğince doldurduğu boşluk işte buralardan geçmişti...

7 Eylül 2017 Perşembe

DOSTUM NİHAT GENÇ’İ CHP’DE SİYASET YAPMAYA DAVET EDİYORUM, ÇÜNKÜ... | BEDRİ BAYKAM | 05.09.2017


Yazar dostum Nihat Genç, geçen haftaki Adalet Kurultayı hakkındaki yazım üzerine bir yazı kaleme aldı: “Bedri Baykam’a yanıtımdır”

Okuduktan sonra kendisini aradım ve teşekkür ettim. Sonuçta iyi niyetinden zerre kadar şüphem yoktu, çünkü artık bu alanda 30 yıldır feleğin her çemberinden geçmiştik ve birbirimizi tanıyorduk. Onunla her zaman aynı şeyi düşünmüyor olsam da, bu aramızdaki genel dayanışmaya mani bir durum değil. Açık konuşmak gerekirse zaten bu tartışmanın böyle bir hal almasının nedeni, yıllardır ülkedeki partileri yöneten siyasilerin abartılı şekilde yanlış kararlar almalarıydı. İşin özü bu olduğu için, aynı hedefe koştuğunu bilen iki insanın, içinde yaşamaya mecbur edildiği ortamın çelişkileri, zaafları ve mantıksızlıkları nedeniyle karşı karşıya gelmeleri normaldi.
Yazıyı her zamanki gibi, kendi söylediklerinden ve geçmiş tüm makale ve eylemlerinden “emin” olan bir insanın rahatlığı ile okudum. Zaten en büyük servetim de bu faturasızlık ve mantık üzerine inşa edilmiş algı-yorum sistemim. Nihat Genç’in yazıdaki hatalarından biri, Danton-Robespierre kıyaslamalarını bizim dönemimize, dolayısıyla CHP-Bedri Baykam ve Türkiye’deki diğer bazı aydınlar üzerinden bir kıyaslanma şablonuna oturtmaya kalkışmasıydı. Kaçınılmaz şekilde anakronik ve çelişkilerle dolu, uyumsuz bir dönem karşılaştırması denemiş Nihat.
Fransız Devrimi’nin dünya tarihine yön veren bir aydınlanma ateşi oluşturduğu konusunda hemfikiriz. Bu devrimin temel metni olan İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi, Jefferson’un Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi’ndeki “Bütün insanların eşit yaratıldıklarına; yaratıcıları tarafından onlara hayat, özgürlük ve mutluluğu arama hakkı gibi geri alınamaz bazı haklar verildiğine inanıyoruz” cümlesinden ve halkın, istismara kalkışan despot yönetimleri devirme hakkına ve görevine sahip olduğunu belirten temel metninden esinlenerek oluşturulmuştu. Arkasında Voltaire, Diderot, Montesquieu ve Rousseau’nun da felsefeleri vardı. Mustafa Kemal’in ise, Türkiye Cumhuriyeti’ni kurarken üzerinde en çok kafa yorup model olarak aldığı çıkış Fransız Devrimi’ydi.
Genç’in kurmaya çalıştığı karışık ve uzun kıyaslama şablonlarının gidişatında kah Robespierre, kah Danton oluyorum sanırım... Ayrıca Genç’in de kendisine hangi rolü biçtiği tam anlaşılmıyor. 228 yıl ve 2730 kilometrenin, ayrı bir galaksi kadar uzak gerçeklerinde yaşananların yorumu, özellikle son Çanakkale Adalet Kurultayı üzerinden, CHP’nin son yıllardaki gidişatına monte edilmeye çalışılmış. Hadi peki, bu entelektüel çabaya da saygıyla bakıyorum. Uysa da, uymasa da...
Fransız Devrimi, öncesi, sonrası ve iç hikayeleriyle sayısız filme, romana, tarih yorumuna ve on binlerce kitaba konu olmuş dipsiz bir kuyu... Bize verdiği en esaslı ders, “Devrim kendi çocuklarını yer” sendromundan kurtuluş olmadığı. Bu, gerçekliği kanıtlanmış fiziksel veya kimyasal veriler kadar tartışılmazdır. Bu konu beni de, kendi tarihimi de etkilemiştir. Giyotin inerken dehşet içinde işlediği suçun kendisini de vuracağını bilen korku dolu Robespierre’i resmederek, 1985’te “Danton Kanını Boş Yere Kaybetmedi” isimli resmimi yapmıştım...

ÇANAKKALE ADALET KURULTAYI’NA GELİRSEK...
Öncelikle “Çanakkale’de ahlaksızca içki içtiler” saldırısı üstüne birkaç yorum yapmak lazım: Laik bir toplumda bira veya şarap içmek suç veya günah kabul edilemez. Ne yazık ki toplumumuz o kadar geriledi ki, bu suç kavramı tartışılmaya bile gerek görmeden de facto kabul edildi! Medeni bir toplumda insanlar serinlemek için ister su içer, ister ayran içer, ister şerbet içer, ister bira içer. Dolayısıyla ben “birkaç densizin işidir” diye bakmadım. Ortalıkta, bira içip, taşkınlık yapıp, kontrolden çıkan insanlar olsaydı, bir derece bu yorumları anlardım. Hiçbir medeni ülkedeki bir kampta gece sükûnet içinde içilen bir bira olay konusu olmaz. Yobaz ülkeler hariç... Bunu herkesin aklında tutmasında yarar var. CHP’liler Çanakkale’de yüz kızartıcı hiçbir şeye girişmediler. Yani sevgili Nihat’tan o konuda ayrılıyorum. Her şey çok sorunsuz bir biçimde ilerledi.
Bu arada o 3-4 gün boyunca, orada çok güzel sahneler yaşandı. “ABANTKALE” gibi talihsiz bir benzetmeyle verilen Kurultay’da, yurdun her yerinden gelen aydın insanlar sabahtan akşama yurtseverlik içinde demokrasiye sahip çıktılar. Belki de insan görmediği bir etkinlik hakkında bu kadar iddialı laflar etmemeli. Özellikle bu yorumlar çok öznel biçimde hataya açık veriler üzerine kurulmuşsa... Önyargı, bu kadar hassas konularda ağır yanılgılara neden olabiliyor.

CHP İLE BAYKAMLARIN 70 YILA YAKLAŞAN İLİŞKİLERİ ÜZERİNE...
Uzun ve çetrefilli yollarda her parti, her zaman, herkesin istediği gibi yönetilemez. CHP’nin de son yıllarda özellikle benim veya Nihat Genç’in görmek isteyeceği şekilde yönetilmediği, gerek Deniz Baykal döneminde gerek Kılıçdaroğlu döneminde bizi veya başka sayısız ulusalcıyı çileden çıkaran karara imza atıldığı da ortada.
Fakat bazı yorum farkları getirmem lazım. Babam Dr. Suphi Baykam’ın CHP Gençlik Kolları’nın Kurucu Başkanlığını ve “Ortanın Solu”nun 1965’te ilk sözcülüğünü üstlendiği, Grup Başkan Vekilliği yaptığı Parti’de, ben de 90’ların 2. yarısında Parti Meclisi Üyeliği yaptım, ardından 2003’te de Genel Başkan adayı oldum. Parti’nin içini, doğduğumdan beri -diyelim ki Nihat Genç’ten ve Türkiye’nin %95’inden daha iyi bilirim.
Genç’in söz ettiği konularda, en sert çıkışları yapan Partililerden biriyimdir ve bunu herkes bilir. FETÖ, PKK ve 2. Cumhuriyetçilere karşı benden daha çok kavga etmiş insan zor bulursunuz. Zaten 19 Aralık’ta da şikayetçi olduğum VIP Dinleme Davası’nda, bana karşı kumpas kuran çete hakkında Silivri’de davaya katılacağım.
Parti’nin geçmişine bakarsak, 1989-90 ekseninde 163. maddenin sorumsuzca kaldırıldığı SHP döneminden 1994’teki sorumsuz ötesi solda bölünmeyi durdurmak için aylarca sabah akşam yaptığım çalışmaya kadar, tüm Parti Meclisi Üyesi olduğum dönemden, Genel Başkan adaylığı kampanya dönemime kadar, her zaman Parti’de Atatürkçü görüşü öne çıkarmak, yobazlık ve bölücülükle mücadele etmek için çalıştım. 2010’da Genel Merkez’e sunduğum tüzük yenileme çalışmamda ise, tüm demokratik kanalları açık bir partileşme modelinin nasıl gerçekleşebileceğini genç arkadaşlarla beraber en ince detayına kadar sunduk. Ekmeleddin İhsanoğlu krizinde, Parti’nin “intiharvari” seçimine karşı, Emine Ülker Tarhan’ı demokratik kitle örgütleri olarak aday çıkardık. Yaptıkları ısrarlı ve anlaşılmaz hatalara karşı, geçmişte Parti’nin Genel Başkanlarını açık mektupla istifaya davet ettim.
Tüm bu hatalı gidişatlara en ağır tepkileri Parti’nin içinden vermiş bir insan olarak, şimdi bu kritik ağır şartlarda, halka güven saçan ve moral veren Kılıçdaroğlu’nun Adalet Yürüyüşü ve Kurultayı’nı görmezden gelecek halim yoktu. Ayrıca bilmem tekrar hatırlatmama gerek var mı, bunlar CHP etkinlikleri değildi, herkese açık etkinliklerdi. CHP rotasından farklı düşünen birçok insan da gelip katıldı, görüşlerini sundu. Burası bir CHP Kurultayı olmadığı için de herkes sükûnetle dinledi. Bu demokratik bir olgunluktur.

KADROLAR GELİR GİDER, BEN KENDİ DURUŞUMA BAKARIM!
Sonuçta, CHP konusunda ben kendi duruşuma bakarım. Genç’in de kabul ettiği gibi bu Parti’de benim de son yıllarda ön saflarda yer almam istenmemiştir. Hatta 2003’te net olarak Genel Başkanlığı almak üzere olduğum görüldüğünde traji-komik şekilde Genel Başkan seçimine birkaç saat kala apar topar tüzük değiştirilmiş ve resmi onaydan geçmeden oracıkta yürürlüğe konmuştur. Ama bu veya başka mesafe koymalar, benim partiyle ilişkimi asla değiştirmez, CHP’liliğimi etkilemez. Dikkat ederseniz, birçok kadro gelir geçer ve değişir, ama ben kalırım. Hatta halk da sokakta beni hep CHP Milletvekili sanmaya devam eder. Çünkü ben zaten hissiyatımda “milletin vekili”yimdir. Ben inandığım Atatürk’ün Partisi’nde yoluma devam ederim. Benim Parti’ye “küsme” lüksüm yoktur.
Genç’in yazısında beni ciddi rahatsız eden tek şey, “dikkatli olun, öyle böyle değil, çok dikkatli olun..” şeklinde dikkatsiz bir dost uyarısı gibi kaleme alınmış ama maalesef herhalde farkına varmadan tehdit kokan bölümdür. Tüm yazıda bir tek o bölümü, Genç’in tecrübesine ve duruşuna yakıştıramadım.

REEL SİYASETİN ACIMASIZ SİVRİLİĞİ
Kimse siyaset yapmaya mecbur değildir. Ama ister Parlamento’da, ister derneklerde, ister basında siyaset yapanlar, gerçekçi olmayan ve siyasette yalnız çözümsüzlükleri ve tıkanıklıkları değil, o dönemdeki en iyi çıkış yollarını göstermeye mecburdurlar. Reel siyaset yuvarlak laflar kaldırmaz, herhangi bir akış yanında büyük bir hata yapanlar daha sonra ömür boyu bu hata ile yaşamak durumunda kalırlar. Mesela, 1994’te birleşmemek için inatçı şekilde ısrarcı olanlar, 2003’te tüzük değiştirme rezaletine parmak kaldıranlar veya Ekmeleddin İhsanoğlu’na CHP Cumhurbaşkanı adayı olarak oy veren Milletvekilleri, ömür boyu bu ağır pişmanlıklar ile yaşayacaklardır. Keza, bugün “CHP’yi beğenmiyorum ve desteklemiyorum” diyenler, pasif kalsalar bile Erdoğan’ı ve bu iktidarı destekliyor olacaklardır. Bunu engelleyemezler. 2019’da Meral Akşener’i destekliyorum deseler bile, yine ancak CHP ile güç birliği yaparak bu düşüncelerini iktidara taşımayı deneyebileceklerdir. Bunu yapmazlarsa boşa konuşuyor, ülkeye ve kendilerine zaman kaybettiriyor olurlar. Yanlış anlamayın, tabii ki değerli bir anlamı vardır söylediklerinin, ama siyasette bir karşılığı yoktur. CHP’yi kötülemek veya iğneleyerek aşağılara çekmek, Türkiye’yi kurtarmaya yetseydi, Türkiye şimdiye kadar bin kere kurtulurdu! Mesela 2019’dan önce hala kafalarına göre yeni, ideal, ulusalcı bir parti kurmayı düşünen ve kendilerini bu şekilde avutan başka rüyalar aleminde arkadaşlarım da vardır. Daha önce bu yolun en az on kere denendiğini hatırlamadan heyecanla bu senaryolara tekrar girişebilirler! Nihat Genç veya başkaları, CHP’nin suç dökümlerini yaparak o kapıyı sonuna kadar kapatmaya da çalışabilirler! Ama yerine başka somut bir çıkış sunamazlarsa iktidarın yoluna su taşımaktan başka bir şeye hizmet etmiş olmazlar, hem de farkına varmadan! İşte o zaman onların ne diktadan, ne şeriattan, ne hukuksuzluktan çıkış konusunda bir plan sunamadıkları ortaya çıkar. CHP’yi beğenmeyenler ayaklarını yere basarak başka bir somut ve kitleleri ikna edebilecek alternatif sunmak durumundadırlar; sunamazlarsa demokratik bir kurtuluş planları yok demektir.

KİMSE HALKI ÇÖZÜMSÜZLÜĞE HAPSEDEMEZ!
Şimdi size, bu yanıtımın en kilit cümlesini sarf ediyorum: Türk halkını çözümsüzlüğün katı ve boğucu duvarları arasına hapsetmeye kimsenin hakkı yoktur. Örneğin “hiçbir parti oy hak etmiyor, sandığa gitmeyin” diyerek hava attığını sanan burnu havada bir “aydın” varsa, bilin ki bugünkü iktidarın en çok duymak isteyeceği propagandayı yapmaktadır! “Yeni bir ulusalcı Parti kurup Samsun’dan yürüyelim” diyen aydın varsa, ne kadar iyi kalpli olursa olsun, yine günümüz iktidarının oy parçalanması adına destekleyeceği bir insan olmaktan öteye geçemez. Çünkü CHP, siz ister beğenin, ister beğenmeyin, Cumhuriyet’in Atatürkçü halk tabakalarının içine nüfuz etmiş, yalnız il-ilçelerde değil, köylerde, kasabalarda, beldelerde örgütlenmiş ve o ateşi her yörede az ya da çok taşımış, içi Cumhuriyet aşkı ile dolup taşanların Partisidir. Siz isterseniz on bin kişilik salon toplantısı doldurup marşlar söyleyin, varabileceğiniz hiçbir yer yoktur. Bu dediğinizi, Cumhuriyet’in en sağlam aydınları , Mümtaz Soysal’lar, Yekta Güngör Özden’ler, Vural Savaş’lar yakın zamanlarda denemiş, dev birikimleri ve tertemiz kalplerine rağmen, onlar bile zaman ve para harcamak dışında bir yere varamamışlardır. CHP, Türkiye’nin çıkışını arayabileceği tek Parti’dir. Tekrar ediyorum, Akşener’in sağ-merkezden kurduğu Parti ilerlese bile, muhalefet ancak işbirliği ile bugünkü yapıyı değiştirmeye yeltenebilir. Aksi, lafı-güzaftır. CHP’ye benden daha bağlı bir Parti’li pek bulunamayacağını herkes bilir. Ama öte yandan, CHP’yi her gereken noktada, benden daha çok ve daha sert eleştirmiş hiçbir CHP’li de yoktur. Önemli olan, Cumhuriyet’in vicdanı ve kalbi olarak, Atatürk’ün partisini sürekli olarak doğru yörüngeye çekme çabasıdır. Bu siyasi gerçekçilik ve dürüstlüktür. Evet, herkes siyaset yapmaya mecbur değildir. Ama Türkiye için söyleyecek sözü olan cesur yürekli insanların CHP’ye girerek, Parti’yi istedikleri Cumhuriyetçi, demokrat, ulusalcı yörüngeye çekmeye çalışmaları, benim onlara somut önerimdir. Zaten bunun dışında yalnız çözümsüzlük vardır. Bu düşüncelerle, sevgili dostum Nihat Genç’i, kefil olacağım yurtsever, Türkiye aşığı ödünsüz kimliğiyle, güzel kişiliğiyle CHP’ye davet ediyor, mücadeleyi her aşamasında Parti içinde sürdürmesini bekliyorum. Sevgilerimle....