24 Eylül 2017 Pazar

YOĞUN SANAT HAFTASININ TRANSİT RAPORU! | Bedri Baykam | 23 Eylül 2017


Hafta başını (hala devam eden) ağır sol bacak ve boğaz ağrılarıyla geçirince, size yazımın ulaşması cumartesi gününü buldu. Ben de sizi sanat ortamımıza davet etmeye karar verdim!

Geçen hafta, İstanbul sanat ile yatıp kalktı. Bu, içinde bulunduğumuz haftanın savaş gündeminden daha renkli bir tabloydu!
Contemporary İstanbul (CI) ve İstanbul Bienali’nin peş peşe açılması nedeniyle, rekabetten uzak durmak istemeyen galeriler ve sanat merkezleri de mecburen aynı günlerde art arda açıldı. Sonuç aslında tam bir “kimin eli kimin cebinde” durum yarattı. Neredeyse, hiç kimse, insanlara verdiği katılım sözünü tutamadı. Contemporary İstanbul sabahtan akşama adeta dolup taşıyordu. İnsanlar Türkiye’nin ve dünyanın önemli sanatçılarının işlerini görebilmek için kuyruğa girip, maratona çıkmış gibi sabah akşam koşar adımlarla bütün katları ve tüm bölümleri baştan aşağı ziyaret ediyorlardı. Türk ve yabancı galericilerin sergiledikleri binlerce sanat eseri, bu yapıtları anlasa da anlamasa da onların arasında gezinmekten keyif alan on binlerin meraklı gözlerine teslim edilmişti. Piramid Sanat’ın fuar standında sergilenen 1987 yapımlı “Demokrasinin Kutusu”, her gün üst üste yeni ziyaretçi rekorlarını kırdı. Fuar açıldığı andan itibaren başlayan kuyruklar kapanışa kadar devam etti. Dış duvarlarında yer alan 1987 kupürleri, bugünkü yobaz gidişatın, nasıl davul çala çala geldiğinin kanıtı olarak açıkta duruyordu. Kutunun içerisine girenler, bu kavramsal-pop yapıtta bir telefon kulübesi, tualet, porno gözetim noktası arasında gidip geldiğini gördüler. En derin anlamıyla “bir metrekare özgürlük” olan “Demokrasinin Kutusu”, Türkiye’de adına daha sonra biraz yapay bir etiketle “güncel sanat” adı verilen her adımın ilk başlangıç taşı, bu iş oldu.

BİENAL VE CONTEMPORARY İSTANBUL ÜST ÜSTE GELİNCE NELER YAŞANDI??
Aynı hafta, aynı anda İstanbul Bienali’nin de açılması ve tüm programların üst üste gelip kesişmesi, aslında belki apayrı bir sanat yazısında irdelenmesi gereken gizli bir kriz yarattı.
Yaşanan krizi şöyle özetleyelim: size Büyükada’da evlenen bir arkadaşınız harika bir hafta sonu daveti öneriyor; ama aynı hafta sonu sizin en yakın renktaşlarınız sizi Antalya’da yapılacak bir Kupa Finaline çağırıyorlar! Bu arada 12 yaşındaki oğlunuzun hem cumartesi, hem pazar kendi basket takımıyla Tuzla’da dört grup maçı var ve çocuk yalvarıyor “Baba nolur gel izlee” diye... Siz şimdi “Bu hafta sonu çok güzel olaylar var” diye sevinebilir misiniz? Seçim yapamamaktan belki sinirle basıp Paris’e kaçıp, uzun bir Seine Nehri gezintisine bile çıkabilirsiniz! “Sinerji” adı altında Contemporary İstanbul’u İstanbul Bienali ile aynı haftaya denk getirenler, böyle bir eş zamanlı ve çoklu krizler dizisine neden oldular! Üstelik İKSV’den bazı insanlar da bu durumdan bir o kadar şikayetçiyken, bunun adı nasıl “sinerji” oldu, pek anlaşılamadı! Tüm açılış ve davetler üst üste kesişti ve işin profesyonelleri, en hafif deyimi kullanırsak, gerçekten mağdur oldular! “Fuar nasıl geçti?” sorusunu soracağınız hiçbir galerici “kötü geçti” demez. Ama gerçekte nasıl geçtiğini bir tek Allah bilir tam olarak!
Sanat koleksiyonerlerinin önemli bir kısmının hala tatilde olduğu şikayeti sıkça dile getirilen bir serzenişti. Contemporary İstanbul yöneticileri şunu bilmeye mecbur: arzu ederlerse objektif bir soruşturma yapsınlar, katılan galerilerin %85’i, Kasım’dan Eylül ayına çekilen tarihten hiç de memnun değillerdi. Umarım gelecek yıllarda bu hatadan dönülür... İstanbul’a yıllardır bu kadar başarılı bir sanat adrenalini veren Contemporary İstanbul Yönetim Kurulu, katılımcıları ve sanatçıları da düşünmeli. (Tabii bu söylediklerimiz, fuarın daha da iyi geçmesi için. Yoksa oluşan büyük kalabalıklar ve dev kuyruklar gerçekten sevindiriciydi. Bu başarı da alkışlanmaya değer.)

HAYDARPAŞA’DA VAGONLARDA GELİŞEN FARKLI BİR “YEREL KOMŞU”
Ama buna rağmen, en azından “azılı” sanat severler için, bu Eylül ortasında, kentin her yerine bitmez tükenmez sanat ziyafeti sunulmuştu! En azından doymak bilmeyen amatör sanat tutkunları için dayanılmaz davetkar bir ortamdı! Kimse her yere aynı anda gidemese de, kentin her yerinden sanat ve partiler fışkırıyordu! Mesela ben size bienal kapsamında “komşu etkinlikler” başlığıyla yapılan diğer uluslararası etkinliklerinden birini de tavsiye etmek isterim (“Paralel etkinlikler” tarifi, bu sene ciddi “pratik” (!) ve “hayli siyasi” sebepler yüzünden kullanılamadı!). Koreli sanatçı dostum Park Byoung’un 22 yıl evvel kurmuş olduğu ve benim de 15 yıldır üyesi olduğum “Nine Dragon Heads” uluslararası sanat grubunun, Denizhan Özer ve Magda Guruli küratörlüğünde Haydarpaşa Garında vagonlara sanat yerleştirerek, büyük sürprizler gerçekleştirmeleri birçok sanatseverin büyük ilgisini çekti. 4 Ekim’e kadar, muhakkak Haydarpaşa Garına gidin ve sergiyi gezin... Benim de insanın birbirine, dünyaya, hayvanlara verdiği zararı betimleyen, “ASSASSIN GREED” başlığıyla yaptığım kendi vagonum, sizlere ilginç gelebilir...

12 EYLÜL DÖNEMİ GİBİ...
12 Eylül sonrası dönem tüm hızıyla sürerken gençler gözaltında kaybolup işkence odalarında erirken, partiler, demokratik kitle örgütleri, sendikalar, bir bir kapatılırken morali yerlerde gezinmeye başlayan ve ifade özgürlüğünü kaybeden halk kitleleri kendilerini sanata vermişti. Bu dönem mizah dergileri ve sanat dergilerinin tirajı tavan yapıyor, halk özgürce izleyemeyeceği siyasal tartışmaların acısını sanatsal metinlerden fotoğraflardan karikatürlerden heykellerden resimlerden çıkarıyordu. Önce Milliyet Sanat ardından Hürriyet Gösteri herkesi başka bir düzleme çekerken karikatür dergileri en hinoğluhin başlıklarla derinden ve çaktırmadan toplumu sarsıyordu.

NEREDEN NEREYE!
Şimdi Contemporary İstanbul’un ve Bienal’in gördüğü büyük ilgi bana kaçınılmaz şekilde bunu hatırlattı: Bundan 38 yıl önce, ben bağımsız bir sanatçı olarak yalnız çağdaş sanat yaparak yaşama kararı aldığımda, bana inanan annem babam dışında ailede kimse yoktu. Türkiye’de böyle bir piyasa değil, böyle bir konu bile yoktu. Dört-beş koleksiyoner, izlenimci, klasik veya oryantalist resim toplar, “modern resim”, Picasso veya Mirò gibi bir imza taşımıyorsa, çerçöp sayılırdı. İşin “ticaretini” başlatan, daha önce açıp kapanan Maya gibi galerileri bir köşeye koyarsak, Yahşi Baraz oldu. “Çağdaş” resim deyimi henüz literatürde pek yoktu. 1983 yılında AKM’de açılan kişisel sergim, belki yıllardır görülen en büyük ve “taze” işlerle oluşmuş sergiydi kent için.. Daha doğrusu öyle bir örnek yoktu, görülmemişti. Bu ortamda artık resmi satılanlar arasında Doğançay, Akyavaş ve ben vardık. Sonra oluşmaya başlayan bu küçücük piyasaya Kemal Önsoy, İsmet Doğan, Balkan Naci gibi önemli yeni kuşak isimler girmeye başladı. Bir Akademi’ye bağlı olmadan uluslararası bağımsız sanatçı olarak yaşama fikrim, herkese göre uçuk kaçık bir projeydi. Böyle bir örnek yoktu ülkemizden... Yola çıktıktan sonrada geri dönüşü yoktu, bir şekilde başarmaya mecburdum. Çünkü ya “iyi örnek” olacaktım ya da “kötü bir örnek”. Çıkılmaması gereken, riskler ve cehennem taşları dolu yolun kötü örneği... NASA’nın dediği gibi, “Başarısızlık bir alternatif değildir” denilen bölgeydi bu... Detayları geçelim, arzu edenler otobiyografimin ikinci cildi “Sonsuz Okyanus”ta her şeyi fazlasıyla öğrenebilirler. Ama en azından şunu bilin ki öyle iki ay iki kursa katıldım diye aşırı havadan patlayacak kadar uçmuş bilgiç insanlar ortalarda böyle fink atmıyordu. İnsanların geneli ise daha mütevazi ama sanata belki daha saygılıydı.

BATIYA MEYDAN OKUMANIN 33 YIL SONRA GELEN KARŞILIĞI!
İşin hem yurtdışındaki hem de yurtiçindeki zorluklarını aşmak zorundaydık. Sizi aşırı şematik bir özet yapacağım mecburen: yurtdışında Amerika ve dört-beş büyük batı ülkesi dışında neredeyse büyük sergilerde adı geçen hiçbir şey yoktu. Büyük Batı, modern sanatın tüm kökenlerini güney ve doğu ülkelerinden almış olduğunu unutarak kendini bir ticaret seline kaptırmış, pupa yelken gidiyordu! Bu akıl almaz derecede önyargılı ve kültürel emperyalist gidişata dur demek için 30 Haziran 1984’te San Francisco Modern Sanat Müzesi önünde bir manifesto dağıttım. Öğrenci vizesi bitmiş cebinde belki 20-30 dolar olan genç bir adam, milyar dolarlık prestijli uluslararası batı sanat dünyasının akışına çomak sokuyordu. Ama içimde en küçük bir tereddüt yoktu, çünkü haklı olduğumu biliyordum. Bu yıl İstanbul fuarının açılışından önceki hafta da, beni mutlu eden önemli bir kitap elime geldi: Londra’da Penguin Books tarafından yayınlanan bu yeni yapıtta, Jessica Lack’in derlemesiyle Why are we artists? (Biz neden sanatçıyız?) başlığıyla, sanat tarihine yön veren 100 manifesto bir araya getirilmişti. Aralarında 1933 yılından Peyami Safa’nın kaleme aldığı “d grubu Manifestosu” ve benim 1984 San Francisco Manifestom (Modern Art History is a Western fait Accompli) vardı Türkiye adına. İşin en güzel tarafı, kitabı derleyenlerin bu bilgilere, kimsenin yönlendirmesi olmadan kendi araştırmalarıyla ulaşmış olmalarıydı. 1984’te “bir manifesto yazıp dağıttım ve bazı eleştirmenlerin bakış açısını değiştirdim” diye dünyanın bir anda değişmeyeceğini fazlasıyla biliyordum! Bir resmimin üzerinde belirttiğim gibi “bu çok uzun bir savaş olacak”tı (it’s gonna be a very long fight). Şimdi, 33 yıl sonra batının kendi tarih kitaplarında bunu kabul edip dile getirmesi, çok güzel ve heyecan verici bir adım ama inanın bu büyük ve uzun savaş devam ediyor; bunun kazanılması için de öncelikle kendi insanlarımızın beyninin yıkanması ve neyin mücadelesini verdiğimizi anlamaları lazım! Sanatı yalnız bir yatırım veya hava atma yöntemi olarak görenlerin bu işe katkıları yok denecek kadar az.

DEVLETİN SIFIR KATKISI İLE YÜRÜYEN BİR SANAT ORTAMI...
Hiçbir zaman tekrarlamaktan usanmayacağım. Dünyanın her ülkesinde kültür bakanlıkları, belediyeler ve vakıflar, sanata ve sanatçıya katkı yapabilmek için adeta birbirleriyle yarışırlar. Türkiye’de ise bu devlet ve onu yöneten hükümetler, Atatürk ve İnönü döneminden sonra, hiçbir müze açmamışlar, ülkeyi “modern” veya “çağdaş” devlet müzesi olmayan tek devlet haline getirmişlerdir. Sakın yalnız AKP’den söz ettiğimi sanmayın. Adalet Partisi, Ecevit’in CHP’si, Milliyetçi Cephe koalisyonları, ANAP, Erbakan-Çiller ya da Mesut Yılmaz Hükümetleri, AKP’den önceki tüm hükümetler için de geçerlidir bu. Bu ayıp bir ülkeye bin yıl yeter! Türkiye, Metropolitan’ını da, MoMA’sını da, Centre Pompidou’sunu da, Tate’ini de, Royal Academy’sini de, üretememiştir!

Yüzleşmemiz gereken acı gerçek budur. Bugün dahi, ülkenin 100.000’i aşkın camisine ek olarak biri Çamlıca tepesinde, diğeri Taksim’de iki kocaman cami daha inşaat halindedir. Ülkede ayrıca özel veya devlete ait, on binlerce spor tesisi vardır. Ama devlet “bir” adet çağdaş sanat müzesi üretememiştir! Bu vahim bir kararlılıktır ve siyaset adamlarımızın, Atatürk’ün kültür devriminden hiç mi hiç anlamadıkları bu şekilde kanıtlanmış ve kabak gibi ortaya çıkmıştır. Gerçekçi olarak da bu durumun bugünün Türkiyesi’nde değişeceğine dair hiçbir emare yoktur. Tam tersine sanatçılarla alay eden, onları aşağılayan veya tehdit eden bir yapı egemendir. Bugün Türkiye’de sanat, devlete rağmen, “Müslüman mahallesinde salyangoz satanlar” tarafından yapılmakta ve ancak özel sektör ve koleksiyonerlerin desteği ve merakıyla ayakta durabilmektedir. Onların da birkaç tehlikeli ve hiçbir sanatsal geçmişi olmayan, çıkar peşinde koşan, eğitimsiz ve sahte bilgiçlik taslayarak kendini kabul ettirmeye çalışan sanat tacirinin entrika dolu tuzaklarına düşmeye hevesli olmaları, bu ortamı daha da dramatik hale getirmektedir.

ANADOLUDAN BİR TÜRLÜ GELEMEYEN TELEFON
Söz veriyorum, burada bir kaç satıra sığdırmaya çalıştığım bu konuyu ileride ilk fırsatta ele alacağım. Şöyle özetleyebiliriz: Maalesef Türk çağdaş sanat dünyasının tüm yükü, İstanbul dükalığının üzerine yıkılmıştır. Amerika’da da New York, tabii ki sanatın merkezidir. Ama Kuzey Amerika kıtasında, New York dışında, Los Angeles, San Francisco, Miami, Boston, Chicago, Seattle ve onca başka bir şehirde de (çağdaş) sanat çok ciddi fiyatlara, yat-kat fiyatlarına satılmaktadır. Belki kimse sağlıklı olarak yüzdeleri bilemez ama kesin olan bir tek şey vardır: İstanbul Türkiye’de satılan çağdaş sanatın % 94 civarını kapsıyorsa,( +-%3 hata payı ile) böyle bir oran normal hiçbir ülkede olamaz! Adanalılar, Antalyalılar, Bursalılar, Eskişehirliler veya Trabzonluların, hiçbir zaman “yeterince çağdaş sanata ulaşamama” gibi bir dertleri yoktur. Güzel Anadolu’nun insanları, zenginliği doktorları, mühendisleri holding sahipleri nefis evler yaptırırlar, harika arabalar alırlar, çocuklarına Londra’da veya New York’ta ev döşerler, havuz yaptırırlar, ama kesinlikle ciddi bir çağdaş sanat eserine “para kaptırmazlar”! Konu paraları olmaması değildir. Maalesef sanatın neden değerli ve yeri doldurulmaz, uluslararası dünya prestij göstergesi ve en önemli bir yatırım olduğunu bilmezler. Bunu öğrenmemişlerdir ve şu aşamada pek öğrenecekleri de yoktur. Yalan söylemeyelim Anadolu’dan koleksiyoner adaylar tek tük çıkabilir. Gaziantepli dostum Enver gibi, İzmirli dostum Hüseyin Bey gibi... Ama onlar istisnadır. Geneli, mesela duvar kağıdının metrekaresine 300$ vermeyi kabul edebilirler! Ama duvarlarında hala aynalar, alakasız afişler, veya çiçek-böcek resimleri vardır. Yani Anadolu’dan hiçbir doktor, hiçbir bankacı, hiçbir toprak ağası kalkıp büyük bir galeriyi arayıp ya, rahatsız ettim. Bizim kız evleniyor da, harika bir villa aldık kendisine, ama beş büyük duvar için sanat eserine ihtiyacımız var dememiştir! Yani o ilk telefon, ciddi koleksiyonerler platformundan hala gelmemiştir. Ne kadar “tesadüf” demek istesek de bunun öyle olmadığını çok iyi biliyoruz. İnanın bunun gerekçeleri arasında mahalle baskısı da vardır. Çünkü komşuları “ya sen deli misin kafayı mı yedin, bir resme bu kadar para verilir mi?” demeye hazırdırlar! Kendisine, çocuklarına, işyerine çağdaş sanat eserlerinin “en ucuzunu” değil, “en iyisini” almak için telefonunu eline alan bir vatandaşımız, henüz görülememiştir! Yeniden düzenlenen eğitim müfredatının hedefleri göz önüne alınırsa, daha da 2349 yılına kadar bu gidişle böyle bir telefon zaten çalmaz.

ERDOĞAN “HEYKELİMİ İSTEMİYORUM” DEYİNCE...
Geçen hafta eminim çok iyi bildiğiniz gibi ilginç bir demeçle sarsıldı sanat ortamı. “Bazı belediyeler şahsımın heykellerini yapmışlar, bir defa bu bizim değerlerimize terstir. Ben ne heykelimin dikilmesini, ne masklar yapılmasını, ne bu tür görseller yapılmasını istiyorum, sakın benden sonra benim heykellerimi yapmayın!” şeklinde kararlı bir demeç verdi cumhurbaşkanı. Buna kim çok üzüldü, kim çok sevindi, bilemem, ama eminim ki bu heykelleri şimdiden yarınlarda dev ebatlarda anlaşmalı olmak üzere pazarlamak için hazırlanan bazı uyanıklar, fena şekilde şap üstüne oturdular! Projeleri ellerinde patladı. Üstelik Erdoğan, “Ben heykel istemiyorum” cümlesi ile de yetinmedi, “Belediyelerimiz, lütfen bundan sonra bu yanlışlara tevessül etmesinler. Heykel değil, hizmete yönelik eserler diksinler bunların bizim değerlerimizle çatışan şeyler olduğunu bilmeniz lazım” cümlesiyle adeta özellikle figüratif heykel sahiplerine meydan okudu! Böylece Erdoğan, kendi heykellerini Atatürk’le yarıştırmayı tasarlayan güruhun önünü dönüşü olmayan bir şekilde fena kesti...

BÜYÜKERŞEN’İN, MUMYALAR MÜZESİ İSTANBUL’DA!
Vallahi Erdoğan ne düşünür bilmem, ama Büyükerşen de onun canlı heykelini yani mumyasını oturmuş yapmış! Böylece şaka bir yana, ister misiniz Erdoğan illa “bu da kalkacak” diye yeri göğü ayağa kaldırsın?
Dün Özdilek Park’ta açılışı yapılan Mumyalar Müzesi, Büyükerşen’in mahir elleriyle ürettiği müthiş bir kültür yuvası haline gelmiş! Sevgili değerli dost Yılmaz Büyükerşen'in, Mumya Müzesi’nin açılışına katıldık. Kah kendimi Atatürk ile İsmet Paşa arasında buldum, kah, Uğur Dündar'ın Halk Arenası’nda Yılmaz Özdil ve Necati Doğru arasında yer buldum, kah Nazım Hikmet veya Yaşar Kemal gibi muhteşem yazarlarımızın masalarına konuk oldum. Harika bir deneyimdi. Yirminci yüzyıl Türkiyesi’nden günümüze, ülkenin önde gelen siyasetçileri, yazarları sanatçıları arasında seçilen 105 ismin birebir ölçüde mumyası vardı. Müzenin ilk girişinde de ben varım. Bu, Eskişehir'den sonra Yılmaz Büyükerşen’in açtığı ikinci mumya müzesi. Muhakkak gezmenizi öneririm! Bu keyif kaçırılmaz ayrıca çocuklarınıza “Türkiye'de Kim kimdir?” konusunda ders vermek için daha iyi bir yöntem bulamazsınız... Büyükerşen, burada çok önemli bir bellek oluşturmuş. Her geçtiğimiz gün, o Cumhuriyet kadrosunun değerini bu halk umarım daha iyi anlayacak..



Hem sanat aşkına, hem inadına sanat diyoruz işte bu nedenlerle!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.