Hafta
başını (hala devam eden) ağır sol bacak ve boğaz ağrılarıyla
geçirince, size yazımın ulaşması cumartesi gününü buldu. Ben
de sizi sanat ortamımıza davet etmeye karar verdim!
Geçen hafta, İstanbul sanat ile yatıp kalktı. Bu, içinde bulunduğumuz haftanın savaş gündeminden daha renkli bir tabloydu! Contemporary İstanbul (CI) ve İstanbul Bienali’nin peş peşe açılması nedeniyle, rekabetten uzak durmak istemeyen galeriler ve sanat merkezleri de mecburen aynı günlerde art arda açıldı. Sonuç aslında tam bir “kimin eli kimin cebinde” durum yarattı. Neredeyse, hiç kimse, insanlara verdiği katılım sözünü tutamadı. Contemporary İstanbul sabahtan akşama adeta dolup taşıyordu. İnsanlar Türkiye’nin ve dünyanın önemli sanatçılarının işlerini görebilmek için kuyruğa girip, maratona çıkmış gibi sabah akşam koşar adımlarla bütün katları ve tüm bölümleri baştan aşağı ziyaret ediyorlardı. Türk ve yabancı galericilerin sergiledikleri binlerce sanat eseri, bu yapıtları anlasa da anlamasa da onların arasında gezinmekten keyif alan on binlerin meraklı gözlerine teslim edilmişti. Piramid Sanat’ın fuar standında sergilenen 1987 yapımlı “Demokrasinin Kutusu”, her gün üst üste yeni ziyaretçi rekorlarını kırdı. Fuar açıldığı andan itibaren başlayan kuyruklar kapanışa kadar devam etti. Dış duvarlarında yer alan 1987 kupürleri, bugünkü yobaz gidişatın, nasıl davul çala çala geldiğinin kanıtı olarak açıkta duruyordu. Kutunun içerisine girenler, bu kavramsal-pop yapıtta bir telefon kulübesi, tualet, porno gözetim noktası arasında gidip geldiğini gördüler. En derin anlamıyla “bir metrekare özgürlük” olan “Demokrasinin Kutusu”, Türkiye’de adına daha sonra biraz yapay bir etiketle “güncel sanat” adı verilen her adımın ilk başlangıç taşı, bu iş oldu.
BİENAL
VE CONTEMPORARY İSTANBUL ÜST ÜSTE GELİNCE NELER YAŞANDI??
Aynı
hafta, aynı anda İstanbul Bienali’nin de açılması ve tüm
programların üst üste gelip kesişmesi, aslında belki apayrı bir
sanat yazısında irdelenmesi gereken gizli bir kriz yarattı.
Yaşanan
krizi şöyle özetleyelim: size Büyükada’da evlenen bir
arkadaşınız harika bir hafta sonu daveti öneriyor; ama aynı
hafta sonu sizin en yakın renktaşlarınız sizi Antalya’da
yapılacak bir Kupa Finaline çağırıyorlar! Bu arada 12 yaşındaki
oğlunuzun hem cumartesi, hem pazar kendi basket takımıyla Tuzla’da
dört grup maçı var ve çocuk yalvarıyor “Baba
nolur gel izlee”
diye... Siz şimdi “Bu
hafta sonu çok güzel olaylar var”
diye sevinebilir misiniz? Seçim yapamamaktan belki sinirle basıp
Paris’e kaçıp, uzun bir Seine Nehri gezintisine bile
çıkabilirsiniz! “Sinerji” adı altında Contemporary İstanbul’u
İstanbul Bienali ile aynı haftaya denk getirenler, böyle bir eş
zamanlı ve çoklu krizler dizisine neden oldular! Üstelik İKSV’den
bazı insanlar da bu durumdan bir o kadar şikayetçiyken, bunun adı
nasıl “sinerji” oldu, pek anlaşılamadı! Tüm açılış ve
davetler üst üste kesişti ve işin profesyonelleri, en hafif
deyimi kullanırsak, gerçekten mağdur oldular! “Fuar
nasıl geçti?”
sorusunu soracağınız hiçbir galerici “kötü geçti” demez.
Ama gerçekte nasıl geçtiğini bir tek Allah bilir tam olarak!
Sanat
koleksiyonerlerinin önemli bir kısmının hala tatilde olduğu
şikayeti sıkça dile getirilen bir serzenişti. Contemporary
İstanbul yöneticileri şunu bilmeye mecbur: arzu ederlerse objektif
bir soruşturma yapsınlar, katılan galerilerin %85’i, Kasım’dan
Eylül ayına çekilen tarihten hiç de memnun değillerdi. Umarım
gelecek yıllarda bu hatadan dönülür... İstanbul’a yıllardır
bu kadar başarılı bir sanat adrenalini veren Contemporary İstanbul
Yönetim Kurulu, katılımcıları ve sanatçıları da düşünmeli.
(Tabii bu söylediklerimiz, fuarın daha da iyi geçmesi için. Yoksa
oluşan büyük kalabalıklar ve dev kuyruklar gerçekten
sevindiriciydi. Bu başarı da alkışlanmaya değer.)
HAYDARPAŞA’DA
VAGONLARDA GELİŞEN FARKLI BİR “YEREL KOMŞU”
Ama
buna rağmen, en azından “azılı” sanat severler için, bu
Eylül ortasında, kentin her yerine bitmez tükenmez sanat ziyafeti
sunulmuştu! En azından doymak bilmeyen amatör sanat tutkunları
için dayanılmaz davetkar bir ortamdı! Kimse her yere aynı anda
gidemese de, kentin her yerinden sanat ve partiler fışkırıyordu!
Mesela ben size bienal kapsamında “komşu etkinlikler”
başlığıyla yapılan diğer uluslararası etkinliklerinden birini
de tavsiye etmek isterim (“Paralel etkinlikler” tarifi, bu sene
ciddi “pratik” (!) ve “hayli siyasi” sebepler yüzünden
kullanılamadı!). Koreli sanatçı dostum Park Byoung’un 22 yıl
evvel kurmuş olduğu ve benim de 15 yıldır üyesi olduğum “Nine
Dragon Heads”
uluslararası sanat grubunun, Denizhan Özer ve Magda Guruli
küratörlüğünde Haydarpaşa Garında vagonlara sanat
yerleştirerek, büyük sürprizler gerçekleştirmeleri birçok
sanatseverin büyük ilgisini çekti. 4 Ekim’e kadar, muhakkak
Haydarpaşa Garına gidin ve sergiyi gezin... Benim de insanın
birbirine, dünyaya, hayvanlara verdiği zararı betimleyen,
“ASSASSIN GREED”
başlığıyla yaptığım kendi vagonum, sizlere ilginç
gelebilir...
12
EYLÜL DÖNEMİ GİBİ...
12
Eylül sonrası dönem tüm hızıyla sürerken gençler gözaltında
kaybolup işkence odalarında erirken, partiler, demokratik kitle
örgütleri, sendikalar, bir bir kapatılırken morali yerlerde
gezinmeye başlayan ve ifade özgürlüğünü kaybeden halk
kitleleri kendilerini sanata vermişti. Bu dönem mizah dergileri ve
sanat dergilerinin tirajı tavan yapıyor, halk özgürce
izleyemeyeceği siyasal tartışmaların acısını sanatsal
metinlerden fotoğraflardan karikatürlerden heykellerden resimlerden
çıkarıyordu. Önce Milliyet Sanat ardından Hürriyet Gösteri
herkesi başka bir düzleme çekerken karikatür dergileri en
hinoğluhin
başlıklarla derinden ve çaktırmadan toplumu sarsıyordu.
NEREDEN
NEREYE!
Şimdi
Contemporary İstanbul’un ve Bienal’in gördüğü büyük ilgi
bana kaçınılmaz şekilde bunu hatırlattı: Bundan 38 yıl önce,
ben bağımsız bir sanatçı olarak yalnız çağdaş sanat yaparak
yaşama kararı aldığımda, bana inanan annem babam dışında
ailede kimse yoktu. Türkiye’de böyle bir piyasa değil, böyle
bir konu bile yoktu. Dört-beş koleksiyoner, izlenimci, klasik veya
oryantalist resim toplar, “modern resim”, Picasso veya Mirò gibi
bir imza taşımıyorsa, çerçöp sayılırdı. İşin “ticaretini”
başlatan, daha önce açıp kapanan Maya gibi galerileri bir köşeye
koyarsak, Yahşi Baraz
oldu. “Çağdaş” resim deyimi henüz literatürde pek yoktu.
1983 yılında AKM’de açılan kişisel sergim, belki yıllardır
görülen en büyük ve “taze” işlerle oluşmuş sergiydi kent
için.. Daha doğrusu öyle bir örnek yoktu, görülmemişti. Bu
ortamda artık resmi satılanlar arasında Doğançay, Akyavaş ve
ben vardık. Sonra oluşmaya başlayan bu küçücük piyasaya Kemal
Önsoy, İsmet Doğan, Balkan Naci gibi önemli yeni kuşak isimler
girmeye başladı. Bir Akademi’ye bağlı olmadan uluslararası
bağımsız sanatçı olarak yaşama fikrim, herkese göre uçuk
kaçık bir projeydi. Böyle bir örnek yoktu ülkemizden... Yola
çıktıktan sonrada geri dönüşü yoktu, bir şekilde başarmaya
mecburdum. Çünkü ya “iyi
örnek” olacaktım
ya da “kötü bir
örnek”.
Çıkılmaması gereken, riskler ve cehennem taşları dolu yolun
kötü örneği... NASA’nın dediği gibi, “Başarısızlık
bir alternatif değildir” denilen
bölgeydi bu... Detayları geçelim, arzu edenler otobiyografimin
ikinci cildi “Sonsuz
Okyanus”ta her şeyi
fazlasıyla öğrenebilirler. Ama en azından şunu bilin ki öyle
iki ay iki kursa katıldım diye aşırı havadan patlayacak kadar
uçmuş bilgiç insanlar ortalarda böyle fink atmıyordu. İnsanların
geneli ise daha mütevazi ama sanata belki daha saygılıydı.
BATIYA
MEYDAN OKUMANIN 33 YIL SONRA GELEN KARŞILIĞI!
İşin
hem yurtdışındaki hem de yurtiçindeki zorluklarını aşmak
zorundaydık. Sizi aşırı şematik bir özet yapacağım mecburen:
yurtdışında Amerika ve dört-beş büyük batı ülkesi dışında
neredeyse büyük sergilerde adı geçen hiçbir şey yoktu. Büyük
Batı, modern sanatın tüm kökenlerini güney ve doğu ülkelerinden
almış olduğunu unutarak kendini bir ticaret seline kaptırmış,
pupa yelken gidiyordu! Bu akıl almaz derecede önyargılı ve
kültürel emperyalist gidişata dur demek için 30 Haziran 1984’te
San Francisco Modern Sanat Müzesi önünde bir manifesto dağıttım.
Öğrenci vizesi bitmiş cebinde belki 20-30 dolar olan genç bir
adam, milyar dolarlık prestijli uluslararası batı sanat dünyasının
akışına çomak sokuyordu. Ama içimde en küçük bir tereddüt
yoktu, çünkü haklı olduğumu biliyordum. Bu yıl İstanbul
fuarının açılışından önceki hafta da, beni mutlu eden önemli
bir kitap elime geldi: Londra’da Penguin Books tarafından
yayınlanan bu yeni yapıtta, Jessica Lack’in derlemesiyle Why
are we artists? (Biz
neden sanatçıyız?)
başlığıyla, sanat tarihine yön veren 100 manifesto bir araya
getirilmişti. Aralarında 1933 yılından Peyami Safa’nın kaleme
aldığı “d grubu Manifestosu” ve benim 1984 San Francisco
Manifestom (Modern Art
History is a Western fait Accompli)
vardı Türkiye adına. İşin en güzel tarafı, kitabı
derleyenlerin bu bilgilere, kimsenin yönlendirmesi olmadan kendi
araştırmalarıyla ulaşmış olmalarıydı. 1984’te “bir
manifesto yazıp dağıttım ve bazı eleştirmenlerin bakış
açısını değiştirdim” diye dünyanın bir anda değişmeyeceğini
fazlasıyla biliyordum! Bir resmimin üzerinde belirttiğim gibi “bu
çok uzun bir savaş olacak”tı
(it’s gonna be a
very long fight).
Şimdi, 33 yıl sonra batının kendi tarih kitaplarında bunu kabul
edip dile getirmesi, çok güzel ve heyecan verici bir adım ama
inanın bu büyük ve uzun savaş devam ediyor; bunun kazanılması
için de öncelikle kendi insanlarımızın beyninin yıkanması ve
neyin mücadelesini verdiğimizi anlamaları lazım! Sanatı yalnız
bir yatırım veya hava atma yöntemi olarak görenlerin bu işe
katkıları yok denecek kadar az.
DEVLETİN
SIFIR KATKISI İLE YÜRÜYEN BİR SANAT ORTAMI...
Hiçbir
zaman tekrarlamaktan usanmayacağım. Dünyanın her ülkesinde
kültür bakanlıkları, belediyeler ve vakıflar, sanata ve
sanatçıya katkı yapabilmek için adeta birbirleriyle yarışırlar.
Türkiye’de ise bu devlet ve onu yöneten hükümetler, Atatürk ve
İnönü döneminden sonra, hiçbir müze açmamışlar, ülkeyi
“modern” veya “çağdaş” devlet müzesi olmayan tek devlet
haline getirmişlerdir. Sakın yalnız AKP’den söz ettiğimi
sanmayın. Adalet Partisi, Ecevit’in CHP’si, Milliyetçi Cephe
koalisyonları, ANAP, Erbakan-Çiller ya da Mesut Yılmaz
Hükümetleri, AKP’den önceki tüm hükümetler için de
geçerlidir bu. Bu ayıp bir ülkeye bin yıl yeter! Türkiye,
Metropolitan’ını da, MoMA’sını da, Centre Pompidou’sunu da,
Tate’ini de, Royal Academy’sini de, üretememiştir!
Yüzleşmemiz
gereken acı gerçek budur. Bugün dahi, ülkenin 100.000’i aşkın
camisine ek olarak biri Çamlıca tepesinde, diğeri Taksim’de iki
kocaman cami daha inşaat halindedir. Ülkede ayrıca özel veya
devlete ait, on binlerce spor tesisi vardır. Ama devlet “bir”
adet çağdaş sanat müzesi üretememiştir! Bu vahim bir
kararlılıktır ve siyaset adamlarımızın, Atatürk’ün kültür
devriminden hiç mi hiç anlamadıkları bu şekilde kanıtlanmış
ve kabak gibi ortaya çıkmıştır. Gerçekçi olarak da bu durumun
bugünün Türkiyesi’nde değişeceğine dair hiçbir emare yoktur.
Tam tersine sanatçılarla alay eden, onları aşağılayan veya
tehdit eden bir yapı egemendir. Bugün Türkiye’de sanat, devlete
rağmen, “Müslüman mahallesinde salyangoz satanlar” tarafından
yapılmakta ve ancak özel sektör ve koleksiyonerlerin desteği ve
merakıyla ayakta durabilmektedir. Onların da birkaç tehlikeli ve
hiçbir sanatsal geçmişi olmayan, çıkar peşinde koşan,
eğitimsiz ve sahte bilgiçlik taslayarak kendini kabul ettirmeye
çalışan sanat tacirinin entrika dolu tuzaklarına düşmeye
hevesli olmaları, bu ortamı daha da dramatik hale getirmektedir.
ANADOLUDAN
BİR TÜRLÜ GELEMEYEN TELEFON
Söz
veriyorum, burada bir kaç satıra sığdırmaya çalıştığım bu
konuyu ileride ilk fırsatta ele alacağım. Şöyle özetleyebiliriz:
Maalesef Türk çağdaş sanat dünyasının tüm yükü, İstanbul
dükalığının üzerine yıkılmıştır. Amerika’da da New York,
tabii ki sanatın merkezidir. Ama Kuzey Amerika kıtasında, New York
dışında, Los Angeles, San Francisco, Miami, Boston, Chicago,
Seattle ve onca başka bir şehirde de (çağdaş) sanat çok ciddi
fiyatlara, yat-kat fiyatlarına satılmaktadır. Belki kimse sağlıklı
olarak yüzdeleri bilemez ama kesin olan bir tek şey vardır:
İstanbul Türkiye’de satılan çağdaş sanatın % 94 civarını
kapsıyorsa,( +-%3 hata payı ile) böyle bir oran normal hiçbir
ülkede olamaz! Adanalılar, Antalyalılar, Bursalılar,
Eskişehirliler veya Trabzonluların, hiçbir zaman
“yeterince çağdaş sanata ulaşamama” gibi
bir dertleri yoktur. Güzel Anadolu’nun insanları, zenginliği
doktorları, mühendisleri holding sahipleri nefis evler yaptırırlar,
harika arabalar alırlar, çocuklarına Londra’da veya New York’ta
ev döşerler, havuz yaptırırlar, ama kesinlikle ciddi bir çağdaş
sanat eserine “para kaptırmazlar”! Konu paraları olmaması
değildir. Maalesef sanatın neden değerli ve yeri doldurulmaz,
uluslararası dünya prestij göstergesi ve en önemli bir yatırım
olduğunu bilmezler. Bunu öğrenmemişlerdir ve şu aşamada pek
öğrenecekleri de yoktur. Yalan söylemeyelim Anadolu’dan
koleksiyoner adaylar tek tük çıkabilir. Gaziantepli dostum Enver
gibi, İzmirli dostum Hüseyin Bey gibi... Ama onlar istisnadır.
Geneli, mesela duvar kağıdının metrekaresine 300$ vermeyi kabul
edebilirler! Ama duvarlarında hala aynalar, alakasız afişler, veya
çiçek-böcek resimleri vardır. Yani Anadolu’dan hiçbir doktor,
hiçbir bankacı, hiçbir toprak ağası kalkıp büyük bir galeriyi
arayıp “ya,
rahatsız ettim. Bizim kız evleniyor da, harika bir villa aldık
kendisine, ama beş büyük duvar için sanat eserine ihtiyacımız
var”
dememiştir! Yani o ilk telefon, ciddi koleksiyonerler platformundan
hala gelmemiştir. Ne kadar “tesadüf” demek istesek de bunun
öyle olmadığını çok iyi biliyoruz. İnanın bunun gerekçeleri
arasında mahalle baskısı da vardır. Çünkü komşuları “ya
sen deli misin kafayı mı yedin, bir resme bu kadar para verilir
mi?” demeye
hazırdırlar! Kendisine, çocuklarına, işyerine çağdaş sanat
eserlerinin “en ucuzunu” değil, “en iyisini” almak için
telefonunu eline alan bir vatandaşımız, henüz görülememiştir!
Yeniden düzenlenen eğitim müfredatının hedefleri göz önüne
alınırsa, daha da 2349 yılına kadar bu gidişle böyle bir
telefon zaten çalmaz.
ERDOĞAN
“HEYKELİMİ İSTEMİYORUM” DEYİNCE...
Geçen
hafta eminim çok iyi bildiğiniz gibi ilginç bir demeçle sarsıldı
sanat ortamı. “Bazı
belediyeler şahsımın heykellerini yapmışlar, bir defa bu bizim
değerlerimize terstir. Ben ne heykelimin dikilmesini, ne masklar
yapılmasını, ne bu tür görseller yapılmasını istiyorum, sakın
benden sonra benim heykellerimi yapmayın!” şeklinde
kararlı bir demeç verdi cumhurbaşkanı. Buna kim çok üzüldü,
kim çok sevindi, bilemem, ama eminim ki bu heykelleri şimdiden
yarınlarda dev ebatlarda anlaşmalı olmak üzere pazarlamak için
hazırlanan bazı uyanıklar, fena şekilde şap üstüne oturdular!
Projeleri ellerinde patladı. Üstelik Erdoğan, “Ben
heykel istemiyorum”
cümlesi ile de yetinmedi, “Belediyelerimiz,
lütfen bundan sonra bu yanlışlara tevessül etmesinler. Heykel
değil, hizmete yönelik eserler diksinler bunların bizim
değerlerimizle çatışan şeyler olduğunu bilmeniz lazım”
cümlesiyle adeta özellikle figüratif heykel sahiplerine meydan
okudu! Böylece Erdoğan, kendi heykellerini Atatürk’le
yarıştırmayı
tasarlayan güruhun önünü dönüşü olmayan bir şekilde fena
kesti...
BÜYÜKERŞEN’İN,
MUMYALAR MÜZESİ İSTANBUL’DA!
Vallahi
Erdoğan ne düşünür bilmem, ama Büyükerşen de onun canlı
heykelini yani mumyasını oturmuş yapmış! Böylece şaka bir
yana, ister misiniz Erdoğan illa “bu
da kalkacak” diye
yeri göğü ayağa kaldırsın?
Dün
Özdilek Park’ta açılışı yapılan Mumyalar Müzesi,
Büyükerşen’in mahir elleriyle ürettiği müthiş bir kültür
yuvası haline gelmiş! Sevgili
değerli dost Yılmaz Büyükerşen'in, Mumya Müzesi’nin açılışına
katıldık. Kah kendimi Atatürk ile İsmet Paşa arasında buldum,
kah, Uğur Dündar'ın Halk Arenası’nda Yılmaz Özdil ve Necati
Doğru arasında yer buldum, kah Nazım Hikmet veya Yaşar Kemal gibi
muhteşem yazarlarımızın masalarına konuk oldum. Harika bir
deneyimdi. Yirminci yüzyıl Türkiyesi’nden günümüze, ülkenin
önde gelen siyasetçileri, yazarları sanatçıları arasında
seçilen 105 ismin birebir ölçüde mumyası vardı. Müzenin ilk
girişinde de ben varım. Bu, Eskişehir'den sonra Yılmaz
Büyükerşen’in açtığı ikinci mumya müzesi. Muhakkak
gezmenizi öneririm! Bu keyif kaçırılmaz ayrıca çocuklarınıza
“Türkiye'de Kim kimdir?” konusunda ders vermek için daha iyi
bir yöntem bulamazsınız... Büyükerşen, burada çok önemli bir
bellek oluşturmuş. Her geçtiğimiz gün, o Cumhuriyet kadrosunun
değerini bu halk umarım daha iyi anlayacak..
Hem
sanat aşkına, hem inadına sanat diyoruz işte bu nedenlerle!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.