30 Kasım 2015 Pazartesi

UPSD 14. Genel Kurul basın bülteni‏



UPSD 14. Olağan Genel Kurulu dün (29 Kasım 2015)
İstanbul’da UPSD Merkezi’nde yapıldı ve
Bedri Baykam 4. defa UPSD Başkanlığına getirildi.

Baykam üç yıllık yoğun faaliyet raporunu okuduktan sonra, dünyanın en zor dönem ve coğrafyasında görev yaptıklarını ve ayrıca geçen ay Çek Cumhuriyeti/Pilsen’de yapılan UNESCO Resmi Partneri IAA/AIAP Uluslararası Sanat Dernekleri 18. Genel Kurulu’nda Dünya Başkanı seçilmesiyle birlikte sanat dünyasının gözünün Türkiye’ye çevrildiğine dikkat çekerek tüm kurullarda yer alan üyelere büyük sorumluluklar düştüğünü vurguladı. Önümüzdeki dönemin faaliyet programının ele alınması ve diğer tüzük değişikliklerinin yanı sıra UPSD üye giriş aidatının genç sanatçılar için %50 indirimli olmasına karar verildi.

Seçimlerle oluşan UPSD’nin yeni dönem Yönetim Kadroları aşağıdaki üyelerden oluştu:

YÖNETİM KURULU ÜYELERİ
BEDRİ BAYKAM Başkan
BAHRİ GENÇ Başkan Yardımcısı-Sayman
TİJEN ŞİKAR Genel Sekreter
ASLI ÖZOK
MURAT HAVAN
CEYLAN MUTLU
FAZİLET KENDİRCİ

YÖNETİM KURULU YEDEK ÜYELERİ
AYŞE EREL
DENİZHAN ÖZER
PINAR PARTANAZ
BOZKAYA ALDAŞ
DENİZ SAĞDIÇ
NEBAHAT KARYAĞDI
BETÜL AYDINER
YÜCEL DÖNMEZ

ONUR KURULU
HÜSAMETTİN KOÇAN
NİLÜFER ERGİN
TOMUR ATAGÖK
ÖZDEMİR ALTAN
SEYHUN TOPUZ
MUZAFFER AKYOL
RAHMİ AKSUNGUR
EKREM KAHRAMAN

DENETLEME KURULU ASİL
BÜNYAMİN ÖZGÜLTEKİN
EKBER YEŞİLYURT
FEHİM GÜLER

DENETLEME KURULU YEDEK
TÜLİN ONAT
BARIŞ SARIBAŞ
DURSUN DÖNMEZ

ÜYE KABUL ASİL
BERNA ERKÜN
MUSTAFA KARYAĞDI
NURGÜL DÖKMECİER

ÜYE KABUL YEDEK
BAHAR KOCAMAN
SONYA TANRISEVER
BİLGE ALKOR

27 Kasım 2015 Cuma

UPSD'nin Can Dundar ve Erdem Gul hakkındaki bildirisi‏


UNESCO RESMİ PARTNERİ IAA/AIAP TÜRKİYE ULUSAL KOMİTESİ
ULUSLARARASI PLASTİK SANATLAR DERNEĞİ (UPSD)
CUMHURİYET GAZETESİ’NDEN CAN DÜNDAR VE ERDEM GÜL’ÜN TUTUKLANMALARINI PROTESTO EDİYOR VE
BASIN ÖZGÜRLÜĞÜ ÇAĞRISI YAPIYOR!
27.11.2015


Cumhuriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Can Dündar ve Ankara Sorumlusu Erdem Gül’ün dün (26 Kasım 2015) tutuklanmaları, Türkiye’de basın ve düşünce özgürlüğünün ötesinde, haber alma özgürlüğünün de artık tam bir karanlık döneme girdiğinin kanıtıdır.

Araştırmacı gazeteciliğin, dünyanın her yerinde bilinen konuların iç yüzünü araştırmak ve derinine inmek gibi kamuoyunu ilgilendiren temel hak ve çalışma yöntemlerini yok sayarak sorumlu gazetecileri aylarca tehdit ettikten sonra hapse atmak, ancak anti-demokratik rejimlerde görülebilecek çağdışı bir uygulamadır.
Zaten uygulanan yöntem, yani önce habere veryansın etmek, sonra hedef göstermek, ardından da yargıyı o hedefe kilitleyerek mesleğini yapan gazetecileri zindana atmak, her hangi bir medeni hukuk devletinde kabul edilebilir yöntemler değildir. ‘Bağımsız yargı’ ve ‘kuvvetler ayrılığı’ bu şekilde tamamen yok sayılmıştır.

Türkiye Cumhuriyeti ve geçmişinde onca baskı ve basın şehidi olan Cumhuriyet Gazetesi elbet bu karanlık günleri aşacaklardır. Türkiye, baskılara ödün vermeyecek kararlı ve gururlu bir halka sahiptir. Ancak, bu yöntemlere başvuranları tarih tüm marifetleriyle hatırlayacaktır.

Kamuoyuna saygılarımızla duyurulur.

Bedri Baykam
UPSD Başkan
IAA/AIAP Dünya Başkanı

Yönetim Kurulu
Bahri Genç
Tijen Şikar
Murat Havan
Nebahat Karyağdı
Ceylan Mutlu

PANEL | Koleksiyonerlikte Tehlikeli Batı Sapması, 3 Aralık Persembe, 17.00-19.30‏


25 Kasım 2015 Çarşamba

SEVGİLİ KÖŞEDAŞLARIM: CUMHURİYET’TE “KURBAĞA ILIK SUDA PİŞİYOR”; PEKİ RAHİP NİEMÖLLER’İ HATIRLAYAN VAR MI? | BEDRİ BAYKAM


Şu andan itibaren Cumhuriyet yönetimi ve özellikle Can Dündar hakkında söylediklerimi tekrarlamak istemiyorum. Bu da en azından bu süreçte bu konuda kaleme aldığım son satırlar. Yazdığım iki yazıda bu konuyu fazlasıyla irdeledim. Mantıksızlıkları, çelişkileri, bahane üretim mekanizmalarını teşhir ettim. Nasıl Fethullahçıların sahte kanıt üretim merkezlerinde can kardeşlerimiz hakkında onca sahte delil, tutuklama bahanesi üretildiyse, bu yüzden Tuncay Özkan, Mustafa Balbay, Doğu Perinçek ve Soner Yalçın gibi sayısız aydınımız ve Genel Kurmay Başkanına kadar sayısız komutanımızı yıllarca zindana attılarsa, nasıl bundan 52 sene önce Kennedy cinayeti konusunda Warren Komisyonu üyeleri ve darbeciler, gerçekleri saklamak için akla karayı seçip delilleri yok etme başarılarıyla tarihe geçtilerse, “Can Dündar mantığı” da en az o kadar ödüllerini topladığı demokrasi kavramını doğduğuna pişman etmeyi başardı.
KURBAĞA ALIŞTIRILARAK PİŞİRİLİYOR...
Beni burada biraz daha yakından ilgilendiren, Cumhuriyet gemisinin içinde kalan değerli yazar ve gazeteci arkadaşlarımın yaşanan infazı ve geminin toptan değiştirilen rotasını anlayıp anlayamayacakları. Nedeni ortada: Cumhuriyet’ten çıkan ve giren isimlere bakan herkes, bir ideolojik operasyon yapıldığını görebilir. Fakat bu operasyon, “yavaş yavaş pişirilen kurbağa” örneği gibi sinsice ve bir sürece yayılarak yapılıyor. Nazilerin Kristal gece katliamı gibi bir toplu yok etme değil bu. Kendini kurnaz sanan sinsi bir sürekli öğütme. Kimi yazar vefat ediyor, yerine farklı ideolojiden biri getiriliyor. Kimisi “yönetim seçimiyle” değişiyor, kimisi istifaya zorlanıyor, kimisi ne olduğunu anlamadan kendini denize atılmış buluyor. “Arada bir” yazan diğer bazı Atatürkçü yazarlara ise, gazetenin kepengi indiriliyor, “başka kapıya” denmiş oluyor. Benim infazımda ise Can Dündar bilinçaltı dürtülerine mağlup oldu ve gazeteye uyguladığı ideolojik metamorfozu açığa çıkaran abartılı bir hamleyi sudan bir bahaneyle yapıverdi. Kör Salih bile bunu gördü. Bu usulca yapılan ameliyat şimdi birden ayyuka çıktı, insanların gözüne battı. PKK veya F tipi hakkında yapılan ve yapılmayan yorumlar veya satır aralarında değişen niyetlerin aranması birden geride kaldı, takke düştü, kel göründü. İtiraf edeyim, Can, itirazlarımı dile getirdiğim konuşmalarımızda beni bile tereddüde düşürüp“acaba?” dedirtmişti. Gazetenin aldığı yeni çarpıcı farklı liberal kadroyu sorguladığımda, bana yelpazeyi genişletmek ve solun her rengini temsil etmekten söz etti. “Bekleyelim, görelim” dedim. Sonuçta yapılan sansür ve “Atatürkçü CHP” arayışlarına vurulan doğrudan darbeyi herkes gördü ve gündeme taşıdı. Nasıl Parti’de, Kürt sorununa bakış, fiili ve yarı resmi olarak değiştirildiyse, “Ermeni soykırımı” tanımlamasına sıcak bakanlar veya doğrudan bunun propagandasını yapanlar listelerde öne çıkarıldıysa, nasıl Parti’nin sözcülüğüne İslami partilerden gelen Bekaroğlu çıkarılabildiyse, nasıl “düşmanımın düşmanı dostumdur” mantığıyla olsa da, dün demokrasi ve Cumhuriyet’in bir numaralı düşmanı olan “F tipi” şaşırtıcı köprüler oluşturulabildiyse, Cumhuriyet de bu gidişata paralel koşarken Y-CHP’yi ve Y-Cumhuriyet’i benim gibi kökten Atatürkçülerin “şerrinden” korumak istedi! Yani Dündar, “bir taşla iki kuş” vurmuş oldu!
SEVGİLİ KÖŞEDAŞLARIM VE RAHİP NİEMÖLLER

Yine en az şu “ılık suda yavaş yavaş pişen kurbağa” hikayesi kadar ünlü bir diğeri var: Alman rahip Niemöller’in: “Önce komünistleri almaya geldiler, bir şey demedim, komünist değildim, sonra Yahudileri almaya geldiler, bir şey demedim, Yahudi değildim..” diye başlayıp devam eden o muhteşem ders metni... Peki soru şu: Orhan Bursalı, Ataol Behramoğlu, Zeynep Oral, Ali Sirmen, Işık Kansu (ki yakın zamanda kendisi de direkten dönmüştü!), Mine Kırıkkanat, Şükran Soner, Erol Manisalı gibi gazete içi dostlarım, bu infazı görmezden mi gelecekler? “Nasıl olsa biz gemide duruyoruz, birinin daha suya atıldığını duymadık” mı diyecekler? Göreceğiz. Çünkü bazı kritik viraj olayları vardır ki, artık farklı izahat arama reflekslerini birden öldürür... Bu sevgili yazar arkadaşlar olan biteni görüp tepki verebilecekler mi, yoksa ezbere bilip defalarca kullandıkları bu örneği, sevgili gazetemizin iç eylemleri hakkında da gündeme getirebilecekler mi? Geçmiş tecrübelerine ve isimlerinin ağırlığına baktığımda sorunun yanıtı, onların doğruları görecekleri yönünde. Bugün bunun Cumhuriyet’te yaşandığını görmezden gelip “canım bana ne, ben CHP üyesi miyim sanki” derlerse, herhalde bir daha ömür boyu o rahibin adını ağızlarına alamayacaklarını eminim biliyorlar... Ben onlardan “Bedri Baykam’ı savunmalarını” istemiyorum. Savunduğumuz ortak demokratik siyasi değerleri ve gelecekte kendi mevzilerini gazete içinde savunmalarını istiyorum. Umarım kendimi ifade edebildim. Bu ikazı yapmak, benim bu süreçte Cumhuriyet’e yönelik dile getirdiğim sorumluluklarımın sonuncusuydu. Cumhuriyet, daha önce de benzer işgaller yaşadı. 1991 yılında İlhan Selçuk’lar, Uğur Mumcu’lar gazeteden ayrıldılar, liberal kabus geçtikten sonra da 1992’de evlerine döndüler. Bilmem başka söze gerek var mı?

24 Kasım 2015 Salı

“Y-CHP” VE “ULUSALCILIK” İKİLEMİ | Bedri Baykam | 24.11.2015


DERSİMLİ KEMAL”
Kılıçdaroğlu göreve geldiğinden beri, CHP’ye demokrasi vaat etti. Bu arada Parti’nin kökleriyle ilgili algılarının “Ortodoks” CHP’lilerden farkı, göreve geldiğinin ilk haftası anlaşıldı. Mesela benim için o ilk hafta Radikal’le yaptığı röportajda manşete taşınan “27 Mayıs’ı yapanlar şimdi utanıyor” cümlesi, ciddi bir yol ayrımının ağır işaretiydi. CHP kültüründen gelen bir insanın kullanacağı bir cümle değildi bu. Gerekçelerine girmiyorum, ayrı bir makale konusudur. Ama zaten cümle toptan yanlıştı ve CHP hinterlandına ait bir insandan gelecek bir cümle değildi. Ortada buna benzer bir düşünce taşıyan ne bir eski dönem gazetecisine, ne de eski bir siyasi veya askere rastladım. “İdamlar hatalıydı, o insanları kahraman yaptı” dedi herkes, genel kanı böyleydi, hepsi bu. Kılıçdaroğlu’nun Cumhuriyet’in ilk yılları ile ilgili sorunları da hep oldu. Yani “Dersimli Kemal” söylemi, İnönü hakkında getirilen ağır suçlamalara sessiz kalma, “biz eski CHP değiliz” sözleri, hep liberal ve merkez medyada malum yankıları bulan çıkışlar oldu. “Türkiye’de laikliğe yönelik bir tehlike yoktur” gibi şakamsı sözler bile duyabildik CHP zirvesinden. 


CHP’NİN KADRO ENGELLİLERİ
Nasıl yazılarımda “Ben Cumhuriyet Gazetesinin genel gidişatına, tablonun geneline bakarım” dediysem, aynı şey CHP için de geçerli. Sanki Atatürkçülük uzak tutulması gereken bir veba! Sayın Kılıçdaroğlu, hiç bir zaman Atatürkçülüğü ile tanınan siyasetçi, yazar, düşünürleri A kadrosuna değil, herhangi bir kadrosuna bile almadı. Sonuçta tabii ki zaten CHP kadrolarının çoğunun da Atatürkçü olduğu söylenebilir, ama ben başka şeyden söz ediyorum. Bu konuda emek harcamış, kitap yazmış, siyaset yapmış, yurdu taramış eylemci insanlardan söz ediyorum. Alev Coşkun, Uluç Gürkan, Vural Savaş veya rahmetli Alpaslan Işıklı gibi ağır isimlerden söz ediyorum. Buna daha bir çok genç yazar-eylemci isim de eklenebilir. Ümit Zileli veya Tevfik Kızgınkaya gibi, Suay Karaman gibi. Bu dostlarımız gibi sayısız isim hep dışarıda kaldı.


ULUSALCILIK KELİMESİNİN UĞRATILDIĞI ANLAM KAYMASI
Bu tavır, merkez medya ve TV sunucuları arasında “ulusalcı” adıyla anılan Atatürkçü kesimin hep aşağılanması ve anti-demokrat/faşist gösterilmesine paralel gitti. Ortada saçma bir algı oluşturuldu. Buna göre “ulusalcılar”, şayet demokrasinin gelişmesi isteniyorsa, her şekilde uzak tutulması gereken kesim olarak görüldü. Bir çeşit “demode” statüsüne geçirilerek kendi bazı mecraları dışında toplumdan izole edildi. Malum haber kanallarının tartışma programlarından ve gazetelerden uzak tutuldular. 
CHP içinde de bu farklı olmadı. Parti, gerek kuruluş kökleri, gerek tarihçesi gerek örgütü ve yoğun Atatürkçü seçmen kitlesine rağmen kendisine çekinmeden başkanınca  “Yeni CHP” dedirterek farklı bir kulvara girdi. Baykal’ın anti-demokratik dar vizyonundan şikayet derken ortaya bir de partinin kendi temel yapısından uzaklaşması geldi. Olayın vahameti, Kılıçdaroğlu’nun, Ekmeleddin İhsanoğlu gibi, (şayet Erdoğan Cumhurbaşkanlığını istemeseydi) AKP’nin “taktik adayı” olabilecek bir ismi, Partinin bayrağı haline getirmeye kalkışmış olabilmesi! Hem de inanmadan, bir miting bile yaptıramadan. 
Peki oturup sorgulamak lazım: Bu ulusalcılık nasıl bir şeydir ki? Nasıl bir öcüdür? Nedir ağır suçları? Laikliğe bağlılığı mı, yobazlığın eğitimden bürokrasiye, siyasetten hukuka sızmasını engellemek istemeleri mi yoksa Atatürk'e değişmez saygısı mı? Tarikatlarla arasına koyduğu mesafe mi? Bağımsızlık arzusu mu? Ülke bütünlüğüne ırkçılığı reddederek sahip çıkmaları mı? Belli değil! İlginçtir ki, dinci-faşist grupların DA, bayrak sevmelerinden yola çıkıp, kendilerini “milliyetçi” olarak tanımlamalarını referans alan kimi Atatürk karşıtları, hemen oradan Kemalist yurtseverleri aynı sepete atıp, hiç bir utanç taşımadan aynı kasede bu grupları çalkalayabiliyorlar. İşte merkez veya liboş veya yandaş medyanın ekran ve sütun prensesleri, prenslerinin bu saptırmaları, sessiz şekilde CHP’ye de yansıyan dalgalar yaratıyor.


ÖZAL’I ALTI OK’A TERCİH ETMEK!
Aslında Y-CHP köklerini 1993-95 yılları arasında Türk siyaset sahnesinde sahte bir heyecan yaratan Yeni Demokrasi Hareketi’nden alıyor. Sn Kılıçdaroğlu, o hareketin ana ekseninden yola çıkarak CHP’yi “demokrasi, ifade özgürlüğü, yolsuzluk karşıtlığı” hatlarından yakalamayı başardı. Ama Parti’nin geri kalan temel değerleriyle arasına koyduğu mesafe gün geçtikçe ortaya çıktı. Kılıçdaroğlu, CHP tarihinden en çok Ecevit’ten söz etmeyi seviyor, ama sevdiği liderlerden söz ederken Menderes ve Özal’ı da eklemeyi ihmal etmiyor! Yani kendisi için bu liderler, zaten yeniden tanımlamak istediği “Altı Ok” felsefesinden kesinlikle daha çok iz bırakmışa benziyor. Tabii gerçek CHP seçmeni tabanında bu hayranlıkların bıraktığı etki, soğuk bir duştan ibaret. Yani bu “ezber bozma” (!) pek hayırlı olmuyor.
Sonuçta, ortaya çıkan resim şu: Ermeni soykırımı iddialarına, Kürtlere, tarikatlara, İslamcılara, “F tipi”ne rahatlıkla açılabilen, ama Atatürkçülere kapanmayı refleks haline getiren bir liderin partisi artık CHP! Halbuki partinin takılıp kaldığı %25’lik oy limiti, sanılanın aksine büyük oranda ülkenin ödünsüz laik, altı okçu, Atatürkçü kesimlerinin oyu. Zaten Kılıçdaroğlu’nun örnek aldığı ve kendi arkadaş damarlarını beslediği YDH’nin de %40 oy alacağını iddia edip %0,4 aldığını hatırlarsak, bu ideolojik bölgenin oy potansiyeli biraz daha ortaya çıkar. Aynen Y-CHP’nin de tüm destek ve çabalarımıza karşın, patlama yapamaması gibi!
Eğri oturup doğru konuşalım: CHP’de kimseden Atatürkçülüğe müsamaha etmesini istemiyoruz. Atatürkçülük CHP’nin ana atar damarıdır, kurucu felsefesidir. CHP’yi bu doğal köklerinden yapay dönemsel kanırtmalarla koparmaya çalışanlar, CHP’ye ve Türkiye’de solun muhalefet gücüne rötar yaptırmaktan başka bir sonuca ulaşamazlar. Ulusalcılık kelimesine de kimsenin alakasız canavarımsı uydurma anlamlar yüklemek, kimsenin haddi değildir.

İşte bu okumuş olduğunuz makaleyi kimi yapay sahte demokratların, neden “Y” organlarda yayınlamak istemediklerini şimdi daha iyi anlamışsınızdır umarım!     

18 Kasım 2015 Çarşamba

Bedri Baykam'dan Cumhuriyet'e cevap-2‏

Bedri Baykam'ın Cumhuriyet'in bu hafta da yazısını yayınlamaması üzerine verdiği ikinci cevabı 
ve bu haftaki yazısını ekte bulabilirsiniz.




CAN DÜNDAR’IN CUMHURİYET’İ NEREYE KOŞUYOR?
Bedri Baykam

BEN RESMİN GENELİNE BAKARIM: ALINAN VE ÇIKARILAN İSİMLERLE CUMHURİYET’E NASIL BİR GELECEK HAZIRLANIYOR?

CUMHURİYET’İN UĞRATILDIĞI YAPAY KİMLİK DEĞİŞİMİ:
YENİ BİR RADİKAL VEYA TARAF MI ZORLA DİZAYN EDİLİYOR?


Geçen hafta Cumhuriyet’te uğradığım sansürden sonra, gerekçesinin elle, mantıkla tutulur bir yanı olmadığını net olarak gördüğüm bu absürd tavra karşı, bu hafta yazımı yine aynı saatte gazeteye yollayacağımı bildirdim. Ve yolladım da... Bu sabah gazeteyi elime alıp sayfamı açtığımda gördüm ki yine “ilan” haline gelmişim! Yazımdan eser yok, o sütunlarda icra dairelerinin “taşınmazın açık artırma ilanı” var. Aslında o sayfada ilan şık durmuyor, mizanpaj bozulmuş. Onun yerine, örneğin, bir Oral Çalışlar yazısı çok daha iyi gelirdi! Birazdan bu dediğimi daha iyi anlayacaksınız.

GEÇEN HAFTA YAZDIKLARIM
Öncelikle hatırlatarak toparlayalım: Geçen hafta “Sevgili Gazetem Cumhuriyet’e Yanıt” başlıklı yazımda, Can Dündar’ın benim Kılıçdaroğlu’na ithaf ettiğim açık mektubu yayınlamamasının gerekçelerini ele alıp yanıtlamıştım. Hızla bunları hatırlarsak, Dündar adına üzgünüm, mızrak kılıfa sığmadı. Benim “CHP üyesi olduğum için gazete veya parti arasında seçim yapmam gerektiğini” söyleyen Dündar’a şu anda ne bir sıfatım, ne de bir başkan adaylığım olduğunu, ayrıca Mustafa Balbay’ın bu gazetede onca zamandır CHP milletvekili olarak yazdığını hatırlattım. Şimdi kurultay sürecinde üç ay yazılarına ara vermiş olması, konumuz değil. Çünkü o “Genel Başkan Adayı”, bu normal. Seçilemezse, yine Cumhuriyet’e dönecek. Demek ki, siyasetin göbeğinde Parlamento’da bir CHP milletvekili, adaylığından önce ve sonra Cumhuriyet’te hem de haftada 5 gün ilk sayfadan yazabiliyorsa, Bedri Baykam da herhalde haftada bir, salı günleri 16. sayfada yazabilir! Bu gerekçeyle aksini iddia eden mantıktan sınıfta kalır, bunu geçelim. Burada bana söylenmek istenen, benim CHP sade üyeliğimin Balbay’ın milletvekilliğinden, 16. sayfa haftada bir yazılarımın da Balbay’ın ilk sayfadan haftada 5 yazılarından “daha ağır ve önemli” olduğu ise, bunu tabii ki kabul etmem mümkün değil, gülünç bir sav olur.

Dündar o koltuğa, dolaylı olarak, sayemde oturmuştu! Yine o yazıda hatırlattığım diğer bir nokta, Ağustos 2014’te yine Kılıçdaroğlu hakkında Başkanlığı Bırakmanız İçin 11 Gerekçe Sayın Kılıçdaroğlu” başlıklı yazım Cumhuriyet’te sansüre uğrayınca, İcra Kurulu adına Sn. Akın Atalay bana özel telefon ederek ifade haklarıma engel olan sorumluların cezalandırılacağını bana bildirmiş, ardından da ertesi haftaki makalem “Cumhuriyet’ten özür” yazısı ile yayınlanmış, gazete bu hassasiyet nedeniyle Genel Yayın Yönetmeni ve Yazı İşleri Müdürünü görevden almıştı. Şimdi ise 15 ay sonra, aynı gazetenin yeni Genel Yayın Yönetmeni kalkıp yine Kılıçdaroğlu hakkındaki bir yazımdan yola çıkarak beni sansürlemekle kalmıyor, yazılarımı toptan kaldırıyor! Tabii ben gazetenin İcra Kurulu’nun tutarlılığı ve ciddiyeti açısından yine bir özür telefonu ve yayınlanacak mektubu bekliyorum! Aksi takdirde bir CHP yazısı ile Genel Yayın Yönetmeni değişikliğine neden olduğu bildirilen bendeniz, bu sefer farklı bir CHP yazısı ile gazeteden uzaklaştırılmış olacağım! Bu kadar çelişkiyi basın dünyasında pek gördüğümü hatırlamıyorum. Umarım Akın Bey bugün veya yarın beni arayarak yine duruma el koyar! Uzun lafın kısası, Can Dündar’ın bahanesi, zayıf ötesi kötü ve tutarsız. Ayrıca unutmasın ki, bir önceki Genel Yayın Yönetmeninin değişimi ve kendisinin o koltuğa oturuşu, bu anlattığım şekilde dolaylı olarak benim nedenimle yaşandı! Bu gazeteden gelen resmî tebliğ. Ha, birisi çıkıp diyebilir ki, “bu işin bahanesiydi”; orasını bilemem. Bana söylenenleri ve yazılanları dikkatle ciddiye almak durumundayım ben. Bu nedenle resmî olarak gazetem Cumhuriyet’e güvenmekle yükümlüyüm. Resmî neden bu... Aksi bir durum varsa, birileri açıklar herhalde! Dün, pazartesi, Güray Öz’ün benim geçen haftaki “Sevgili Gazetem Cumhuriyet’e Yanıt” yazımı yayınlamadan savlarıma verdiği yanıt ise, çok havada kalıyor. Çünkü ne Akın Atalay’ın sözünü ettiğim Ağustos 2014 yanıtına, ne de 30 yıldır süren fiili duruma uyuyor. Siz CHP hakkında konuşamayan bir Cumhuriyet yazarı düşünebiliyor musunuz? Benim CHP’de 17 yıldır sıfatım yok! O nedenle Öz’ün mantık arayışı da hiç tutmuyor. Benim Türkiye, CHP veya Cumhuriyet gazetesi için istediğim “demokrasi”nin birbirinden farkı yok! Ayrı ele alınmaları zaten mümkün değil. Hepsi birbirine bağlı kavramlar. Biraz düşününce bu görülür. Kaldı ki Öz’ün yazısına göre, Balbay’ın da Cumhuriyet’te yazılarına, yalnız Genel Başkan adaylığı sürecinde değil, CHP üyeliğinden istifa edene kadar son verilmiş oluyor! (Çünkü benim durumum aynen bu!) “Doğrusu, siyasi parti yöneticilerinin kural olarak gazetelerde yazarlığa son vermeleridir” demiş! Bakalım bana yapmaya çalıştıkları kıyamı Balbay’a nasıl uygulamayacaklar?

BEN RESMİN GENELİNE BAKARIM: CUMHURİYET NEREYE KOŞUYOR?
Biraz bu tutarsızlıkları bırakıp resmin geneline göz atalım. Can Dündar’ın, Genel Yayın Yönetmeni olarak nasıl bir Cumhuriyet resmi çizmeye çalıştığına bakalım. Nuray Mert, Ahmet İnsel, Aydın Engin, Ceyda Karan, Semih İdiz, Celal Başlangıç ve T24’ten transfer edilen diğer isimler saygın gazeteciler olabilirler, itirazım yok. Ama herhalde “Atatürkçü” yazar-düşünür olarak tanınmazlar. Herkesin Atatürkçü olması da şart değil. Ama bir gazete, onları alır, buna paralel olarak da bünyesinden yazı işleri ve haber merkezinden onca ismin üstüne dün Ümit Zileli, Alev Coşkun, bugün de Bedri Baykam’ı çıkarırsa, bu gidişatı insanların fark etmemesi mümkün değildir! Genel resimde, Cumhuriyet’in artık solun geniş yelpazesine değil, anti-Kemalist çizgiye ve liberalizme yöneldiği fazlasıyla ortaya çıkmıştır. Bu savımı şöyle somutlaştırabilirim: Daha önce NTV’ye, ekrana hep benzer liberal-ılımlı İslamcı isimler çıkmasını eleştirip onlara bazı sol-Atatürkçü yazarlar önermiştim. Buradan da kendisine önerebilirim: Vural Savaş, Uluç Gürkan, Cengiz Özakıncı, Suay Karaman, Turhan Feyizoğlu gibi... Şimdi meraktan soruyorum: Can Dündar bu listeden yazarları arasına katmak isteyeceği kaç kişi var? Buyursun benim yerime onlar arasından birilerini alsın o zaman!

Y-CHP’NİN Y-CUMHURİYET KORUMASINA İHTİYACI YOK!
Can Dündar’ın gösterdiği eleştiri tahammülsüzlüğü, hoşgörüsüzlük ne yazık ki abartılı boyutlarda bir ideolojik dar çizgi çerçevesinde, bir “Y-CHP” ve neo-liberal duruş korumasına dönüşüyor. Gazetenin Ermeni soykırımı, HDP-PKK, Kürt sorunu gibi konulardaki duruşunun gözle görülür şekillerde değişmeye başlamış olması, demek ki tesadüf veya algı genişlemesi değildir. CHP, kendi içinde demokrasiyi yaşamaya alışmış, kendi rotasında Can Dündar’ın korumasına ihtiyacı olmayan köklü bir özgür tartışma alanıdır. Sn. Kılıçdaroğlu “Yeni CHP”den bahsedebilir, demokratik olarak karşı çıkanlar yanıt verir, işin özü bu kadar basittir ve ortada sansürlenecek bir şeyler yoktur. Bu sansüre CHP’nin de alet edilmesi ayrıca üzücüdür.

CUMHURİYET’E KİMLİK DEĞİŞTİRTMEK
Cumhuriyet gazetesi, Cumhuriyetimiz ile neredeyse yaşıt, büyük, köklü bir kurumdur. Anlayamadığım şey, Can Dündar’ın Radikal, eski Yeni Yüzyıl ya da Taraf’ta yapması gereken gazete şablonunu, Cumhuriyet’e uygulamaya kalkışmasıdır. İnsan bu yapı-bozmadan ne zevk alır, anlayamıyorum. İki sene sonra “bakın işlem tamam, ben Cumhuriyet’ten artık bir Radikal yaratmayı başardım” diyebilme zevki için mi? Peki, herkesin her türlü hedefi, takıntısı olabilir de, bu kadar tutarsız ve gazeteye köklerini kaybettiren bir çıkışa gazete niye alet olur? Cinsiyet değişimi gibi bir operasyona girişmek ülkenin bugünkü yapısında Cumhuriyet’e yakışıyor mu? “Yakışıyor” diyorlarsa, ne ala diyorum ben de! Buna inananlara hayırlı olsun demekten başka yapamayız. Ama şunu da eklemeden geçemeyeceğim: bu, Cumhuriyet’i gerçek kimliği, gerçek okuru ve gerçek ideolojik kökeninden yapay zorlamalarla kopartma operasyonudur. Sonu hayırlı değildir.

MUSTAFA” FİLMİ TARTIŞMAMIZ
Anlaşılıyor ki, Can Dündar Cumhuriyet’e adapte olmak yerine, yapay şekilde Cumhuriyet’i kendisine adapte etme yoluna gitmiştir. Yazık ki bu operasyonu kurnazca bir fırsat olarak kullandığına inanan Dündar, gazeteyi kamuoyu önünde gereksiz yere yıpratmış oluyor. Kendisinin Atatürk hakkında yaptığı filme, “Mustafa”ya dair yazdığım yazı geldi aklıma. 10 Aralık 2008’de yazdığım “Mustafa Filminin Ölüm Noktası” makalemde, Dündar’ın konuyu demokratlığa getirmesine karşın yaptığı gafları bakın nasıl eleştirmiştim:

İşe önce ‘ölüm noktası’ olarak adlandırdığım bu düzeydeki gaftan başlayalım. Filmin ikinci yarısında, 1930’da, Atatürk’ün üç haftalık bir yurt gezisine çıktığı, halktaki hoşnutsuzluğu, dalkavuklardan ve rüşvetlerden şikâyetlerini biraz şaşkınlıkla öğrendiği anlatılıyor. Oğlumun kulağına fısıldıyorum “Bak şimdi Serbest Fırka’dan söz edecek”. Ne gezer! Dündar, o noktadan sonra birden 1933’e, 10. Yıl Nutku’na atlıyor, sonra da ardından Atatürk’ün yine ne diktatörlüğü kalıyor ne de muhalefeti toptan yok etmesi…”

SONUÇ:
Atatürk hakkında bu algı operasyonunu bu kadar sorumsuz ve vurdumduymaz şekilde girişmeyi göze alabilen bir insanın, Bedri Baykam hakkında da bu uydurma bahanelere tenezzül etmesi, şaşırtıcı değil. Atatürk’ün hayatı hakkında hiçbir gazeteci bu kadar bilgi eksikliğine sahip olamayacağına göre, bu bir ideolojik saptırma tercihidir. Bunu geçmiş hakkında yapan bir insan “Atatürk’ün partisi neden Atatürkçü çizgiden bu kadar uzaklaşıyor?” sorusunu soran bir yazarını susturmuş, çok mu şaşırdınız? Ben şu anlamda şaşırdım: Dündar’ın karmaşık ve dar kişisel zihniyetini bu kadar abartılı şekilde yönettiği gazeteye yansıtmaya çalışacağını sanmıyordum! Yazık diyorum, hepsi bu. Tabii gazetedeki diğer çalışma arkadaşlarımı tenzih ederek söylüyorum bunu. Dündar artık istediği liberal, “yetmez ama evet”çi ya da 2. Cumhuriyetçi gazeteyi etmeye devam edebilir. Tabii sansüre, basın ve düşünce özgürlüğüne, yazı kaldırtmaya karşı bir yürüyüşte ya da ödül töreninde Can Dündar’a rastladığımda, önce orada nasıl dik yürüyebildiğini soracağım, ardından da bu çelişkileriyle kendisini başbaşa bırakacağım.

------------------------------------------------------------------

PARİS KATLİAMI “GELİYORUM” DEDİ 
BEDRİ BAYKAM
17 Kasım 2015

Gündem başımıza taş yağdırınca, CHP Kurultay’ı yerine Paris derdine düştük. Kentin sokaklarında katliamdan 48 saat sonra bir restoranda patlayan ampul, binlerce Fransız’ın saygı duruşlarını bırakıp neredeyse birbirini ezerek kaçışmasına neden oluyor. Bunlar videosunu izlediğimiz panik sahneleri. Yalnız Paris değil, dünya bir travma yaşıyor. Mesaj açık: “Artık illa o kafir Charlie-Hebdocular gibi Peygambere laf etmiş olmanıza gerek yok. Bir yerde eğleniyor veya içki içiyor olmanız bile hedef olmanız için yeter”. Hatta bunun devamında otobüs veya metroyu kullananlar bu sefer havaya uçurulsa, kimse şaşırmaz. Zaten İspanya, İngiltere veya New York olaylarında senaryo aynen bu değil miydi? Daha önce El Kaide’den de alıştığımız (!) şekilde aynı anda gerçekleştirilen üçüz-dördüz bombalar patlarken Fransız halkı, 11 Eylül’de televizyonlarda izlediklerinin birden aktörü haline dönüşüyor.
PARİS’İN ADIM ADIM DEĞİŞİMİ
Paris’in dokusu, yıllar üstünden adım adım değişti. Catherine Deneuve’ün, Pierre Cardin’in, sarışın “garson” kızların, kumral fahişelerin, Brigitte Bardot ve Gunther Sachs’ın Paris’i artık pek gündemde değil. Mini Cooper veya Peugeot arabaları işgal edenler de mini etekli mankenlerden çok, her renkten, ırktan, meslekten insan... Yabancı öğrenciler, işçiler, göçmenler derken 21. yüzyılın ırk ve din kavgaları, aynen bu “Işık Şehri”ne transfer oldu. Sonuçta önce Arap-Yahudi gerilimi, ardından da köktendinci-İslamcı çıkışın yansımaları şehirde net olarak hissediliyor. Artık Fransa doğumlu 3. kuşak Arap veya Türkler’in önünde iki yol var: ya Fransız yaşam tarzını, en azından “Paris enternasyonalizmini” hazmetmiş olmak, ya da yavaş yavaş gettolarda, kendi yaşam ünitelerini kurup Avrupa’ya karşı sürrealist bir cihat savaşına katılmak. Sonuçta Fransızlar’ın ortalama 1.5 çocuğu pek geçmeyen doğum oranı, onların ise en az 4-5 rakamına rahatça ulaşmaları karşımıza yetersiz yaşam koşullarının hıncını alabilmek için Fransa’yı matematik olarak fethetmeye çalışan kararlı bir anlayış çıkarıyor. Paris’e gürültülü çıkartmalar yaparak, banliyö yaşamlarında yasadışı işlere karışmaktan da rahatsızlık duymayan yeni bir insan tipi bu. Bu ortamda büyürken kendini tehlikeli bazı gerici imamlara teslim edilmiş bulan kimi çocuklar-gençler arasında köktendinciliğe kayanların sayısı artıyor. Onlar artık Ortadoğu kökenli büyük dinci terör örgütlerinin fanatik katılımcısı veya uyuyan terörist hücresi olma yolunda hızla mesafe kaydediyorlar.
CHARLİE HEBDO’YA LANET, IŞİD’A MÜSAMAHA!
Sonuçta ortaya basit karikatürde bile dine hakaret arama meraklısı olan, bu uğurda her türlü ölüm fetvası çıkarmayı, ortalığı yakıp yıkmayı, şiddeti kendine hak gören bir profil çıktı. İslam Devleti’nin El Kaide’nin pabucunu dama atarak geliştiği ve Al Bagdadi’nin kendini “Halife” ilan ettiği şu son yıllarda, dünyada kafa kesen, her yerde masum insan kanı akıtmaya çekinmeyen bir canlı türevi oluştu. İşin en acı tarafı, “İslam bu değildir” sözlerini arada mahcupça telaffuz eden hiçbir Müslüman grup, bu caniler aleyhine ciddi bir tepki seli geliştirmedi, İslam dininin bu kadar ağır yara alarak tüm dünyada “terörle eşanlamlı” bir kimliğe bürünmesine dur diyemedi.
SAVAŞ HALİ
Şimdi Fransa, Cumhurbaşkanı Hollande ve Başbakan Valls’ın ağzından en sert karşılık ve açıkça “savaş” sözcükleriyle rahatlamaya çalışıyor. Pazar gecesi Fransız uçaklarının IŞİD’ın Suriye kalesi Rakka’yı 10 uçakla bombalamaya başlaması, intikam duygusunun doğrudan yansıması. Çünkü Charlie-Hebdo olayının ardından paniği dindirmeye çalışan, “abartmayın, ortada öyle tehlikeler yok” diyen ve aynen bizdeki “İkinci Cumhuriyetçiler” gibi bir uyuşturucu görevi üstlenen Edwy Plenel veya Emmanuel Todd gibi entellektüeller, bu “Cuma13” katliamının ardından birden gözden düştüler. Buna rağmen bence “demokrasi ve özgürlükler şampiyonu Fransa” bizim yaşadığımız her etaptan geçmeye devam ederek, yobazlığa kılıf arayan yeni yazar-çizerlerle tartışmayı canlı tutacak. Ne zamana kadar mı? Ne yazık ki yeni ve daha büyük bir katliam o dalgayı da utancından masa altına itene kadar. Çünkü o seviyeye tırmanmış ve bir an önce eylemini yapıp kendini patlatarak hurilerine kavuşmaya çalışan limitli algı ve kültürdeki insanları geri kazanmanın yolu tıkalı.
Bizim ülkemizde de, iktidarın zirvesinden ana muhalefet liderine kadar, kullanılan söylemlerde, “Aman IŞİD’ı azdırmayalım, fazla hedef almayalım” tavrı sürdükçe, başımıza taş yağmaya devam edecek. Çünkü bu hükümet, batıya verdiği göstermelik sözler dışında, bu mücadelede iki yüzlü stratejisini sürdürüyor.

12 Kasım 2015 Perşembe

SEVGİLİ GAZETEM CUMHURİYET’E YANIT | BEDRİ BAYKAM


Polemik, alışık olduğum bir yazı türü, ama sonuçta ben gazetemle polemiğe girmeye alışık değilim. Ne var ki, sevgili Cumhuriyet, Salı günü yazımın yayınlanmamasını kamuya açık bir tartışma konusu haline getirmeyi tercih etti, bu nedenle ben de kendi sosyal medya mecralarıma ve basına, bana yazılan metinle ilgili yanıtlarımı yolluyorum.

- Gerek Cumhuriyet’te yazımla ilgili çıkan “ilksöz”den, gerek Can Dündar’la yaptığım görüşmelerden bir şeyi anladım: Sonuçta herkesin Türkiye’de bir haber veya görüşün saklanması veya yayınlanmaması için bambaşka bahaneleri, ya da hadi bahane demeyelim de, “kendilerine göre” haklı gerekçeleri var! Bu merkez medya, Cumhuriyet veya yandaş medya için de pek değişmiyor. Değişen, gerekçeli kararın maddeleri, hepsi bu... Bu durumu kabul etmiyorum, içime sindiremiyorum.
- Ben bu gazetede 1987’den beri yazıyorum. 2004’e kadar, değişik günlerde aralıklı yazdım, son 11 yılda ise her Salı günü okuyucularımla buluştum. Bu 11 yılda ne tatil, ne hastalık, ne de bir başka gerekçeyle okuyucularımdan ayrı kaldım. İki konu hariç: Bıçaklandığımda iki hafta yazamadım. Onun dışında yazımın farklı gerekçelerle yayınlanmaması da, belki 3-4 kere yaşandı. Örneğin, Ergenekon davası sırasında Adliye Sezonu nedeniyle, haftaların birinde çok sert yazmışım diye yazıyı yayınlamayı göze alamamıştı yönetim. Hepsi bu. “İzin-tatil-içimden gelmedi-yazısı elimize ulaşmadı vs.” gibi alışık olduğunuz yöntemleri, tek bir kere kullanmadım. Bundan 15 ay kadar önce ise, yine Kılıçdaroğlu ile ilgili bir yazım Cumhuriyet’te yayınlanmamıştı. Yazının içeriği, Kılıçdaroğlu’nun istifa etmesi gerektiği ile ilgili 11 maddeydi. Bunun yanlışlığını o kadar anlatmama rağmen, sansür uygulandı. İki gün sonra Cumhuriyet’in üst düzey yöneticilerinden Akın Atalay beni aradı ve bu sansüre çok üzüldüklerini aktardıktan sonra, “bu arkadaşlara gereken yaptırımın uygulanacağı” mealinden sözler söyledi. Ardından gelen günlerde  Cumhuriyet’in genel yayın yönetimi ve yazı işlerinde bilinen büyük değişiklikler yaşanacak,. İbrahim Yıldız da bu süreçte yerini Can Dündar’a bırakacaktı. Ertesi hafta benim yazım (CHP Örgütü’ne: Egemenlik Kayıtsız Şartsız Kılıçdaroğlu’nun mu?) Cumhuriyet’te yayınlandı ve yazının altında Cumhuriyet, okurlarına bir açıklama koyarak, düşünceyi ve ifade özgürlüğünü gazetenin bir özgür yazarı olarak kullanamadığımı belirtip bundan duyulan üzüntüyü okurlarıyla paylaşıyordu. Buyurun, 26 Ağustos 2014 tarihli Cumhuriyet notunu okuyun:

Açıklama ve Özür:
Yazarımız Bedri Baykam’ın geçen haftaki yazısı editoryal değerlendirme neticesinde yayımlanmamıştır. Konuyu ilk toplantısında değerlendiren İcra Kurulu’nca, bu uygulamanın yazarın yorum, eleştiri özgürlüğüne “müdahale niteliğinde” olduğu belirlenerek sorumluları hakkında gereken yaptırımın uygulanmasına karar verilmiştir. Bu nedenle yazarımızdan ve okurlarımızdan özür dileriz. 
Saygılarımızla 
Cumhuriyet Gazetesi İcra Kurulu

Nasıl? İnanılmaz bir metin değil mi? İşte o günden sonra da bu haftaya kadar bir “kesik yemedim”.
- O zaman soruyorum sayın Atalay’a ve tüm Cumhuriyet Gazetesi İcra Kuruluna: Son aylarda “etik” duruşunuzda hangi ağır değişiklikler oldu da, dün “Bedri Baykam’ın yazısı sansür edilmiş” diye ivedi ve büyük bir hassasiyetle yazı işleri kadronuzu değiştirirken, bugün, o yazının onda biri sertliğinde olmayan, CHP tüzüğüyle ilgili bir teknik yazı bahane edilerek bu sefer yazar açığa alınmaya çalışılıyor? Etik hassasiyetlerinizdeki bu büyük U dönüşünün gerekçesi nedir? Ve şayet bu değişiklik yaşanmışsa, o zaman “biz büyük bir hata etmişiz, meğer Baykam’a bir yıl önce Genel Yayın Yönetmeni ve yazı işlerinin getirdiği sansür haklıymış, biz bu nedenle uyguladığımız yaptırımları geri alalım, bir önceki Genel Yayın yönetmenimizi ekibiyle geri getirelim” mi diyeceksiniz? O zaman o günkü açıklamanızı geri alıp dün dündür, bugün bugündür deyip, o ekibe hakkını teslim edin de bari mantık olarak şaşırtıcı değişiminize rağmen hiç olmazsa onun içinde tutarlı kalın.
- Dün bana Cumhuriyet’in internet sitesinde ve Sn. Dündar’la yaptığım görüşmede, “Parti ve Gazete”nin bir arada yürüyemeyeceği, bunun etik anlamda yanlış olduğu, konunun yazının içeriği ile ilgili olmadığı aktarıldı. Bugün Cumhuriyet’te de okuyacağınız yazıda, Pazartesi günü CHP ile ilgili yayınlanan bir bildiride “imzam” olduğundan, “kongre sürecinde aktif siyasi faaliyet içinde olduğum/olacağım anlaşıldığından”, yazılarıma yer verilmemesinin uygun görüldüğü açıklandı. Bunu desteklemek için de “bir Parti’de yöneticilik yapan ya da aktif siyaset yürüten kişilerin gazetecilik yapmasına ve düzenli köşe yazmasına cevaz vermemektedir” denilerek Balbay’ın da Genel Başkan adaylığı çerçevesinde yazılarına “ara verdiği” hatırlatıldı. 
- Bütün bu “etik gerekçe” arama çabalarında bana göre, ne yazık ki, bir tutarlılık yok. Hem de birçok nedenle... Özetlemeye çalışabilirim:
- Benim şu anda CHP’de hiçbir görevim yok. Ayrıca ben Balbay gibi bu süreçte Genel Başkan adaylığına aday da olmadım. O da benim siyasi kariyerimde 2003’te yer alan bir çıkış. Tekrar gündeme getirecek olsam, herkes zaten bir günde öğrenirdi. Ama şu anda böyle bir şey yok.
- Sonuçta sevgili gazetemin elinde, 1987’den beri süren yazarlığımı durdurma gerekçesi olarak, kendi gazetelerinde sayfanın yirmide biri boyutunda koydukları bir bildiri haberinde adımın “imzacılar” (!) arasında geçiyor olmasından daha ağır bir veri yok. Bu tavrın ne yazar- gazeteci etik ilişkilerine uygun olduğunu ne de okurları veya kamuoyunu tatmin edebileceğini sanmıyorum. Bu inanılmaz derecede zayıf bir iple yamaca bağlanmış filin ağırlığıyla ortada duran bir dengesizliktir.
- Sevgili arkadaşım Mustafa Balbay’la ilgili verilen örnek, zaten satırların kendi içindeki çelişkisini fazlasıyla açığa çıkarıyor. Şöyle ki, Cumhuriyet önce şu sözleri kaleme alıyor: “Hem genel gazetecilik etiği, hem de Cumhuriyet’in yayın geleneği, bir Partide yöneticilik yapan ya da aktif siyasi faaliyet yürüten kişilerin gazetecilik yapmasına ve düzenli köşe yazmasına cevaz vermemektedir”. Ardından Balbay’ın bu süreçte “Genel Başkan adayı olduğu için yazılarına ara verdiği” hatırlatılıyor. Buna da peki... Şimdi ne anlıyoruz? Balbay, CHP Milletvekili iken gazetede yine sayısız köşe yazısı kaleme aldı (Milletvekilliği herhalde aktif siyasetin doruklarından biri!). Bu yazılar bir sorun olmadı, şimdi aday olduğu için bir süre bıraktı, ardından anladığımız herhalde Genel Başkan seçilirse, gazeteyi bırakacak, seçilemezse de bu süre sonunda dönüp Milletvekili olarak yazılarına devam edecek. Bu cümlelerin başka türlü bir izahı yok. Peki Balbay’ın Milletvekili ve aktif siyasetin göbeğinde bir insan olarak, hem de artık benim gibi “Genel Başkan eski adayı” sıfatıyla dönüp yazacağı sütunların bir mahsuru yok da, benim bazı Partili dostlarımın bir bildirisine onay ve katılım imzası atmış olmam mı korkunç bir mahsur? Ne ağır imzam varmış da haberim yok derim, ama fazla egosantrik durur!
- Sonuç olarak bu savda, ne yazık ki, geçerli bir tutarlılık yok. Herhalde Bedri Baykam’ın bu büyük “imza vermiş olma” vebalinin yanında, neredeyse her gün yazan Balbay’ın Milletvekili olarak yazacağı yazıların da değeri ve ağırlığı –estağfurullah!- yok sayılamaz. Balbay, bir saygın aydın ve vekil olarak bu gazetede yazabiliyorsa, bu bir “mahsur” değilse, Bedri Baykam da demek sıfatsız bir CHP’li olarak kitap eki uzunluğunda yazsa, mahsur yoktur.
- Sn. Can Dündar’la yaptığım telefon ve mesaj görüşmelerinde gazetenin “sansür iddialarına yanıt” olarak yayınladığı metni “anlayamadığımı, anlam veremediğimi, ne bir adaylığım ne de bir sıfatım olmadığını” vurguladığımda, Sn. Dündar bana somut olarak “Particilik ve gazeteciliğin beraber yürüyemeyeceğini, şayet CHP’den istifa edersem, istediğim kadar, istediğim şekilde Cumhuriyet’te yazmaya devam edebileceğimi” vurguladı. Bu hesaba göre, 30 yıl sonra birden tezahür eden bu yeni kararı göz önüne alırsak, demek ki Sevgili Balbay da Genel Başkan seçilse de, seçilmese de CHP’den istifa etmezse, Cumhuriyet’te bir daha yazamayacak! Bunun da Cumhuriyet için doğru ve hayırlı bir karar olmayacağını düşünüyorum, hatada ısrardan kimseye bir fayda gelmez. 
- İtiraf etmem gerekir ki, Cumhuriyet'te bugün çıkan “Sayın Baykam’ın kongre sürecinde aktif siyaset içinde olduğu/olacağı anlaşıldığından yazılarına yer verilmemesi uygun görülmüştür” sözleri beni biraz gülümsetti. Hissedilen ihtimaller üzerine hesap kesmek, aklıma yayınlanmamış kitaplar yüzünden evi basılan yazarları veya matbaaları getirdi. Bu bir falcılık denemesi mi? Böyle ciddi bir sav olabilir mi? Ayrıca bu tip önemli konularda, daha ben nerede durduğumu bilmiyorken, sevgili gazetem her şeyi biliyorsa, lütfen bana da anlatsınlar, ben de öğrenmiş olurum! Bu daha çok mizah dergisi tadında bir şaka herhalde. Bir insana “ya bir gün aktif siyasete girerse...” diye bir ön “suç” atfedilebilir mi hiç? Bu arada Balbay için “yazılarına ara verilmesi”, benim için ise “yazılarına yer verilmemesi” ibareleri, dikkatimi çekti. Herhalde tesadüftür, aşırı hassas mı oldum? :))
- Cumhuriyet’te yazdığım her yazının arkasındayım. Sonuçta CHP ile ilgili yazdığım yazılarda da, hep Partinin vicdanı oldum. Ne Baykal, ne Kılıçdaroğlu’na karşı hiçbir zaman körü körüne muhalefet yapmadım, alkışı hak ettiklerinde de fazlasıyla gündeme getirdim. Hep Partinin genişlemesi ve Türkiye’yi bataktan çıkarması için gerekli olduğuna inandığım adımların, objektif ve kararlı sahibi oldum. Ne mutlu bana ki, kimilerinin U dönüşlerinin, “yanlış anlamışım”ların, “o günler her şey farklıydı”ların yanında daima 30-20-10 yıl önce veya dün yazdığım yazıların hepsinin arkasındayım ve her dediğim doğru çıkmış.. Bu düz ve tutarlı çizgimle de övünç duyuyorum. Hangi Türkiye’de mi? Hala her dediğinde yanılmış “yetmez ama evet”çilerin, eski 2. Cumhuriyetçilerin parlatılıp tedavüle sokulmaya çalışıldığı şu günlerde...
- Sonuçta 30 yıldır yazdığım gazete benim gazetemdir ve öyle kalacaktır. “Yeni” bir konjonktürde gazeteyi ele alanlardan tek ricam, Cumhuriyet’in demokratik duruş ve tutarlılığına daha fazla zarar vermeden, yanlıştan dönmeleridir. Hatadan, çelişkilerden dönebilmek bir erdemdir. Sayın Dündar ve Cumhuriyet üst yönetiminden beklentim, gazetemize ters düşen bu uygulama denemelerini bırakmaları ve “zararın neresinden dönersek kardır” mantığıyla bu ağır çelişkilerle dolu durumu düzeltmeleridir. 
- Bu çelişkiler bu şekilde ortada tutulursa, bunun gazeteye vereceği zarar ortadadır. Çünkü o zaman insanlar doğal olarak, yeni Cumhuriyet yönetiminin “ideolojik tercihler” nedeniyle bu kararı aldıklarını söyleyecekler ve  olay kaçınılmaz şekilde başka boyutlara tırmanacaktır. Örneğin son dönemlerde benim anlayamadığım nedenlerle gazete dışında kalan Alev Coşkun, Ümit Zileli gibi değerli yazarların da ideolojik duruşları gündeme gelir.
- Önümüzdeki Salı, Cumhuriyet’e yayınlanması için yollayacağım yazımı, buradan açıklıyorum: Konu, CHP’nin zoraki manevralarla Atatürkçülük’ten uzaklaştırılma çabalarına dur denmesi gerektiği olacaktır. Yaşanan siyasi ortam hakkında yapılan her dürüst yorum, her aydının boyun borcudur, kamburu değil. Ayrıca tabii ki CHP’den de hiçbir şekilde istifa etmeyeceğimi, Atatürk’ün partisinin bir sade üyesi kalsam bile, bu mücadeleye somut olarak aynı kararlılıkla devam etmenin benim için bir gurur olduğunu tekrar ısrarla söylüyorum. 
- Tutarsız gerekçelerle, ne benim ne de Balbay’ın Cumhuriyet’ten ayrılmasına da gerek yoktur. Ben buradayım, yazılarımla her zamanki gibi aynı diklikte durmaya devam edeceğim. Gazetemin bu durumu düzeltip, yoluna devam edeceğine inanmak istiyorum. Cumhuriyet hiç kimsenin veya hiç bir dar bakışın Gazetesi olamaz, demokrasi ve düşünce özgürlüğünü, başkaları için isteyip, kendisi uygulamayan gazete hiç olamaz!

Cumhuriyet Gazetesi ve kamuoyuna saygılarımla.

Bedri Baykam
------------------------
SÖYLEDİĞİNİZ MÜMKÜN DEĞİL SN KILIÇDAROĞLU, ÇÜNKÜ...
Bedri Baykam
10.11.2015


Sayın Kılıçdaroğlu, CHP 1 Kasım’da yine başarısız oldu. Siz bunu da “yaşanan olağandışı şartlar”a bağladınız. Son 19 ayda 4 seçim geçirdik. Her başarısızlığa bahaneler bulabiliriz. Mesela başka hangi olağanüstü şartlar yüzünden E. İhsanoğlu’nu Çankaya’ya aday göstermiştiniz? Veya daha sonra hangi gerekçelerle bu beyefendiyi Meclis Başkanlığı’na dahi layık bulmadınız?
TÜZÜK ÇELİŞKİLİ VE SAKAT
Demokrasi mücadelesi veren gazeteciler, eski partililer, kızgın seçmenler dahil, herkes size yardım etmeye gayret etti. Kadro veya politikalarınızla ters düşsek bile... Ama artık yeni bir lider aramamak, CHP’nin unutturmaya çalıştığınız köklerini özlemle anmamak imkansız. Dolayısıyla Kurultay, sizin Y-CHP’nizle gerçek Altı Ok’un CHP’si arasında geçmelidir.
Genel başkan adayları ortaya çıkmaya başladı. Siz de bir jestle, parti içinde de özgürce propaganda yapabilmeleri için yeşil ışık yaktınız. Güzel bir temenni, ancak mümkün değil. Nedenini hatırlamıyorsanız, lütfen dinleyin:
2003’te Sn. Baykal karşısında Genel Başkan adayı olduğum kurultayda, delegelerin %5’inden imza almak lazımdı. Ben %10 toplamıştım. Ancak Baykal ve ekibi, seçime birkaç saat kala, üstelik çok şaibeli bir önerge oylamasıyla, gerekli imza sayısını %20’ye çıkardı. Hem de o seçimde geçerli olmak üzere! Tarih, faşist partilerde bile “maçın 87. dakikasında kural değiştiren” böyle bir skandal görmemişti. Ama başkanlık hırsı, bu karanlığı bile hazmettirebildi birilerine. 2010’da yönlendirdiğim yeni Demokratik Devrim Tüzüğü kitapçığında bu ve buna benzer birçok nokta gündeme geldi. Sizin 2012’de yaptığınız yeni tüzükle ilgili, kurultayda dinlemediğiniz bir konuşma yaptım. Dinlemediniz, çünkü ne yazık ki CHP Genel Başkanlarının böyle bir alışkanlığı yok! O gün şunu dile getirdim: Bu tüzük geçerse, CHP Genel Başkanlık seçimi illegal olacak. Çünkü tüzüğe göre bu seçimin ‘gizli oy- açık tasnif’le yapılması şart. Ama 2003’te geçirilen ve 2012’de yürürlükte bırakılan maddeyle Genel Başkan adayı, delegelerin %10 ‘açık’ imzasıyla teklif ediliyor. Ve bu açık imzalar, diğer bir adaya da imza veremiyorlar. Yani bu imzalar, açıkça ‘oy’ değeri kazanıyor. Yani böylece CHP Genel Başkanı ‘açık oy-açık tasnif’le seçilmiş oluyor! Bu çelişkinin hukuki olarak kabulü mümkün değil” dedim. Kürsüden indiğimde Sn Atilla Sav bana geldi ve “Partinin hukuk işlerinin ortasında olarak bu ikazınızı daha önce ben de MYK’ya anlattım, ama beni dinlemediler” dedi. Her zamanki mantıksız el indir-kaldır işlemiyle bu sakat madde geçirildi. 
Sn Kılıçdaroğlu, istifa etmeyerek, Kurultay’ın geldiğini hatırlattınız. Ben de size bu illegal tüzüğü hatırlatarak, adaylara eşit mesafe ve söz hakkı iddialarının hayal ötesi olduğunu vurguluyorum. Halbuki 2003 öncesindeki gibi, delegeler birden fazla adaya imza verip adaylık konuşmalarında onların vizyonlarını algılayabilseler, hem demokratik yarış şansı olacak, hem de o imzalar “oy” değeri taşımayacağı için Tüzükteki o hukuksuzluk olmayacak! Aylarca süren kampanya emeği çöpe atılırken, milletvekili olarak hiçbir itirazınız olmadı!
DEMOKRATİK DEVRİM UYGULANMADI
Sn Kılıçdaroğlu, bu hukuksuz maddeler kaldıkça, mağlup Başkan isterse 30 yıl yerinden kalkmaz. Yarın kurultayda, gövde gösterinize katkıda bulunmak isteyen onca il başkanı ve delege, sizi öneren imzalar arasında olmak için yarışacak! Sonuçta milletvekilliği veya belediye başkanlığının bu ilişkilerden geçtiğini herkes biliyor.
Baykal dönemine dair getirdiğiniz eleştirilerin arkasında duramadınız. 2003 adaylığım ve 2010 Demokratik Devrim Tüzüğü’nde önerdiğim yenilikleri deforme edip 5 yıla yayarak, özür dilerim, kör topal uyguladınız. %30’dan, %10’a indirdiğiniz gençlik kotası, Parlamento’ya tek bir genç (!) sokmanıza elverdi. %33’lük kadın kotası ise CHP’ye 45 değil 21 kadın milletvekili kazandırabildi. Çünkü o kotalardaki insanları doğru oranda seçilebilir yerlere yerleştirmiyorsunuz. Ayrıca basından öğreniyoruz ki, yolsuzluk dedikodularının üzerine giden partililerimiz, sizin tarafınızdan temizlikle tehdit ediliyor! Bu “yolsuzluk dosyalarıyla” ünlenen kendi imajınıza uyuyor mu? Arkadaşlar haksızlık yapıyorsa başta kendileri hesabı öderler. Yoksa ne farkımız kalır eleştirdiğimiz iktidardan? Hem böyle bir aklanma fırsatını belediyeler neden kullanmasın?
Ayrıca varolan delegelerle olağanüstü kurultaya gitmekten neden korkuyorsunuz? İşte bu nedenlerle, sözünü ettiğiniz “eşit yarış şartları” gerçek durumu yansıtmıyor, Sayın Kılıçdaroğlu.