26 Haziran 2020 Cuma

DEMOKRASİNİN KARARLI KAHRAMANLARI | Bedri Baykam | 25.06.2020


30’larının sonlarında, en verimli çağında olan genç insanlar düşünün. En büyük dertleri, nerede tatil yapacakları olabilirdi! Ama onlar, siz doğruları öğrenin diye gazetecilik yapmayı tercih ettiler. Dün sabahın erken saatlerinde gittik Çağlayan Adliyesi’ne, “Barışların Davası”na… Gazetecilerin haksız esaretlerine dur demek ve adalete sahip çıkmak için… Çevremdeki isimler arasında OdaTv’den Pınar Saraçoğlu, tiyatrocu Orhan Aydın, Cumhuriyet’ten Şükran Soner, avukat Celal Ülgen, CHP milletvekilleri Özgür Özel, Tuncay Özkan, Barış Yarkadaş, Mahmut Tanal, Kadir Gökmen Öğüt, Aylin Nazlıaka, Muharrem Erkek ve Utku Çakırözer gibi yakından tanıdığınız aydınlar ve siyasiler vardı. Barış Terkoğlu, Barış Pehlivan, Murat Ağırel, Hülya Kılınç, Aydın Keser ve Ferhat Çelik’le yüreklendirici bir diyaloğa girişmeye çalıştım. Terkoğlu ve Pehlivan, benim de Cumhuriyet’in ara döneminde, 2,5 yıl yazdığım ve evim gibi gördüğüm OdaTv’nin en çarpıcı, çalışkan ve cesur araştırmacı gazetecileri.
Davanın tamamına katılamasam da, 5 saat uğraştıktan sonra mahkeme salonuna girip Terkoğlu ve Pehlivan’ı görüp onlarla dayanışma selamlaşmamızı yapabildim. Şeffaf olması gereken adaletimizi, bir sır ve sis perdesi kuşatmış durumda! Sanki adalet ve demokrasi ile buluşacağımız alanlar giderek daraltılıyor. Bu kadar önemli bir dava neden çok daha büyük bir salona alınmıyor? Neyse, hiç olmazsa avukatlar katılabiliyor ve takip edebiliyor (!)

BAROLARIMIZIN DİRENCİ KAZANDI!
Avukatlarımız, yalnız bir meslek odası değil, adeta evleri olan baroların kaderi ve geleceği için günlerce yürüdüler. Her zamanki gibi gösterişten uzak, mütevazı ama kararlı, ne dediğini bilen değerli arkadaşım, İstanbul Barosu’nun asil başkanı Mehmet Durakoğlu ve ödünsüz, Atatürkçü, cumhuriyetçi, demokrat tavırlarıyla diğer bütün illerimizin güzide baro başkanları… Hepsi Ankara’nın girişinde bir araya gelip, kararlılıkla Anıtkabir’e yürümek istiyorlardı. Bu tabii ki birilerine fazla geldi! “Yollar yürümekle aşınmaz, bırakın yürüsünler” diyen Demirel’i bile arar olduk. Eskişehir Yolu’nun Ankara ile birleşme noktasında durdurulan baro başkanlarımız, o andan itibaren açık eziyet gördüler. Darp edilenler, tartaklananlar, itilip kakılanlar, tehdit edilenler, yere yatırılanlar, gözaltına alınmaya çalışılanlar… O üzücü görüntülerde işin her karanlık tonunu gördük. Ankara Büyükşehir Belediye Başkanlığı tarafından gönderilen kumanyaların engellenmesi, ihtiyaçlarını gideremesinler diye kapattırılan ve “sosyal mesafe” cezası kesilen kafe, iki kilometre ötedeki benzin istasyonuna yürümek zorunda kalan değerli avukatlar, polis kalkanları ile kuşatmalar… Metin Feyzioğlu’nun, artık bizleri asla şaşırtmayan, kurnaz manevraları ve ona kanmayan, dimdik duran güzel yurdumun her noktasından gelen baro başkanları… Gaziantep’ten Bektaş Şarklı, İzmir’den Özkan Yüce, Kocaeli’den Bahar Gültekin Candemir, Sivas’tan Hacı Yılmaz Demir, Antalya’dan Polat Balkan, Kayseri’den Cavit Dursun tüm diğerleri ve onları karşılayan Ankara Baro Başkanı Erinç Sağkan… Aklıma bir yandan demokrasi tarihimize geçen bu güzel insanlar ve dirençleri geliyor, bir yandan da Feyzioğlu’nun sözleri kulaklarımda yankılanıyor: Acaba bu yürüyüş gerçekten yargının sorunlarını çözmek için mi yoksa başka bir sebep için mi?” Sizce bu soruya cevap vermeye değer mi?
Önlerinde örülen her duvara karşı çıktılar, direndiler, kazandılar ve Atamız ile buluştular, ondan güç almayı başardılar! Onlara destek veren Önder Sav, Meral Akşener, CHP ve tüm siyasilere teşekkür ediyorum. Yaratılmaya çalışılan nedir? “Benim gibi düşünmeyen yazmasın, araştırmasın, hatta gazetecilik yapmasın; benim gibi düşünmeyenin sağlam bir avukatı-savunması da olmasın.” Bu düşünce tarzının tabi başka açılımları da var, “benim partimden kopup siyasete devam edenler başka hiçbir baltaya sap olamasın, siyaset yapamasın. CHP zaten düşman, onların her işi ters gitsin, tercihen de yok olsunlar!” AKP doğrudan bir futbol liginde oynasa, inanın ya tek başına oynamak isterdi ya da hem bütün hakemleri, müşahitleri, federasyonu, belki ve hatta rakip takımın teknik yönetimini kendi üyeleri arasından seçmek isterdi!
Gerek Barışlar’ın gururlu duruşu, gerek barolarımızın kararlı direnci, gerek bu siyasi mücadelelere destek veren aydınlar, bu ülkede aydınlanmanın silinmesi mümkün olamayan izlerine imza atıyorlar.

İLHAN SELÇUK, BEHRAMOĞLU, ÇÖLAŞAN, MEYDAN VE AYDIN DÜRÜSTLÜĞÜ
Anti-demokratik baskılar Cumhuriyet Gazetesi’ni yine hedef aldı. Dün başlayan diziyi muhakkak satır satır okuyun: Hukukçuların, gazetemize yapılan bu kabul edilemez baskı ve tehditlere olan yanıtlarını kaçırmayın! Geçen hafta Türk aydınlarına yaptığım açık çağrı da yerini buldu, çok olumlu sesler getirdi. Gerçekten inanmak istiyorum ki artık “27 Mayıs” dendiğinde bazı sevgili yazarlarımız o suçluluk duygusu ile kıvranan “İlk faşist darbeydi” nakaratından kendilerini kurtarmış olacaklar. Bu hafta, Meclis, Yassıada’nın aldığı kararları iptal etti. Ama, geçmişin yaralarını tedavi edelim, acılara anlayış gösterelim, kabul. Ama darbelere karşı durmakla, tarihe uydurma kulplar takmaya çalışmak ayrı hikayeler.
27 Mayıs Devrimi’ni gerekçeleriyle savunan, bundan çekinmeyen açık sözlü ve en değerli aydınlarımızı eklemek istiyorum! En başta, Türk aydınlanmasının sönmez meşalesi İlhan Selçuk, Türkiye’nin en cesur gazetecilerinden Emin Çölaşan, ülkenin en heyecan verici tarihçilerinden Sinan Meydan ve her zaman günümüzün Nazım Hikmet’i olarak gördüğüm Ataol Behramoğlu… Behramoğlu’nun bu yıl Cumhuriyet’te kaleme aldığı şu sözler de ortadan geveleyen bazı yazarlara küpe olsun: “Benim için 27 Mayıs darbesi bir devrimdir. Kimliğimi, o devriminin sonucu olan 1961 Anayasası’nın sağladığı özgürlük ortamına borçluyum.”
Aslında tarihin hakkını veren ve sözlerini esirgemeyen o kadar çok değerli aydınımız daha var ki! Son 60 yılımız, birbirinden içerikli gerekçelerle bu konuda makaleler, kitaplar yazmış, konferanslar vermiş ülkenin birbirinden değerli aydınlarının bıraktıkları izleri taşıyor. İnanıyorum ki, bundan böyle 27 Mayıs’ın, aslında 27 Nisan’da yapılan faşist darbeye karşı Cumhuriyet’e demokrasi oksijenini geri getirmiş olmanın onurunu taşıdığını ve onu sadece o korkunç idamlarla ele almanın, gerçeklerin bütününe haksızlık olduğunu artık herkes görecek! Yassıada’nın artık “Demokrasi Adası” olarak anılmasına da itirazım yok. Ancak yaşanmış tartışılmaz gerçekleri tahrifata uğratmayalım. Umarım önümüzdeki yıl, bu oportünist beyanları en azından bizim kesimden artık duymayacağız.


19 Haziran 2020 Cuma

TÜRK AYDINLARI: LÜTFEN DOĞRULARI SÖYLEMEKTEN KAÇINMAYIN! | Bedri Baykam | 18.06.2020


Bugün yoğun gündemimizden değil, başka önemli bir konudan bahsedeceğim. Bu ülkede her zaman sayısız gerginlik oldu, olacak. Ama bu tarihimizde iz bırakmış bu zor dönemlerin aydınlarımız, siyasilerimiz tarafından nasıl dürüstçe bugünün gençlerine ve gelecek kuşaklara aktarıldığı çok daha önemli bir konu. Çünkü bu hattın temiz olması, sonsuzluğa giden zaman çizgisinde geleceğimizin sağlıkla oluşmasını mümkün kılar.
Sol, sosyal demokrat hatta Atatürkçü birçok gazetecimiz ve siyasimiz ne yazık ki bazı konularda sanki gerçekleri yansıtmaktan çekiniyorlar. Bunlardan en önemlisi, 27 Mayıs... İki şık var: Ya güncel siyasetteki belirli konjonktürler nedeniyle oportünist davranarak “darbesever gözükmemek” için “politically correct” ve “risksiz” yanıtı vermeye kendilerini mecbur hissediyorlar ya da açık konuşalım, konu hakkında pek bir şey bilmiyorlar. Kulaktan dolma bilgilerle, ezberletilen üç klişe cümleyle, “bildiği yanıldığına yetmeyen” haber ve yorumlarla yakın tarihimizi genellemeci bir bakışla ele alıyorlar. Hedefleri, 27 Mayıs’ı bugünkü iktidarın ve sağcıların arzuladığı gibi linç etmek! “Bütün darbeler aynıdır, en kötüsü de ilk olan 27 Mayıs’tır.”
Açıkça söylüyorum, bu iki şıkkın ikisi de birbirinden beter. İster “aman şöyle-böyle görülmeyelim” kompleksi, ister “yetersiz bilgi ile iddialı fikir sahibi olma” durumları… Bunlar, geçmişinde Hasan Ali Yücel’in, Falih Rıfkı Atay’ın, Muammer Aksoy’un, Oktay Akbal’ın, Uğur Mumcu’nun, Ahmet Taner Kışlalı’nın, Mümtaz Soysal’ın, İlhami Soysal’ın bulunduğu Türk aydınlanmasının onurlu geçmişine hiç yakışmıyor. Onların büyük mücadelelerine biraz saygılı olun. Lütfen, bazı kritik özel konuları bilmiyorsanız ya iki hafta eve kapanıp çalışın ya da rica edeceğim “o topa hiç girmeyin”. Çünkü 27 Mayıs’ı, siz yaşadığınız sürece önünüze getirecekler! Bilmediğiniz konularda, kendi kesimimizin geçmişteki en değerli siyasetçilerini ve gazetecilerini yok sayarak, üzerlerinden geçerek, onları adeta “bilinçsiz cahiller” yerine koyarak, kendinizi anakronik ve yanlış mantık oyunlarıyla onlardan çok daha değerli, zeki ve bilgili birer aydın gibi göstermeye çalışmayın. Ayıp oluyor. Kime mi? Başta rahmetli İsmet İnönü olmak üzere, artık aramızda olmayan ve o günlerde faşist saldırıları her gün göğüslemiş, kimileri hapislerde çürütülmeye çalışılmış Kasım Güleklere, Kemal Satırlara, Suphi Baykamlara, Turan Güneşlere, Metin Tokerlere… Onlar da demokrasiye müdahale olmasın diye her gün uğraştılar, ancak Baykam’ın dediği gibi “Menderes, her ihtarı hep blöf zannetti.”
Lütfen, 4-5 Haziran 2020 makalelerimi okuyun. Darbe aslında 27 Nisan 1960’da Demokrat Parti tarafından yapıldı. Tahkikat Komisyonu’na verilen akıl almaz yetkilerle o gün anayasa, siyasal haklar, basın ve haberleşme özgürlüğü askıya alındı. Güçler ayrılığı yok edildi. Demokrasi ve hatta ufuktaki seçimler yerin dibine gömüldü. Zaten, 1950’den beri 10 yılda DP, her gün adım adım demokrasinin utancı olan uygulamalara imza atmıştı. Kendi içinden çıkardığı o ucube komisyonla CHP’yi kapatabileceğine, milletvekillerini zindanlara veya daha ağır cezalara taşıyabileceğine inandı.
Tabii ki darbeler kötüdür, darbe geleneğini başlatmış olmak kötüdür, ama artık şu yanılgıdan vazgeçin: “İlk darbe” kesinlikle 27 Mayıs değil, 27 Nisan 1960’dır! Demokrasiyi yok etmek üzere DP’nin hazırladığı büyük kumpası bilmeyenler, henüz anlamamış olanlar lütfen araştırsın. “Ne derler sonra” diyen ve oy çıkarları uğruna hareket eden, “şimdi biz kalkıp herkese her şeyi anlatamayız” diye kendilerine has oportünist seçimler yapan siyasiler olabilir; bu tavırlar Atatürkçülerin siyasi duruşuna yakışmaz. Türk aydınlarına hiç yakışmaz. Böyle bir algıda tembellik, böyle bir kökten savrulma kabul edilemez!
Demokratik çabalarına ömür üstünden çok değer verdiğim yakın arkadaşım Fikri Sağlar, CHP Parti Meclisi’nde beraber yöneticilik yapma onuru yaşadığım sevgili Celal Topkan, Sözcü Gazetesi’nin çok değerli yazarı Saygı Öztürk ve daha nicelerine sesleniyorum: Belli ki o dönemleri iyi etüt etmemişsiniz, olabilir. Lütfen, 1950-60 arasını her zerresi ile yaşamış ve bugün aramızda olan değerli aydınlar Alev Coşkun, Yekta Güngör Özden, Altan Öymen, Nurettin Sözen, Hıncal Uluç, Oktay Ekşi veya Güneri Cıvaoğlu’na buyurun her şeyi sorun. Uğur Mumcu’nun neden “27 Mayıs ilk aşkımızdı, biz özgürlük ve demokrasinin ne olduğunu 27 Mayıs’la öğrendik” dediğini araştırın. Hıncal Uluç’un neden “Bugünün aydınları, 27 Mayıs’a sövme özgürlüğü dahil, her özgürlüklerini 27 Mayıs’a borçlular” dediğini öğrenin. Mümtaz Soysal’ın “27 Mayıs askerin değil, gençliğin bir hareketiydi” cümlesinin mantığını anlayın.
Sayın Saygı Öztürk, Sözcü’de “Yassıada Mahkemesi, tüm özgürlüklerin kaldırıldığı bir darbe dönemi mahkemesiydi” diyorsunuz. Tersine o dönem, kaldırılmış ve hatta yok edilmiş tüm özgürlüklerin büyük bir sevinç ve coşku içinde halka iade edildiği dönemin ta kendisiydi! Sayın Yekta Güngör Özden’le aynı gazetede yazıyorsunuz, dünyanın en beyefendi insanıdır. Kendisini bir öğle yemeğine davet edin, size her şeyi izah etsin. Değerli siyasetçi kardeşim Fikri Sağlar, “demokratik açılımı şiar edinmiş genç cumhuriyetin sivil siyasetine ve siyasetçilerine yapılan bir saldırıyı bayram olarak yıllarca kutlamak ne kadar doğruydu?” diye soruyor Birgün’de… Sevgili Fikricim, demokrasi için ömür boyu savaşmış değerli arkadaşım, tam tersi oldu: Genç cumhuriyetin sivil siyaset hakkı elinden koparılıp gasp edildiği için, ufuktaki seçimler ve CHP göz göre göre ölüme götürüldüğü için gençler sokağa döküldü. Ayrıca tüm büyük ilerici hamleler, dediğin gibi “demokrasi ve hukuk karmaşası sonrasında” kendiliğinden oluşmadı. Esen güçlü demokratik rüzgar ve 1961 Anayasası ile devrimin bilinçli hamlelerinin sonucunda oluştu. Ordu ve gençlik, 27 Nisan DP darbesine karşı ayağa kalktı. Çok değerli aydınlarımız Alev Coşkun, Emre Kongar, Merdan Yanardağ, Suay Karaman, Can Ataklı veya Ümit Zileli bu fikirleri savunmaya devam ediyorlar!
27 Nisan mantığının başlattığı tüm faşist darbelere bugün de karşıyız. İdamlar büyük hataydı, aksini söylemek mümkün değil. Yassıada demokrasi adası yapılsın, idam kararları iptal edilsin, hepsine varım. Ama Yassıada’nın tüm kararlarını iptal etmeye kalkarsanız bakın Uğur Mumcu size 1990 yılından seslenerek ne cevap verir: “Şimdi bugünlerde deniyor ki ‘Millet Meclisi 27 Mayıs nedeniyle özür dilesin.’ İhtilali meclis yapmadı ki! Peki DP adına o kadar hapsettirdiği insanlardan kim özür dileyecek? O zaman o dönem DP’ye sahip çıkanlar özür dilesin.”
Ve, sevgili meslektaşlarım, sözü Atatürk’ün tarihi cümlesi ile bitiriyorum, “Doğruları söylemekten korkmayınız!
(Tüm alıntılar, 1990 yılında Atatürk Kültür Merkezi’nde düzenlediğim 555K isimli sergim için hazırladığım gazetedeki röportajlardan alınmıştır.)

12 Haziran 2020 Cuma

CEZAEVİNDE ÖLÜM ORUCU | Bedri Baykam | 11.06.2020


İşin “romantik” yanına kendinizi kaptırmayın. Hapishanede veya evinde bir insanın ölüm orucuna girmesinin bedelleri çok ağır. Yadsınamaz zorluktaki psikolojik boyutu bir yana, biyolojik olarak kolay kolay göze alınamayacak bir tahribata gebedir. Hızla gelen kilo kaybı, yerini kas yıkımlarına bırakır; ardından hayati organlara sirayet eder, kalıcı hasarlar başlar. 50’li günlerde geri dönülmez yola girilebilir. Unutkanlıkların ardından bilinç kapanmaya başlar. Daha fazlasını merak eden araştırabilir. Hatta ben bulun okuyun diyorum. Yaşamı tüm ağırlıklarıyla tanımak ve hissetmek için.
Cumhuriyet’e, Korona dönemi boyunca uğrayamadım. Geçen hafta birikmiş postamı aldım. Aralarında hapishanelerden gelen mektuplar da vardı; belki bilmezsiniz, hepsinin boyutu aynıdır, aynı tiptir. Üzerlerinde damga vardır: “…F tipi, Yüksek Güvenlikli Kapalı Ceza İnfaz Kurumu/Mektup Okuma Komisyonu”. Aldığım 10 mektubun neredeyse her birinde, çok ilginç karikatürler vardı. Bu mektuplar, Grup Yorum adına yazılmıştı. Farklı isimler vardı. Bunlardan ikisi, açlık grevini sürdüren grubun tutuklanan avukatı Aytaç Ünsal’dan gelmişti. Ben her ne kadar mektupları geçen hafta aldıysam da, mektupların üçü son ölümler yaşanmadan, beş tanesi Helin Bölek ve Mustafa Koçak, ikisi de İbrahim Göçek öldükten sonra yazılmış. Aytaç Ünsal ve Av. Ebru Timtik bugün hayattalar.
Onlar, Grup Yorum davasının uzantısında, DHKP-C ilişkisi iddialarından hüküm giymişler.
Meslektaşları Can Atalay, onların yargılanmalarında yaşanan sorunlardan söz etti, “Savunmalar usul hukukuna uygun dinlenmedi” dedi bana, gerekçelere girerek.
Grup Yorum, 35 yıldır bu ülkede milyonlarca insanın duyarlılıklarına değen performanslarla konserler veren bir sanat hareketinin ta kendisi! O konserlerde sahne alanlar arasında bildiğiniz gibi Zülfü Livaneli, Nejat Yavaşoğulları, Genco Erkal, Cahit Berkay, Suavi gibi büyük isimler var.

Onlar, dünya rekorları kıran konserlerde yüz binleri buluşturmayı başaran bir protest müzik grubu.
Ancak siyasi çizgileri onların sürekli olarak başlarının derde girmesine neden olmuş!
Kalbi ve mantığı olan herkes, ölüm orucundan etkilenir. Herkes üzülür, kahrolur. Ölüm orucu tutanlar “vazgeç” diyenlere genelde kızarlar. Onların, kararlılıklarının gerekçeli ciddiyetini anlamadıklarını düşünürler.
Ben, tabii ki bu iki avukatın ölüm orucunu bir an önce bırakıp hayata tutunmalarını isteyenlerden biriyim. Bana da kızabilirler, olabilir. Nasıl Nuriye Gülmen ve Semih Özakça çok haklı “işe iade” mücadelelerinde 324. günde, vücut ağırlıklarının neredeyse yarısını kaybettikten sonra açlık grevini bırakabildilerse, benim ve başkalarının da bu insanların bu kararlarından vazgeçmelerini bekleme umudumuz olabilir. Gülmen ve Özakça yaşama tutunmaya karar verdiklerinde ne kadar sevindiğimi hatırlıyorum. Öğretmenlerin ve emekçilerin onuru olarak tarihe geçen “Yüksel Direnişi”nde yaşanan sahneler gözümüzün önünden gitmez. Taleplerinin oluşturduğu demokratik haklar paketini kim sorgulayabilir ki!
Gebze Kadın Kapalı Hapihanesi’nden Nurhan Yılmaz’ın bana yolladığı mektupta çarpıcı sözler var:
(…) 9 Nisan tarihli Cumhuriyet Gazetesi’ndeki Dünya Sanat Günü’ne dair yazınızı okudum. ‘Dünya Sanat Günü’ olduğunu bilmiyordum doğrusu. Yazınız üzerine, sanatın icra edilemediği koşullarda böyle bir günün varlığını düşündüm. Dünya Sanat Günü’nü Helin biliyor muydu diye, Helin üzerine de düşündüm. Böyle bir gün en çok onun gibi sanatçılara yakışır çünkü.
Helin Bölek, Grup Yorum üyesi. Sanatlarını icra edemedikleri, bunun önündeki engellerin kalkması için girdiği ölüm orucu eyleminin 288. günü hayatını kaybetti. Gülüşü dünyaya bedeldi, hepimiz için. Gülüşü, bakışı dünyaya bedel!
‘Düşlerin bittiği yerde ölür insan’ der Grup Yorum. 35 yıllık değil, kökleri çok eskilerde, insanlık kadar derinlerde binlerce yıllık bir gelenektir söz konusu olan! Anadolu’nun bağrında durmadan yeşeren, asla ölmeyen! Helin de bu bahçenin yemyeşil ve rengarenk çiçeklerinden biri, Ayçe İdil Örkmen gibi. (…) Yine ölüm oruçlarının gündeme geldiği, adalet için ölüm orucuna yatıldığı günleri yaşıyoruz. Yine aynı teraneler söyleniyor yüksek sesle. ‘Ölüm orucunu onaylamıyoruz’, ‘ölüm orucunu istemiyoruz’ diye. ‘Ölmesin kimse’ denilerek ölüm orucunun bırakılması isteniyor. Olayın ciddiyeti bile düşünülmüyor. Bir insan neden hayatını bu şekilde ortaya koyar diye düşünülmüyor...
(…) Bu durumda taleplere bakılır, talepler meşrudur, açıktır, anlaşılırdır. Her şeyden önce. Bu durumda ölümün olmasının önündeki tek engel taleplerin kabulü için çabalamaktır. Grup Yorum olarak sanatlarını icra edemedikleri için, konser yasakları kalksın diye bir talepleri var. Bundan daha anlaşılır bir talep olabilir mi? Yorum konserleri neden, nasıl yasaklanıyor? diye tartışmak varken ‘ya ölümler olmasın’ deyip ‘aman bırakın’ diye açıklamalar yapılıyor. Oysa böyle alınan kararlara, yapılan bu açıklamalarla ne ölüm orucu bırakılmış ne de ölümler durmuştur bugüne kadar. Ancak egemenlerin, zulüm bekçilerinin ekmeğine yağ süren açıklamalardır, ölümü çoğaltan açıklamalardır üstelik.
Eskiden beri ülkemizin handikaplarından biridir bu. ‘Türkiye’de aydın kimliği’nin geldiği durum. Hiçbir konuda risk almak, zulmün karşısına bedellerini göze alarak çıkmak istemiyor. Durum böyle olunca ortada ‘aydınlık’ diye bir şey kalmıyor.
(…) Bir şeyler yapmak gerekmez mi?
Sanatın ve sanatçının yaşayabilmesi, geleceği aydınlatabilmesi için bu şart bence. Sizin de bu konudaki çabalarınızı önemsiyoruz. Bunu Helin’e borçluyuz diye düşünüyorum.
Köşe yazınızı halen okuyabiliyoruz bir gün gecikmeli de olsa. Gerçi hafta sonu sokağa çıkma yasağından kaynaklı gazete de alamadık ne yazık ki. Sanırım yakında Cumhuriyet gibi gazeteleri de alamayacağız. Bizim gibi insanları kötü etkiliyormuş! Yaptığınız işin zorluğunu anlamadığımızı düşünmeyin. Sadece insana verdiğiniz değeri Helin’e, İbrahim’e de gösterin. Eminim yapabileceğiniz çok daha fazla şey vardır.

Gülüşü dünyaya bedel insanlar için değmez mi zorluklara?
Bence değer, yoksa toptan insanlığımızı kaybedeceğiz.
Böyle diyerek kalkıyorum.
Çalışmalarınızda başarılar diliyorum.

Bana kızmanıza razıyım Nurhan Hanım, yine de bu ölüm oruçlarının sona erdiğini duysam, o arkadaşlar adına mutlu olacağım. Kimsenin ölüm orucuna girmeye ihtiyaç duymayacağı, kimsenin hak ve özgürlük arayışları nedeniyle “içeride” olmayacağı, bir Türkiye özlemiyle…







5 Haziran 2020 Cuma

DARBE-DEVRİM-ANAYASA KIYASLAMALARI | Bedri Baykam | 05.06.2020


27 Mayıs harekâtına imza atanlar, Demokrat Parti iktidarının 27 Nisan Darbesi’ni durdurduktan sonra, benzerine ancak büyük devrimlerde rastlanabilecek ilerici bir anayasa getirdiler.
Aklı başında insanlar, demokrasi ve özgürlük sever. Ne darbe, ne militarist baskıcı rejim, ne dini totaliter rejim, ne Sovyetler’de yaşanmış totaliter rejim, ne de sivil faşizm isterler... Çünkü her biri, vatandaşa farklı gerekçelerle de olsa, yasak, tehdit, ceza ve ölümle yaklaşırlar.

ŞİLİ DARBESİ VE PORTEKİZ KARANFİL DEVRİMİ
Yer, Şili’nin başkenti Santiago… Yıl, 1973. 11 Eylül günü sosyalist devrimci ve çalışkan Başkan Salvador Allende, faşist General Pinochet’nin -CIA destekli- kanlı darbesinde çatışarak kahramanca öldü. Allende’nin yerine geçen emperyalistlerin kuklası, zulümleriyle 17 yıl iktidarda kaldı. Sayısız muhalifi öldüren, işkenceden geçiren bir katildi. Bu kanlı askeri darbe, özgürlükleri yok eden bir rejim getirdi. Halkın seçtiği ve sevdiği lider indirildi, solcular stadyumlara dolduruldu, infaz edildi.

Yer, Portekiz’in Başkenti Lizbon. Yıl, 1974. 25 Nisan günü, faşist diktatör Salazar’ın 36 yıllık rejimi, General Antonio de Spinola’nın kansız Karanfil Devrimi ile son buldu. Sol görüşlü askerlerin kurduğu Silahlı Kuvvetler Hareketi, o gün stratejik noktaları kan dökmeden ele geçirdi. Ortada kurşun yağmuru yoktu; tank ve silahların namlularında karanfiller takılıydı. Aynen 27 Mayıs’ta olduğu gibi, darbe alt rütbeli askerler tarafından yapıldı. İhtilalden iki yıl sonra demokrasi tüm kurumlarıyla geldi. Portekiz’de her yıl 25 Nisan “Özgürlük Günü” olarak parlamento ve ülke genelinde, resmî olarak coşkuyla kutlanmaya devam ediyor. Siz bugün gidip bir Portekizli’ye “Ama siz ne kadar faşistsiniz, askeri bir darbe hiç kutlanır mı?” deseniz, önyargınıza gülerek bakıp geçerler.

27 Mayıs 1960 İhtilali, Karanfil Devrimi’nde olduğu gibi hükmünü kendi eliyle yitirmiş siyasal rejime karşı yapılmış bir harekâttır. Üstelik demokrasinin -meşru seçimler dahil- tüm unsurlarının geri dönülmez şekilde yok edildiği bir ortama tekrar güneşi ve baharı getirmiştir. İlk günden itibaren, sokağa çıkma yasağına rağmen, her yaştan yüzbinlerce insan tankların üstünde askerlerle marşlar söylemişlerdir. Tarihe geçen böylesi bir coşku, siparişle elde edilemez.

Diğer taraftan, işleyen bir demokraside serbest seçimle iktidara gelen ilk Marksist Başkan Allende’ye karşı Pinochet’nin yaptığı saldırı, faşist bir darbeden başka bir şey değildir.

27 Mayıs tam tersine diktatörlüğe karşı özgür bir anayasa getiren, hapisteki aydınları serbest bırakan, kısa zamanda demokratik ufuklara açılan rejimi hazırlayan bir devrimdir. Bir hareketin öncesinde ülkenin nasıl bir siyasi yapıda olduğunu ve sonrasında nasıl bir yönetim anlayışına geçiş yaptığının göstergeleri, hamlenin faşist mi, devrimci mi olduğunu kanıtlar.

1961 ANAYASASI: 1923 DEVRİMİNİN GÜNCELLENMESİ
1961 Anayasası’nı, Türkiye’nin bu konudaki en değerli profesörleri hazırlamıştır. Orgeneral Cemal Gürsel’in onlardan tek talebi olmuştu: “Her konuda ne yazacağınızı siz bilirsiniz. Bir hususta sadece sizden ricada bulunuyorum. Lütfen Anayasa’ya öyle hükümler koyun ki, politikacılar, dini istismar edemesinler!” Bugün hala saygıyla anılan ve dünyaya örnek o anayasayı yazanlar, hukukta Türkiye‘nin yüz aklarıdır: Sıddık Sami Onar, Tarık Zafer Tunaya, Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, Nail Kubalı, İsmet Giritli, Ragıp Sarıca, Naci Şensoy...

1961 Anayasası, Türkiye’nin geleceğini etkiledi. Sol kitaplar yayınlandı, sol dergiler çıkmaya başladı. Türk aydınlanması ikinci baharını yaşamaya başladı; 1923 Devrimi modern dünya ile buluşup güncel şeklini buldu. 27 Mayıs’ın topluma kazandırdığı en büyük yapıt olan 1961 Anayasası ile laik devlet yapısına sosyal devlet ve hukuk devleti kavramları girdi. Bu çağdaş anayasa ile ülkemizde ilk kez Anayasa Mahkemesi ve Cumhuriyet Senatosu kurularak yasaların anayasaya uygunluğu denetlendi, anayasa ihlallerinin önüne geçildi. Devlet Planlama Teşkilatı, Yüksek Öğrenim ve Kredi Yurtlar Kurumu, Devlet Personel Dairesi, TSE, Basın İlan Kurumu, Ordu Yardımlaşma Kurumu gibi sosyal ihtiyaçlara cevap veren çok önemli teşekküller, yine 27 Mayıs’ın eseridir. 1961 Anayasası’yla yargı bağımsızlığını ve hakim güvencesini sağlayacak Yüksek Hakimler Kurulu oluşturuldu, sosyal devlet, sendikal haklar, grev ve toplu sözleşme hakkı kurumsallaştırıldı, üniversiteye ve TRT’ye özerklik sağlandı. Sosyal güvenlik hakkı, idare işlemlerine yargı yolunun açılması, seçimlerde hakim güvencesi gibi haklar kazandırıldı. Seçimlerin Temel Hükümleri ve Seçmen Kütükleri Yasası, Basın-Fikir İşçileri Yasası, Sağlık Hizmetlerinin Sosyalleştirilmesi Yasası, İlköğretim ve Eğitim Yasası, fen liselerinin açılması, üniversitelerde uzaktan eğitim gibi sosyal ve hukuk devleti ilkeleriyle bütünleşen demokratik düzenlemeler yapıldı. 1961 Anayasası’nın en önemli kurumlarından biri Milli Güvenlik Kurulu’ydu. Bu sayede, hükümet ve TSK arasında her ay yapılan toplantılarla doğal bir iyi niyet diyaloğunun oluşturulması ve gerilime mahal vermeden olası sorunların daha en başından çözülmesi sağlanmıştı. 1961 Anayasası, aydınlanmamızın bir iftiharıdır.

Bir darbenin, faşist mi devrimci mi olduğunu gösteren üçüncü kriter, iktidarı elinde ne süreyle tuttuğudur. Gelir gelmez, ne zaman gideceğinin hesabını yapan bir müdahalenin uzaktan yakından başka bir emeli olamaz. Pinochet 17 yıl kalır, Spinola 2 yıl! İlki kanlı ve ağır bir bilançoyla ayrılır, ikincisi harika ve hala kutlanan bir karanfil demokrasisi bırakarak. 27 Mayıs, faşizmi kullanıp iktidar elde etmek için gelmiş olsaydı, en az 6-7 yıl kalmaz mıydı?
Bugüne dönersek, siyasetin sürekli darbelerden söz açması patolojik bir durum. Apayrı bir dönemdeyiz. Zaten bugünkü TSK ile geçmiş arasında da bir benzerlik yok. Yassıada’nın “Demokrasi Adası” olmasına itirazım yok; bir ülkenin gerilimlerinden kurtulması, geçmişiyle barışması sıhhatlidir. Ama bu yaklaşım, hiçbir zaman başka gerilimler yaratmamalı, tek bir mercekten konuya bakmamalı.
27 Mayıs’ın artı ve eksilerini biliyoruz. Fakat 27 Nisan Darbesi’ne karşı 27 Mayıs Harekatı yapılmasaydı, Türkiye neler yaşayacaktı, onun maliyeti hangi idamlar, hangi iç savaşlar olacaktı, demokrasi ve Atatürk’ün partisi bu kaosta nasıl yok edilecekti? Bu soruların yanıtını verebilecek kimse yok. Halbuki o gün ölüme götürülen Atatürk’ün partisi ve devrimlerdi.

Keşke Menderes’in istifa girişimlerine Bayar engel olmasaydı, keşke DP hükümeti seçim kararı alsaydı. Veya 27 Nisan Tahkikat Komisyonu darbesini yapmak yerine, ılımlı hareketlere gazetecileri serbest bırakarak başlasalardı. Dolayısıyla ne 27 Mayıs’a gerek kalsaydı, ne de o korkunç üzücü idamlar olsaydı. 15 Temmuz’da yaşadığımız yobaz FETÖ çetesi kalkışmasının, 28 Nisan 1960’da başlayan darbeler silsilesinin sonuncusu olmasını diliyorum.


4 Haziran 2020 Perşembe

DARBELERİN ANASI, 27 NİSAN! | Bedri Baykam | 04.06.2020


BİR SENARYO: Farz edin, AKP seçimi kaybetti ve ana muhalefet partisi oldu. Diyelim ki, iktidardan düştüğü günden itibaren, demokrasiden nasibini almamış “yeni bir iktidarın” tahakkümüyle, önce AKP’nin tüm mallarına el kondu, sonra bu partiyi savunan bütün gazeteciler hapse atıldı ve yayın organlarına kapatma cezaları verildi. Erdoğan, siyasi gezilerinde değişik kent girişlerinde taşlanma ile karşılandı, tehditler savruldu, miting hakkı ve iki kişiden fazlasının yan yana yürümesi bile yasaklandı. Tayyip Bey’i savunan gençlere polis meydan dayakları attı. Kısa kesiyorum, diyelim ki iktidara gelen yeni parti maalesef “iktidarın zulmetme hakkını” kullanmaya çalışıyor; Erdoğan da bu kötü günlerin geçmesini bekliyor ve bir dahaki seçimlere en kararlı şekilde hazırlanıyor. Sonra yeni iktidar partisi veya bir koalisyon, kendi içinden 15 kişilik bir komisyon çıkarıyor ve şunu söylüyor: “Ben güçler ayrılığını iptal ettim. Yasama yürütme ve yargıyı birleştirdim. Şimdi benim 15 milletvekilim AKP’yi yargılayacak ve kendi alacağı kararlarla AKP’li milletvekillerine en ağır cezaları verebileceği gibi, partiyi bile kapayabilecek. AKP’yi savunan basın organları ve gazeteciler de bu soruşturmaya girecek. Ayrıca, kurulan Tahkikat Komisyonu’nun sürdüreceği tüm soruşturmalar gizli celsede ele alınacak ve bunlar hakkında basının hiçbir şey yazma hakkı olmayacak! Siyasi faaliyetler de yasaklanmış olacak. Tayyip Bey, partisinin uydurma gerekçelerle üzerine gidilip kapatıldığını görüyor olacak, ama bunun hakkında basına bile gidemeyecek!” Ayrıca ertesi gün, tüm siyasi faaliyetler yasaklanmış “örfi idare”ye geçilmiş! Partinizin fişi çekilmiş ölüme götürülüyor ve şikâyet edebileceğiniz hiçbir merci yok! Seçim umudu mu? Hani hep tekrarlıyorlar ya, “seçimle gelen seçimle gider”, işte ufukta normal hiçbir seçim yok, olsa olsa da ana rakip parti kapatıldıktan sonra göstermelik birkaç küçük parti ile “Seçim yapıldı!” diyebilmek için bir ortaoyunu sahneye konacak! Ne yapardı Tayyip Bey? O bildiğimiz sert ve mangalda kül bırakmayan sesiyle, tarihten örneklerle ortalığı birbirine katardı! “Hayır Tayyip Bey öyle yapmazdı. Partisinin kapatılmasını, kendisinin veya milletvekillerinin hapse atılmasını seyreder, kaderine razı olur, usluca karanlığa gömülmeyi kabul ederdi” diyorsanız, o sizin tahmininiz! Bence akıl almaz saldırılara karşı isyan eder ve kitleleri sokağa çağırırdı… (Tıpkı 15 Temmuz gecesi yaptığı gibi)
27 Nisan 1960’a gelene ve daha sonra 27 Mayıs yaşanana kadar, İsmet İnönü ve CHP’nin yaşadığı da aynen buydu! İsmet Paşa son saniyeye kadar mucizeyi deneyip, Demokrat Parti’nin bu hayati hatadan dönebilmesi için çok uğraştı. İnanıyorum ki, belki ilk defa 27 Nisan’da geri dönüşü olmayan bir sivil darbe yapıldığını bu cümlelerle size hissettirmeyi başardım. O gün anayasa yırtıldı, ülkenin rejimine saldırıldı, partiler kanununa ve siyasetçilerin bireysel vatandaşlık haklarına saldırıldı ve bir parti, ülkenin parlamentosunu ve demokratik yapısını çöpe attı. Daha da ötesinde, ufukta herhangi bir olası seçim şansı da bırakılmadı. 27 Mayıs hakkında size anlatılan “darbelerin anasıdır” sözünün esasında neden yalnız 27 Nisan hakkında sarf edilebileceğini bilmem şimdi anlatabildim mi? O tarihte Demokrat Parti’nin 12 Nisan’da kurduğu “Tahkikat Encümeni”ne olağandışı yetkiler verildi ve demokrasinin ipi çekildi. Geçen hafta Emre Kongar’ın “İlk Darbe: 28 Nisan 1960 Tahkikat Encümeni” başlıklı makalesi, şu an okuduğunuz hakikatleri paylaşmamda tetikleyici olmuştur, kendisine çok teşekkür ederim.
Eminim bu kurduğum farklı analoji ile AKP’li siyasetçiler veya 27 Mayıs hakkında aynen onlar gibi konuşan Sayın Kılıçdaroğlu da esasında 27 Nisan’da neler yaşandığını belki ilk defa anlayabilecekler.
Türkiye’de bu sene yine, 27 Mayıs’ın 60. yıl dönümünde beklenen linç kampanyası yaşandı. Bütün darbeler aynı sepete kondu, çalkalandı ve yine sonuç ilan edildi: “Hepsi kötüdür, en kötüsü de bu darbelerin anası olan 27 Mayıs’tır.” Böyle hoyrat ve genellemeci özetler, oportünist ve “güvenlidir.” Böylece “politically correct” olarak risk almadan, önemli gibi bir beyan vermiş olursunuz. Halbuki tarihten böyle bahsedilemez. Bu bilimsellikten uzak anlamsız bir yaklaşımdır. Tarihte her dönemin ayrı gerçekleri ve koşulları vardır. Bu şekilde tarihten söz edebilenler, ancak dünü bugünün konforuyla kafalarına göre deforme ederek, siyasete malzeme olarak kullanmak isteyenlerdir.


İKTİDARI, KENDİSİNİN İMTİYAZLI ZULMETME MAKAMI OLARAK GÖRENLER
Üç idam büyük bir hataydı. İsmet İnönü, son saniyeye kadar onları durdurmak için uğraştı ama başaramadı. Bu ağır hata, 1960 baharına ve 10 yıllık DP iktidarına sığan felaketleri yok saymamız için bir neden değildir. İdamlar ne kadar korkunç bir hataysa, DP’nin yaptığı darbe de o kadar affedilmez bir suçtur. Yıllardır empoze edilenin aksine, tarihi 1961 Anayasası da bu ülkenin yüz akıdır.
Evet, ortada 1960 baharında yaşanan bir kara leke var. Ama o tarih 27 Mayıs değil, net olarak yukarıda aktardığımız gibi 27 Nisan, yani Tahkikat Komisyonu’nun ülkemizi karanlığa soktuğu gündür. 27 Mayıs, yasadışı darbenin etkisiz hale getirilmesinden ibarettir.
Bir makaleye sığmayacak olan bölüm, 1950-60 arasında DP’nin demokrasi ve insanlığa karşı işlediği ağır suçların dökümüdür. Bunlar maalesef, sayfalarda yeri sınırlı gazete köşelerine değil ancak tez konularına ve dev kitaplara konu olabilir. Yalnız sembolik olarak bazılarını hatırlatmakla yetineceğim: Osman Bölükbaşı’na oy verip onu milletvekili seçtirdiği için Kırşehir’i il statüsünden ilçe statüsüne düşürmek, DP’ye kaydolanları Devlet Radyosu’ndan “Vatan Cephesi’ne geçenler” diye her gün anons ederek yüceltme propagandası yapmak/böylece toplumun diğer yarısını nifak cephesi gibi göstermek, 250’ye yakın basın mensubunu hapse atmak, son dakika sansürleri ile manşetlerin sildirildiği, yazısız, boş bırakılmış sütunlarla gazeteleri çıkarmaya zorlamak, Kayseri ve Uşak’ta İnönü’ye kent girişinde taşlama ve saldırı, Topkapı’da linç girişimi, tutuklanan siyasetçiler, dövülen öğrenciler ve rektörler... Bu sonsuz listeyi lütfen kendiniz araştırın.
Biz bugüne kadar şu büyük hatayı yaptık: Bu uzun zulüm listesine, Tahkikat Komisyonu’nu ve 27 Nisan’ı, “bu da en önemlisi” desek bile araya veya en sona koyduk. Dolayısı ile diğer suçlar arasında 27 Nisan darbesinin “kaynamasına” neden olduk. Gerçeklerin öğrenilebileceği tüm bilgi kaynaklarının önü kesilmişken, konunun ne olduğunu zaten pek bilmeyen yeni neslin, bunu neden algılayamadığına şaşırıyor muyuz? DP iktidarı boyunca yaşananlar, demokrasinin verdiği iktidarı, kendisinin “zulüm yapma hakkı” olarak gören iptidai, herhangi bir demokrasi ile yönetilen ülkenin siyasetçisi olmayı hazmedememiş insanların vukuat dökümünden ibarettir.
Yarın aynı konunun devamında darbe, idamlar, devrim ve 1961 Anayasası’nı ele alacağım.