26 Ocak 2017 Perşembe

HALKIMIZ İLK DEFA İŞİN CİDDİYETİNİ ANLADI! | BEDRİ BAYKAM | 25.01.2017


Bana Whatsapp’tan gelen bir ileti özetle şunları söylüyordu: “EVET’ler beyaz pusulaya, HAYIR’lar kahverengi pusulaya basılacak. Bu hem psikolojik olarak beğenilmeyen dışkı rengi, hem de her mühürde ‘EVET’ yer alacak. O da üzerinde belli olmayan kahverengiye basılacak! CHP derhal bir şeyler yapmalı”. Bu ikazı hemen ciddiye aldım. CHP’deki tüm en üst düzey arkadaşlarıma bunu özel notumla ilettim.

ARTIK TERCİHİMİZİN RENGİ BELLİ!
Yanıt ve düzeltme, hemen parlamento mücadelesinin değerli isimlerinden Bülent Tezcan’dan geldi. Oy pusulasında “HAYIR”ların kahverengi olması yasada yer alıyormuş. Mühürde de, söylendiği gibi “EVET” değil, “TERCİH” yazacakmış. Kendisine teşekkür ettim ve düşünmeye başladım. Acaba yakın tarihimizde hangi sivri akıllı almak istediği sonuca göre bu renkleri seçmişti? Zaten ne bekliyorduk ki? Herhalde Türkiye’de yasa koyucuların, bu Zihni Sinir zekalarını eşitliğe, demokrasiye, tarafsızlığa akıtacak halleri yoktu! Demek ki artık işin rengi belli oldu: Kahverengi... Dolayısıyla, artık bunu kabul edelim ve kahverengiyi kendi aramızda bile kötülemeyelim. Bu yıl bu yasayı değiştiremeyeceğimize göre, şikayeti bırakalım.
           
HERKES BEYİN FIRTINASI İÇİNDE
Canım, benim oyumla mı değişecek bunlar sanki” diyerek programını bozmayan veya birilerini protesto uğruna sandığa gitmeyen halkımız, bu sefer işin ciddiyetini anlamış gibi; en azından bana yansıyan bu! İlk defa herkes durmadan bir şeyler düşünüyor, bir fikir ileri sürüyor, en azından bir şeyler paylaşıyor. Herkeste bir endişe olduğu kadar, çoğu düşünen beyinlerde bir hareketlenme de var. Kendi içlerinde ve birbirleriyle konuşarak, beyin fırtınalarına girerek doğru taktikleri arıyor. Değişik demokratik kitle örgütleri, dernekler, barolar hummalı bir çalışma içinde. Herkes pabucun pahalı olduğunu fazlasıyla anlamış durumda; benim toplumdan aldığım nabız bu. Bence, katılım bu kez çok yükseklerde gezecek. Bu referandumun, iktidarın istediği gibi gitmesinin sonuçlarını herkes şaşırtıcı bir şekilde, galiba ilk defa net olarak görebiliyor. Örneğin 2010 referandumunu halka anlatmak o denli kolay olmamıştı. Maddeler daha teknikti. Halbuki bugün, halkın her katmanının geniş kapsamlı olarak, en iyi şekilde anlayabileceği bir durum var ortada. TEK bir insana devredilmek istenen TÜM yetkiler! Üstelik tüm bu sonsuz yetki, bugüne kadar sayısız defa “kandırılmış” ve bunu kendi ağzıyla itiraf etmiş bir insana devredilmek isteniyor. Ortadaki bu abartılı durumu vadideki çobana da, ev hanımı teyzeye de, esnafa da, çiftçiye de anlatmak gayet mümkün görünüyor. Bu değişim bizim eve, bizim köye uymaz!

KONU “ERDOĞAN” DEĞİL, OLAMAZ!
Öncelikle herkese anlatılması gereken şu: Konumuz Cumhurbaşkanı değil, oyunun kurallarını belirlemek. Konumuz, halkın diğer muhalif kesimlerinin ona karşı öne süreceği diğer başkan adayı hiç değil. Yani bu sefer ortada ana muhalefet partisinin yapabileceği bir “Ekmek için Ekmeleddin” gafı bile yok ve olmamalı. Konumuz sistem, yasa, ülkenin hangi rejimle idare edileceği. Parlamenter demokratik rejimle mi, yoksa Osmanlı döneminde bile görülmemiş “padişah-imparator-tek seçici-yasa koyucu” olarak toplumu tek başına ipotek altına alabilecek tek bir insanın keyfi yönetimiyle mi?
Halka en sade dille anlatılması gereken bu. Yani Erdoğan’ın, bu referandumun göbeğinde yer almasının önüne geçilmeli. Zaten artık şu kadarına eminim ki, en azından AKP, bu süreçte Erdoğan’ı isim olarak öne süremeyecek, sürmemeli, bunu denese de buna izin verilmemeli. Çünkü bu yeni Anayasa’nın Başkanlık yasası halen yürürlükte olmadığına göre, Erdoğan teknik olarak tarafsız ve burada EVET tercihine ağırlığını koyamaması gerekir. Tabii ben gerekir diyorum ama siz de diyeceksiniz ki, “ohooo, biz neler gördük!”. Sonuçta halka anlatılması gereken “oyun kuralları” öne çıkarılırken, olay bir anti-Erdoğan kampanyasına dönüşmemeli. Çünkü gerçekten de konumuz Erdoğan değil. Her canlı gibi, hepimiz gibi, Erdoğan bugün var, yarın yok. Her birimizin vadesi belirsiz, ve yasalar kişilere göre çıkarılamaz. Dolayısıyla, bu propaganda sürecine girilirken hedefte yanılgı olmamalı. Konumuz, HAYIRcıların birbirine gaz verip aralarında dolduruşa gelmeleri değil. Tersine kararsızların veya Erdoğan taraftarlarının oylarının nasıl alınacağını bulabilmek. Dolayısıyla söylemlerin hiçbirinin Erdoğan veya çevresine yoğunlaşmaması lazım. Hiçbir şekilde, yürütülen propaganda veya söylemlerin ortasına Erdoğan’ın oturmaması gerekiyor. Yürütülen kampanyaların da, onun doğal seçmenini hedef alarak tasarlanması önemli. Yoksa, muhalefetin zaten belli oyları değil konumuz. Örneğin bu konuda internette dönen metinler arasında Ateş İlyas Başsoy’un söylemi dikkat çekiyor. Görmemişseniz de hemen bulursunuz. Özetle şunu diyor: “Trollerle vakit kaybetmeyin, birbirinizi gaza getirmeyin, siyasetsiz seçmene konuşun ve evetçi olabilecek insanları aşağılamayın, aynı potada kamplaştırmayın. Sevgi, saygı ve anlayışla konuşun, medyaya rağmen, ahlaklı iyi niyetli, ülkenin refahını isteyen milyonlar olduğunu unutmayın, hedefiniz onlar olsun”. Bence çok haklı düşünceler. Metnin orijinalini de okuyun. Böylece, propagandasını “O”nun üzerinden yapmaya karar vermiş karşı tarafın dengesini bozup, topu kendi istediğimiz orta alana çekebiliriz. Yine kesinlikle vurgulanması gereken bir diğer konu, yarın Erdoğan’dan sonra bu yetkinin kimin eline geçebileceği... Ve ne kadar kötüye kullanılabileceği... Yasalar geneli ve yarınları düşünerek yapılır!

SABİH KANADOĞLU VE YÜKSEK YARGI GÖRÜŞLERİ
Konunun neden Erdoğan etrafında şekillenmemesi gerektiğini düşünürken, Sabih Kanadoğlu gibi hukuk alanımızın bir duayeni ile de konuştum. Kendisine sorduğum bir soruya aldığım yanıt, beni şaşırttı: Referandumdan şayet EVET çıkarsa, bunun sonuçlarının hemen uygulanabileceği ve Erdoğan’ın da artık “Partili Cumhurbaşkanı” statüsüne geçebileceğini, yasanın yürürlüğe girmesinin önüne geçilemeyeceğini söyledi. Halbuki benim mantığım şöyle diyor: Seçmen şimdiki Cumhurbaşkanını yasanın koyduğu o günkü yetkilerle seçti. Şimdi değişebilecek yasaların şartlarıyla değil. Yani halk, teknik olarak “taraflı” bir Cumhurbaşkanı seçmedi. Belki bazı seçmenler, tarafsız bir konumda, güçlü bir lider olacağı için Erdoğan’a oy verdi. AKP Başkanı olan Erdoğan’ı Cumhurbaşkanı seçmedi. Futbol diliyle söylemek gerekirse, sosyal medyada, tüm yetkilerle donanmış Yıldırım örneği haklı şekilde verildi. Hem her kurumun başkanı, hem hakemlerin başkanı vs. gibi... Benim burada vurgulamak istediğim nokta şu: Aziz Yıldırım Fenerbahçe’den ayrılıp Futbol Federasyonu Başkanı seçilse, daha sonra yasayı değiştirip kendisine aynı zamanda Fenerbahçe başkanı olma imkanını tanısanız, o zaman tarafsız Aziz Yıldırım için, “bu adam iyi futbol federasyonu başkanı olur” diye oy veren başka kulüplerden sayısız kişiyi yanıltmış, hatta dolandırmış olursunuz. Lamı cimi yok, bu böyle! Bir insanı antrenör olarak iyi bulabilirsiniz. Ama bu onu hem teknik direktör, hem Federasyon Başkanı, hem hakemlerin başkanı, hem de spor yazarlarının başkanı olarak seçtiğiniz anlamına gelmez. Dolayısıyla, yasa ne derse desin, bu mantıklı değil. Erdoğan “tarafsız Cumhurbaşkanı” olarak belli yetkilerle seçildi. Belki oyuna bu yeni kurallarla bir sunum yapılsaydı, bir başkası seçilecekti. Unutmayın kişilere göre seçmiyoruz. Dolayısıyla “Erdoğan zaten seçilirdi” diyemezsiniz. Bence tartışılmaz şekilde, bu yeni Anayasa yürürlüğe girer girmez, derhal bir Cumhurbaşkanı ve yeni parlamento seçimine gidilmeli. Çünkü kurallar A’dan Z’ye değişmiş olacak. Tabii bizim parlamentomuzun tüm üyelerinin bu konuya temas etmemiş olmaları şaşırtıcı değil. İnsanlarımızın %99,9’u koltuğuna yapışık yaşar. Döner-yürür fırıldak koltukların da bu kadar tutulmasının nedeni herhalde budur.
Ben yüksek yargımızın tüm duayenlerinin görüşlerine önem veririm. Zaten ana muhalefet partisi olarak CHP’nin normalde parlamento oylaması öncesi de bu değerli isimlerle görüşmesini bekledim. Hatta bunu kendilerine önerdim. Ama yapılamadı. Bence her şeye rağmen, kampanyada kullanılacak tez ve görüşleri oluştururken faydası olur diye, Sabih Kanadoğlu, Yekta Güngör Özden, Vural Savaş, Sami Selçuk gibi birçok isimle görüşülmeli. İster toplu olarak, ister ayrı ayrı... Örneğin Kanadoğlu’nun bana aktardığı bir görüşü, bu sade cümlelerle CHP’den duymadım, bilmiyorum kullanıldı mı: “Ordu bu yeni Anayasa ile siyasetin tam ortasına çekiliyor. Hani TSK siyasete bulaşmayacaktı? Şimdi bir Parti Başkanı, bu yasa yürürlüğe girerse, Ordu’ya emirler verip, istediğini yaptırabilecek.” Doğru söze ne denir? Yalnız bu nokta bile, bu Anayasa teklifine HAYIR denmesi için yeter de artar bile...

HER TOPLUM KATMANI İLE YAKIN İLETİŞİM

Sonuçta CHP’nin ve tüm muhaliflerin, genel ve yerel seçimlerde bugüne kadar izledikleri taktiklerin dışında bir akıllı söylem geliştirmeleri ve AKP seçmeninin sepetine ellerini atmaları gerekecek. Hem de tüm provokasyonlara rağmen Erdoğan’ı bu referandumda muhatap almadan, ona bu konunun kendisiyle ilgili olmadığını söyleyerek, devre dışı bırakarak... Erdoğan’a yapılacak her saldırı, olayı yanlış kutuplaştırır ve ana konudan toplumu uzaklaştırır. Tam tersine tüm muhalif partilerin, bu Anayasa teklifinin dev zararlarını net olarak gören tüm odakların, derhal AKP seçmenleri ve belki az adette kararsız seçmene yönelerek onlara mesaj vermeleri, bu rejim değişikliğinin zararlarını anlatmaları lazımdır. Sonuncu ve en önemli konu, HAYIRcıların, başarılarına baştan inanmaları, maça çıkarken bilinçaltında olsa bile kendilerini mağlup görmemeleridir. Türkiyemizin güzel insanları, bu gerçekleri görebilecek şekilde bilinçlendirilebilir. Uzun vadede, bu değişikliğin, bu yasayı getirmeye çalışanlara da ne büyük zararlar verebileceği anlatılabilir, anlatılmalıdır. Anlayacağınız tatil bitti, SİZE çok iş düşüyor. Mahalle esnafından başlayın!

20 Ocak 2017 Cuma

DEHŞETİN PORNOGRAFİSİNE DUYULAN AÇLIK | BEDRİ BAYKAM | 18/01/2017

36 SAATLİĞİNE MUTLU OLAN TÜRKİYEM!
Reina teröristi yakalandı da, ilginç bir şekilde 36 saatliğine ülkede sahte bir birlik havası oluştu. Hani işte iyiler kötüyü yakaladı, dramın sonunda hak eden cezasını buldu, herkes sevindi. Televizyonlar üst üste o baskının yapıldığı odaya, siteye, Esenyurt’a yöneldi, komşularla konuşuldu, o sitede güvenlik kamerası olmayışı ayıplandı, bunu dinlerken milyonlarca izleyici içlerinden “keşke o terör hanesinin içinde de izleyebileceğimiz akar görüntüler, değişik açılardan videolar olsa” diye geçirdiler. Daha ileri gidenler “baskın anının videosunu izlesek ne keyif olurdu” diye içlerinden geçirdiler. Sonuçta 21. yüzyıl dijital görüntü deryasının ortasında mahkum oldukları ortamda hayata devam etmeye mecburdular... Bu kaotik, gizli, ortaçağ döneminde takılmış beyinlerinin aslında Reina baskın sahnesini güvenlik kameralarından izlemeye can attığını kendilerine itiraf etmeyi denediler; bir kısmı da bunu başarabildi. Bazıları belki rüyalarında gördüler o sahneleri. Dehşet kaçınılmaz şekilde etrafı sarmışsa, bu çağ onun “pornografik” bir netlik ve yakınlıkta hayatımıza girdiği günlerin ta kendisi... Elimizde kalitesiz görüntüleri dolaşan Kennedy cinayeti filmlerini saymazsak, 11 Eylül gibi büyük bir dorukla moda haline gelen bu dehşet pornosu merakı, en gündelik halinde sokak trafik kazalarının sürekli haberlere aktarılmasıyla sürüyor. Ama futbol tartışmaları gibi kritik anın 10 açıdan analiz edildiği felaketler en makbulleri. İster Tayland tsunamileri,  ister Mersin selleri, ister Norveç’te dehşet adasında makineli tüfekli katliamlar... Fark etmez! Yeter ki iki insanın öpüşmesinin mahsurlu sayıldığı şu günlerde ölüm, kan ve dehşetle karşı karşıya kalalım! Bizler yarattık bu felaket açlığını...

KILIÇDAROĞLU-BAHÇELİ GÖRÜŞMESİNİN HAYALİ “BANT” DÖKÜMÜ (!)
Bugün o yapay iyimser hava ve birlik yanılsaması, kahpe bir sis gibi dağıldı. Ana muhalefet partisi ve sahte muhalefet partisinin görüşmesi, ne yazık ki hüsranla sonuçlandı. 45 saniyeye sığdırılan nezaket açıklamalarına bile gerek yoktu. Bahçeli artık kimliğini açık etti. Kendisi hakkında her fırsatta hala bir nebze ümit besleyenleri darmaduman edip, boş gözlerle evine yollamaya alıştı. Kılıçdaroğlu, Bahçeli ile “Bu yolu da denemiş olalım bari” mantığıyla konuşmaya karar verdi. Bahçeli de tam tersine, “Ne söyleyecekse söylesin, nasıl olsa biz ne düşündüğümüzü biliyoruz, görüşümüz değişmez!” önyargısıyla bu randevuyu kabul etti. İçeride neler konuşulduğunu gerçekten çok merak ediyor musunuz?  “Kahve mi, çay mı? Şeker alır mısınız? Çok teşekkür ederiz, böyle önemli bir konuyu konuşmak için bir araya gelmiş olmak çok güzel bir duygu, evet... havalar da çok soğuk gidiyor bu yıl! Kemal Bey biliyorsunuz terör bizi her tarafımızdan kuşatmış durumda. Biz MHP olarak ‘önce millet’ diyerek bölünmeye karşı ciddi bir duruş sergilemeliyiz. Hani nasıl siz ‘konu vatansa gerisi teferruattır’ diyorsunuz, esas bizim için o görüş aynen geçerli. Biz önceliğimizi belirleyip büyük Türkiye’nin çıkarlarını ve kendimizinkileri düşünüp geçmişte sarf ettiğimiz her sözün üstüne sünger çekip unuttuk. Bakın siyasette ben Tayyip Bey’le çok karşı karşıya geldim; ama siyasette ebedi düşmanlık yoktur, diyalog vardır. Ne der siyasi atalarımız? Dün dündür, bugün bugündür, pragmatik olmak lazım! Siyaset, ihtiyaçlar ve boşlukların doldurulması üzerine kurulmuştur.
Peki, Kemal Bey ne demiştir bu sözlere? “Devlet Bey devletimiz elden gidiyor, demokrasimiz insan haklarımız ifade özgürlüğümüz parlamentomuz, rejimimiz, her biri elimizden kayıp gidiyor. Yazık değil mi? Geçmişte neler söylemişsiniz parlamenter rejimi korumak için, bakın hızlarını alamadılar, şimdi halifelikten söz ediyor dilini tutamayan yandaşları, sakın buna da sonra ‘bilmiyorduk, biz öyle anlamamıştık’ demeyin olur mu?” Yanıt şöyle olabilir:Kemal Bey, bunlar FETÖCÜ uydurmaları, hiç öyle şey olur mu? Hiç MHP buna geçit verir mi?”(!)

MHP’NİN “GÜVEN” KAVRAMIYLA İLİŞKİSİ!
Vermeeeez, vermez! Zaten MHP dediğiniz parti, her sözünün arkasında değil midir? Biz bu sütunlarda birazını aktarabilmiştik; AKP ve RTE hakkında neler düşündüklerinin... Şimdilerde atık herhalde “AK Parti” demeye dillerini alıştırmak için ayna önünde çalışmalar yapıyorlardır. Reflekslerini değiştirmeleri epey zaman alabilir. Çünkü Bahçeli’nin ses tellerini yırtarcasına çıkardığı o sesler, kulaklarımda çınlıyor: “AKP ile PKK’yı kuytu köşelerde görüşürken yakalarsak, onlara bu iktidarı dar ederiz”, ya da “AKP lale ve sülale devrini yaşıyor” gibisinden sayısız iddialı ve nüktedan nutukları var. Tabii ilginçtir, hiçbir muhalefet partisi başkanının ağzına pek alamadığı üslupla AKP’ye bindiren Bahçeli’nin sicili, artık ezbere bilinen şekilde AKP’ye stepnelik görevi üstlendiği bitmez tükenmez dökümlerle dolup taşıyor. Herhalde Devlet Bey, bu U ve W dönüşlerini, virajlarını çözebilen bir kadına rastlamadığından hiç evlenmemiş... Bakalım Kemal Bey onun ruh halini ve ne demek istediğini, kendi durumunu nasıl dış dünyaya aktardığını gerekçeli şekilde algılayabilecek mi?”.
Türkiye’de kafası karışık insan çok! Bakın AKP bile Atatürk-İnönü dönemi hakkında malum gidişat dışında zig-zaglarla ilginç danslar yapıyorlar. Örneğin Lozan hakkında, orada “bırakıldığı” iddia edilen adalar konusunu veya Musul’u ileri sürüp bir gün İnönü’yü yaylım ateşine tutuyorlar, bir başka gün konu Avrupa ile ilişkiler olduğunda aniden yeni bir W-M-U dönüş yapılıp İnönü üzerinden Lozan’a ve sonuçlarına sahip çıkıyorlar... Aslında İnönü’nün çektiği sırf AKP’den mi? Konuşturmayın beni şimdi kendi partisinin içinden onu anlayamayanların dökümünü yaptırmayın, sırası değil...

İSMET İNÖNÜ’YÜ FERİŞTAHINIZ SİLEMEZ O TARİHTEN!
Gülsün Bilgehan hatırlatmakta çok haklı. Bu ülkede Atatürk’e saldıramayanlar, İnönü’yü hedef alıyorlar. İnönü’yü çocukken çok yakından tanımış olmanın gururu ve keyfi bir yana, onun hayatının tüm anekdot detaylarını, birinci elden, yıllarca sağ kolu olan babam Dr. Suphi Baykam’dan defalarca dinlemiş bir insan olarak, bu bahtsızlara gülüyorum. Tarihe yalan söyleyerek, küçücük çocukların beynini formatlamaya çalışarak, yaşanmışlıkları gizleyerek veya çarpıtarak nereye kadar gider bu zavallılar, bilemiyorum. İnönü’yü tarihten çıkarmanın traji-komik abartısını bir AKP’liye şöyle anlatmayı deneyelim: 2070-2080 yılındaki tarih kitaplarında, birileri kalkıp, Erdoğan diye biri hiç yaşamamış ve ülkeyi yönetmemiş gibi kitaplar çıkarsa, bu onlara ne kadar zavallıca gelirse, işte Kurtuluş Savaşı kahramanlarından İnönü’nün çıkarılması onun bir 10 misli zavallıca!
İnsanlar, tüm yaptıklarıyla, tarihin kara defterlerine kalırlar. İyi işlerle de ve ne yazık ki maalesef... kötü işlerle de! Tarih ülkeyi kurtaran, bütünleştiren, sıfırdan kuranları nasıl hatırlıyorsa, ülkeyi ayrıştıran, insanları umutsuzluğa ve çelişkilere götürenleri, kendisine tahrifat yapmaya kalkışanları, bu toprakları korumayı başararak bize emanet edenlere karşı nankörlüğün en büyüğünü yapanları da unutmaz. Tarihi bu şekilde küçük hesaplarla dolandırmak mümkün değildir.  Artık bu dediklerim, iyi haber mi, yoksa kötü haber mi, bizi okuyanlar karar versin.
İnönü’yü YOK saymaya çalışan zavallıların, kim bilir bu yeni müfredatta 27 Mayıs Devrimi’ni veya 68 Kuşağı’nı nasıl anlatmaya kalkıştıklarını cidden merak ediyorum.

CHP DEMOKRATİK SEFERBERLİĞE HAZIR MI?
İnönü’yü toptan silme kararı alanlar, Atatürk’ün de anne ve baba adını, doğum yerini, Anıtkabir’i lütfedip bırakmışlar. Atatürkçülük, neredeyse her dersten çıkarılmış... İşte tam bugünlerde AKP zihniyetinin baş temsilcilerinden Abdurrahman Dilipak, baklayı ağzından çıkarıp, ballandıra ballandıra anlattı, birinin yaklaşmakta olan halifeliğini... Bunu sağlayabilmek için de AKP’li milletvekili İsmail Aydın ağzından genel kurulda kaçırdığı gibi, tabii ilk dört maddeye “dokandırmak gerekecek”. Tabii bu sözler gaflete ömür üstünden yenik düşmüş bizim kuşakların çoğunun gözünü açamaz, ne yazık ki, AMA EN AZINDAN bizim arka bahçemizde bulunan bir avuç ödünsüz Kemalist’in gündemini belirlemelidir bu “itiraf”!!
Bu milletvekilinin gafını Başbakan yalanladı da... Dilipak’ın “halife müjdesi” hakkında “bunlar palavradır” diyen çıkmadı! Şayet MHP kanadından bir süre sonra “kandırıldıııkkkk” diye çığlık atmak isteyen olacaksa, Kılıçdaroğlu’nun yaptığını umduğum ikazları bizler de sayısız kere tekrarlayalım!!...
İkinci tur oylamaların, kendini lağvederek dekoratif bir evrak taşıma merkezine geçiş yapmaya çalışan (!)  TBMM’de, bugün başladığını düşünürsek, CHP’lilerin genel kurul salonunda verdikleri büyük mücadelenin de devam ettiğinden bir şüphemiz yok. Ancak bu tepkiler şimdilik yetmediğinden, dört nala gidiyoruz Başkanlık krizinin merkezine!
Kusura bakmayın ama azıcık ucundan düşünen biri, Erdoğan’ın “Başkanlık da başkanlık” diye tutturmasının arkasında başka daha derin durumlar olduğunu çıkartırdı. Zaten Erdoğan ülkeyi fiili olarak Başkanlıkla yönetmiyor muydu? Bu başkanlık merakının kökünde gerçekten bir imamın Halifelik tutkusu olmalı! Yoksa bu kadar zahmete ve gürültüye değer miydi sizce? Sizce neden AKP kanadından Dilipak’ı yalanlayan olmadı dersiniz?


12 Ocak 2017 Perşembe

ABSÜRD ÜLKENİN “REJİM DEVRİMİ” SÜRECİ! | BEDRİ BAYKAM | 10.01.2017

Bu giriş satırlarının makalemle veya ülkenin akla sığmaz Anayasa süreci ile bir alakası var mı, hiç bilemiyorum. Ama yine de size aktarayım dedim: Apartmanımızdan caddeye uzanan 30 metrelik dar yolu taksi bulmak umuduyla her yürüdüğümde, caddeye 12 metre kala muhakkak boş bir taksi geçer. Bu yıllardır değişmez. Bugün de aynı şey oldu. İki okuma yapabiliriz: Ya “boşveer, böyle gelmiş, böyle gider, bir şey değişmez” ya da “gün doğmadan neler doğar, bak böyle işe yaramaz mucizeler bile sürebiliyorsa, her şey olabilir” denebilir. Ben ruhen, “her gün yeni bir başlangıçtır, dünya nelere gebedir, nelere...” ekolünden gelen bir insanım. Bunların Anayasal Süper Devrim sürecimizle bir ilişkisi var mı, bilemiyorum!


Parlamentomuzun kendini işe yaramaz bir “boş sohbet binası” haline dönüştürme çabası son hız devam ediyor. Hedefleri, can hıraş bir çabayla, “Başkan-Padişah-İmparator ve ötesi”nin gözüne girip “tak diye verilen emri, şak diye yapan” bir vekil ya da bakan olmak. Bu arada parlamentomuzda süren uyumlu bir ülke olma çabaları herhalde halkımıza ve Ankara Barosu’na iyi anlatılamadı ki, dün meclisi ziyaret etmek isteyen kitle örgütleri ve aydınlara polis heybetli bir karşılama “resepsiyonu” düzenlemişti, gazlı mazlı... Herhalde halkımıza ciddi bir önem veriliyor ki, karşılama heyeti taa dışarılara taşmıştı!


ABSÜRDLÜK YARIŞINDA ZIRVA ZİRVESİ!
Başbakanımız deseniz, o herkesten daha özverili, fedakâr, cefakâr... “Başbakanlık... artık yok! Memleketin geleceği için bir Ali değil, Binali feda olsun!” sözleriyle hem salondaki cemaatinin gözlerini yaşartıyor, hem de “işte son başbakan böyle olur!” dedirtiyordu. Başbakan dediğin, koltuğunu yok eden, makamını lağveden kahramandır! Artık devletin başı, bu istedikleri gidişata göre, Cumhurbaşkanı, Başbakan, Genel Kurmay Başkanı, Parti Başkanı, hatta Anayasa Başkanı yerine geçen tam bir yeniçağ insanı olacak! Yani “Rönesans-man” kavramının öz Türkçe versiyonu! Kainat, böylesini ilk defa görecek, keşfedecek. Harıl harıl bu duruma bir isim aranıyor: Bulunabilen “Türk usulü başkanlık”, yani daha önce belirttiğim “Alaturka Başkanlık”... İşin ilginci, bu tanımlamaya da en büyük karşı çıkış HDP’lilerden geldi. “Türklüğe uygun görebildikleri başkanlık bu mu?” diye haklı bir itiraz koydular. Çünkü böyle bir güç tanımlaması yeryüzünde pek görülmedi, padişahlar dahil!.. HDP’liler bu devrim senaryosunu pek anlayamamış gibi; ama maşallah Türklüğü onlardan kat be kat daha iyi bilen Devlet Bey, devletin başına konan bu talih kuşunun direkt “müsebbibi”. Çünkü kendisi geçen yılın Ekim ayında, aniden uzun bir uykudan uyanmışçasına bu fitili somut olarak ateşleyen kahraman! Bahçeli, daha önce Türk siyasi tarihinin gelmiş geçmiş en ağır cümleleriyle saldırdığı insanı, birden Türkiye, Ortadoğu, Balkanlar, Kuzey Afrika ve tabii Türki Cumhuriyetlerin en güçlü insanı haline dönüştürmeye karar verdi. Bu sırrı henüz çözebilen olmadı. Bence bu film baştan sarılmalı, makinistten rica etmeli...
Neyse, biz işimize bakalım: Yeni Başkanımızın atayacağı hükümetin güvenoyu aldı-alamadı derdi olmayacakmış! İşte bu da gerçek bir devrim bence! Neydi o öyle “seviyor-sevmiyor” papatya falı gibi… Allah kurtarıyor bizi böyle ucube-antika durumlardan! Güvenoyu almayan bakanlara hepimiz sonsuz güven duyacakmışız! Artık öyle, yok kutulardan para çıktı çıkmadı, yok paralar sıfırlandı sıfırlanmadı gibi gereksiz polemikler, şer odaklarına malzeme oluşturacak iddialar olamayacak. Çünkü zaten hiçbir bakan hakkında gensoru verilemeyecekmiş! Aslında bunu iyi okumayı bilseniz, “tam bir güven rejimi” olduğunu anlarsınız; fitneciliğin lüzumu yok! Herkes Başkan’ın seçimlerine kayıtsız şartsız güvenecek, hepsi bu kadar! Koskoca Başkan’dan daha iyi mi bileceksiniz kimin ne olduğunu!
Yine bir HDP’li vekil, tasarının absürdlüklerini ortaya koymaya çalışırken önemli bir çelişkiyi hatırlattı: Örneğin Başkan’ın partisi 2. gelirse, o yüce Başkan, aynı zamanda sıfatlarına bir yenisini ekleyerek “Ana Muhalefet Partisi Başkanı” da mı olacak? Aynı zamanda kendisini yargılama hakkına sahip Anayasa Mahkemesi üyelerinin de çoğunluğunu atayacak olan Başkanımız, kalan diğer üyeleri de Parti Başkanı sıfatıyla seçtirecek! Bu sistem yüksek yargının tüm makamları hakkında bu şekilde sürüp gidecek... Elbette rektörleri de atayacak! (Acaba futbol teknik direktör seçimleri de atama ile yapılamaz mı? Epey kuru gürültü diner böylece). Bu arada hem Cumhurbaşkanı yeminini ederek tarafsızlığını teminat altına alacak, hem de ardından Parti Başkanı sıfatıyla miting meydanlarında heyecanlı nutuklarla rakip partilere dünyayı dar edecek! Aklınız karıştıysa, bu paragrafı baştan okuyun lütfen! Yeter ki benden yardım istemeyin!


AZİZ NESİN VE LEVENT KIRCA DURUMLARIMIZ
Çok mu düşündünüz, böyle bir “yönetim sistem değişikliği” çeşnisini? Helal olsun demek lazım! Rahmetli Aziz Nesin ne hikayeler döşenirdi bu duruma! Hele rahmetli Levent Kırca! “Olacak O Kadar” programında mesela “Yeni Süper-Başkan’ın Bir Günü” başlıklı yazacağı piyes, 128 yıl matine-suare kapalı gişe oynardı! Eminim onun o “özel” programını sayısız kere izleme şansına erişmiş olan bizim kuşak, bu piyesin senaryosunu kafasında 7 dakikada baştan sona yazabilir! İzleyicilere de gülmekten midelerine girecek kramplardan hastanelik olmak düşer! Örneğin o piyeste, kendini lağvetmek üzere boğuşan “Son Başbakan” da epey bir rol çalabilir. Tamamen iyi niyetlerle donanmış bir insan. Haklı olarak soruyor: “550 yerine 600 milletvekili olmasının kime ne zararı olmuş ki?” Sorun şu galiba: Hani nasıl bir terörist yok edildiğinde devlet “etkisiz hale getirildi” diyor ya, burada da devrimleri anlayamayanlar “600 vekil de yetkisiz hale getirildi” diyor! Onlar da artık abartmışlar! O kadar yetkili insan, her kafadan bir ses; ülke nereye gider öyle? Bakın bu “paketi” hazırlayanlar yetki meselesini, olası en aza indirmişler, yani “bir” rakamcığına!


YOKSA BİNALİ BEY HAKLI MI?
Binali Bey haklı da olabilir! Niye hemen kızıyorsunuz? Hani diyor ya, “iki kaptan gemiyi batırır” diye, valla belki adam haklı! Örneğin size otobüs şoförlüğü makamından örnek vereyim: Düşünün ki bir adam direksiyonu sağa çekiyor, diğeri de yanına ya da onun üstüne oturmuş, sola çekmeye çalışıyor! Maazallah, n’olur öyle bir durumda? Vallahi Binali Bey haklı! Yetkili insan sayısı “1”e indiği zaman, gerideki herkes nasıl rahat eder düşünebiliyor musunuz? Tek sorumlu var koca ülkede! Örneğin bizim hiç aklımıza gelmemişti bunlar! Çapımız, hayal gücümüz yetersiz kalıyor! Düşünsenize, ülkenin yaşayacağı rahatlığı? Tek adam “sağa çark, marşşşş!” diyor, herkes sağa... “Düz” diyor, o zaman da herkes kapıyor gözünü, dümdüz gidiyor! İsterse ileride uçurum olsun, ne fark eder şu ölümlü dünyada? Hepimizin sonu ahiret değil mi? Yeter ki bir daha kandırılmasın! Çünkü dünkü Sözcü’de “yaramaz” yazarlardan Soner Yalçın bir kandırılma listesi saymış ki, içim daraldı, hepsini okuyup bitiremedim. Ama olaya şöyle de bakabilirsiniz: Potansiyel Başkan adayımız, o kadar çok konuda kandırılmış veya yanılmış ki, belki başka kandırılabileceği yeni konu kalmamıştır!


DÜNYA BİZDEN REJİM VE DEMOKRASİ DERSİ ALIYOR!
Binali Bey yalnız Türkiye’yi değil dünyayı da düşündüğü için, dün Sayın Büyükelçileri toplamış, onlara “Törkiş Stayla” Başkanlığın tüm âlem tarafından anlaşılması için detaylı açıklamalar yapıyordu. Vallahi o konuşmayı da naklen izledim ve eksik kalan bilgilerimi oradan toparladım. Böylece Başkan ve Yasama birbirlerini denetleyeceklermiş. Tabii oradaki vekillerin de çoğunluğunun Cumhurbaşkanı, pardon, galiba Başkan tarafından bir öğleden sonra Parti Başkanı sıfatıyla atanmış olmasını da hatırlarsak, o denetim biraz Amerikalıların kullandığı deyimle “sen benim sırtımı kaşı, ben senin sırtını kaşıyayım” oyununun ötesine geçemez. Ama varsın olsun, bu da uyum açısından hayırlı bir durum! Umarım Avrupa, Afrika, Asya ve ABD Elçileri bizden öğrendikleri daha huzurlu olduğu kesin olan bu sistemi, ülkelerine önermeye başlamışlardır. Çünkü egoist olmamak lazım. Dünya bu oldukça kaotik dönemde, her ülkede siyasi karışıklıkları toptan önleyecek formülleri acil olarak gündemine almalı! (Nedenini tam bilemedim, Büyükelçiler bayağı somurtarak oturuyorlardı) İşte bizim üstün dahiyane rejim buluşumuzdan önce, dünyada bu kadar uyumlu bir sistem ancak çobanlarda bulunuyordu. Koyunlara “sağa çark marş, kıt-a durrr!” diyerek hükmeden çobanların ülkemize yüzyıllardır verdiği kalıcı dersler var!


GELENİN GİDENİ ARATTIĞI BİR SAHNE!
Bakın siyasetimize, bu çoban dersleri “Çoban Sülo”, yani Demirel ile başlamıştı. O zaman da biz solcu tayfaları, 60 ve 70’li yıllarda onun hakkında çok laf söylemiş, adamı doğduğuna pişman etmiştik. Ama ardından gelenlere bakarsak sırayla, Turgut Bey, Tansu Hanım, Necmettin Bey, Tayyip Bey… Galiba “gelen gideni aratır” özdeyişi her defasında hatırımızdan geçti.
Deniz Bey, bu parlamentonun en tecrübeli ismi. O da nazik bir üslupla bu iletişim eksikliğini gündeme getirdi, diğer eleştirilerinin arasında... “Halkımız bu pakette ne olduğunu hiç bilmiyor, ne bu acele, yangından mal mı kaçırıyorsunuz?” dedi. Onu dinlerken belleğim 50-60 yıl geriye gitti. İsmet Paşa’nın “Suçluların telaşı içindesiniz” sözleri geldi aklıma, neden bilmiyorum. DP hükümetinin hokus-pokuslu, oldu da bitti maşallah yasalarına karşı söylenmişti bu cümle. Çünkü yeni Türkiye’nin, yeni muhteşem rejimini anlamadan konuşan herkesin dilinde bu aceleciliğin eleştirisi var. Halbuki atalarımız hep ne der? “Tez canlı olmakta yarar var”. Tayyip Bey’in sloganı ne? “Durmak yok, yola devam”. Bu nedenle, ben telaşlı ortamı bu şekilde izah ediyorum. AKP’lilerin üç kişi aynı anda oy vermeye girmelerini ya da uluorta açıkta oy vermelerini de bu şekilde gerekçelendiriyorum (Her ne kadar CHP Milletvekili Fatma Kaplan Hürriyet, farklı teorileri kısa ve unutulmaz konuşmasında –bence izleyin- ortaya attıysa da…) Ve aynı nedenlerle, mensubu olduğum partiden arkadaşlarımın da dün sürekli söz alıp oturumu yavaşlatmalarını, Tayyip Bey’in yoluna taş koymaya çalışmalarını da anlayamıyorum! Halbuki “tarafsız” Meclis Başkanı kendilerini güzellikle ikaz etti, “İç tüzüğü istismar etmeyin” dedi!

Deniz Baykal, Engin Altay, Özgür Özel, Akif Hamzaçebi, Bülent Tezcan, Levent Gök ve sütunlara sığdıramadığım tüm diğerleri; tarih sizleri hatırlayacak... Bundan şüpheniz olmasın. O tarih sayfaları dışında, bizler de sizi unutmayacağız.

6 Ocak 2017 Cuma

UPSD'DEN TEROR OLAYLARINA KARSI BASIN BİLDİRİSİ

Uluslararası Plastik Sanatlar Derneği (UPSD) Başkanı Bedri Baykam ve Yönetim Kurulu üyeleri, bu sabah (6 Ocak 2017) saat 11.00’de Ortaköy’de Reina’nın önüne çiçek bıraktılar ve aşağıdaki bildiriyi okudular:


ULUSLARARASI PLASTİK SANATLAR DERNEĞİ’NDEN (UPSD)
TERÖR OLAYLARINA KARŞI BASIN BİLDİRİSİ
6 Ocak 2017

Ülkemizin üst üste yaşadığı korkunç terör olayları ortadadır. Gerek Güneydoğu’yu, gerek büyük illerimizi, bir kaç hafta önce Dolmabahçe’yi,  geçen hafta sonu Reina’yı, dün İzmir’i hedef alan alçak terör, kökeni her ne olursa olsun, bizler için Ortaçağ zihniyetini temsil eden bir zavallılıktır. 

Masum vatandaşımızı, polisimizi, askerimizi hedef alan bu saldırıları lanetlemek her sorumlu vatandaşın görevidir.

Bu ülkenin sanatçıları olarak özveri ile mücadelemize devam ediyor, yüz binlerce şehidin kanıyla, kurucumuz Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde vücut bulan Türkiye Cumhuriyeti’nin eşsiz değerini biliyoruz. Hiçbir güç bu Cumhuriyeti parçalayamayacak veya yobaz saldırılara yem yapmayı başaramayacaktır.

Bu ülkede akıl almaz bir şekilde Diyanet İşleri Bakanlığı’nın vatandaşlar arasında ayrımcılığa ve ayrıştırmaya gidebilmesini kabul etmiyor ve bu tehlikeli olduğu kadar sorumsuz tavrın derhal sonlandırılmasını istiyoruz. Tabii ki Reina saldırısının tek sebebi Diyanet’in bu korkunç hataları değildir. Ülkemiz maalesef yıllardır büyük ölçüde siyasi ve sosyal alanlarda dini referans alan bir anti-laik ikileme kurban edilmeye çalışılmaktadır. Ülkemizi demokrasiden, insan haklarından, özgürlüklerden, bağımsız bilimsel düşünceden fersah fersah uzaklaştırmayı hedefleyen bu beyhude çabaları reddetmek yalnız her özgür sanatçının değil, her Türkiye Cumhuriyeti vatandaşının ödevidir.

Gücünü milletin meclisinden alan, özgür, laik, demokratik Türkiye Cumhuriyeti’ni evrensel barış, eşitlik ve insan hakları değerleriyle bütünleştirerek, sonsuza kadar savunacağız.

Bedri Baykam

IAA/AIAP -UNESCO Resmi Partneri
International Association of Art (Uluslararası Sanat Dernekleri)
Dünya Başkanı
IAA/AIAP Türkiye Ulusal Komitesi
UPSD Başkanı

Yönetim Kurulu
Bahri Genç 
Tijen Şikar
Aslı Özok
Ceylan Mutlu
Fazilet Kendirci
Murat Havan

4 Ocak 2017 Çarşamba

REİNA: ÖBÜR DÜNYADAN GELEN KURŞUNLAR! | BEDRİ BAYKAM | 3 Ocak 2017




TÜRK CEZA KANUNU DEĞİŞİMİNİN “YETİŞTİRDİĞİ” TERÖRİSTLER

Kim hangi laf kalabalığını yaparsa yapsın, yaşadığımız dinci terörün bu şiddet sarmalına kapılması, bundan 28 sene önce “demokrasi” (!) uğruna değiştirilen Türk Ceza Kanunu’yla doğrudan ilişkili! Televizyonlarda görüntülerini izlediğimiz Reina katilinin yaşı kaç? Herhalde 28-30 civarı, Türk Ceza Kanunu’ndan 163. maddenin çıkarıldığı yıllarda doğmuş. “O katil belki Türk değil” diyebilirsiniz, fark etmez... Bugün çevremizde cirit atan yerel IŞİD teröristlerinin ortalama yaşı yine o civarda. 1989-1990 yıllarında “12 Eylül sonrası demokratikleşme çabaları” ekseninde kaldırılan o madde, şeriat propagandasının önünü akıl almaz bir şekilde açıyordu. Aynen o furyada kaldırılan ve Komünizm propagandasının önünü açan 141 ve 142. maddeler gibi. Şu farkla ki, Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti dağıldıktan sonra, Komünizm demokrasi için teorik olarak bile bir tehlike değildi. Oysa yobazlık, İran ve Suudi Arabistan çıkışlı olarak Türkiye’yi doğrudan hedef almıştı ve yayılmak için elinden geleni yapıyordu. Bu tehlikeyi, bırakın ANAP’ı, DYP’yi, bir türlü SHP’lilere bile anlatamadık o günlerde... Ne Muammer Aksoy, ne Yekta Güngör Özden, ne Oktay Ekşi, ne Türkan Saylan, ne Necla Arat, ne de ben...



BU “İKLİM”, EMİRLERİNİ ÖBÜR DÜNYADAN ALDIĞINA İNANIYOR...

O günden itibaren doğan çocuklar, 28 yıldır radyo, televizyon, gazete ve dergilerde Atatürk, laik Cumhuriyet, demokrasi, özgür kadın imajı, çağdaş yaşam ve sanata düşmanlıkla kuşatılmış durumdalar. Başka bir dünya tanımıyorlar. Onlar için laik, Atatürkçü, solcu, özgür insanlar birer kafir veya “hedef”ten ibaret. Ramazanda oruç tutmayan da, içki içen de, mini etek giyen de, Atatürkçülüğü savunan da bu kesim için ya düşman ya da en azından “karşı taraf”... Onlarla mücadele ise çeşitli yollarla olabilir: Tehdit etmekten dövmeye veya öldürmeye kadar uzayan bir yol bu... Bugünden başlayarak filmi başa sararsanız, her şeyi, tüm yaşadıklarımızı hatırlarsınız... Şimdilerde size bir “iklim”den söz ediliyor ya hani? İşte o iklim en az  30 yıldır özenle yayılıyor, egemen kılınıyor. Bugün soğukkanlılıkla intihar bombacısı olup kendini havaya uçurarak cennete ulaşmaya çalışanlar veya etrafını makineli tüfekle tarayanlar, oturdukları klavye başından onları hararetle alkışlayanlar, işte o beyni yıkanmış gençler... Sizlerin onlara şaşırma hakkınız ise sıfır. Onlar bu günler için yetiştirildiler özenle ve “cihad” denince, akıllarına yalnız bu eylemler ve “şehit olma” kavramı geliyor. Ne yazık ki bizleri temsil eden siyasiler, bebeklerimizin bu tehlikeli propagandalara maruz kalarak büyümesinin adını “demokrasi” koydular! Artık her gün bu coğrafyada, “naif” demokrasinin bedellerini ödüyoruz. Çünkü cennete, sonsuza kadar bitmez tükenmez bir erkeklik gücüyle sevişeceği hurilerine kavuşmak için sabırsızlanan bir teröristi yolundan çevirmek hiç kolay bir iş değil. Olup bitene şaşıranlar ve bu kök nedenleriyle ilgilenmeden sahte bilimsel analizler yapan sözde uzmanlar, size bunları anlatmazlar... Hala komik sorularla “sizce bu gerçekten bir yaşam tarzı farkı gerilimi mi?” gibi gülünç ötesi cümleler kurarlar. Halbuki yanıt basittir: Bu bir yaşam tarzı farkı geriliminin çok ötesindedir. Bu mücadele, yaşadığımız dünya ile öbür dünya arasındaki bir ölüm-kalım mücadelesidir. Çünkü dini duyguların paylaşımcı, bütünleştirici güzel duyguları yerine anti-laik, tahammülsüz ve şiddetle yüklü bir dünyaya geçmiştir bu insanlar. Nefes alırken de aramızdan biri olarak görmezler kendilerini. Emirleri öbür dünyadan aldıklarına inandırılmışlardır!



BU UYUMLU DEMEÇLERİN ARKASINDA NELER VARDI, HATIRLAYALIM:

Reina olayını birinci dakikadan beri canlı yaşıyorsunuz... Televizyonlar ortaoyunu toplantılarına devam edip yorumları alıyorlar. En başından söyleyeyim: Numan Kurtulmuş, Bin Ali Yıldırım ve hatta Diyanet İşleri Başkanlığı’nın korkunç katliam sonrası verdiği demeçlere bakınca hemen “bravo!” dedim. Ne kadar toparlayıcı, barışçı, suçlulara ve onların destekçilerine dur diyen sorumlu konuşmalardı bunlar... “Bu katliamın bir mabette, bir ibadethanede veya bir eğlence yerinde yapılması arasında bir fark yoktur” diyorlardı! O korkunç anlardan sonra insanlara bir nebze olsun dayanma gücü ve bir gram moral aşılayabildi bu güzel sözler... Vatandaş olarak teşekkür ediyorum. İyi de ortada bazı ağır sorunlar var: Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez’in olaydan bir gün önce Cuma Hutbesi’nde yayınladığı bildirinin, “yılbaşı kutlaması gayrimeşrudur” fetvalarının nasıl akıl dışı, mantık dışı, ayrıştırıcı, tehlikeli ve... affedilmez olduğunu herkes bildiği için, kimse bu sahte doğru yol göstericiliklerine kanmadı! Tam tersine, Görmez kaş yapayım derken göz çıkardı, gündeme geldi ve hakkında süratle haklı bir suç duyurusu yapıldı... Tabii çok gecikmiş bir suç duyurusu! Diyanetin bu ülke insanlarını birbirine düşüren bir yapısı olduğunu fazlasıyla bildiğim için, bu son dakika kaçış ve kendini affettirmeye çalışma çabasının hiçbir değeri olmadığını söyleyebilirim rahatlıkla... Çünkü Diyanet ve onun damarlarına basıp provoke ettiği başka laik Cumhuriyet düşmanları, bildiğiniz gibi yılbaşını ve “Noel Baba”yı açıkça hedef göstermiş ve şeriatçı-yandaş medya üzerinden herkesin gözüne soktukları bir şiddete çağrı kampanyası götürmüşlerdir.



“DİNDAR VE KİNDAR NESİL” DEDİĞİNİZ NASIL OLACAKTI ACABA?

Peki ya hükümete ne demeli? AKP hükümeti bu ülkede yıllardır bu ses tonunda mı konuşuyordu? Yıllardır kürtaja karşı çıkan, “aksırıncaya, tıksırıncaya kadar içsinler” diyen, tiyatro ve baleye, klasik müziğe, operaya savaş açan bu hükümet değil miydi? AKM’yi durup dururken kapatan, bar ve gece kulüplerinin sandalyeleriyle uğraşan, LGBT yürüyüşünün üstüne polisleri salan, Alevi vatandaşlara yapılan tehdit ve baskıları seyreden bu iktidar yapısı değil miydi? Aslında şu saydıklarım bile, işin nispeten “hafif” yönü! “Dindar ve kindar” bir nesil yetiştirmek isteyenler, bazı şeylerin galiba farkına varamıyorlar: İktidarı tüm nimetleriyle ellerine aldıktan sonra bile 3-5 yaşında bebekleri ne idüğü belirsiz bazı hocaların ellerine teslim ettiklerinde, kendi kuyularını kazdıklarını göremezler. Çünkü bombardımanlarda istedikleri kadar IŞİDci öldürürlerse öldürsünler, her gün yeni potansiyel teröristler yetiştirilmesine aracı olduklarının farkına varamazlar. Aynen FETÖ olayının son saniyeye kadar farkına varamadıkları gibi! Sanki FETÖ, o dini iktidar hırsı ile bezenmiş tek tarikat ve tek uzantıymış gibi bir rüyaya kanmak daha pratiktir. Halbuki bu alemde, Hizbullahçılardan El-Kaide’ye, IŞİD’den El Nusra’ya ve henüz ünlü olamamışlara kadar, o kadar çok “cennet meraklısı”(!)  vardır ki! Tabii ki her Kuran kursu terörist yetiştirmez! Ama bazıları yetiştirir. Bunların hikayeleri de zaten çevremizi kuşatmış durumdadır. Bu arada kindar olarak yetişmesi istenen gençler de, şimdi Twitter’da kin kustukları zaman AKP’nin neden kızıp onları dava açmakla tehdit ettiğini pek anlayamamışlardır herhalde... “Kin”i, başka nasıl ifade edeceklerdi ki?



SANAL DÜNYANIN İNTERNET PROVOKATÖRLERİ

Peki teröriste dönüşmeyenlerin hepsi ideal vatandaş konumunda mı? Hayır. Hangi konumda olduklarını anlamak için, Twitter’da biraz gezinmeniz yeter. Onların bir kısmı da teröristlere destek veren, laik kaleleri demagoji ile oyalayan, tweetleriyle tehdit-küfür-gözdağı peşinde koşarak insanları susturmaya çalışan internet kurtçukları olmuştur. Ve bu öyle boyutlara tırmanmıştır ki, artık Reina olayından sonra AKP Hükümeti’nin bile buna dayanacak takati kalmamıştır. Türkiye Barolar Birliği Başkanı Metin Feyzioğlu’nun, Reina olayından sonra terörü alçakça öven ve “oh oldu” paylaşımları yapan insan müsveddeleri hakkında suç duyurusu yapması, demokrasimizin çok önemli bir hamlesidir. Ne ilginçtir ki, yandaş medya ve aktroller, bu apaçık olguyu bile perdeleme ve laf salatası içinde boğma çabası içindedirler. Tabii ki bunlar dışında kalan ve laik, ülkesine bağlı insanlar olarak yaşayan, imamlık veya başka meslekler yapan güvenilir, namuslu ve aydın din adamlarımızı tenzih ederek konuşuyorum! Onlara saygımız sonsuzdur.

Türkiye’nin sosyopolitik yapısı, ne yazık ki artık o kadar ağır yobaz katmanlarla örtülüdür ki, yılbaşı düşmanlığı yaparak kendilerine kimlik ve propaganda mevzii arayanlar, belki şu gerçeklerin farkına varamamıştır bile: Reina’da ölenlerin çoğunluğu Müslümandır ve başka ülkelerden de gelmektedir. Bu arada Ortadoğu’nun bilinen tüm Müslüman ülkelerinde yılbaşı havai fişekler ve büyük partilerle kutlanmıştır. Demek ki bu veriler üzerine, bizim IŞİD’ci ve diğer yobaz yapılara kapılmış gençlerin, neden ve nasıl bu topraklarda böyle çağdışı bir abartı rüzgarına düştükleri üzerine biraz düşünüp, tercihen dünyevi kararlar almaları beklenebilir. “Müslüman dünyası” bile yeni yılı bu heyecanla kutluyorsa, bizimkiler hangi El-Kaide ötesi hacı/hoca takımının beyinsel yıkamaları ve saldırılarıyla bu konuma geriletildiklerini görüp düşünmelidirler!