24 Eylül 2020 Perşembe

YENİ KABİNE ÜYELERİMİZLE TANIŞIN! | Bedri Baykam | 24.09.2020

Lütfen söyler misiniz, bu hafta ne yazmamı bekliyorsunuz? Yunanistan’ın belirli periyotlarla yeniden nükseden, müzmin Türkiye düşmanlığı ve Ege krizinin sahte savaş çığlıklarını mı; yedi yıldır adalarımıza Yunan bayrağı dikilirken uzaktan seyretmekle yetinen AKP’nin bu sefer konunun ciddiyetini ve Lozan’ın nimetlerini nihayet anlamış görünmesini mi?

Yoksa CHP’nin İl Başkanı Kaftancıoğlu’nun nihayet Atatürkçülüğe ne kadar bağlı olduğunu ve bunu ortak değerimiz olarak gördüğünü bangır bangır ifade ederek, hatasından yüksek sesle dönmesini mi?

Yoksa bu değerli hanımefendiye destek olacağım derken, her şeyi birbirine karıştırıp, Mustafa Kemal’e “100% kendisi gibi” bakmayan herkese taş atıp “lafı gediğine oturtacağım” diye çarşaf olan köşe yazarlarını mı?

Yok yok, siz bunları aştınız zaten, bu konular da “yetti gari!” Sayfayı çevirmeyi bilmek lazım.

Bunun yerine ben sizi küçük bir gezintiye çıkaracağım! Nereden mi çıktı? Mustafa Gazalcı’nın Cumhuriyet’teki “12 Eylül’ün eğitime etkisi” yazısını okudum! Yarın başbakan olsam (başkan değil) hangi kabineyi seçerdim, kimlerle çalışırdım bu konuda yarı ciddi yarı fantezi bir beyin jimnastiği yaptım! Büyük ihtimalle okurken sizin de kendi düşünceleriniz devreye girecek ve kendi kabinenizi hayal etmeye başlayacaksınız!

Hadi bakalım, buyrun turumuza:

Şiir Bakanlığı: Ataol Behramoğlu. Hiç duymadığınız ve en olmadık bakanlıktan başlamak istedim. Behramoğlu, gerek dünya şiirinin, gerek Nazım Hikmet’in, gerek tanımadığınız isimlerin, gerek kendisinin ağırlığını size hissettirerek, kelimelerin sihirli çağrışım dünyası ve yarattıkları görsel baloncuklar içinde sizi ağırlayacak! Böylece parlamentonun düzeyi yükselecek!

Milli Eğitim Bakanı: Mustafa Gazalcı. 2003’te CHP Genel Başkanlığı’na aday olduğumda, olası bir iktidarda, yalnız Milli Eğitim Bakanımın kim olacağını biliyordum. Yeni Hasan Ali Yücel olarak tartışmasız muhteşem izler bırakacaktı. Bir insan bu kadar mı pozitif enerjili, dikkatli, metodik kararlı, zarif ve nazik olabilir? Kendisini ne kadar övsek kimliğini tarif edemeyiz.

Sonsuzluk Bakanlığı: Halit Kıvanç/Uğur Dündar. Bakın benim çocukluğumda televizyon yoktu. Bütün maçları harika esprilerle gözünüzün önünde canlandırarak, sizi gülümseterek, kimi zaman duygular içinde yüzdürerek anlatırdı Halit ağabey. Ve ne mutlu bizlere ki bu muhteşem insan 60 yıl sonra toplumla buluşmaya devam ediyor! Sevgili Dündar ise, yakışıklı Robin Hood’umuz olarak basın ve televizyonda dört kuşaktır mertçe adalet ve Cumhuriyet değerleri dağıtmaya devam ediyor! Ne kadar şanslı olduğumuzun farkında mısınız?

Devlet Bakanı: Alev Coşkun. Bir insan gerek Ödemiş’te başlayan kurtuluş mücadelesini gerek Mustafa Kemal’in saklı kalmış tarihini bu kadar mı iyi mi anlatır? Cumhuriyet Gazetesi’nin egemenlik mücadelesini bu kadar iyi mi götürür? Bir insan Atatürk Cumhuriyeti’ne bu kadar mı sahip çıkar?

Derbiler Bakanı: Cüneyt Çakır. Vallahi bu satırları yazarken Galatasaray-Fenerbahçe maçını kimin yöneteceğini bilmiyordum, ama bu sefer “o” değilmiş! Ama biliyorsunuz Cüneyt Çakır her derbinin doğrudan bakanı, sahanın içinden bakanı, gözlerini ayırmadan bakanı ve tabii yorulmadan, bıkmadan bakanı! No comment.

Kültür Bakanı: Zülfü Livaneli/Zeynep Oral. Her iki isim birbirinden daha çalışkan, daha kalıcı eserler üreten, sanat emekçisi ve dünya ile bütünleşme konusunda dört dörtlük insanlar. Herhalde bakanlığa ikisini davet ederdim ve o koltuğu Livaneli centilmenlikle Oral’a bırakır, “Ben müsteşarınız olayım” derdi.

İmaj Bakanı: Kıvanç Tatlıtuğ/Muharrem İnce. Kıvanç zaten varlığı ile yürüyüşü ile duruşuyla tam bir imaj! Her karesi, her reklam filmi, her oyunculuk başarısı, milyonları kendisine hayran bırakıyor. Muharrem İnce’nin de çoğu kürsü karizmasından gelen ciddi bir parlak imajı var ancak yaptığı mesleğe baktığımızda örgütçülüğü ve takım oyunu fonksiyonları bulunmadığını hayretle görüyoruz. Bu nedenle siyasi metodları tartışılır ama yine de imajı tartışılmaz.

Basın-Yayın ve RTÜK Bakanlığı: Uluç Gürkan ve Işık Kansu. (Evet, bu da yeni kurduğum bir bakanlık!)

Her ikisi de eşsiz basın, politika ve halk deneyimleri ile hem basın özgürlüğünü, hem çocukları, hem halkın haber alama ve mutlu olma özgürlüklerini korur, tüm ahaliyi de kendi dürüst metodlarıyla dengeli şekilde kucaklarlardı!

Polemikler Bakanlığı: Hıncal Uluç/Ahmet Hakan. Herhalde Hıncal ağabey bakan olur, müsteşarlığa da doğal olarak Ahmet otururdu. Her ikisi de, aslında hepimizde biraz var olan polemik merakını zirvelerde yaşıyor. Her gün yazılarına otururken, “kim neden bir fiske hak ediyor, kim tatlı-sert bir okşama” diye her şeyi süzgeçlerinden geçiriyorlar! İyi ki gerçek hayatta beraber çalışmıyorlar, vallahi her gün kapışırlardı!

Turizm Bakanı: Hülya (Baykam) Aslantaş. Aynen Gazalcı örneğinde olduğu gibi, sıfır tereddütle söylüyorum, bu işi tartışılmaz şekilde ülkede en iyi yapabilecek insan, sevgili ablacığım Hülya. Doğduğundan beri turizmin her zerresinde çalışmış ve TÜRSAB Başkan yardımcılığı, SKAL Turizm Profesyonelleri Dünya Başkanlığı yapmış, sektörün elmas dehası. Bilen bilir ne dediğimi!

Demokrasi ve İnsan Hakları Bakanlığı: Ercan Karakaş/Orhan Aydın. Başka söze gerek var mı? Sevgili Ercan parlamento ve kurumlarda, Orhan da sahada ve her yerde bu işi dünya çapında omuzlarlardı!

Tarih Bakanlığı: İlber Ortaylı/Sinan Meydan. Doğru bildiniz! Bu da yeni bakanlıklarımızdan! İsimleri de doğru tahmin ettiniz bence… Hepinize bravo! Her şey ortada… Her gün Meydan yazar, İlber Hoca anlatır, parlamento da ülke de büyülenirdi.

Güzellik ve Zarafet Bakanlığı: Çağla Şikel ve Hande Erçel. Bu da yeni ihdas ettiğimiz ve her yönüyle polemiğe açık taze bir bakanlık. Sizin isimleriniz farklı, o kadarını biliyorum ve ben aradan çekiliyorum, tüm yarışmacılara başarılar diliyorum!

Köşe Yazarlığı Bakanlığı: Yılmaz Özdil ve Mustafa Balbay. Tabii ki bu da yepyeni bir bakanlığımız! Sevgili Yılmaz, tüm insanlığa, muhteşem üslup nedir, arşiv ve tarih nasıl kullanılır, anekdotlar köşe yazısına nasıl monte edilir dersi verirken, cümlelerinden bal akan Balbay da, kimsenin göremediği kelime oyunları nasıl icat edilir, cesur gazetecilik nasıl yapılır, bunları yeni kuşağa gösterebilecek. Böylece parlamento mantık ve dil dersi almış olacak!


Sevgili okurlarım, yer bitti ama ben kabinemi bitiremedim! Haftaya (gündem izin verirse söz), yeni kabinemizin diğer çok değerli üyeleri ile tanışmaya devam edeceksiniz!


17 Eylül 2020 Perşembe

ÜZÜCÜ BİR “ATATÜRK” TARTIŞMASI | Bedri Baykam | 17.09.2020

Tartışma gerçekten dramatik. Herkese rahatsızlık veren bir durum. CHP İstanbul İl Başkanı Canan Kaftancıoğlu’nun yarattığı “Atatürk adını kullanmama” konusu kaçınılmaz bir şekilde dallanıp budaklandı. Örgüt ciddi anlamda tartışma yaşıyor. Seçmenleri hiç sormayın. Parti maalesef bir hanımefendinin bu kadar inada dayalı bir “tavır gösterme” tutkusundan neredeyse depreme girecek, sayısız şikayet dilekçesi Yüksek Disiplin Kurulu’na veriliyor…

Kaftancıoğlu’nun yerel seçim sürecinde verdiği emek ve İstanbul il örgütü ve tüm CHP’lilerle elde ettiği başarı aktifine yazıldı, kendisine en kızgın olan partililer bile, İmamoğlu zaferinden sonra, düşüncelerini buzdolabına kaldırdılar. Hatta Kaftancıoğlu’nun davasında, kendisine destek olmak için giden geniş partili grup arasında, aynı ideolojik frekansta olmayan çok partili gördüğümü de bizzat hatırlıyorum. Attığı eski tweetlerin İstanbul İl Başkanı olduktan sonra bir “siyasi dava”nın ısıtılıp kullanılan argümanları olarak beliriyordu artık.

Yeni olayın nasıl yaşandığını hatırlatmakta yarar var: Taksim Toplantıları’nda, “Türkiye Siyasetinde Örgütün Yeri ve Seçim Güvenliği” başlıklı bir oturumun konuğu Kaftancıoğlu. Konuşmanın sonlarında soru-cevap bölümünde eski Meclis Başkanvekili değerli siyasetçimiz Uluç Gürkan kendisine “Üç kere Gazi Mustafa Kemal dediniz, Atatürk adını kullanmamak tercihiniz mi?” diyor. Mesela ben “Mustafa Kemal” desem, böyle bir soru Gürkan’ın aklına bile gelmez. Çünkü orada o soruyu Kaftancıoğlu’na sorduran geçmiş vukuatlar dizisi vardır. Kaftancıoğlu da “Kişilerin isimlerinden söz ederken belirli alışkanlıklarla bunların özel adlarla kategorize edilmesine karşıyım. Yıllardır kullandığım gibi bu şekilde ifade etmek, kendimi ait hissettiğim bir ifade olduğu için tercih ediyorum diyor. Gürkan şaşırıyor, çünkü sonradan yaptığı açıklamasıyla bu soruyu tersine onun mesela, böyle bir tercihi olmadığını ve Atatürk adını da eşit derecede kullandığını söylemesi için sorduğunu aktarıyor. Çünkü 9 Eylül’de Kaftancıoğlu’nun İl Başkanı olarak okuduğu ve “Atatürk” ismini kullandığı deklarasyonu dinlemiş. Üstelik Gürkan, biraz önce aynen aktardığım gibi bu bahis konusu tweetler hakkında hiç Kaftancıoğlu gibi bir ideolojiye sahip olmasa bile, kendisini o davada desteklemiş ve ayrıca o Taksim Toplantısı’nda da İstanbul seçim yönetimi ve başarısı için tebrik etmiş bir insan. Gazeteci Serpil Yılmaz, Sözcü’de bu soru-yanıtı yayınlayınca dananın kuyruğu kopuyor…

CHP’de Atatürkçüleri ön plana çıkarmamak için Canan Kaftancıoğlu’nun yönlendirmesiyle grup lobisi gibi davranan kimi delege ve il başkanları, Tuncay Özkan ve Yıldırım Kaya’yı seçtirmemek için son kurultayda ciddi bir lobi yaptılar ve başarılı oldular. Kaftancıoğlu da bunu açıklamaktan çekinmedi, aldığı sonuçla övündü, açıkça “seçilmelerini istemedim” dedi. Gördüğümüz gibi, Kaftancıoğlu’nun siyasi emelleri veya “hırsları” İl Başkanlığı ile dizginlenebilir bir sınır tanımıyor. Kendisi incecik narin yapısına karşın, 10 Aralık hareketinin “ağır topu” artık. Erdoğan Toprak’ın desteklediği, Süleyman Çelebi, Burhan Şenatalar ve Oğuz Kaan Salıcı’nın isimleriyle öne çıkan bir parti içi akım. Daha önce, CHP’nin kapanıp bir vakıfa dönüşmesi, onun yerine yeni bir parti kurulması düşüncesini destekleyen bir oluşum!

Kaftancıoğlu daha önce de “Mustafa Kemal’in Askerleriyiz” sloganından haz etmediğini, kendisini “Mustafa Kemal’in yoldaşı” olarak gördüğünü aktarmış, bu da kamuoyunda zaten epey bir benzer gürültü yaratmıştı. Kendisini “herkesten farklı” bir kimlik olarak lanse etmeyi sürdürdüğünü görüyoruz.


KAÇINILMAZ HAKLI TEPKİLER

Tepkiler CHP yöneticilerinden birbiri ardına geldi. Atila Sertel, “Atatürk diyemeyen bir İl Başkanı’na da gereken ders verilmezse, bu da bizim en büyük ayıbımızdır” dedi. Mehmet Ali Çelebi “Partimizin bir İl Başkanı Atatürk demeyi tercih etmezmiş. Millet gönlüne koyup haykırdıktan sonra demesin ne yazar. Ama unutma burası CHP. Kafası karışık olanlar iyi bilsin, bu partide 10 Aralık’tan önce 29 Ekim gelir. Mustafa Kemal’in askerleriyiz” şeklinde özetledi yorumunu. Birçok başka isim, CHP Tüzüğü’nün 1. maddesini hatırlattılar: “Cumhuriyet Halk Partisi’nin kurucusu, ilk Genel Başkanı ve değişmez önderi Mustafa Kemal Atatürk’tür”. Her türlü tepki yağdı, sosyal medyadan başlayarak…

Kaftancıoğlu, maalesef bunun ardından büyük bir gaf daha yaptı, kendini açıklamak için bir metin yayınlarken, akıl almaz şekilde, Kenanizm ve Kemalizm’i karıştıranları bile sollayarak, izahat vermeye çalıştıkça maalesef dibe battı:Şahsımı, Kenan Evren’in sözde Atatürkçülüğünden ayrıştırma çabamı bazıları anlamamazlıktan gelebilir”, “Atatürk’ü statik, donmuş yorumlara hapseden cuntacıları ve bugünün idealar dünyasındaki şaşkınlara karşı hep ileriye bakan, aklı bilimi ve devrimciliği öne çıkaran Mustafa Kemal Atatürk’ü sahiplenmeye devam edeceğim.”

KAFTANCIOĞLU’NA HATIRLATMALAR

Söylenebilecek bir ton söz var. Ama yalnız iki konuyu vurgulamak istiyorum: Kenan Evren’in Atatürk’ün partisini kapattıran sahte Atatürkçülüğünü “gerekçe” göstererek “Atatürk” adından uzaklaşmak, kimi aşırı ırkçı faşistlerin baskısı nedeniyle Türk bayrağından uzaklaşmaktan farksızdır! İkisi de birbirinden işlevsizdir. Gülünç ötesi bir “entel” mantığıdır.

İkincisi, zaten Türkiye’de her türlü İslami fraksiyondan bölücü Kürtçülere, Diyanet’ten kimi haddini bilmez bürokratlara kadar, onca nankör ülkemizi ve halkımızı Atatürk’ten uzaklaştırmaya çalışırken, CHP’nin içinde ciddi bir sıfata sahip bir insan, aynı maceraya girişemez. Yani vatandaş Kaftancıoğlu, yine tweetler yayınlayıp “Ben onun askeri değilim” diyebilir “Ben Atatürk adını kullanarak kategorize etmek istemiyorum” diyebilir. Ama “CHP İl Başkanı” olarak bu tavrı gösteremez.

Atatürk bu tartışmaları izlese, Kaftancıoğlu veya partisinin şu andaki durumundan gurur duymaz. Ne yazık ki, Kaftancıoğlu, hatalarından ders almayan ve onlarda ısrarla inatçı bir insan olduğunu kanıtlamıştır. Geçmiş vukuatlarına rağmen parti ve kamuoyunun kendisine açtığı kredinin değerini bilmeden bu güven teminatlarını tekrar savurarak kendisini de partisini de yaralamıştır. Uluç Gürkan’ı da, beni de, milyonları da hayal kırıklığına uğratmıştır. Özür mü diler, başka bir göreve mi geçer, Atatürk adının Mustafa Kemal’in Türk halkı tarafından verilmiş asil ve tarihi soyadı olduğunu ADD’de bir kursa giderek öğrenme yolunu mu tercih eder, orasını kendi seçsin…



10 Eylül 2020 Perşembe

GAZETECİLERİN MÜKEMMEL SAVUNMASI! | Bedri Baykam | 10.09.2020

Dün Barış Pehlivan, Murat Ağırel ve Hülya Kılınç’ın davası için Çağlayan Adliyesi’nde buluştuk. Bir gün önce, Müyesser Yıldız’ı yargılayan mahkeme, avukatını dinlemeden onun tutukluluğunun sürmesi gerektiğine karar vermişti. 24 Haziran’da aynı davada Barış Terkoğlu özgürlüğüne kavuştu ancak diğer gazeteci arkadaşlar bu yılın önemli bir kısmını maalesef tamamen cezaevinde geçirdiler. Mart 2020’den beri, 6 ay boyunca ailelerinden, mesleklerinden uzak kaldılar. Dün sabahki duruşmaya gelenler arasında Melike Demirağ, CHP’li vekiller Kadir Öğüt, Ali Şeker, Mahmut Tanal, Muharrem Erkek, İYİ Parti’den Oğul Aktuna ve birçok kitle örgütü üyesi vardı. Savcının bir gün önceki mütalaasında yapılmış onca savunmaya karşın sanki “kopyala-yapıştır” ile aynı iddiaları kullanmış olması avukatlara göre bir sürpriz teşkil etmiyordu. Dava, 34. Ceza Dairesi’nde, küçücük bir salonda görüldü. Kimsenin sığması mümkün değildi. 1001 güçlükle salona girebilen çok az sayıda insandan biriydim. Davayı kırk dakika izleyip yer bekleyen bir genç gazeteciye bıraktım. Kılınç ve Pehlivan’ın mükemmel savunmalarını izleme fırsatım oldu. Kılınç “Yayınladığımız, sosyal medyada da zaten var olan fotoğraflarda MİT mensubu var mı yok mu, bilemem. Bilsem zaten kullanmazdım. Ama bu fikri çağıştıracak da hiçbir şey yoktu” dedi. Pehlivan, yine basın tarihimize geçecek bir savunma yaptı. Bizi zaman içinde seyahat ettirerek, Rıfat Ilgaz’ın, İlhan Erdost’un, Abdi İpekçi’nin, Sakıncalı Piyade Uğur Mumcu’nun, bir spor salonunda “Ben gazeteciyim” diye haykırırken öldürülen Metin Göktepe’nin, işkenceyi akrostişlerle aktaran İlhan Selçuk’un, şehitlerimizden Necip Hablemitoğlu’nun ve herbirinin yaşadıklarını tarihe yayarak, bize hissettirerek muhteşem sözlere döktü. Pehlivan ayrıca MİT’in İstanbul Hizmet Binası’nın açılışında TRT ve AA tarafından her yere servis edilen görüntülere işaret etti ve “Onları da, tüm medyayı da yargılayacak mısınız?” diye sordu. Keşke dün herkes izleyebilseydi bu tarihi anları… Sonuçta üç gazetecimizin tahliye olması, Türkiye’nin bu mantıksız vakanın ağır yükünden kurtulmasını sağladığı için, iktidar dahil istisnasız herkesi sonsuz sevindirmesi lazım!


İDAM CEZASI TUZAĞI

Bahçeli, aynen Ayasofya’daki gibi, birden yeni bir “gündem değiştirme hamlesi” yaptı. Bu sefer “dokuz canlı” bir başka konuyu, idamı tartışmaya açtı. AKP-MHP ortaklığının sıkıştığı anlarda sürekli kullandığı bu taktik, onlar için tam bir can kurtaran simidi.

Çocukların Cinsel İstismarı” ve “Cinsel Dokunulmazlığa Karşı Suçlar” ile “Cebir ve Şiddet Kullanarak Anayasa’nın Öngördüğü Düzeni Ortadan Kaldırmaya Çalışmak” suçları hakkında idam cezası getirilmesini resmen Meclis’in 1 Ekim buluşmasına taşıdılar! “İdam cezasının uygulanmasıyla verilen cezanın, işlenen suç ile denge ve orantısı kurulacak, şiddet ve dehşet selinin önü alınmış olacaktır” diye bir gerekçe öne sürüldü! İşte bu satırlar, MHP’nin ve ortağının Türkiye için hazırladığı siyasi tuzağın adı. Sistem gayet basit, halkın haklı olarak çocuk ve kadınlara yönelik tecavüz ve cinayetlerinden korkunç bir travma yaşıyor olmasını yem olarak kullanıyorlar.

Şu anda samimi olup olmadıklarını bilmiyoruz. Konuştuğum çeşitli muhalif milletvekilleri, bunun Türkiye’yi Avrupa’dan toptan koparan bir karar olacağı için, olsa olsa bir gündem blöfü olduğunu ve kendi oy potansiyellerini elde tutmaya çalışmak için küçük bir sosyal okşamadan ibaret olduğunu savunuyorlar. AKP iktidarının zaten ekonomik nedenlerle Avrupa ile iplerini toptan koparmayı göze alamayacağını aktarırken, Türkiye’nin Avrupa konseyinin kurucu üye statüsünde olmasının da bu konuda önemli bir fren olduğunu hatırlatıyorlar. Dolayısı ile izleyeceğiniz tartışmaları bu filtreden geçirip ele alabilirsiniz.

ANCAK, Ayasofya senaryosunu izledikten sonra yoğurdu üfleyerek yemeyi tercih ediyorum. İdam ve linç kültürü, düşük eğitimli kitlelerin adrenalinini yükselten, kesin bir çözümdür! Herhalde şu cümleler dikkatinizi çekmiştir: “Cebir ve Şiddet Kullanarak Anayasa’nın Öngördüğü Düzeni Ortadan Kaldırmaya Çalışmak’ suçları hakkında idam cezası getirilmesi önyargısız şekilde değerlendirilmelidir”. Kamuoyunun bu cinayetlere karşı hassasiyeti kullanılarak muhalefette hiçbir hareket kabiliyeti bırakmayacak olan bu tehdit devreye sokuluyor.

Emin olabilirsiniz ki, şayet iktidar, kitlelerin kin ve intikam kültürlerini körükleyip, Avrupa’dan kopma pahasına bu yasayı çıkarırsa, isteyen savcı tartışmasız istediği her muhalifin her hareketi hakkında bu tanımlamaya uyan bir suç unsuru bulabilir. Kelimelere daha dikkatli bakalım: “Ortadan kaldırmaya çalışmak”. Mesela iki muhalif köşe yazısı hemen böyle bir “çalışmanın” parçası olarak görülebilir! Konuyu en net gören siyasi, CHP Milletvekili Mahmut Tanal. Demecini kesinlikle okuyun.

Sonuçta CHP bu tuzağa düşmedi. Meral Akşener ise, yanından geçti.

Bir Tv röportajında, “Siz idam gelsin der misiniz?" sorusuna, "Rahmetli Emine Bulut'un evinden çıktığımda bana sormuşlardı. Demiştim ki ‘bu tarz cinayetler için getirin kardeşim... Şahsi olarak ben destek vereceğim.’ Fakat sürekli problemli alanlarda Türkiye'de ekonomik olarak işler kötüye gittiğinde bu söylem ortaya çıkıyor. Ama daha vahim bir soru var: Biz Avrupa Birliği'nden çıkmak mı istiyoruz?" diye yanıt verdi.

Akşener tuzağın farkında olduğunu açıkça belli etmese de, bunu gündem değiştirme refleksine bağlayarak ustaca bir taş koymuş oluyor o yola.

Umarım bu ülkedeki muhalif siyasiler ve demokratik kitle örgütleri bu oyuna gelmezler! İdam bu ülkede yürürlükte olsaydı Ergenekon ve Balyoz davalarında belki 200 kayıp verirdik!

4 Eylül 2020 Cuma

BARIŞ GÜNÜ’NDE DEDOLA: “KEMAL YAŞIYOR!” | Bedri Baykam | 03.09.2020

 Fransız Loulou Dedola’yı hatırlarsınız. Daha önce, kendisini “Kemalist” olarak tanımlayan bir müzisyen ve yazar olarak mücadelesini aktarmıştım. Ayrıca Ocak sonunda bir söyleşi için İstanbul’a davet etmiştim. Dedola, 10 kişilik ekibi ile yeniden ülkemize geldi. Aralarında kendileri de müzisyen olan iki oğlu Adedola ve İskender, Adedola’nın eşi olan ve güzelliğiyle Kleopatra’nın nedimesi gibi duran zarif Firenze, Dedola’nın 6 yaşından bu yana en yakın arkadaşı olan, ona hiç ihanet etmemiş” Gerald “Gege” Covarel, lojistikten sorumlu Albert Ceretti, onun eşi, dansçılardan Helene de vardı. Loulou’ya beş çocuk veren değerli eşi, Fildişi Sahilleri’nden Marceline, yani Dedola ve RCP grubu Bodrum’un sanatsever Belediye Başkanı Ahmet Aras’ın davetlisiydiler. Antik Tiyatro’da, 1 Eylül Dünya Barış Günü’nde çarpıcı bir konser verdiler. Keşke Covid gölgesinde kalmadan, daha kalabalık ve mesafesiz olabilseydi. Dedola, hem Atatürk ve onun efsanevi sloganı “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” etrafında 3-4 parça bestelemiş, hem de kendi geliştirdiği müziğin çarpıcı örneklerini Bodrum için hazırlamış. Reggae-Rap-Fransız Rock-Etnik Afrika Müziği-Protest Rock arasında gidip gelen parçaları coşkulu ve sizi kendi etkisine alıyor! Sahne ve müzik keyfi açısından çok başarılı olan konser, mecburen kısa yorumlarla geçildi ve saat tam 23.00’de bitirildi. Kaymakamlık ancak bu kadarına müsaade etmişti.


Dünya Barış Günü, her şeyden çok daha önemli bir “gün”. Dünyada barıştan ve tüm insanların birbirine duyduğu sevgi ve saygı içinde yaşamasından daha üstün bir değer olabilir mi? Her insana, adaletin tam yaşanabildiği, her dünya vatandaşının kendini savunma hakkını özgürce kullanabildiği, kimsenin sesini duyurmak için “ölüm orucu”na gereksinim duymadığı bir dünya diliyorum!

AYAKTA KALAN TEK İDEOLOJİ

Dedola, özetle 20. yüzyıla damgasını vuran faşizm, sosyalizm-komünizm ve 21. yüzyılı etkisi altına almaya çalışan köktendincilik-liberal vahşi kapitalizm arasından hiçbirinin çağımızda geçerli çıkış olamadığını, aralarında yalnız Kemalizm’in ayakta kalmayı başarabileceğini savunuyor (Bu da yıllardır Kemalizm’i bir “izm” olarak kabul edememiş bazı “kompleksli solcu”larımıza ders olsun!) Kemalizm’i, batı ülkeleri ve Afrika dahil, bugünün sorunları açısından tek yol açıcı alternatif olarak görüyor. “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” sloganı ise, onun her an gözlerini yaşartan evrensel bir duruşun adı. Hatta size şunu söyleyebilirim ki, belki bu cümlenin derin anlamını birçok Türk’ten daha iyi içselleştirdiği bir noktaya gelmiş…


Hani ülkemizde, yıllardır “siyasiler” ince veya abartılı bindirmelerle her sıkıştıklarında Atatürkümüz’e saldırıyorlar ya? Hani bazı sözde Diyanet Başkanları ve görevlileri, ama özde nankör, saygısız bazı insanlar, milleti birbirine düşürmek istercesine, provokasyon dozunu arttırarak güya Atatürkümüz’ü yok sayıyorlar veya hakarete yelteniyorlar ya? Hani bazı büyük zaferlerimizi halkın kutlayamaması için bin dereden su getiren sözde devlet görevlileri var ya? Mustafa Kemal’in izlerini nasıl sileceklerini bilemeyen, onca bahtsıza bakın “Kemal yaşıyor!” sloganıyla Antik Tiyatro’yu ayağa kaldıran Dedola ne yanıt veriyor:

Kemalizm’in temellerini anladıktan sonra bilinçli bir insanın bu ideolojiye saldırması, ona karşı tavır alması mümkün değil. Onun hakkında olsa olsa saçmalıklar söylenebilir, o da cehaletten! Kemalizm evrensel bir değerdir. Kemal, Jean Jaures gibi barışçı, Jean Moulin gibi direnişçi, Nelson Mandela gibi hümanistti. Tarihte onun bir dengi yok! Bütün bu saydıklarım, onu bir Tanrı ya da hepimizin üstünde bir varlık haline getirmiyor! Ama onun çizdiği yol gerçekten inanılmaz ve hepimize bir esin kaynağı oluşturmalı. Bana sorarsanız 21. yüzyıl sorunlarına yanıt Kemalizm’dedir.”


LE PERE TURC isimli, Loulou’nun kaleme almış olduğu, çok ilginç kurgusuyla genç bir Fransız’a Türkiye’nin geçmişini anlatan harika resimli romanı artık Türkçeleşti ve ülkemizde “TÜRK ATASI” olarak bu hafta benim önsözümle birlikte Prestij Yayıncılık’tan çıktı. Başarılı çizeri de Lelio Onaccorseo…


Ne mutlu bizlere ki, bir istisnai askeri deha olmasına karşın, yaşam felsefesini barış üstüne kurmuş büyük bir önderin, dikkatli bir sanatçı gibi tasarladığı ve bize hediye ettiği topraklarda yaşıyoruz! Bir lider düşünün ki, 1934 yılında, Çanakkale Savaşı’nın anma gününde Avustralyalı ve Yeni Zelandalı annelere o tarihi mektubu yazmıştır: “Uzak diyarlardan evlatlarını harbe gönderen analar! Gözyaşlarınızı dindiriniz, evlatlarınız bizim bağrımızdadır, huzur içindedirler ve huzur içinde rahat rahat uyuyacaklardır. Onlar bu toprakta canlarını verdikten sonra artık bizim evlatlarımız olmuşlardır.


Atatürk, Dedola’yı görebilse mutlu olurdu. Başardığı büyük devrimin, “Kemalist” duruşun, aradan bir asır geçtikten sonra nasıl genç ve yaratıcı bir batılı samimiyetle sahiplenildiğini görür, gözleri yaşarırdı.


Kemalizm karanlık değil IŞIK, savaş değil BARIŞTIR, cehalet değil BİLGİDİR, karamsarlık değil UMUTTUR, ağlamak değil GÜLMEK, kavga değil DOSTLUKTUR, renktir, sanattır, her şeyden önce ÖZGÜRLÜKTÜR, ZİNCİRLERİ KIRMAKTIR” diyen Dedola, sizce Türkiye’de siyasilerimize Cumhuriyet kazanımları dersi vermeli mi?


Barışın hiçbir zerresinde eksik olmadığı, sanatın her noktasından taştığı farklı bir Türkiye’de, bir dünyada buluşmak umuduyla!