29 Haziran 2016 Çarşamba

BONJUR! “YETMEZ AMA EVET”ÇİLER NİHAYET UYANMIŞ! | Bedri Baykam | 28.06.2016


Bugün çok fazla vaktinizi almayacağım. Konumuz, kendisine “aydın” adını yakıştıran ve toplumda medyanın önemli bir kısmı tarafından da böyle nitelenen bazı arkadaşların geçen hafta yayınladıkları bildiri: Neymiş? Efendim, aydınlardan ‘ihtar’ varmış! Erdoğan rejimi ve yandaşlarını uyarıyorlarmış! “Yetti artık-Erdoğan rejimine ihtar” başlıklı bir bildiri yayınlamışlar... Erdoğan ve rejimini uyarıyorlarmış. Bu ülke hiçbir zaman bu kadar emniyet sübapsız kalmamış. “Bizi bu kadar korkuttuğun için sen korkacaksın” cümlesini de slogan olarak öne çıkarmış bu “aydınlar”. Yani korktuklarını da bu şekilde itiraf etmişler. Bildirinin devamı malum AKP icraatlarının dökümü! Bir şikayet, bir şikayet!
Birazdan detaylarına da parmak basarız da, önceden hemen söyleyelim: Bu büyük ve tarihi tepkiyi verenler, meşhur “yetmez ama evet”çiler!


ATATÜRK TÜRKİYESİ’Nİ TANIMAYANLAR
Şikayetlerinin geneline bir göz attım da, hak, hukuk, Topçu Kışlası, Özgür Gündem olayı, “muhbirlik yapan öğrenci kılığındaki yaratıklar”, gazlar, coplar, turizm sorunları, basılan plakçılar, imam hatip yapılan liseler, ne ararsanız var da, bir tek şey yok: Ülkenin nasıl adım adım Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet’in rotasından ve felsefesinden uzaklaştırıldığı konusuna hiç girmemişler. Bugünkü iktidarın ana hesaplaşmasının kime karşı olduğunu ya anlayamamışlar ya da görmezden gelmeyi tercih etmişler!
Tabii ki herkes için konuşamam. Çünkü bir bildiriye imza atan HERKES, her konuda aynı şeyi düşünmez. Ama bir de “öne çıkan ve çıkarılan” isimler vardır. İster istemez, başı onlar çeker, bildirinin imajını onlar temsil eder. Burada da Baskın Oran, Lale Mansur, Hasan Cemal, Zeynep Tanbay, Şanar Yurdatapan, Perihan Mağden gibi isimlerden kapıyı açıyor haberi veren medya kuruluşları... Dolayısıyla yorum ve eleştirilerimi de bu eksen üzerinden yapacağım. Dolayısıyla bildiride imzası bulunan ama bu sivri isimlerden farklı bir geçmişi olanları tenzih ederek konuşuyorum (gerçi herkes, kimlerle aynı bildiriye imza attığını da bilmek durumundadır diye eklemeyi de gerekli bir hatırlatma olarak görüyorum). Esas gerekçe şu: Bu arkadaşlar için, Atatürk Türkiyesi’nin değerlerini görmek, algılamak, takdir etmek, değerini bilmek diye bir kavram yoktur. Cumhuriyeti ve henüz onları bir türlü mutlu edemeyen laik demokratik yapısını herhalde Danimarka veya Almanya’dan almış olduklarına inandıklarından, aslında bence şikayetlerini de doğrudan onlara yönlendirmeleri lazım. Çünkü Atatürk Türkiyesi ve tepe tepe ömür boyu kullandıkları nimetleri konusunda kendilerinde bir heyecan veya vefa işaretini gören olmamıştır.


KİMSEYİ DİNLEMEYEN ÇOK BİLMİŞLER SİZLER DEĞİL MİYDİNİZ?
İnsan gerçekten pes diyor: Yahu en son 2010 yılında o meşhur bahtsız referandumda tüm detaylı hukuki ve siyasi ikazlarımıza rağmen, koşa koşa tercihini Erdoğan’ın istediği köşeye, “yetmez ama evet” çığlıklarıyla iktidarın rotasından yapanlar siz değil miydiniz? Hepinize neredeyse resimli roman netliğinde “evet”i seçerseniz, “yeni Anayasa”nın nasıl AKP’yi tek güç statüsüne taşıyacağını, güçler ayrılığını yok edeceğini, yargı bağımsızlığını tarihe gömeceğini, Erdoğan’ı diktatörlüğe taşıyacağını” anlatmadık mı? Süheyl Batum’dan Barolar Birliği’ne, ülkenin en deneyimli Anayasa ve Yargıtay eski Başkanları’ndan aklı selim gazeteci ve aydınlara, CHP’den tüm direnen demokratik kitle örgütlerine kadar herkes size korkunç tehlikeyi anlatmadı mı? O günlerde en ukala tavırlarınızla bizleri her zamanki gibi küçümseyip, o savlara hiç yanıt veremeden tarafınızı RTE’den yana koyan siz değil miydiniz? Altından kalkılamayacak şekilde demokrasiye zarar vereceğinizi, en net kelimelerle anlatmadık mı size Ümit Zileli, Uğur Dündar, Yılmaz Özdil ve Mehmet Yılmaz gibi isimlerle beraber? Ama hiç umursamadınız. Mesela, hatırlıyorum, benimle bu konuda NTV’de programa çıkan Lale Mansur’un nasıl kararlı bir şekilde en sert tavırlarla bu ikazlara gülüp geçtiğini...


SİZLER DE ALDATILDIYSANIZ, ÖZÜR DİLEMEYİ BİLİN!
İyi de şimdi nasıl oluyor da gecikmeli tepkilerle, komedi filmi kahramanlığına soyunup bu olaylar hiç yaşanmamışçasına demeçler verilebiliyor, bu imzalar atılabiliyor? Bakın, hani o geri dönülmez gücü RTE’ye vermişlerdi ya... Peki ondan hiç olmazsa şunu öğrenemediler mi? Buna benzer durumlarda televizyonlardan neyi haykırmasına alışığız? “Kandırıldıııkkk! Bizi aldattılarrr!” Yani Cumhurbaşkanı’ndan bu dersi bile alamamış bir aydınlar topluluğu olabilir mi hiç? Aşk olsun! Sizler de açık açık nasıl şekere kanan çocuklar gibi aceleci davranıp topa atladığınızı, kimseleri dinlemediğinizi itiraf etsenize?
Keşke konu şekere kanıp topu kaptırmak olsa! Durumlar çok daha vahim... Bence bildirinin ilk satırlarında ciddi bir özür dileme yer almalıydı. Böyle bir özeleştiri ve özür-itiraf olsaydı, o bildiri daha inandırıcı ve önümüzdeki dönemler adına daha umut verici olabilirdi. Ne gezeerr!! Özür dilemedikleri gibi, şimdi bizler onların ürettikleri bu tek düze, tek-adamcı canavar sistemle boğuşmak durumundayız.


GELİN KONUNUN ACIKLI TARİHÇESİNE GÖZ ATALIM!
Yakın tarihten söz ediyorum. Cumhuriyet’in ilk yıllarına inmeden... Her şey önce Türk Ceza Kanunu’ndan 163. maddenin 1989’da yoğunlaşan tartışmalarla kaldırılmasıyla başladı. Komünizm’in demokrasiye olan teorik tehlikesi bile Berlin Duvarı’nın yıkılışının ardından yok olduktan sonra, sözde denge olsun diye 163. madde kaldırılınca şeriat propagandası serbest hale geldi. Saf demokratları ve sözde ılımlı İslamcıları bir araya getiren ilk şanssız “proje” buydu. Ardından 90’lar boyunca İslamcılar ve 2. Cumhuriyetçiler her konuda paslaştılar. Yeni Yüzyıl’da, Radikal’de, kimi zaman Hürriyet’te sütun paylaştılar. 28 Şubat sürecine beraberce karşı çıkıp, MGK eliyle sistemin kendini yobaz istilaya karşı koruyuşunu en sert şekilde eleştirdiler, bu demokratik hakkı “postmodern darbe” diye linç ettiler. Onlara göre Cumhuriyet’le ilgili her şey “resmi ideoloji” kalıntısıydı. Kurtuluş Savaşı efsanelerinden Atatürk’e sevgi saygıya kadar tüm konular gereksiz bir müsamereden ibaretti. 2008’den itibaren Balyoz ve Ergenekon davalarıyla beraber, ordu, medya ve Sivil Toplum Örgütleri’ndeki neredeyse tüm Atatürkçüler’in zindanlara atılmasına bu güruh hiçbir negatif tepki vermediği gibi, hep destekledi. Yapılan hukuk katliamına hiç ses çıkarmadı. Sonuçta yok edilen Atatürkçü kesimler, ünlü “resmi ideologlar”dı, değil mi? Ne Perinçek, ne Balbay, ne Soner Yalçın, ne de Tuncay Özkan için bir tepkileri oldu o zor günlerde. Hatta kumpasın ortaya çıkmasına da herhalde bu mantığa göre bozulmuşlardır. Sözde Ermeni Soykırımı iddialarına karşı bir tek kere ne Türkiye’yi, ne de demokrasiyi savundular. Türkiye’nin tek yönlü olarak, dinlenilmeden, arşivler açılmadan ve yargılanmadan soykırımcı ilan edilmesi, ana ilgi alanları oldu.


AYDIN OLMAK NEDİR, NE DEĞİLDİR?
İşte şimdi, yakın tarihimizde her dedikleri ters ve yanıltıcı çıkmış bu kişilerin “Aydınlardan İhtar” diye etrafa yayılan bildirisini görünce, mide krampları geçirerek gülmek istiyorum. Aynen aralarından bazılarını Gezi eylemlerinde “öncü”(!) rolüne girmeye çalışırken gördüğüm günlerdeki gibi...

Şimdi bir de bu aceleci ve kısa vizyonlu arkadaşlara “aydın” diyen bazı medya organlarına bir çift sözüm var: Eli kalem tutan, şu ya da bu okulda eğitim almış veya adının başına hasbelkader bir sıfat gelmiş herkes “aydın” olmaz. Onlara “gazeteci-profesör-doktor-yazar” diyebilirsiniz. Ama kesinlikle “aydın” diyemezsiniz. Aydın olmak demek, birçok farklı veriyi, zaman ve mekan koordinatlarını da göz önünde bulundurarak beraber çalkalamak ve zaman tünelinin bu gidişatla bizi nereye yönlendireceğini saptayabilmek demektir. Mesela “Ne güzel tüm yasaklar kaldırılıyor, artık tam demokraside yaşayacağız” demek, aydın olmak değildir. O ortamda yapılacak hangi yıkıcı kökten dinci yayınlarla, zaman içinde kaç intihar bombacısının yetişeceğini hesaplayamazsanız, siz aydın değilsiniz. Ya da “türban” demagojisinin ana hedefini “özgürlük” zannediyorsanız, aydın değilsiniz. Aydın olmak, en farklı verilerin katmanlarını zaman perspektifine oturtarak geleceğe yönelik bir projeksiyon yapabilmektir. Aydın olmak, düz mantıkla sahte ve saf demokrasi hayalleri ile, özgürlüğün rüzgarı ve kırıntılarıyla idare etmeye çalışan bir gençliğin geleceğine set çekmek değildir. Her ortam aynı verilere aynı tepkileri vermez. 1990’larda Danimarka’da verilecek yasaksız ve cezasız bir ceza kanunu örneğini, eğitim seviyesi yerlerde gezinen ve enflasyona ezilmiş bir Türkiye’ye dayatamazsınız. Batıda faşizm ve militarizm sembolü olan ordu kavramına düşman kesilip Türkiye’de de ordu yok olsun derseniz, sonra sayenizde yargıyı parmağında oynatanlar, bir de o güce kolay hükmeder hale gelir, size de “bu ülke hiç bu kadar emniyet sübapsız kalmamıştı” demek düşer! Ya da İsveç’te lisede kondom dağıtırsanız herkesten alkış alırsınız, Türkiye’de o gün 64 öğretmen öldürülür, bakan istifa eder. Klima kimi ortamlarda kimilerinin nefes almasını sağlar, kimilerini zatürre yapar, öldürür. Her şey görecelidir. Bu toplu bakış, analiz ve sentez kapasitelerinden 30 yıldır sürekli sınıfta kalmış bir topluluğa hala kolayca “aydın” diyebilen merkez medyayı tebrik ederim! Belki de iktidar yolculuklarında İslamcıların uzun süre yol arkadaşı olup, ardından kullanım süreli dolduğu için kenara terk edilen kimi isimlere kol kanat gerip, moral vermek istiyorlardır, kimbilir?

22 Haziran 2016 Çarşamba

SİYASİ HAVA ISINIYOR, SOKAK CHP’Yİ ARIYOR! | Bedri Baykam | 21.06.2016


Geçen hafta sonu her şey sözleşmiş gibi üzerimize geldi. Taksim’e, özgürlüklerimize, Türkiye’nin laiklik, eğlence ve sanat merkezine yine savaş açıldı! Hem de ne güzel savlarla!



“EN TAZE TARİHİ ESER”

Öncelikle herhalde espri yapmak isteyen Cumhurbaşkanımız, dünyanın ilk “en taze” tarihi eserini yaptırtmak istediğini açıkladı. Böylece onun ağzından Gezi Parkı hakkında verilen her sözün yine kurabiye gibi yendiğini öğrenmiş olduk. Bu mutlu haber, yine bir RTE klasiği olan “Taksim’e camii” bildirimleriyle eşzamanlı olarak geldi. Ortalama 4-5 yılda bir yüzeye fırlama alışkanlığı olan bu bitmez tükenmez tutkunun ana kökeni, herhalde koca İstanbul’un camii ihtiyacı değil. İnanın ben 110.000 civarında rekor sayıda camisi, ama devlete ait “sıfır” modern ve çağdaş sanat müzesi olan ülkemizde, heyecanla altı haneli rakama karşı “sıfıra sıfır elde var sıfır” sloganıyla yürüyen bu koca açığın ayıbını yüreğinde hissedecek ilk hükümeti mumla arıyorum!



FİRUZAĞA ÇETESİNİN MARİFETLERİ

Cumhurbaşkanı’nın bu yeni güzel vaatleri durup dururken oluşmadı; geçen Cuma günü, Firuzağa’da Koreli Seogu Lee’nin plakçısına yönelen yobaz saldırının hemen ardından geldi. Yani tetikleyici bir olaya imza atmış oldu saldırganlar. İşleri güçleri dini tehdit, şiddet, şantaj olarak kullanmak olan bir zavallılar grubu... Seogu Lee’nin ölmemesi bir tesadüften ibaret. Bir olayın faillerinin tutuklanması için illa birilerinin ölmesi mi lazım? Magandalığı üzerinden her haliyle akan bu tipler ertesi gün serbest bırakıldı. Halbuki olayın yeni bir “Sivas”a dönüşmesi işten bile değildi! Dünya basınına yansıyan bu büyük rezalet, ayrıca her zerresi kan ağlayan turizmimize de yine ağır bir darbe vurdu. Dünya alem, yobazların ülkede elini kolunu sallaya sallaya plakçı basıp adam dövdüklerini ve polisin -ve ne yazık ki sokağın!- bunu seyretmekle yetindiğini gördü.



KAN MERAKI BİTMEYEN BİR KESİM

Ertesi akşamüstü polisimiz, Cihangir’de kültür-fizik ve sezonluk antrenman ihtiyacını gidermek için olsa gerek, evde rahatça uzanıp maç seyretmelerini engelleyen o kör olasıca (!) entel göstericilerle kıyasıya bir çarpışmaya girdi. Yine başarılı bir sınav geçirdi emniyet güçleri... Yere düşmüş değerli genç kızlarımızı tekmelemekten, iki slogan atan gençlerin ağzını burnunu dağıtmaktan kendini alıkoymadı. Kararlı tutumlarıyla kişisel, öznel, özel hiçbir bağımsız duruşa izin veremeyeceklerini herkese ilan etmiş oldular. Ertesi gün Muharrem İnce sormuş Sözcü’de, Cumhurbaşkanı’na: “Kana mı susadın?” demiş. İşte tüm sorun burada zaten. Herkesi kan tutuyor, herkes kanka, herkes suyu bile kana kana içmeye bayılıyor. Yani kana susamak, bir yandan da içi kanamak, herhalde Osmanlılar’ın bitmez tükenmez kardeş katliamlarından beri, bu toprakların olmazsa olmaz bir alışkanlığı. Birilerinin DNA’larına sızmış. Bazı insanlar, kan aktıkça mutlu oluyor anlaşılan. Çünkü onlar için insan hayatının pek değeri yok.

Uzun lafın kısası, yalnız havalar değil, siyasi mevsim de ısınıyor. Cumhurbaşkanı, Firuzağa’da yaşanan olaylarda her iki kesime de bir çizik atmış. Maç 1-1! Yani hem saldırganlar hatalıymış, hem de Seogu Lee’nin plakçısına gidenler! Böylece 2016 yılının Haziran ayında bir yaşımıza daha girdik. Devletin zirvesinin ağzından, ramazanda içki içmeye kalkışmanın bir günah veya yasak (?) olduğunu böylece öğrenmiş olduk. Gerçekten neye dayanarak sakin sakin bir plakçıda kapalı duvarlar arasında bira içen insanlara resmi suç çıkarabildi acaba, merak ettim... Yakında bu gidişle resmi ağızlardan Ramazanda içki yasağı gelirse şaşırmayın!



AKM YOKLUĞUNDA OPERA’NIN HALLERİ

Pazar günü, Semiha Berksoy Opera Vakfı’nın ödül törenine gittim ve ödüllerden birini verdim. Gencinden yaşlısına, tüm operacılar, mesleklerinin ülkede yerlerde geziniyor olmasına artık katlanamadıklarını, sahneden ifade ettiler. “Haksızlar” demek mümkün mü? Semiha ile ben fazla yakındık. Hatta farklı zaman dilimlerinde doğmuş olmamız nedeniyle, haksızlığa uğramış sevgililer (!) olarak yaşadık! Kendisini bu vesileyle anmak bana çok iyi geldi. AKM’nin ne kadar değerli bir yer olduğunu tekrar hatırladık, yüreğimizde hissettik. Zaten bir gün önce, Kadıköy’de Erkan Yücel Kültür Merkezi’nde “AKM’yi Geri Alma Platformu” ile bir panele katıldım. Kararlılıkla tekrar yaşanan absürd durumu her açıdan analiz ettik. Daha önce de Ercan Karakaş, Eyüp Muhçu, Müjgan Özçay, Üstün Akmen, Orhan Aydın, Mahmut Tanal, Vecdi Sayar, Sami Yılmaztürk gibi dostlarla beraber AKM’yi ölüme taşıyan zihniyetin sorumlularına karşı hukuki bir savaş açmıştık. Takipsizlik kararı çıktı. Başarısız olduk. Biz başarısız olduğumuz için değil. Ülkede “hukuk” olmadığı için. Arabamı almadan geçtik karşıya, motordan sonra taksiye bindik. “Bedri Abi, n’olacak bu MHP kongresi?” diye sordu taksici arkadaş. Halk CHP’den umutlarını o kadar rafa kaldırmış ki, MHP sıralarında güneş arıyor! Geçen 7 Haziran’dan sonra, seçim sonuçlarını adeta iptal ettirten MHP’den söz ediyorum! Halbuki bugüne kadar kime hizmet ettikleri besbelli! Ama umut fakirin ekmeğidir! Boşluklar doldurulmak içindir. Şayet CHP yaptığı muhalefetin yeterli olduğu konusunda kendi kendisini ikna edebiliyorsa, ne mutlu onlara! Ama şunu bilsinler ki, halk durumu öyle görmüyor. Bu nedenle kah Demirtaş, kah Akşener, kah başkasında, umudu dışarılarda arıyor.



DİPLOMA KRİZİ VE CHP

Dün CHP’den değerli bir milletvekilimizle görüşüyordum. Saray’ın gündem değiştirmek ve “Diploma krizi”ni unutturmak için Gezi’yi öne sürdüğünü söyledim. “Şayet o diplomada sorun olmasaydı, benim tanıdığım RTE, yandaş basına o diplomanın 50.000 tıpkıbasımını yaptırıp, 1000 sınıf arkadaşı, hocaları ve müdürü ile dev bir basın toplantısı düzenleyip, oradan da topluca iftara giderdi”. Ortada böyle bir hareket olmadığına göre, o diploma alanı oldukça gri ve flu bir konumda duruyor. CHP milletvekili arkadaşım, Parlamento’da birçok önergenin verildiğini, konuşma yapıldığını, başkanın bunlara yanıt verdiğini, aslında meydanın boş bırakılmadığını söyledi. Bir kısmını bildiğim bu görüşmelerin kamuoyunu tatmin etmekten uzak olduğunu çok değerli arkadaşıma anlatmak kolay değildi. Çünkü partinin içini de en az  kendisi kadar bildiğim için, bu eleştirilerin hangi duvarlardan döndüğünü de ezbere biliyordum. Ülke 1986’nın, 1993’ün veya mesela 2002’nin nispeten daha olağan şartlarında yaşamaya devam etseydi, kendisi haklı olurdu. Ama ne var ki, ülke gerçekten olağandışı 1943 veya 1960 şartları yaşadığından, CHP’nin artık başka kulvarlarda koşması lazım. “Mesela??!”  diyeceksiniz...



İSMET PAŞA’DAN DEMOKRASİ DERSLERİ

Birinci hatırlatmamız “ters” taraftan olacak: Ne derdi Süleyman Demirel? “Yollar yürümekle aşınmaz. Bırakın yürüsünler”. Gerçekten de yürümelerine pek karışmazdı protestocuların, hangi öğrenci veya sendika grubu olursa olsun! Gelelim muhalefete: CHP bugün artık İsmet İnönü enerjisi taşımaya zorunlu bir parti. İsmet İnönü’nün yaptığı gibi, doğal akışta en tarihi vecizeleri bulan bir lider tarafından taşınmaya mecbur bir parti. 1960 yılında 77 yaşındayken, İnönü’nün Demokrat Parti faşizmine karşı nasıl yurdun her noktasını karış karış gezip, halkı demokrasiye sahip çıkmak için nasıl ayağa kaldırdığını hatırlarsak, ne demek istediğim daha berraklaşır. Ne diyordu en meşhur sözlerinde İsmet Paşa: “Bir memlekette namuslular, namussuzlar kadar cesur olmadıkça, o memlekette kurtuluş yoktur”. Gerçekten kimse alınmasın bu yapıcı eleştirilere: CHP şimdi yeri göğü inletmezse, ne zaman inletecek? İşte CHP, artık en seri şekilde İnönü’nün demokratik muhalefet dönemini hatırlamalı.



İNÖNÜ’NÜN EYLEMCİ GENCİ, DR. SUPHİ BAYKAM

İşte size İsmet İnönü ve genç kadrosunun en kritik anılarından biri: 18 Nisan 1960’da, Tahkikat Komisyonu ve bunu basına yansıtma yasağı bir kabus gibi Ankara’nın üzerine çökmüşken, ertesi gün CHP Grup Toplantısı’nda durumu değerlendiriyor. Herkesin morali bozuk. Genç bir milletvekili Paşa’nın kulağına eğiliyor: “Paşam paranız bitmiş, gelin Kızılay İş Bankası’ndan para çekmeye gidelim”. Paşa, grup toplantısının ortasında genç vekilin bu öneriyi neden getirdiğini pek anlamaz, ama onunla kalkar, grubu bırakıp çıkar, giderler. Çünkü “Doktor”a sonuna kadar güvenmektedir... 3 kişinin yanyana yürüyemediği yasaklı faşist günlerde, arabayı Anadolu Kulübü’nün yanına park ederler. Sonra İş Bankası’na yaklaşırken, Paşa’nın geleceğini o gün gizlice “Doktor”dan haber almış ve Kızılay’da “sotaya” yatmış olan çoğu Siyasal Bilgiler ve Hukuk Fakültesi’nden sayısız genç, birden sokakları doldurup “kahrolsun diktatörler-çok yaşa İsmet Paşa” sloganları ile bulvarı inletmeye başlarlar... Bir koca yasak ve korku imparatorluğu böylece delinmiştir! Şaşkın müdür, Paşa’yı buyur edip küçük cep harçlığını kasaya bildirir. Paşa, Ankara’yı sarsan bu “sanki spontane” nümayişten sonra eylemin mimarı genç doktorla beraber grup toplantısına sakin sakin döner. Orada koca bir buz kırılmıştır. Bu eylemin açtığı yoldan, 5 Mayıs’ta 555K eylemi yapılır ve üniversiteliler 5. ayın, 5. günü, saat 5’te Kızılay’da buluşup o dev yürüyüşü yaparlar. Gerisi malumunuz...  

Bugün, 21 Haziran 2016. Sevgili babamın, Paşa’nın sevgili ”Doktor”unun 20. ölüm yıldönümü. İnönü’nün tüm genç kadrosunun kökeni olan, CHP Gençlik Kolları’nın Kurucu Başkanı, eski Grup Başkan Vekili, Ortanın Solu’nun ilk sözcüsü, 4 dönem Milletvekili olan Baykam, CHP’ye Bülent Ecevit, Hikmet Çetin, Altan Öymen gibi Genel Başkanlar kazandırmış bu örgütün kurucusu. Ve o sözünü ettiğimiz sokakların en haşarı çocuğu. Eylemcilik örneklerinden burada yalnız konumuza uyan bir taneciğini hatırlattık. Ama CHP yalnız önerge vermeye indirgenemez, halkla bütünleşmiş bir partidir.  Yarından tezi yok, “bu ortamda ben milyon üyemi nasıl, nerede sokağa döküp bir miting hazırlarım da şaibeli diplomadan, mekan saldırılarına kadar, bu karanlık gündeme el koyarım? Nasıl ortalarda sahipsiz ve umutsuz olarak yüzer-gezer gençliğe sahip çıkarım” sorusuna bulduğu yanıtları paylaşmalıdır. Yoksa CHP, yalnız kendi Parlamento grubunu veya kendi örgütünü avutacak çözümlerle kendini tatmin etmeye kalkarsa, bu ülke daha çoook sahte umutlara yamalanır...


15 Haziran 2016 Çarşamba

BEDRİ BAYKAM’DAN SAYIN CEM ÖZDEMİR’E AÇIK MEKTUP | 14.06.2016


Sayın Özdemir,
Almanya’da siyaset yapan Türk asıllı bir politikacısınız. İki hafta önce Alman Parlamentosu’nun Berlin’de aldığı Ermeni Soykırımı hakkındaki kararı, Parlamento’ya taşıyan kişisiniz. Sizin açınızdan şöyle üzücü bir durum oluşturacak bu açık mektup: Ben size tabii ki maksadını veya terbiye sınırlarını aşan sözler söylemeyeceğim. Bu benim stilim değildir. Size mantık, demokrasi ve hukuk kavramları üzerinden bazı hatırlatmalar yapıp sorular yönelteceğim. Umarım yanıt vermek istersiniz.
Cumhuriyet gazetesinde dün bir söyleşinizi okudum. Ne kadar takip ediyorsunuz bilmiyorum, ama Cumhuriyet gazetesi tarihsel misyonundan farklı bir kulvara geçti. Neredeyse yüz yıldır savunduğu değerlerin rotasından ayrı bir eksende artık. Olabilir. Değişim isteyen yeni bir yönetimleri var, bu tartışmaya girmiyorum. Bu hatırlatmayı yapmamın tek nedeni, o röportajı çok kolay aşmışsınız. Size o buluşmada soruları yönelten hanımefendi yalnız paslar atmış, siz de boş kalede onları gole çevirerek o sayfadan omuzlara alınan bir demokrasi kahramanı “gibi” ayrılmışsınız. Ben bu tavrı Cumhuriyet’in savunması gerektiğine inandığım özgür gazetecilik kavramlarına yakıştıramadım. Neyse geçelim, çünkü bugün konumuz siz ve sözcülüğünü üstlendiğiniz fikirler.

Sayın Özdemir, Türk siyasi ortamı, maşallah, o kadar farklı kulvarlardan yobaz, ırkçı ve gerici ile dolu ki, siz daha hiçbir topa girmeden, maçın ilk dakikasından itibaren kahraman statüsüne yükseliyorsunuz. Size “kanı araştırılsın” diyenler, “sütü bozuk” diyenler, “bu ne biçim Türk?” diyenler, ölümle tehdit edenler, açık hakaretler yağdıranlar, ne ararsanız var. İşte röportajınızda da, Selin Ongun Tuncer, bu konuları sırayla gündeme getirip çanak sorular sormuş, size de keyifle cila yapmak kalmış. Böyle gazetecilik olmaz. Bunu yandaş gazeteciler Erdoğan’a uygulayabilirler, ama bu kadar hassas bir konuda her gün “demokrasi” diye yanıp tutuşan Cumhuriyet gazetesi bunu yaptığında, feci şekilde göze batıyor. Ama bu suçu salt Cumhuriyet’e bağlayamayız. Ne yazık ki siz de eksper bir 3. sınıf taşra politikacısı gibi, her konuyu birbirine karıştırıp Rus salatası haline getirerek, sorulardan ve yaşanmış gerçeklerden kaçmışsınız.

RÖPORTAJINIZDAKİ “KAÇAK GÜREŞ” NOKTALARI
Örnek 1- Röportajın başlarında, Talat Paşa, Enver Paşa gibi isimlerden, bugün “benim bölgemde Ermeniler’in kılına dokunanlar, benim kapımdan geçmek mecburiyetinde” diyen Kütahya Valisi’ne geçiş yapıyorsunuz. Ne alakası var Sayın Özdemir? 101 yıl önce yaşanmış tarihsel bir olay analiz edilirken konuyu nasıl bugünkü ırkçılara veya Ermeni dostlarına getiriyorsunuz? Biraz aklı, beyni, vicdanı olan herkes, hem Ermeniler’in, hem de tüm dünya halklarının dostudur, can kardeşidir. Aksini düşünmek mümkün mü? Öncelikle şuna saygı gösterin: Bugün Türkiye’de milyonlarca insan var ki, Ermeniler’le hiçbir alıp veremedikleri yok, hepsini çok seviyorlar ama “biz soykırım yapmadık” diyorlar, buna inanıyorlar. Bunlar arasında çobanlar, simitçiler de var, siyasiler, profesörler, tarihçiler de var. Siz ise bu konuları çorba yaparak, sanki soykırımı reddedenler, agresif Ermeni düşmanlarıymış gibi bir hava yaratıyorsunuz.
Örnek 2- Bakın galiba 2. soruda Tuncer, size 2001 yılında Frankfurter Algemeine Zeitung’a yazdığınız bir yazıdan çelişkili bir bölüm hatırlatıp bununla ilgili savunmanızı istiyor. Bu da zaten röportajın tek gerçek sorusu. Buna ve hemen arkasından gelen soruya verdiğiniz yanıtlar, “nasıl bir politikacı olunmamalı?” sorusunun yanıtını bünyesinde barındırıyor adeta. Bir yandan “Hiçbir zaman bir köşede söylediğimi, başka bir köşede inkar etmedim” diyorsunuz, bir yandan da mertçe en azından görüş değiştirdiğinizi kendi açınızdan açıklayacağınız yerde, alakasız şekilde, düzenlenen konferanslardan, Hrant Dink’in hepimizi kahreden katlinden ve Cumhurbaşkanı’nın “affedersiniz, bana Ermeni diyen oldu” sözlerinden dem vuruyorsunuz. Bunu anlayamadım Sayın Özdemir? Neden bu ilkel şark metodlarıyla kendi tavır ve karar değişikliğinizi açıklamaya çalışmak yerine konuyu sulandırıyorsunuz?
Örnek 3- 2005’te Erdoğan’ın Kaçaryan’a yaptığı “ortak komisyon kurma” önerisini gündeme getiriyorsunuz. Bu komisyona katılmaktan ve tüm arşivlerin konu şeffaflığa kavuşturulana kadar açılmasından Ermenistan’ın neden vazgeçtiğini araştırmak istediniz mi hiç Sayın Özdemir? Türkiye’nin yaptığı bu son derece demokratik teklifin hemen altında “bütün parlamenterler yaşananların soykırım olduğu konusunda hemfikirdik” diyerek heyecanlandığınızı söylüyorsunuz. Bu nasıl bir genellemedir? Böyle evrensel bir konuda sizin gibi düşünenler “herkes” mi oluyor? Mesela ben sizin yerinizde olsam tüm objektif tarihçileri ve tarafları bir araya getirecek bu büyük buluşma neden gerçekleşemedi diye gider Koçaryan’dan ve Ermenistan’dan hesap sorardım.
Örnek 4- Sayın Özdemir tek maddede toparlayalım, vaktimizi harcamayalım: Röportajın gerisi, 3. sınıf demagojilere laf yetiştirmeniz, yok kanı bozuk, yok sütü bozuk, yok hemşerilikten çıkarmışlar, yok ailenizin kökleri, yok ölüm tehditleri vs... Sizi tehdit eden yobaz güçlerle biz Atatürkçüler burada her gün uğraşıyoruz. Zaten Muammer Aksoy’u da, Hrant Dink’i de öldüren aynı yobaz şiddet dolu beyinler. Beni 2011’de bıçaklatan ve hayatıma kasteden de onlar. Hatta yine sizin işinizi kolaylaştırmak istercesine “Siz Almanlar önce gidin kendi Yahudi katliamınızın hesabını verin” diyenler var ya, merak etmeyin onlara da Almanlar’ın kendi suçlarını resmi olarak kabul ettiğini hatırlatan yine bizleriz. Siyaset böyle yapılmaz, Sayın Özdemir. Bu açık provokasyonlara iki kelimede demagojik uzatma yapmadan yanıt verin ama ana söylemlerinizi bunlar üzerine kurmayın, affedersiniz ama bunu yaptığınızda ciddiyetiniz yok oluyor. Bakın esas nelere yanıt vermelisiniz...

GELELİM ANA KONULARA!
Sayın Özdemir, 1915’te ve genel olarak o yıllarda, dünyanın her yerinde sayısız dram yaşandı. Bunu inkar eden yok. Hatta ben burada kimi hukukçuların yaptığı şekilde “Soykırım kavramı, II Dünya Harbi’nden sonra ortaya çıktı, 1915’te bundan söz edilemez” mantığına da sığınmayacağım. “Yaşanan her şeyin ortaya çıkarılması ve gerçeklerle yüzleşilmesi” esas hedefimiz ise, hiç şu soruyu sormak aklınıza geldi mi? Mesela ya gerçeklerle yüzleşmekten korkan Ermeniler ise ne yapacaksınız? Ya Ermeniler bu tarihsel iddiayı “maçı oynamadan kazanmak” şeklinde özetleyebileceğimiz bir oldu-bittiyle kazanmak istiyorlarsa? Ya “Osmanlı İmparatorluğu çökerken Rus çetelerin de desteğiyle bir silahlı başkaldırıya girişen Ermeniler, binlerce Türk’ü katletti ve ardından Osmanlı güçleri kendilerini kanlı bir şekilde durdurdu ve tehcire mecbur etti” sözlerinde, sayısız belgenin desteklediği ve sayısız yabancı saygın tarihçinin de kabul ettiği gibi ciddi bir gerçeklik payı varsa? Ben şu anda bu sütundan sizlere bu veya diğer iddiaların hangisinin doğru olduğunu söyleyecek değilim. Her ne kadar kendi araştırmalarım birçok açıdan beni Türkler’in savunduğu teze yaklaştırıyorsa da, benim bu konuda demokrat ve mantıklı bir insan olarak kesin bir hüküm geliştirmem doğru olmaz. Tarihsel konulara yaklaşım başka bir derin ciddiyet gerektirir. İki taraftan birinin sayıca daha kalabalık şekilde dünya kamuoyuna baskı yapıyor olması, iddialarında haklı oldukları anlamına gelmez. Böyle bir tavrın ne ulusal ne de uluslararası hukukta bir yeri yoktur. Örneğin sizin yaşadığınız Almanya’nın bile, Yahudiler’e karşı bir soykırım yaptığı zaten çıkardığı yasalarla, toplama kamplarıyla, çekilen 1001 milyon görüntüyle sabit olmasına karşın, ancak Nürnberg mahkemelerinde yapılan duruşmalar sonucu açıklık ve hukuki saptama kazanmış oldu. Sizin de bildiğiniz gibi, Türkiye hakkında bu konu üzerinden bir dava açılmamıştır ve bu konu hiçbir şekilde uluslararası yargıya yansımamıştır. Yani bir kere siz, Alman Parlamentosu’na getirdiğiniz yasa tasarısıyla, belki Ermeni toplumunun ve Uğur Mumcu’nun deyimiyle “bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olan” sözde demokrat yaygaracıların baskısıyla cesur ve demokratik bir hamle yaptığınız gibi bir yanılsamaya kapılıp basın önünde hava atabiliyorsunuz. Halbuki bu hamlenizle, geri dönülmez şekilde anti-demokrat bir bakış açısıyla, hakkında hiçbir karar alınmamış bir ülkeyi, resmen yargısız infazla Alman ve dünya kamuoyu önünde olabilecek en ağır iddialarla suçlamaktan kaçınmadığınızı kanıtlamış oldunuz. Bu suçun ne kadar büyük olduğunu biliyor musunuz Sayın Özdemir? En ağır tecavüzcü veya seri katil bile sorguda itiraf etse dahi hüküm giymeden önce mahkemeye çıkarılır, savcı iddiaları ortaya koyup kanıtlarını gösterdikten sonra onun savunması alınır, avukatı dinlenir, varsa karşı kanıtları ortaya dökülür. Ondan sonra bağımsız yargı da kararını özgürce verir. Bu size hatırlattıklarım -umarım geçmişte öğrenmişsinizdir- hukuk kavramının olmazsa olmaz alfabesidir. Bırakın Almanya veya Fransa’yı, Güney Amerika veya Afrika’da “Muz Cumhuriyeti” tanımına en çok uyacak bir ülkeyi araştırıp bulsanız, göreceksiniz ki, orada bile -göstermelik dahi olsa- bir çadırda bir mahkeme kurulur, suçlanana “nedir iddialara yanıtın?” diye sorulur... İşte siz buna bile gerek görmeyen bir tutuculukla hukuk ve tarih kavramlarına yaklaşıp, affedilmez yanlışlara imza atıyorsunuz.
Şimdi belki diyeceksiniz ki “efendim bizden önce bakın, şu şu şu mahkemelerde, aynen bunun benzeri kararlar zaten alındı. Şimdi biz mi suçlu olduk?” Bunu da iddia edemezsiniz. Çünkü hukukta kötü emsal, emsal teşkil etmez. Başka hukuksuzluk örnekleri, size dayanak olamaz. Bunu söylemenin karşılığı, “Sayın Hakim, herkes tecavüz ediyordu, ben de ettim, şimdi ben mi suçlu oldum?” veya “herkes o mağazayı, o evi yağmalıyordu, ben niye suçlanıyorum?” demekten farklı değildir. Dolayısıyla başka oportünist kötü siyasetçilerin yaptıkları, sizi kurtarabilir bir örnek kabul edilemez. Hani batılı demokrasilerin olmazsa olmaz kilit tarihi cümleleri vardır. Voltaire’in “seninle aynı fikirde değilim, ama senin düşüncelerini söyleme özgürlüğün için canımı bile veririm” sözleri gibi. İşte siz o cümleyi de yırtıp çöp sepetine attınız. Bir ülkeyi dinlemeden, hatta yargılamadan, düşüncelerine üç kuruş değer vermeden onu doğrudan mahkum edip alnına en ağır suçu yazdınız. Bütün ikazlara karşın demokrasi ve hukuk kavramlarına karşı olan bu duyarsız tutumunuz, artık sizi ömür boyu çıkmaz bir leke olarak takip edecektir. Bundan böyle sizin artık eşit-adil yargılanma hakkı, suçsuzluk karinesi, insan hakları sözleşmeleri ve bunların getirdiği bağlayıcı şartlar hakkında konuşma haklarınız gölgede kalmıştır.

AİHM KARARINI DA MI OKUMADINIZ?
Bildiğiniz gibi, İsviçre Hükümeti’nin aynı konuda, batının bu hukuk linçine dur demeye kararlı bir siyasetçi olan Doğu Perinçek’e karşı ağır bir mağlubiyet yaşadığını herhalde biliyorsunuzdur. O mahkemede de hatırlatıldığı gibi, bir ülkenin bu ağır soykırım suçlamasıyla hüküm giyebilmesi için, ya o ülkenin bir mahkemesi ya da yetkilendirilmiş uluslararası bir mahkeme kararı olması lazım. Aynen Strasbourg’daki mahkeme salonunda AİHM yargıçlarından Arnavut Ledi Bianku’nun veya BM Genel Sekreteri Stephane Dujariç’in hatırlattığı gibi... Ortada böyle bir karar olmadığını da hatırlatarak, İsviçre’nin “soykırımın varlığının tartışılmasını bile yasaklamak” üzere bir ortaçağ mantığı ile yola çıkışı -üstelik bu savlarla- durdurulmuşken, siz hangi akla hizmet ederek bu tasarıyı Parlamento’ya sunabildiniz Sayın Özdemir?
Bir nokta daha: Konu “sen bir Türk olarak, bunu Türkler’e karşı nasıl yaparsın?” diye size çemkiren başka kötü siyasetçilerin dedikleri de değil. Tabii ki, insan bazen kendi en yakınına veya ülkesine karşı da bir tavır alabilir. Mesela siz de onlarca Türk aydın, Silivri zindanlarında uydurma suçlamalarla erirken, sorumluluk alıp onlara sahip çıkabilirdiniz, yani Türk asıllı bir siyasetçi olarak, Türkiye’de olup biteni kıyasıya eleştirebilirdiniz. Ama o günlerde, Alman Yeşilleri olarak, yine çok kötü sınavlar verdiniz. Kılınızı bile kıpırdatmadınız. Tam tersine mutlu oldunuz. Çünkü size göre Türkiye’de sorun Ordu ve Kemalistlerdi. Ne yazık ki, o kadar güvendiğiniz o dava iflas etti, her şeyin uydurma ve kurmaca olduğu ortaya çıktı. Bakın şimdi Türkiye’de Ordu artık Erdoğan’ın bekçisi. Kemalistler ise her yerden tasfiye ediliyor, öğretmen olarak bile atanamıyor. Ülke yobazlığa teslim olsun diye uğraşılıyor. Ne oldu? Arzuladığınız demokrasi bu muydu? Yoksa tam tersine o “demokrasi” yerin bin kat dibine bir sandığa kilitlenip, anahtarı da diktacı bir adama mı teslim edildi? İşte ne yazık ki Türkiye hakkındaki çözümlemeleriniz, bu örnekte de gördüğünüz kadar sığ ve tamamen gerçeklerin fersah fersah uzağında.
Kendi araştırmalarımın beni getirdiği noktayı “taraf sayılırım” diye buzdolabına kaldıracağım -ki zaten ben bu spesifik konuda çok şey bilmeme rağmen bir tarih profesörü değilim. Ayrıca hadi diyelim ki Türk, Osmanlı veya “Kemalist” tarihçileri bir köşeye bıraktık. Kaç yabancı tarih profesörü, bu konuda Türkiye ile aynı görüşleri paylaşıyor biliyor musunuz? Sizin savunduğunuz fikirlerin tersini savunanlar arasında Prof. Bernard Lewis, Prof. Justin Mc Carthy, Prof. Norman Stone, Kean Michel Thibaux, Heath Lowry gibi sayısız yabancı tarihçi-araştırmacı olduğunu bilmiyor musunuz? İçinizde gece uyurken, bırakın hukuk-mantık-demokrasi ilişkilerini, “ben ya objektif bakamıyorsam?” diye bir sorgulama oluyor mu?

ABD HAKKINDA PARLAMENTONUZA NE VERDİNİZ?
Daha da öteye gidelim, makro vizyonlu bakış açısından... Siz de aynı dolmuşa binerek, batı dünyasının kendi kirlerini Türkiye üzerinden aklamaya çalışma (!) operasyonuna alet oluyorsunuz. Hiç aklınıza geliyor mu, mesela Alman Parlamentosu’na ABD’nin yüzyıllar önce Kızılderililer’e karşı yaptığı açık soykırım hakkında veya daha şurada 13 sene önce Irak’ta yaptığı bir milyon insanın yok edildiği katliamlar hakkında bir yargı oluşturma önergesi vermek? Veya Fransızlar’ın Cezayir’de, İspanyollar’ın Güney Amerika’da yaptıkları soykırımlarla da bir hesaplaşmaya gitmeyi hiç düşündünüz mü, bu konu hiç aklınıza geldi mi? Yoksa Türkiye diş geçirmeyi göze alabileceğiniz basit ve kolay lokma gibi bir ülke göründüğü için mi bu yolu izliyorsunuz? Bu tavrınız size etik geliyor mu?

ŞEHİT DİPLOMATLARIMIZ HİÇ AKLINIZA GELİYOR MU?
Sayın Özdemir, hiç aklımıza gelmeyen ve gündeme getirmediğiniz Türk şehit diplomatlarını anımsadığınız oluyor mu? 1973-1984 arasında kaybettiğimiz 31 isim arasında Santa Barbara Başkonsolosumuz Mehmet Baydar, Viyana Büyükelçimiz Daniş Tunalıgil, Paris Büyükelçimiz İsmail Erez, Belgrad Büyükelçimiz Galip Balkar ve onca başka benzer veya farklı sıfatlar taşıyan değerli insanlarımız vardı. Sizin için demek onların da bir değeri yok öyle mi Sayın Özdemir? Bakın bu anlattıklarımın hamasi veya şoven aşırı milliyetçi duygularla hiç bir alakası yok!

YÜZLEŞMEYE CESARETİNİZ VAR MI?
Sayın Özdemir, Ermenistan ve Ermeni diasporası, bu maçı oynamadan 3-0 hükmen kazanmak istiyor. Ermenistan’ın arşivlerini açıp tarafsız yargıçlar önünde her iki tarafın getireceği tarihçiler ve avukatlarla beraber konuyu masaya yatırma, uzun lafın kısası, demokrasi ve adalet önüne çıkmaya cesareti var mı? Hadi Ermenistan’ı bir kenara bırakalım, sizin yanınıza arzu ettiğiniz  tarihçi ve avukatı alıp, mesela Doğu Perinçek, Mehmet Perinçek, Justin Mc Carthy veya bir başka tarihçi önüne çıkma cesaretiniz var mı? İstediğiniz kanalda, eşit şartlarla, süresiz bir “yüzleşme”. Cesaretiniz varsa, çok şık olur ve seviniriz. Yüzleşmek, bir tarafın tek yanlı olarak suçlanacağı bir hukuksuzluğun iletkeni olmak değildir. Bunu kendi başınıza çözebilmenizi beklerdim. Başka insanların da fikirlerini, iddialarını, göstermek istedikleri kanıtları görmeye ve dinlemeye açık olmayan hiç kimsenin “yüzleşme” sözünü ağzına alma hakkı yoktur. Ayrıca bu buluşmada ben ve sizin seçeceğiniz bir başka gazeteci veya yazar, birlikte yönlendirici olabiliriz.

SONUÇ: AKP’li politikacıların dengesiz ve provokatif saldırılarının yarattığı bayağı havanın, uğradığınız kan, soy, Türklük, hemşerilik saldırıları ve aldığınız tehditlerin arkasına sığnıp bu özetini hatırlattığım anti-demokratik tutumun üzerinizde bıraktığı izlerden kurtulamazsınız Sayın Özdemir. Ayrıca bu “provokatör” tavırlarınız, ne yazık ki Türk ve Ermeniler’in birbirine yaklaşmasını sağlamıyor. Tam tersine bu iki ulusun değerli insanlarının arasına nifak tohumu sokup onların birbirinden uzaklaşmasına neden oluyorsunuz. İki ulusun kültür, sanat, aşk, spor, iş ortaklıkları üzerinden yakınlaşmasını engelleyip, onları içinden çıkılamaz tek yönlü bir suçlama girdabının ve kaosunun içine çekiyorsunuz.
Tabii bu tek yönlü infaz metodolojinizle Almanya’da yaşayan milyonlarca Türk’ü, insan haklarının en temel haklarını kullanamadan orada sokakta yürürken alnı lekeli bir ulusun vatandaşları haline düşürüyorsunuz. Bununla bir şey kazandığınızı sanmıyorum. Uzun lafın kısası, iyi niyetinize inanmak isterim ama yaptığınız gaflar ve neden olduğunuz zararlar o kadar büyük ki, bunu pek başaramıyorum! İyilik yapıyorum iddianızla, kaş yapayım derken göz çıkarıyorsunuz.

Bir programa katılıp katılmama konusunda yanıtınızı bekliyorum. Demokrasiye karşı işlediğiniz suçlardan dolayı bir pişmanlığınız var mı? Eğer yoksa, bu yazıda mecburen özetlediğim düşüncelere karşı yanıtlarınız nelerdir Sayın Özdemir, bekliyorum.

Saygılarımla,

Bedri Baykam

8 Haziran 2016 Çarşamba

MUHAMMED ALİ’NİN BENİ ARADIĞI GÜN... | Bedri Baykam | 7 Haziran 2016


1. sahne: Paris’ten Londra’ya gidiyordum hızlı trenle... Yıl 2006. Elimde bir gün önce aldığım kitap: “The Soul of a Butterfly”... Yazarlar: Muhammed Ali ve kızı Hana Jasmeen Ali. Kendimi hatırladığımdan beri Muhammed Ali, milyonlarca dünya vatandaşının olduğu gibi benim de “arkadaşımdır”, dayanışma içinde olduğum büyük insandır. Dolayısıyla zaten kitabı tereddüt etmeden almıştım. Ama tren akıl almaz bir hızla Manş denizinin altından yol alırken gözyaşları yanaklarımdan akıp gidiyor. Yanımda, karşımda oturan insanlar ne der diye bir korkum tabii ki yok. Bir tek Sibel’i arayıp “bu kitabı döner dönmez sana vereceğim, hemen okuman şart” diyebiliyorum ancak. Nutkum tutulmuş vaziyette.
2. sahne: İstanbul’dayım. Muhammed Ali’nin sitesine giriyorum ve orada “ziyaretçi mesajları”na bir not bırakıyorum. Kendisine nasıl 5 yaşından beri hayran olduğumu, Türkiye’de ne kadar sevildiğini, kitabını ağlayarak ve aşık olarak okuduğumu anlattıktan sonra, “Ünvan maçında George Foreman’i Kinshasa’da 8. raundda devirirken -fırsatın olmasına rağmen- ona düşerken son öldürücü yumruğu vurmayacak kadar insancıl olduğunu ve bu kadar sade ama ruh dolu bir kitap görmediğimi” anlatıyorum o satırlarda...
Yazıyı siteye koyduktan sonra acaip bir his kaplıyor içimi... “Ali bu satırları okuyacak ve beni arayacak!” Hatta o günden sonra tualete giderken bile cep telefonumu yanıma alıyorum. Halbuki sitenin altında şöyle yazıyor çok kibar bir dille: “Tahmin edebileceğiniz gibi sitemize günde binlerce mesaj almaktayız. Bütün mesajları Mr. Ali’ye iletiyoruz ama çok azına yanıt verebiliyoruz. Anlayışınız için teşekkür ederiz”.
3. sahne: bir akşamüstü, evdeyiz. Telefon çalıyor, ama ev telefonu. Açıyorum: “Bay Baykam? -Evet-
Sizi Bay Muhammed Ali’ye bağlıyorum müsaitseniz”. “Evettt”... Sonra o unutulmaz görüşme başlıyor. Ali, Parkinson hastası. Bu nedenle rahatlıkla anlaşılamıyor aslında söyledikleri. Ama biz fazlasıyla anlaşıyoruz. Heyecandan ahizeyi yutacağım. Onu ne kadar sevdiğimizi, ne kadar büyük bir insan olduğunu söylüyorum. O da teşekkür ederek sevgilerini yolluyor. Ben onu o anda İngilizceden çok “ses dili”, içgüdü, telepati ve beyin frekansından anlıyorum. Karşılıklı her zerremizle birbirimizi anlayarak yapılan büyük bir duygusal konuşma. Ona sarıldığımı söyleyerek kapatıyorum. Sekreteri geri alıyor hattı. Ona “The Soul of a Butterfly” kitabını Piramid Yayıncılık olarak yayınlamak istediğimizi söyleyip yardımını rica ediyorum.
4. sahne: “Kelebeğin Ruhu” Türkçe çıkıyor Piramid’den. Artık elimde orijinal “Muhammed Ali” imzalı bir kontrat var. İleride müzemin en değerli parçalarından biri olacağını biliyorum. Onlarca kitap ve katalog yayınladım ama belki -babamın ölümünün ardından yayınlanan “En Sevdiği Güneşti” hariç- hiç bir yayınımla bu kadar övünmedim. Çünkü bu kitap, inanılmaz derecede sade ve derin bir otobiyografi ve yaşam felsefe kitabı. Ve bu yayın benim çocukluk, gençlik ve olgunluk dahil yaşam üstünden en büyük kahramanlarımdan biri tarafından yazılmış. Bir dünya kahramanı. Hem de sonsuza dek.
Son sahne: Geçen hafta Şarköy’de Müjdat Gezen ve Soner Yalçın’la beraber Uğur Dündar’ın Halk Arenası’na katılmıştık. Sabah Tekirdağ’da kahvaltıya henüz yeni oturmuşken, televizyonda İngilizce bir alt yazı olarak gördüm: “Muhammed Ali öldü...”  Aynı anda gözyaşları beni yavaş yavaş istila etti yine. Soner’le göz göze geldik. Yeri doldurulmaz kayıp dedikleri buydu! 1960’lı yıllarla beraber her birimizin yaşamında, ciğerinden kalbinden bir şeyler sökülüp gitti... Soner, bu sabah Sözcü’de bu yazının başında anlattığım hikayeyi hatırlatıp, yayınladığımız “Kelebeğin Ruhu” kitabındaki son derece değerli anekdotlardan bazılarını sütununa almıştı. Ben de bu vesileyle size tekrarlıyayım: Emin olun, bana da güvenin, bu kitabı okuduktan sonra daha iyi bir insan olacaksınız...

YILLAR AKIP GİDERKEN ANLARI KAYDETMEK
53 yıl olmuş Muhammed Ali, yani eski adıyla Cassius Clay yaşamıma gireli. Pasaportu eskitmişiz! Bunu hafta sonu bir daha anladım. Mesela Djokovic Paris’te Şampiyonluk kupasını Adriano Panatta’nın elinden alırken yine daldım gittim. 40 yıl önce o yakışıklı ve aktör havalı İtalyan şampiyon olurken, Roland-Garros stadında o maçı annesi ve babasıyla izleyen 19 yaşında bir gençtim. Yazının başında sözünü ettiğim Foreman  maçını Cihangir’de gecenin köründe radyodan Orhan Ayhan’ın ağzından dinlerken 17 yaşındaymışım. Yıllar akıp gidiyor. İşte elimdeki 650 sayfalık “Ali, Tüm Zamanların En Büyüğü” başlıklı Taschen kitabı bu açıdan bir şaheser. İyi ki valizimin yarısını kaplama pahasına geçen yıl Paris’ten almışım. Kitapta resmen yok yok! Muhammed Ali zaten tüm yaşamını dokümante ederken, en başından beri en büyük olduğunu bilerek tutuyor her belgeyi, her fotoğrafı. Ama yanlış anlamayın, o yalnız bir egosantrik bir adam filan değil. Bakın kendini nasıl tanımlıyor: “Ben ağır siklet şampiyonluğunu kazanan, esprili, herkese dürüstçe ve eşit davranan bir siyahi olarak hatırlanmak isterim. Kendisine hayran olan başka hiçbir insana küçümseyerek bakmayan, elinden geldiği kadar herkese maddi olarak yardım eden, onların özgürlük, adalet ve eşitlik mücadelelerine katkıda bulunan bir insan”. Rahat ol sevgili Muhammed Ali, tabii ki öyle hatırlanacaksın. O muhteşem insan, dünyanın en meşhur adamı, tanıştığı her insana aşk ve sevgi dağıtıyor; kin, nefret ve kibir değil. Daha dünkü değeri kendinden menkul şarkıcıların imza isteyen gençleri ellerinin tersiyle itebildikleri bir dünyada, Ali bir mücevher.

VİETNAM FELAKETİNİ DÜNYAYA DUYURAN BEYİN...
1960’larda, tabii ki Muhammed Ali Türkiye’de de sonsuz seviliyordu, herkes onun hayranıydı. Sonra Ali, Vietnam’a gitmeyi reddetti, hem de şampiyonluğunun elinden alınacak olmasına rağmen. “Vietcong’lar bana hiç bir zaman ‘pis zenci’ demedi, niye onlarla savaşayım ki?”
Türkler, Kore’ye kahraman Türk askerlerini yollayıp, Amerikan müttefikleriyle beraber omuz omuza savaştırmış olmaktan çok gurur duyan bir milletti. Herkes yadırgamıştı Ali’nin bu tavrını. Bir hayal kırıklığı oluştu birden. “Nasıl ülkesi için savaşa gitmeyi reddederdi bu adam? Olacak şey miydi bu?” İşin özünü, dünyanın tam anlaması için aradan bir-iki sene daha geçmesi ve 68 kuşağının dünyada Amerikan emperyalizmini deşifre edip topluma anlatması gerekiyordu. Ali yalnız bir büyük stand-up komedyen, bir show-man, seyrine doyulmaz büyük bir boksör değil, aynı zamanda dünyanın gidişatını etkileyecek bir filozof, öncü bir insandı... En sevildiği Türkiye’de bile zaman aldı o geçiş anlarında Ali’yi anlayabilmek...

MUHAMMED ALİ’NİN MÜSLÜMANLIĞININ FARKI!
Ali, din olarak yetişkin boksör yıllarının başında Müslümanlığı seçti. 1964’te “İslam Milleti” (Nation of İslam)’nin başı Elijah Muhammed tarafından ona Muhammed Ali adı verilmişti. Bu Ali’yi fazlasıyla mutlu etti! Müslüman düşünce önderlerinden Malcolm X, Ali ile kardeş gibiydi. Yedikleri içtikleri ayrı gitmiyordu. Ama bir konu hariç: Ali, tüm beyazlara neden “düşman” gözüyle bakması gerektiğini anlayamıyor ve kabul edemiyordu. Bu az buz bir fark değildi. Çünkü Ali tüm insanlığın sevgilisi olmak için vardı. Yalnız siyahların değil. Tüm güçsüzlerin, muhtaçların ve onu anlayıp sevenlerin sevgilisi... Coach’u Angelo Dundee “Ali bir renk körüdür. Fakir, zengin, siyah, beyaz herkesi sever” diye tarif ederdi onu...  Ali’nin Müslümanlık anlayışı, bugün bu dine en büyük zararı veren malum takımlara kapak olacak nitelikte... Ali’nin parçası olduğu Müslümanlık, fakir ve muhtaçlara yardım, dostluk, barış ve Allah’a sığınma üzerine kuruluydu. Onun kitabında şiddet, kin, kavga, nefret yoktu. Yolsuzluk, dolandırma, uyanıklık yoktu. Ali, her tanıştığı insanı kardeşi gibi görür, resmen taptığı çocuklarının büyürken her anlarını fotoğraflamayı, vazgeçilmez ödevi kabul ederdi.

İNSANLIK TİYATRO ARENASININ DEV AKTÖRÜ
O dünya halklarının Robin Hood’u, ezilenleri ayaklanmaya çağıran Spartacus’ü, onları koruyan Karaoğlan’ıydı (Ecevit’ten değil, Suat Yalaz’ın unutulmaz karakteri Karaoğlan’dan söz ediyorum tabii ki!). Sonuçta 12 yaşındayken bisikleti çalınmasa, karakolda o polis onu boksa davet etmese, bu büyük macera böyle şekillenmeyecekti. Ama bu muhteşem özgüvene sahip güzel insan, o zamanda belki Sydney Poitier gibi bir aktör veya farklı bir Martin Luther King olacak, yine milyonları peşinden koşturmayı başaracaktı. Çünkü, bu zengin karizmatik sos, onun tüm hücrelerine sızmıştı. Boks sporu, Ali onu ana hattı olarak seçtiği gün yeniden doğumunu ilan etmişti aslında. Muhammed Ali’den önce boks, çok limitli bir kitlenin neredeyse aşağılayarak izlediği 3. sınıf bir spordu. Ali, onu ön plana, tüm dünyada sahne ışıklarının üzerine çevrildiği ana platforma taşıdı. Birden onu sevenler ve ondan nefret edenler dahil herkes boksla ilgilenmeye başladı. İşler tüm dünyanın aynı anda gece yarısı olsa da kalkıp onun maçlarını izlemesine kadar taşındı, hem de sonuna kadar... Her yaştan, her ülkeden, her cinsten bitmez bir hayran kitlesi... Esasında dediğimiz gibi konu boks değildi. Boks bahaneydi. Sahne aslında tüm dünyaydı. Ali, dünyayı ve diğer insanları ortaklık yaptığı yardımcı aktörleri olarak gören koca bir senarist ve yıldızdı. Dünya liderleri, ayakkabı boyacıları, boksörler, futbolcular, herkes onun peşindeydi! O mu? Onun da tek bir yıldızı vardı: Elvis Presley! Bir de hayran olduğu eski başkan: JFK! O da Ali kadar kitlelerin sevdiği bir diğer isimdi. O kadar çok benzerlik var ki aralarında...

MUHTEŞEM İNSANI TARİF ETMEYE ÇALIŞANLAR
Muhammed Ali’nin dünya için ne ifade ettiğini çözmeye çalıştı sosyologlar, tarihçiler, medyacılar. Yeni kuşak, annelerinin veya büyükannelerinin neden sabahın köründe bir boks maçı izlemeye kalktıklarının hiç bir zaman anlayamadılar. Paul Gibson’a göre o “Marlon Brando, Elvis ve JFK’in bir karışımı”ydı. Bud Schulberg’e göre o çenebaz “boks kıyafeti giymiş bir Nureyev”di. Kendisine göre ondan kimsenin çekip alamayacağı bir sıfat vardı: “Halkın Şampiyonu”. Bugünlerde sağda solda Ali’nin Beatles’la çekilmiş neşeli resimleri dolaşıyor... Halbuki işin gerçeği aklınıza gelen imajdan çok farklıydı. Beatles’lar 1964’de Miami’ye gelmişlerdi. Menajerleri onları Dünya Şampiyonu Sonny Liston’la bir araya getirmek istedi. Ama Liston “o şaklabanlarla bir araya gelmem” diyerek kestirip atınca istikameti şampiyona meydan okumuş gence, Ali’ye çevirdiler. Ali’nin antrenman kampında ise, büyük show-man iki hamlede Beatles’ları hemen kafakola aldı ve onları şekilden şekle, kılıktan kılığa soktu. Beatles’lar oradan çok kızgın ayrılıp, basın danışmanlarıyla da aylarca küstüler. Nereden bilebilirlerdi ki, aradan yarım asır geçtikten sonra, yeni gençlerden bazıları “Bu Ali’nin yanındaki komik kıyafetli 4 adam kim?” diye sorular soracaklardı!

EN GÜZEL KİM? EN BÜYÜK KİM?
“Ben en güzelim, bakın suratımda tek bir çizik yok, ben en kuvvetliyim, en büyüğüm, tarihin en büyüğüyüm!” Bu sözlere tepki verenler, bozulanlar bile, içlerinde fırtınalar yaşayarak maçlarına koştular. Belki çoğu zaman en çelişkili duygularla boğuşup için için onu tuttular. Üstelik bildikleri bir nokta daha vardı: Gerçekten de karşılarındaki adam olağanüstü ölçeklerde yakışıklı hatta “güzel” bir insanoğluydu! Yüz, vücut, vücut dili ve hak edilmiş ün, üst üste biniyordu Ali vakasında!
Ali, kariyerinin en başından beri o kadar emindi ki nereye doğru yol alacağından... Daha olimpiyat şampiyonu olmak için Roma’ya doğru gitmeden önce, Muhammed Ali efsanevi boksör Sugar Ray Robinson’a “ben altın madalyayı Roma’da aldıktan sonra menajerim olmanızı istiyorum” deme cüretini gösterir. Robinson şaşkındır bu gencin özgüvenine. “İyi de ben hala dövüşüyorum” demekle yetinir... “Muhammed Ali” adıyla kendisine hitap etmeyip hala “Cassisus Clay”i kullanan Ernie Quarrell’i 1967’de 15 raund boyunca döverken onu soru her yumrukta aynı yağmuruna tutar: “söyle bakalım şimdi, adım neymiş, söyle bakalım, şimdi biliyor musun?”

GÜREŞÇİ “GORGEOUS GEORGE”UN ALİ ÜZERİNDEKİ ETKİSİ

Doğanın insanlığa bir hediyesiydi Ali. Ömrü boyunca ne bir şnav çekti ne de adale geliştirme çabası gösterdi. O bir sporcu olarak doğmuştu en başından beri. Kariyerinin ilk günlerinde rotasını belirlerken onu etkileyen en önemli insan, güreşçi “Gorgeous George”du. Ali onun radyolarda, röportajlarda atıp tutarak rakipleriyle alay eden, basınla show yapan çarpıcı kimliğinden hızla etkilenmişti. Kendisine o profili onun üzerinden oturtmuş ve bunu saklamaya da gerek duymamıştı. Her zerresiyle şeffaftı Ali... Kadınlara olan aşkla karışık düşkünlüğüyle, bitmez tükenmez boks hırsıyla, insana olan sevgisiyle, topluma ve insanlığa olan sonsuza dek sürecek “içsel sadakat antlaşmalarıyla”... Herkesin onun yaşamından çıkaracağı dersler var... Halkı dolandıran ve şantajı, şiddeti ana yöntemleri yapan sahte Müslümanların, ününü hakketmeyen her branştan burnu havada zibidilerin, başarmaya yeminli sporcuların, aşılmaz görünen sorunlarla boğuşan işadamlarının,  herkesin... “Kelebeğin Ruhu” herkese yol gösteriyor...

1 Haziran 2016 Çarşamba

İSTANBUL’UN FETHİ, YALNIZ TAYYİPÇİLERE TERKEDİLEMEZ! | BEDRİ BAYKAM | 31.05.2016


 27 Mayıs Devrimi, 27 Mayıs Gezi Direnişi ve 29 Mayıs İstanbul’un fethi, en polemiğe açık kutlamalar olarak daha uzun yıllar siyasi gündemi çalkalayacak!

Bugünkü konumuz her yıl Mayıs ayının sonlarında oldukları için sürekli olarak gündemde yer alacak olan üç ayrı kutlama hakkındaki yorumlarım. Her üçü de sürekli olarak sıcak günlük siyasetle beraber servis edilen üç ayrı yıldönümü: Bunlar ay içindeki geliş sıralarıyla, 27 Mayıs Devrimi, 27 Mayıs Gezi Direnişi ve nihayet 29 Mayıs, İstanbul’un Fatih ve Ordusu tarafından fethi. Öyle görülüyor ki, önümüzdeki yıllarda da, her üçü, ülkemizin siyasi gündemini en sert şekilde ortasından bıçak gibi yarmaya ve toplumu kamplaştırmaya devam edecek. Burada suç, tabii ki bu tarihi dönemeçlerin yaşanmışlıklarının değil, toplumun içine itildiği kaçınılmaz bölünmüşlüklerin getirdiği kapanmaz yaralar... Ha, kapanmaz diyorsam, inanmayın, kapanır ama kaç yıl sonra? Kaç yüz yıl, ya da kaç bin yıl, onu bilemem.

NORMALDE YALNIZCA GEZİ GÜNLERİ GÜNDEMDE OLABİLİRDİ!
Aslında bu üçü arasında, normalde bugün, güncel siyaset açısından tek gündemde olması gereken Gezi Direnişi... Çünkü sonuçta 2013’te yaşananlar da, bugünkü hükümetin bir benzerinin yaptığı yasadışı anti demokratik ve baskıcı eylemlere karşı gençlerin ve halkın direnişiydi. Bugün de sürekli olarak benzer tepkiler, protestolar, itirazlar gündeme tutunduğu için, Gezi’nin yıldönümlerinin en azından hararetli geçmesi, son derece beklenen bir sonuç olurdu. Ama görüyoruz ki, Gezicilere karşı hükümetin veya Erdoğan’ın tepkisi, bundan 56 sene önce yaşanmış 27 Mayıs Devrimi’ne karşı olan tepkilerinden çok daha az. Özetle, Gezicilere ancak yıldönümünde veya ender olarak değinen Erdoğan, neredeyse her konuşmasında konuyu 27 Mayıs’a getiriyor! Yani bir ülkenin Başbakanı veya Cumhurbaşkanı, kendi durumuna koltuk değneği aramak için, sürekli olarak aynı ihtilalin deforme edilmiş uyduruk özetlerine sığınıyor... Bu kadarına artık herhalde Menderes’in kendisi bile tepki gösterirdi, “yahu kardeşim, düş yakamdan artık, benden başka malzemen yoksa niye hala liderlik koltuğunda oturuyorsun, insaf ya!” diye tepkisini ortaya koyardı. Fatih mi? O herhalde gülmekten kırılır, ardından yoksa ağlasam mı diye tereddüde düşer ve sonunda da “pes kardeşim!” deyip başını ellerinin arasına alır yere çökerdi... Aradan 563 yıl geçtikten sonra, bir ülkede tarihi bir anma yerine, güncel siyasi kayıkçı kavgasının göbeğine oturtulup en bayağ polemik dolgusu olarak meydana çıkarılışına dayanamaz, yeri göğü inletebilmek isterdi Fatih Sultan Mehmet!! Uzun lafın kısası, bugün Fransa Cumhurbaşkanı’nın neden durmadan Charlemagne’dan veya Napolyon’dan veya 2. Dünya Savaşı yıllarının Vichy Hükümeti’nden veya de Gaulle’den söz etmediğini, neden onlara sürekli yaslanmaya kalkışmadığını AKP’nin vekilleri veya yandaş-paydaş kalemşörleri arasında düşünebilen var mı merak ediyorum... Her ne kadar bu üç sözde anma töreni, özde deprem kuşağı tetikleyicisi hakkında layıkıyla yorum yapabilmek için en azından orta boy bir kitap yazmak gerekse de, burada sizlerle bazı ana fikirler doğrultusunda bir toparlama yapalım.

OSMANLI MİRASI VE GERİSİ, CUMHURİYETÇİLER TARAFINDAN YOK SAYILAMAZ!
Şimdi geçmişini görmezden gelen bazı insanlar vardır. Mesela ünlü bir siyasi tanırım... “Ne zaman siyasete girdiniz?” sorusuna daima “1957’de Ankara milletvekili olarak başladım” diye yanıt vermiştir. Nedense hep CHP Gençlik Kolları’nın Genel Sekreteri olarak ilk sıfatını kazandığını ve ilk o eylemlerde 1950’lerin ilk bölümünde piştiğini hep saklamıştır. Nedeni bilinmez, belki birilerine borçlu çıkar görünmekten korunmanın bir yoludur bu. Mesela geçmişlerini saklayan iş adamları, kendisine sahte bir geçmiş resmeden eşler, bankacılar, sanatçılar da vardır... Hepimiz biliyoruz ki, kim ne kadar uğraşırsa uğraşsın, büyük çoğunlukla, gerçeklerin suyun yüzeyine yükselmek gibi bir alışkanlıkları vardır. Bu ülkenin Atatürkçüleri, bir makaleye pek sığdırılamayacak kadar derin nedenlerle, Türkiye Cumhuriyeti toprakları üzerinde veya etrafında 1881’den önce yaşamış olan atalarımızı çoğunlukla bahsettikleri konulara pek almamışlardır. Her ne kadar -mesela- Hunlar veya Selçuklular’a daha tarihsel bir muamele yapılsa da, doğruyu söylemek gerekirse Atatürkçüler Osmanlı mirasını neredeyse toptan gözardı etmeyi, bir çeşit kaçınılmaz ödev veya toplu doğal tepki olarak kayıtlarına geçirmişlerdir. Atatürk’ün, “Osmanlı’nın son döneminin ihanetlerine ve teslimiyetlerine rağmen Samsun’a çıkıp vatanı kurtarması ve ardından Cumhuriyeti kurması” şeklinde özetlenen gelişmelere -ki bu sözlerin her birine katılıyorum- öyle bir kulp takılmıştır ki, sanki tüm Osmanlı, gerek o son pasif ötesi dönem veya bugünkü yobazların gidişatından toptan sorumlu hale gelmiştir. Halbuki mesela ne Fatih Sultan Mehmet, ne de Kanuni dönemlerinin bu şekilde ele alınması kabul edilemez. Buna rağmen İstanbul’un fethi gibi dünya tarihinin akışını toptan etkilemiş bir büyük Fetih olayı bile, sanki Atatürk’e ihanet etmemek için pas geçilmiş, görmezden gelinen tarihi bir olay olarak rafa kaldırılmıştır. Tüm mirasıyla, günahı ve sevabıyla dünyayı etkilemiş olan tarihi figürler, bu şekilde pek hak etmedikleri bir muamele görmüşlerdir son yüzyıl içinde. Atatürkçü, Cumhuriyetçi olmak, devrimleri kabul etmek, geçmiş yüzyılları yok saymak veya saygı duymamak anlamına gelemez. Nasıl 2. Cumhuriyetçiler, anakronik şekilde Atatürk’ü Willy Brandt veya Olaf Palme ile kıyaslamaya kalkıp, anakronizm batağına saplanıyorlarsa, Atatürkçüler de buna benzer dönem dışı kavram infazları yapamazlar!
Sonuçta İstanbul’un fethi, Konstantinapol’ün Bizanslılardan alınması, tarihin akış yatağını değiştirmiş olağandışı ve muhteşem başarılardır. Mesela burada tarihi birden ileri sararak, Atatürk’ün işgalci İngiliz gemilerine gözleri dalıp inançla söylediği “geldikleri gibi giderler” sözlerini hatırlatmakta yarar var! Atatürk, kalkıp “ne iyi oldu da müttefik güçler geldi, böylece İstanbul’u tekrar onlara iade edebiliriz” dememiştir (!). Uzun lafın kısası, Atatürk tabii ki, Fatih’in de Kanuni’nin de mirasları için savaşmış, İstanbul’a, Fatih’in büyük hediyesine de ulus adına özellikle sahip çıkmıştır.
YANİ: Bugün halkın gözünde, İstanbul’un Fethi yalnızca RTE’ye teslim olmuş ve afyon yutmuş kitlelere teslim edilemeyecek kadar önemli bir tarihi olaydır. Bunu da şu gelişmeye bağlamak istiyorum: İsteyen CHP Beşiktaş Belediye Başkanı’nı istediği gerekçeyle eleştirebilir. Ama Hazinedar’ın 2-3 yıl önce vurguladığım “Osmanlı geçmişine ve İstanbul’un fethine sahip çıkma” fikirlerinin de üzerine bastığı gibi bu flamaları yaptırmış olması, “AKP’ye teslimiyet” değildir. Olsa olsa bu değerlerin alakasız şekilde salt AKP’nin elinde kalmasına karşı açılmış bir bayraktır. Bizlerin Atatürkçü olması, tüm geçmişimize sahip çıkmamızı engelleyen bir fren haline tabii ki gelemez. Ya da şöyle söyleyelim: belki bir süre, Cumhuriyet değerleri ve devrimlerin yerleşmesi için, bu frenler gerçekten gerekliydi. Ama bugün bu fren tersine, aleyhimize çalışıyor. Siyasette de, futbolda da, sanatta da zamanlama herşeydir.

MENDERES FAŞİZMİNDEN BİR DEMOKRASİ ŞELALESİ YARATANLAR!
Gelelim daha da kısa bir şekilde 1960 Devrimi hakkında duyduklarımıza. Her yandaş kanal bu yıl yine bu konuda tek yanlı yayın yapma yarışı içinde kıvranıyordu. Mesela Habertürk’te Mehmet Alkan, o kadar baştan savma ve bir tarihçiye hiç bir şekilde yakışmayacak sözlerle konuyu ele aldı ki, tarih adına ve mesleği olduğunu söylediği alan adına utandım. Bir tanesine yanıt vereyim: 1961 Anayasası iyiymiş de, yine askeri vesayet varmış, çünkü Milli Güvenlik Kurulu oluşturulmuş! Keşke beyefendi bilseydi ki tam tersine Milli Güvenlik Kurulu, bir daha hiç bir zaman darbeler yaşanmasın, hükümet ve askerler, sorun her neyse, aralarında medenice konuşsunlar, halletsinler diye kurulmuş, garantör ve güvence rolü üstlenmiş vazgeçilmez bir üst kurumdur. Nitekim 28 Şubat’ta da Erbakan ekibinin her an giderek küstahlaşan Atatürk ve Cumhuriyet saldırılarına karşı MGK devreye girdi ve sorunu kendi içinde sorunsuz by-pass etmeyi başardı. O gün yaşananlara itiraz edenler, bugün demokrasinin can çekişerek son nefesini vermekte oluşunu izlerken ağızlarını hiç ama hiç açamazlar...
Şimdi gelelim her yıl  27 Mayıs’ta yaşananlara: Eskiden 27 Mayıs “Anayasa ve Demokrasi Bayramı” olarak  kutlanırdı. 12 Eylül faşizmi ve ardından Özalizm, 27 Mayıs’a ilk doğrudan savaşı 1980’lerin başından itibaren açtılar. Ecevit, soldan gelip 27 Mayıs’a ihanet eden ilk önemli isim oldu. Halbuki 27 Mayıs’ı yıllarca savunduğu gibi, 1960 Kurucu Meclisi’ne de girmişti. Ardından yobaz partiler ve 2. Cumhuriyetçiler Menderes’i kabul edilemez bir şekilde “askeri darbe mağduru bir demokrasi şehidi” olarak göstermeye kalkıştılar ve dönemin kaprisleri sonucunda da bunda başarılı oldular. Evet, tabii ki Menderes ve 2 bakanının idam edilmesi ağır ve büyük bir hataydı. Ama 27 Mayıs’ın Anayasası Türkiye açısından bir çeşit Fransız Devrimi sonuçlarıyla kıyaslanabilirdi ve İnsan Hakları Sözleşmesi’nin bölgesel ve dönemsel bir çağdaş izdüşümü gibiydi.
Bir devrim hakkında “adam öldürdü bu nedenle devrim değil darbedir” sözünü söylemenin elle tutulur tarafı olmadığını herkes bilir. İdam veya adam öldürmek bizler için yapılmaması gereken büyük bir yanlıştır bugün. Ama dünya “devrim”leri için bu “devrim” sıfatı alınırken, bu olgu bir kriter teşkil etmez. Fransız İhtilali de Kralı, eşini ve hatta kendi adamlarını yemiştir yolunda yürürken. Bu olgular, en çok hatırlanan devrim olmasını değiştirmez. 1917 Devrimi de tarihteki yerini artısı ve eksisiyle almıştır.
Bize dönersek de, keşke idamlar olmasaydı da 27 Mayıs yalnız tartışılmaz haklı gerekçeleri ve mükemmel Anayasası ile konuşulsaydı. Şimdiki gençler o zaman gazetecileri hapse attıran, rakibi olan tek siyasi partiyi tüm yapıcı ikazlara rağmen kapatmaya kalkışan, tüm gazeteleri sansür eden, üniversiteleri ve profesörleri aşağılayan, kendisine oy vermeyen Kırşehir’i ilçe yapan ve daha nice utanılası faşist eyleme imza atan Menderes’i “demokrasi kahramanı” olarak kafalarına kaydetmek durumunda kalmazlardı! Ne yazık ki, kimi sol politikacılar da, “aman eleştiri almayalım” mantığıyla, aynı hatalara göz göre göre düşüp, DP ve 1960 hakkında olmadık gülünç yayınlar yapıyorlar.

Daha dün gece, İzmir’de yaptığı konuşmada onları andıktan sonra RTE “bizim geçmişimizde kan yok, ama sizin var” der demez aklıma gelen yanıtı buradan size de hatırlatmama gerek var mı? Ellerinizde kan yoksa, Deniz Gezmişler nerede? Muammer Aksoy’lar, Kışlalı’lar, Mumcu’lar nerede? Sivas’ta yitirdiğimiz 35 aydın nerede? Metin Altıok, Asım Bezirci nerede? Hablemitoğlu nerede? Berkin Elvan, Ali İsmail Korkmaz nerede? Gezide kaybettiğimiz tüm gençler nerede? Saymakla bitmez bizim gerçek demokrasi şehitlerimiz de, tabii dinleyenler tarih özürlü olunca, canı istediğini gönlünden koparak nutuk meydanına sallamak, geçer akçe haline geliyor...