31 Ekim 2013 Perşembe

Piramid Sanat | LK 112 | Contemporary Istanbul '13



Piramid Sanat, Contemporary Istanbul '13 kapsamında 7-10 Kasım 2013 tarihleri arasında LK 112 nolu standda ziyaret edilebilir. 

You can visit the Piramid Sanat booth on LK 112 as part of Contemporary Istanbul '13 in 7-10 November 2013. 

Sanatçılar | Artists: 
SUAT AKDEMİR
BEDRİ BAYKAM
KORAY ERKAYA
BAHRİ GENÇ
DENİZ GÖKDUMAN
MUSTAFA KARYAĞDI
MEHMET YILMAZ

Mekan: İstanbul Lütfi Kırdar Kongre ve Sergi Sarayı | Rumeli Binası
Venue: The Istanbul Convention and Exhibition Center | Rumeli Building

Piramid Sanat | LK 112 | Contemporary Istanbul '13
*Grafik Tasarım | Graphic Design: Ali Gümülcine


29 Ekim 2013 Salı

SEVİYOR SEVMİYOR… SEVİYOR SEVMİYOR…/ BEDRİ BAYKAM / 29 Ekim 2013 tarihli Cumhuriyet makalesi..



              Bugün 29 Ekim. Cumhuriyeti sevmiyorsunuz. Geçen yıllarda yaptığınız, yapmaya çalıştığınız engellemeler belleğimizde.Bazen resmî mecburiyetler karşılığında "severmiş” gibi yapıyorsunuz ama tüm işiniz Cumhuriyet’in temellerini çözmek. Bu Cumhuriyet’i kuran askerleri sevmiyorsunuz. Atatürk'ü sevmiyorsunuz. Onun temsil ettiği hiçbir çağdaş değeri sevmiyorsunuz.Kadınları sevmiyorsunuz. Kadınlarda sizi ilgilendiren özgürlükleri veya meslekleri değil, türbanları! Yeşili, ormanları sevmiyorsunuz. Hayvanları, kedileri köpekleri sevmiyorsunuz. Andımızı sevmiyorsunuz. "Türklüğü" sevmiyorsunuz. Laiklikten nefret ediyorsunuz, ya da bu kavramı kafanıza göre her gün yeniden yazıyorsunuz. İşinize gelmeyenleri hatırlamayı sevmiyorsunuz.Mantıktan nefret ediyorsunuz. Muhalefet sevmiyorsunuz. Felsefe derslerini, özgür beyinleri sevmiyorsunuz, özgür basından nefret ediyorsunuz. Demokratik kitle örgütlerini, sendikal hakları, sivil toplumu sevmiyorsunuz. Üniversite öğrencilerini sevmiyorsunuz. Parkları sevmiyorsunuz. İstanbul'u İstanbul yapan kent dokusunu sevmiyorsunuz. Ankara'yı, Anıtkabir'i, "Gavur İzmir"i sevmiyorsunuz. Bağımsız yargıyı, güçler ayrılığını sevmiyorsunuz. Yaptığınız icraatların hiç bir şekilde tartışılmasını, soruşturulmasını, eleştirilmesini sevmiyorsunuz. TV’de rakip partilerin ve özgür kalemlerin sorularına muhatap olmayı sevmiyorsunuz, daha ötesi bundan kaçıyorsunuz. Çapulcuları sevmiyorsunuz. İnsan sevmiyorsunuz, fakir insan hiç sevmiyorsunuz.Kabuklu deniz mahsulü sevmiyorsunuz. İnsan vücudundan korkuyorsunuz. Mayo, bikini, manken, nü model sevmiyorsunuz. Kızların okullarda kantine girmesini hatta erkek öğrencilerle aynı merdiveni kullanmalarını sevmiyorsunuz. Hamile kadınların sokakta gezmelerine bile katlanamıyorsunuz. "Çarşı"yı sevmiyorsunuz. %50’den nefret ediyorsunuz. Para ile satın alamadıklarınızdan nefret ediyorsunuz. İçkiyi sevmiyorsunuz, hatta rakı sofralarından korkuyorsunuz. Heykel ve resim sevmiyorsunuz. Karikatür ve tiyatro sevmiyorsunuz. Bale ve operadan nefret ediyorsunuz. İnönü'yü sevmiyorsunuz. Darwin teorisini, bağımsız bilim yuvalarını sevmiyorsunuz. Size kulak asmadan doğruları söyleyen dürüst imamları, yalan söylemeyi reddeden gerçek Müslümanları sevmiyorsunuz. Demokrasiyi sevmiyorsunuz...
             “İleri demokrasi”yi (!) seviyorsunuz. Bakalım başka neler seviyorsunuz...
             Dini ve namaza gitmeyi gösteriş haline getirmeyi seviyorsunuz. Sanki Allah sizin destekçinizmiş gibi, siyaset yaparken ikide bir adını ağzınıza almayı seviyorsunuz. Devrimleri birer birer sulandırarak yok etmeyi seviyorsunuz. Tek yakınınızın katıldığı büyük basın ihalelerini seviyorsunuz. Elinizdeki iktidar gücü ile tehdit etmeyi seviyorsunuz. Masum insanlar sizin gibi düşünmüyor, yaşamıyorlarsa, onlara hayatı zindan edecek her hamleyi seviyorsunuz. Biber gazı ve şiddet seviyorsunuz. Tecavüzcüleri veya Sivas katillerini korumayı seviyorsunuz. Sürekli herkesi tehdit altında yaşatacak yeni ceza ve taciz imkânı veren yasaları çıkarmayı seviyorsunuz. Örtülü ödenek seviyorsunuz. Parayı delicesine seviyorsunuz. Her yeri ranta açmayı, betonlaşmayı, AVM-rezidans açmayı seviyorsunuz. Gruplar halinde erkek erkeğe gezmeyi seviyorsunuz. Badem bıyık seviyorsunuz. Yandaşlarınızla kadrolaşmayı seviyorsunuz. Rakip partilerin belediyelerine baskın yapmayı seviyorsunuz. Yeni uçaklar, arabalar, bol koruma, gösteriş, daha fazla gösteriş seviyorsunuz. Arabistan şaşalarını seviyorsunuz. Gemicik seviyorsunuz. Tarihten işinize gelmeyen bir sayfa açıp, onun üzerinden hayali davalar açmayı, korkutmayı seviyorsunuz. Devlet imkânlarını sadaka verir gibi kullanmayı seviyorsunuz. Spora siyaset karıştırmayı seviyorsunuz, onu da yüzünüze gözünüze bulaştırıyorsunuz. Aydınları aşağılamayı seviyorsunuz. Ağlamayı, duygu sömürüsünü, mağdur edebiyatı yapmayı seviyorsunuz. Demagojiyi seviyorsunuz. Yüzsüz, isimsiz elektronik sesli tanıklar seviyorsunuz! Yüksek yargıyı Adalet Bakanlığı’na bağlamayı seviyorsunuz!  “Kul” vatandaşları seviyorsunuz. Önünüzde eğilen bükülenleri seviyorsunuz. Korku İmparatorluğu yaratmayı seviyorsunuz. Emperyalizmin buyruklarıyla, komşu ülke karıştırmayı seviyorsunuz. Başka dinden insanlarla "hoşgörülü" gibi poz vermeyi seviyorsunuz.Seçimlerde devlet imkânlarını parti için seferber etmeyi seviyorsunuz.
Bazen insan merak ediyor: Tüm bu yaptıklarınızla gurur duyuyor musunuz? Kendi masallarınıza inanıyor musunuz?

22 Ekim 2013 Salı

Erje Ayden ve Oktay Ekinci'nin Ardından / Bedri Baykam / 22 Ekim 2013 tarihli Cumhuriyet makalesi..




Beat Kuşağı’nın belki en vurucu eserlerini kaleme almış, en çok keyif veren yazarlarından biri New York'ta 10 Ekim günü sessiz sedasız aramızdan ayrıldı. O kadar yoğun ve dolu bir hayatın maddi karşılığını alamadan, ama kimliği ve eserlerinden de ödün vermeden…
Erje Ayden'le 1985, New York sergimde tanışmıştım. Galeriye gelmiş, benden önce babamla tanışmıştı, uzaklardan akrabaymışız. Benim sevgili rahmetli yengem Hilal Yalçın'ın kuzeniydi. Erje o gün bana bir kitap hediye etmişti: “Erje Ayden Efsanesi”. İki günde elimde eridi ve o andan itibaren Erje Ayden ismini Jack Kerouac ve Charles Bukowski'yle aynı hizaya koydum. Kendisiyle sohbet ettikçe ona olan hayranlığım artmaya devam etti. Bu kadar mütevazı ama iddialı bir dil ve samimi bir ifadeyle sade insanların hayatı bu kadar mı çekici anlatılır?
Yıllar geçti, her New York sergimde artık Erje, sofrasını paylaşmak için sürekli can attığım dostlarımdan biri oldu. Türkiye hep burnunda tütüyordu. Yarım asırdır dönememişti ülkesine. Büyükada, Lefter, Beyoğlu, arkadaş anıları arada romanlarına da yansırdı. İlk olarak Doğan Yayıncılık’tan “Ayrılık Acısı” kitabı yayınlandı. Daha sonra Piramid Yayıncılık bünyesinde, Erje' nin dört romanını Türkçe'ye kazandırmayı başardık: "Erje Ayden Efsanesi”, "İkinci Cadde'nin Çılgın Yeşili", "Haubtbahnhof'dan Trene Bindim", "Matador". Şimdi bu sezonda üç kitabını daha ana diline kazandırmaya gayret ediyoruz. Sel Yayıncılık'tan çıkan kitapları ise "Goldberg Paşa" ve "Sweet Milk Üçlemesi". Erje'nin ana dili Türkçe ama yazı dili İngilizce. Bu nedenle tercümeleri ayrıca önemli. Çünkü bazen, özellikle Beat Kuşağı’nın en uygun dili olan İngilizce’nin rahatlığını başka dillerde korumak hiç de kolay değil.
Yazarlar ve sanatçıların vücutları son nefesini verdikten sonra, ikinci baharları başlar. Aslında aramızda yaşamaya devam ederler. Acımasızca gelen ölüm, onları aramızdan aldıktan sonra, ömür boyu mücadelesini verdikleri çizginin anlaşılması, eserlerinin hazmedilmesi, aralarında ki bağların fark edilmesi için bir fırsattır bu. Umarım Türk edebiyatı, belki biraz "Gözden ırak, gönülden ırak" muamelesi yaptığı Erje'ye artık hakkını verir.
New York yeraltı kültürünün tam göbeğinde yer alan, 60'ların ortasında kitapları iki milyon satan, hakkında Amerika'nın en saygın edebiyat eleştirmenleri John Ashbery, Seymour Krim ve Frank O’Hara’nın en bonkör övgüleri dile getirdiği; efsanevi Willem de Kooning, Michael Goldberg, Alan d'Arcangelo, Gustave Asselsberg gibi dünya sanatçılarının yakın dostu olan Erje'nin önünde artık uzuuun ve yeni bir yaşam var. Henüz “tanışmadıysanız” muhakkak keşfedin kendisini…
Yine geçen hafta bir can dostumuzu toprağa verdik, yalnız mimarların değil, tüm demokratik, aydın, devrimci, çağdaş Atatürkçüler’in dostu, güzel insan Oktay Ekinci'nin kaybı, hepimizin canını derinden acıttı. “Yalnız iyi insanlar erken ölür” teorisi maalesef yine işledi. Cumhuriyet'in önünde yaptığım konuşmada dediğim gibi, buna rağmen "Yeri doldurulmaz" desek, en çok Ekinci kızardı. Ekinci kadar candan, dürüst, çalışkan, samimi, gerçek arkadaş ve ayrıca kentin, doğanın, mimarinin, tarihin, kültürün dostu gençleri bulup güvenmeye mecburuz. Ekinci onlar için imrenilecek standartlarda bir model bıraktı. Kişisel kalitelerinin dışında, demokratik kitle örgütleri bünyesinde yapılan çalışmalarda, mükemmel bir takım oyuncusuydu. Uyumlu, mütevazı, yapıcı bir kimliği vardı.
Yıl 1993. Mevsim, yaz. Belediye seçimlerine 7-8 ay var. "Taban Operasyonu” hareketini başlattık. Başta ADD ve ÇYDD olmak üzere Türkan Saylan, Jeoloji Mühendisliği Odası Başkanı Oğuz Gündoğdu, Mülkiyeliler Birliği, Ziraat Odası, DİSK Başkanı Kemal Nebioğlu, Cumhuriyet yazarları, Ankaralı, İzmirli aydınlar… Ve on binlerce destek imzası!
İşte Ekinci o ekibin içinde büyük bir yere sahipti. Mantıklı, çalışkan, üretken ve özveriliydi. CHP-SHP-DSP’ye söylediğimiz şuydu o günlerde: “Kişisel ihtiraslarınıza kapılıp birleşmezseniz, yaklaşmakta olan yerel seçimlerde (Mart 1994) Refah Partisi önce belediyeleri ardından da genel seçimleri alacak, ayağımızı denk alın kendinize gelin.” İşte bizleri dinlemeyen sözde liderlerin öngörüsüzlüğüyle gelen bölünme, burun farkıyla RP’ye seçimleri kazandırmış, Erdoğan ve Gökçek’in önünü açmıştı. Şu anda yaşadığımız da o krizin olağan artçı şoklarından ibaret!

Ekinci’yi iş ciddiyetiyle, rant ve çıkar ilişkisi güdenlerin karşısına korkusuzca dikilişiyle, mesleğine olan bağlılığıyla ve hepsinden önemlisi ruh güzelliği ve dostluğuyla hiç unutmayacağız.

15 Ekim 2013 Salı

BU BAYRAM DÖNEMİNİN KURBANLARI… / BEDRİ BAYKAM / 15 Ekim 2013 tarihli Cumhuriyet makalesi..


İyi bayramlar Türkiye! Kurban Bayramı’nı yaşıyoruz dolu dolu…
Haberler yine heyecanlı sahnelerle önümüzden resmi geçit yapacak, kaçan koyunlar, koç diye kendi elini kesen acemi kasaplar, otoyola fırlayıp köyü hem önüne hem arkasına katan boğalar, kaçan hayvanların ayaklarına parlak sivri zekalarıyla satırla girişen bazı magandalar. Hepsi bu gece ne yazık ki ana haberlerin konusu olacak. Maalesef yine kanlı sahneler çocukları ağlatacak, aralarından travma geçiren bazıları ömür boyu ağzına et sokmayacak. Hastaneler günün “kesiciliğine” soyunmuş yaralılarla dolup taşacak.
 
Bu yıl kurbanlarımız arasında laik eğitim, laik parlamento ve laik hukuk devletinin de bulunduğu daha yeni ilan edildiğinden, “çarşafa dolanmanın”, ileri demokrasinin tek göstergesi ve vazgeçilmezi olduğu böylece tescil edilecek. Artık Andımız’ı ağzına almaya kalkan çocuklar taciz ve tatlı-sert had bildirme yoluyla kurban seçiliyor. Ve herhalde “Yeni Türkiye”yi kavrayamadıkları için ebeveynleri ile beraber okul girişinde tek ayaküstünde dikilmeye bırakılacaklar.
Çarşafa dolanmış demokratik paket açılımı çerçevesinde ATV sunucusu Gözde Kansu da bu bayramın kurbanları arasında. Göğüs çatalı dekoltesi her fırsatta
 “Çağdaş ülkede insanların kılık kıyafetine bakılır mı hiç” diyen hükümetimizin önemli bakanı Hüseyin Çelik’in gözüne takılmış ve ikaz yerini bulmuş. Gözde Hanım bayramı işsiz kutlama mutluluğuna kavuşmuş. Şayet yerseniz, bu işten çıkartma “performans düşüklüğü”ne bağlıymış, öyle kılık kıyafete değil! Egemen Bey de bu “zamansız” olayı öyle değerlendirmiş!
Tabii gerek siyasiler gerek yandaş borazancılarca, ülkede bizim bildiğimiz tebliğ edilmiş bir “darbe” olmamasına karşın, her an bu “Yeni Türkiye”den bahsedip, “eskisinin hükmü kalmamıştır”ı iliklerimize kadar hissettirmeye çalışanların, şöyle bir ortak noktaları var: Ellerinde ve çevrelerinde bunu yapacak 1001 silah, rütbe ve otorite olmasına karşın bu işlere hiç girişmeyen Türk Silahlı Kuvvetleri’ni hayali senaryolar, varsayımlar ve karışık sonuç çıkartmalarla
 darbeci ilan ediyorlar, ettiler ve nihai hükmü giydirmek üzereler. Uzun lafın kısası, bir zamanlar bu toplumun en güvenilir kurumu olan TSK, bu dönemin genel kurbanı olmuş durumda! Şöyle ki, bugün herhalde kendisine güvenen Atatürkçü pek kalmadığı gibi, iktidar yanlısı da hiç yok! Baksanıza, hükümet ikide bir darbe olasılığından ve 27 Mayıs’tan söz ettiğine göre, onlar da “Yeni TSK” konusunda hiç ikna olmuş değiller!
Tüm önde gelen komutanlarla beraber kurban edilen askeri yapımıza, son acı mesaj Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç’tan geldi:
 “Onlara boş yere umut vermeyin. Ne AİHM ne de biz Balyoz Davası kararı için temyiz makamı değiliz. Suçun vasfı, deliller ve mahkumiyete bakamayız”. Bu müjde ile beraber metaneti ve içine akıttığı acı ile dik durarak aldıkları hükümleri protesto eden asker aileleri, Kurban Bayramı’na herhalde rahatlamış (!) girecekler. Baksanıza en yetkili ağızdan almış alıyorlar yanıtı: “Strese gerek yok, çünkü zaten umuda yer yok”. 
Kurban Bayramı’na gerek kalmadan her gün kurban edilenler var bir de, kadınlarımız... Kıskançlık, töre, namus, mahalle baskısı derken, her gün 1. ve 3. sayfalarda ölüme koşan genç kızlarımız, kadınlarımızın önü bu sefer hukukla da kesiliyor, o umut ışığı da sürdürülüyor. Bakan Fatma Şahin’in de destek verdiği projeyle artık
 “şiddet aile içinde kalacak”, ihdas edilen aile avukatlığı, kadını değil aileyi koruyacakmış!
Bu arada 3. köprü yapımında İstanbul Kuzey ormanlarında bölgesel ve dönemsel olarak seçilen alanlar da doğa kurbanlarımız arasında olduğundan, bozulan ekoloji ve yaban hayata müdahale yüzünden -anne, baba, çocuklar dahil- koca domuz ailesi yüzerek Anadolu Kavağı’na geçip çareyi kaçışta bulmuşlar!
Pardon yerim doldu. Sapan kullanmaktan sanık nineleri, afiş asmaktan hükümlü gençleri, her hakları her fırsatta budanan işçilerimizi, ezeli kadrosuz ve “ideolojisi bozuk” (!) öğretmenleri,
 kurban listemize uzun uzun yazamadım. 
Mutlu bayramlar sevgili okurlarım. Aman siz de trafik canavarı kurbanı olmayın bu yollarda! Hazır hükümet de tatildeyken felekten mutlu bir dört gün çalın. Haftaya yeni yasak ve cezaları okumaya devam edersiniz!



9 Ekim 2013 Çarşamba

Mehmet Yılmaz / İkizler: Fotoğraf Resimdir / 23 Ekim - 17 Kasım 2013 tarihleri arasında Piramid Sanat'ta..

Piramid Sanat   


MEHMET

YILMAZ

İkizler: Fotoğraf Resimdir
Twins: Photography is Painting

      23 Ekim October    2013    17 Kasım November
Yılmaz’ın son iki yıldır yoğunlaştığı İkizler dizisi, bir önceki Sakıncalı, çünkü Edepsiz dizisinden doğdu. Mevcut iktidarı eleştirdiği Sakıncalı, çünkü Edepsiz’de sanatçının dijital baskı ve elle boyayarak kesyap etkisi verdiği bir teknikle oluşturduğu dijital ve boyasal imgeler, kompozisyonun küçük bir kısmında yer alıyordu. İkizlerdizisinde bu iki farklı teknik, yüzeyin tamamına yayılarak, birbirine menteşeyle tutturulmuş iki tual üzerine ayrı ayrı uygulanmış durumda. Böylece, sanatçının yeni çalışmalarında ilk bakışta diğerinin kopyası gibi görünen, ancak detaya inildiğinde teknik ve biçim kaynaklı farkların keşfine varılan bir izlenimle dijital ve boyasal resmin ‘ikizlik’ ilişkisi vurgulanmaktadır. Sergiye ismini veren ‘ikizler’ olgusu, tual ve figür olarak ikiz olma haline işaret etmekte; yani, sağdaki tual ve yüzeyindeki figürün soldakinin kopyası değil, ikizi olarak resmedildiğini anlatmaktadır. Teknik olarak bu olgu, soldaki imgenin dijital baskıyla, sağdakinin ise elle boyanarak oluşturulmasıyla irdelenmiştir. Sanatçının ‘Fotoğraf Resimdir’ iddiası, her türlü fotoğraf baskısının bir çeşit baskıresim olduğuna dikkat çekerken, resmin anlamsal ve biçimsel neliğini tartışmaya açmaktadır.
Twins series of Mehmet Yılmaz as an outcome of two years work is based on the visual connotation of the previous series named Indecent for Unfavorable. In which the system of discourse on debate in the series ofIndecent for Unfavorable, the artist used a new technique with digital print and painting in a small part on canvas in order to make the digital and painted images look like a cut-out. However, in Twins series, these two different techniques are separately diffused over the whole surface of the canvas which is divided two sides and hold by some hinges to each other.  Thus, these two sided paintings contribute to the idea of “twins” while they are being seen as replicas at first glance, yet getting deep into the gaze let the audience enjoy the difference of techniques and artistic forms. The concept of “twins” which is also the title of this exhibition points out the twin relations of paintings and figures means that the paintings with the figures on the left are twins of the paintings with its figures on the right. In practice, the idea of “twins” refers to the digital painting on the left and the painted one on the right. The artist’s claim of “Photography is Painting” emphasizes that any kind of photographical print is a kind of printed painting and this also draws attention on what painting really is with regard to its conceptual and form related features.
    Açılış Opening : 23 Ekim October    2013    Çarşamba Wednesday | 18:00 6pm

8 Ekim 2013 Salı

DOĞU PERİNÇEK DOSTUMLA BEYİN FIRTINASINA DEVAM / Bedri Baykam / 8 Ekim 2013 tarihli Cumhuriyet makalesi..



Ülkemizde solun en güçlü belleklerinden İP’in değerli Başkanı Doğu Perinçek’le doğal olarak anlaştığımız onca konu dışında, fikir ayrılığımızı yazılarımızdan sürdürdüğümüz bir sorun var: Perinçek, seçimlerde “CHP+MHP+İP” cephesini öneriyor. Ben ise 10.09.2013 tarihli yazımda, bu dayanışmaya MHP’nin dahil olmasına, gerekçelerini sayarak karşı çıktım. MHP’nin, AKP ne zaman zora düşse, hep onu kurtaran can simidini yoktan var ettiğini hatırlattım (En son Gezi’ye katılmama çağrısı ve Suriye Fezkelesi’ne verdikleri destek gibi). Dolayısıyla bu muhalefetin güvenilmezliğini, buraya yönelen oyların yanlış bir kullanıma alet olabileceği riskini aktardım. Ama parantez açıyorum: MHP’ye bir eleştiri getirmiyorum. Sonuçta her parti gibi, onların da öncelik özgürlüğü var. Şayet laiklik ve demokrasiyi korumak yerine, ülkenin “milliyetçi-mukaddesatçı” profiline hitap edeceklerse, AKP’ye arka çıkacaklarsa, kimsenin onları durdurmaya ne gücü yeter ne de artık vakti. Madem MHP içkiye AKP gözüyle bakmak istiyor, Zafer Bayramı’nda Trakya’da bile “Bu resepsiyonda içki veriliyor” diye örgütünün üyeleri çekip gidebiliyor, o zaman da bize düşen, tespiti yapıp deve kuşu sendromundan vazgeçmek. Perinçek bana 10 gün önce yanıt yazıp aynı konuyu tartışmaya açtı:
Bedri Baykam'a Silivri Kalesinden sesleniyoruz
(…) Burada sevgili arkadaşım Bedri Baykam'a sesleniyorum. 10 Eylül 2013 günü Cumhuriyet'te çıkan yazısını yazdığı gün, ABD Başkonsolosu Kilner, "Milliyetçiliği dışlayın" diyor. Bedri Baykam gibi bir sağlam taşa yeterli uyarıdır sanırım.
MHP'nin vatansever tabanı, MHP yönetimine mahkûm değildir. Eğer Devlet Bahçeli, AKP-PKK ortaklığının belediyeleri elinde tutma ve Türkiye'yi bölme tasarımına teslim olursa, o Milliyetçi tabanı arkasında göremeyecektir. Bunu bilelim.
MHP tabanının bağnaz Milliyetçiliğe değil, Türkiye'nin bütünlüğünü koruyacak bir kardeşlik anlayışına yöneldiğini de görelim. Milyonlarca Milliyetçinin bu sorumluluğu paylaşacağına güvenelim”
İşte bu noktada sevgili Perinçek’e “Bu konuda hiçbir itirazım zaten yok” derim! Nedir aradaki fark? MHP’nin vatansever tabanı MHP yönetimine mahkum değildir” cümlesi. Yani benim kendini milliyetçi hisseden ama bunu laik-demokrat eksende tutmaya kararlı, dinci değil, dindar insanların bu ittifaka destek vermelerine ne itirazım olabilir ki? Ama bu ancak MHP’yle değil, söz konusu seçmen profiliyle gerçekleştirilecek bir ittifaktır. Çünkü MHP yönetiminin değiştiğine dair topluma sunduğu bir özeleştiri veya bilgi akışı da yoktur. Dolayısıyla ittifak ancak MHP’nin veya eski merkez sağın laik-demokrat oylarına yapılacak bir çağrıyla olur.
Biliyorum, bu makalemi okuyan insanların bir kısmı şimdiden ya dudak büktüler ya da panik içinde feryat etmeye başladılar: Nasıl olur da bir solcu, ulusalcılığı -yani bir önceki kelimeyle milliyetçiliği- savunabilir efendim, bu ne ilkeliliktir (!). Bunun yanıtını özellikle vermek istiyorum: Dünyada ülkesini sevmekten utanan, korkan, bu duyguyu saklayan solculara sahip başka gerçek ötesi bir ülke yoktur! Ne Küba’da ne Fransa’da ne de Amerika’da böyle bir “özel ırk” da yoktur. Aynen “Türk” kelimesinden korkan ve o zoraki “Türkiyeli” sıfatını aklı evveller gibi dayatmaya kalkan, halkına “Amerikanyalı”, “Fransalı”, “İngiltereli” diyen insan olmadığı gibi! Bir Türk’ün tarihini, Cumhuriyeti’ni, vatandaşını, bayrağını sevmesinin “ayıplı ırkçılık” olduğunu sananları acil şekilde tedavi ettirmemiz lazım. Çünkü ülkeye has sorunları deforme ederek kendini bu kadar yobaz hale dönüştürmek hayra alamet değildir. İnatla “Ne mutlu Türküm diyene” cümlesinde sanki “Ne mutlu Türk kanı taşıyana” denmişmiş gibi bir saldırı noktası oluşturanlar, kalkıp 300 ırk karması taşıyan ABD vatandaşlarına da aynı saçmalıkları anlatıyorlar mı? İnsan milletini ülkesini delicesine sevip çok güzel savaş karşıtı da olur, ırkçılığın bir numaralı düşmanı da! Tüm yaşamını evrensel kardeşliği sağlamaya da harcayabilir! Bunların “çelişkili” olduğunu sananların acilen “Ben nerede hata yaptım da 2 milyon saatlik beynime kazınmış TV tartışma programları sonucunda bu gaflete düşmüştüm acaba?” diye özeleştiri yapmaları lazım. Aynen bu uydurma propagandalar yüzünden herkese “faşist” damgası vurmaya meraklı bahtsızlar gibi!
Sevgili Perinçek’e ileteceğim diğer mesaj şu: Solda CHP’nin ötesinde, Cumhuriyet değerlerini kabul eden diğer sosyalist-sosyal demokrat yapılarla ve özellikle “Gezi” birikimiyle diyalog, “güçbirliği” açısından sanıldığından çok daha önemlidir!

1 Ekim 2013 Salı

“DEMOKRATİKLEŞME”NİN MAKET PAKETİNDEN NELER ÖĞRENDİK? / Bedri Baykam / 1 Ekim 2013 tarihli Cumhuriyet makalesi..


Sayın Başbakan’ın “Demokratikleşme” (!) paketinden neler öğrendik, bir toparlama yapmakta yarar var... Bana her seçimden sonra halkın rahatça uykuya dalabilmesi için verilen son hapı hatırlatan ve ardından hiç bir somut yansımasını göremediğimiz meşhur “Balkon konuşmaları”nı hatırlatan bu 45 dakikayı yakın merceğe alırsak:
Öncelikle AKP’yi, 11 yıldır ülkeye her gün demokrasi taşıma savaşı veren bir parti olarak tanıtan Başbakan’a göre demokratikleşme paketi toplantısına muhalif medya mensuplarının çağırılmayacağını ve hatta katılan merkez ve yandaş medyadan bile soru kabul edilmeyeceğini öğrendik... (
Yabancı basın, bunu öğrendiğinde gülme krizine girdi mi, izleyemedim)
Gazi Mustafa Kemal’den Menderes ve Özal’a” şeklinde özetlenen demokratik atılım sahipleri arasında, 1946’da çok partili rejimi getiren ve 1950’de seçimi kaybedince de iktidarı derhal Menderes’e teslim eden İsmet İnönü’nün bulunmadığını, hatta bugün laik Türkiye hassasiyetlerini yoğun olarak ifade etmiş olan Süleyman Demirel’in bile gözden çıkarıldığını öğrendik!“Korkarak ilerleme olamaz” diyen, ancak binlerce koruma eşliğinde gezen, sadece yürüyüş yapan ve hatta “duran” halkından bile rahatsız olan Başbakan’ın, hala darbe ve darbeye kışkırtma paranoyalarını aşamadığını ve 27 Mayıs sendromundan ağır şekilde muzdarip olduğunu öğrendik.
Sürekli olarak pakette, vatandaşların kökeniyle, inancıyla, yaşam tarzına yönelik müdahelelerle uğraşan buyurgan, dayatmacı bir devlet anlayışının “
artık tarihin çöp sepetine gittiğini” buna karşın bu savunulan yaşam tarzı özgürlüğünün başlıca “dini inançları her an her yerde yerine getirebilme özgürlüğü” şeklinde özetlenebildiğini, çağdaş  hukuk, eğitim, felsefe, yaşam, alkol, mini etek, ifade özgürlüğü ve sanat dışlanmaya devam ederken, artık türbanın ve çarşafın “İleriii demokrasi” koruması altında eğitime ve bürokrasiye rahatça girebileceğini öğrendik.
Ulus Devlet “sözde” demokrasi adına terkedilirken, tek yönlü mezhep ve tek din anlayışının zoraki ders olarak dayatılabileceğini ve böylece
 “Ümmet Devlet”e geçilebileceğini öğrendik.
Alevi, Süryani ve Roman kardeşlerimizin ağızına bir parmak bal çalarak, Cem evleri sorununu çözmeden, Sulukule boşaltılarak tüm Romanlar’ın yaşam tarzı karartılmışken, yine de insanın kendisini
 “her kesime hoşgörülü” olarak tanıtabileceğini öğrendik.
Siyasi Partiler Yasası’na getirilmek istenen değişimlerle, en kurnaz şekilde muhalefetin bölünmesini sağlayabilecek yasaların çıkışını kolaylaştırarak, muhalif particiklerin önünü açmanın pragmatik oportünizmini öğrendik.
Aynen yandaş medya yağcılarının yaptığı gibi sürekli olarak üzerinde yaşadığımız Cumhuriyet’in “
tek tipçi rejim”, “yaşama müdahele eden otoriter ceberrut devlet” şeklinde aşağılanması ve sanki ülkede darbe yapılmış gibi hep “yeni bir devlet-hükümet” anlayışının sunulmasıyla Atatürk Cumhuriyeti’ni artık fiili olarak yok saymanın “demokratikleşme”nin doğal sonucu olarak değerlendirilebileceğini öğrendik.“Oy veren herkesin her siyasal partiye üye olabilmesi” gibi, ilk duyulduğunda kulağa çok hoş gelen kararların, esasında uygulamada, her iki yönlü olarak “Parti=Hükümet=Devlet” denklemini siyasetin ve faşist rejimin olmazsa olmazı haline getireceği, yoğun kadrolaşmayı ve artık tescilli olarak muhalifleri dışlamayı hızlandıracak olmasının da “demokratikleşme” sayılacağını öğrendik!“Yaşam tarzına saygıyı TCK’nın koruması altına alıyoruz” derken, bu her yoruma açık yasanın AKP üyesi olabilecek Hakim-Savcıların insafına terk edilebileceğini öğrendik.
Bu pakete karşı çıkan herkesin şimdiden “darbeci” olarak fişleneceğini öğrendik!
“Yarattığı makbul vatandaşa benzemeyenlere hayatı zehir eden anlayış”tan söz ederken, insanın kendisini bire bir tarif ettiği bir çelişkili anlatıma düşebileceğini öğrendik!
Tüm bu hayati riskler taşıyan “demokratikleşme” paketinin içinden çıkarılanların, birer öneri olarak sunulmadığını, sanki tek elden, tek adamın dayatmasıyla topluma tebliğ edilebildiğini, Parlamento’nun bile figüran rolüne sokulabildiğini öğrendik.
Tüm bu öğrendiklerimizin ışığında da, bir tek soru geldi aklıma: Yaşam tarzına yönelik ve nefret çıkışlı aşağılama ve hakaretler 1-3 yıl arası cezalar hak edecekse, acaba siyasilerimiz, çağdaş yaşamın 
“mazallah” aynı korumaya girmesi halinde, bu konularda “dokunulmazlıklar”ından yararlanmayı mı düşünüyorlar, yoksa kendilerini sihirli bir değnekle toptan değiştirebileceklerine mi inanıyorlar? “Aksırıncaya ve tıksırıncaya kadar içebilen iki ayyaş” adına bir sorayım dedim!