Sayın Başbakan’ın “Demokratikleşme” (!) paketinden neler öğrendik, bir toparlama yapmakta yarar var... Bana her seçimden sonra halkın rahatça uykuya dalabilmesi için verilen son hapı hatırlatan ve ardından hiç bir somut yansımasını göremediğimiz meşhur “Balkon konuşmaları”nı hatırlatan bu 45 dakikayı yakın merceğe alırsak:
Öncelikle AKP’yi, 11 yıldır ülkeye her gün demokrasi taşıma savaşı veren bir parti olarak tanıtan Başbakan’a göre demokratikleşme paketi toplantısına muhalif medya mensuplarının çağırılmayacağını ve hatta katılan merkez ve yandaş medyadan bile soru kabul edilmeyeceğini öğrendik... (Yabancı basın, bunu öğrendiğinde gülme krizine girdi mi, izleyemedim)
“Gazi Mustafa Kemal’den Menderes ve Özal’a” şeklinde özetlenen demokratik atılım sahipleri arasında, 1946’da çok partili rejimi getiren ve 1950’de seçimi kaybedince de iktidarı derhal Menderes’e teslim eden İsmet İnönü’nün bulunmadığını, hatta bugün laik Türkiye hassasiyetlerini yoğun olarak ifade etmiş olan Süleyman Demirel’in bile gözden çıkarıldığını öğrendik!“Korkarak ilerleme olamaz” diyen, ancak binlerce koruma eşliğinde gezen, sadece yürüyüş yapan ve hatta “duran” halkından bile rahatsız olan Başbakan’ın, hala darbe ve darbeye kışkırtma paranoyalarını aşamadığını ve 27 Mayıs sendromundan ağır şekilde muzdarip olduğunu öğrendik.
Sürekli olarak pakette, vatandaşların kökeniyle, inancıyla, yaşam tarzına yönelik müdahelelerle uğraşan buyurgan, dayatmacı bir devlet anlayışının “artık tarihin çöp sepetine gittiğini” buna karşın bu savunulan yaşam tarzı özgürlüğünün başlıca “dini inançları her an her yerde yerine getirebilme özgürlüğü” şeklinde özetlenebildiğini, çağdaş hukuk, eğitim, felsefe, yaşam, alkol, mini etek, ifade özgürlüğü ve sanat dışlanmaya devam ederken, artık türbanın ve çarşafın “İleriii demokrasi” koruması altında eğitime ve bürokrasiye rahatça girebileceğini öğrendik.
Ulus Devlet “sözde” demokrasi adına terkedilirken, tek yönlü mezhep ve tek din anlayışının zoraki ders olarak dayatılabileceğini ve böylece “Ümmet Devlet”e geçilebileceğini öğrendik.
Alevi, Süryani ve Roman kardeşlerimizin ağızına bir parmak bal çalarak, Cem evleri sorununu çözmeden, Sulukule boşaltılarak tüm Romanlar’ın yaşam tarzı karartılmışken, yine de insanın kendisini “her kesime hoşgörülü” olarak tanıtabileceğini öğrendik.
Siyasi Partiler Yasası’na getirilmek istenen değişimlerle, en kurnaz şekilde muhalefetin bölünmesini sağlayabilecek yasaların çıkışını kolaylaştırarak, muhalif particiklerin önünü açmanın pragmatik oportünizmini öğrendik.
Aynen yandaş medya yağcılarının yaptığı gibi sürekli olarak üzerinde yaşadığımız Cumhuriyet’in “tek tipçi rejim”, “yaşama müdahele eden otoriter ceberrut devlet” şeklinde aşağılanması ve sanki ülkede darbe yapılmış gibi hep “yeni bir devlet-hükümet” anlayışının sunulmasıyla Atatürk Cumhuriyeti’ni artık fiili olarak yok saymanın “demokratikleşme”nin doğal sonucu olarak değerlendirilebileceğini öğrendik.“Oy veren herkesin her siyasal partiye üye olabilmesi” gibi, ilk duyulduğunda kulağa çok hoş gelen kararların, esasında uygulamada, her iki yönlü olarak “Parti=Hükümet=Devlet” denklemini siyasetin ve faşist rejimin olmazsa olmazı haline getireceği, yoğun kadrolaşmayı ve artık tescilli olarak muhalifleri dışlamayı hızlandıracak olmasının da “demokratikleşme” sayılacağını öğrendik!“Yaşam tarzına saygıyı TCK’nın koruması altına alıyoruz” derken, bu her yoruma açık yasanın AKP üyesi olabilecek Hakim-Savcıların insafına terk edilebileceğini öğrendik.
Bu pakete karşı çıkan herkesin şimdiden “darbeci” olarak fişleneceğini öğrendik!“Yarattığı makbul vatandaşa benzemeyenlere hayatı zehir eden anlayış”tan söz ederken, insanın kendisini bire bir tarif ettiği bir çelişkili anlatıma düşebileceğini öğrendik!
Tüm bu hayati riskler taşıyan “demokratikleşme” paketinin içinden çıkarılanların, birer öneri olarak sunulmadığını, sanki tek elden, tek adamın dayatmasıyla topluma tebliğ edilebildiğini, Parlamento’nun bile figüran rolüne sokulabildiğini öğrendik.
Tüm bu öğrendiklerimizin ışığında da, bir tek soru geldi aklıma: Yaşam tarzına yönelik ve nefret çıkışlı aşağılama ve hakaretler 1-3 yıl arası cezalar hak edecekse, acaba siyasilerimiz, çağdaş yaşamın “mazallah” aynı korumaya girmesi halinde, bu konularda “dokunulmazlıklar”ından yararlanmayı mı düşünüyorlar, yoksa kendilerini sihirli bir değnekle toptan değiştirebileceklerine mi inanıyorlar? “Aksırıncaya ve tıksırıncaya kadar içebilen iki ayyaş” adına bir sorayım dedim!
Öncelikle AKP’yi, 11 yıldır ülkeye her gün demokrasi taşıma savaşı veren bir parti olarak tanıtan Başbakan’a göre demokratikleşme paketi toplantısına muhalif medya mensuplarının çağırılmayacağını ve hatta katılan merkez ve yandaş medyadan bile soru kabul edilmeyeceğini öğrendik... (Yabancı basın, bunu öğrendiğinde gülme krizine girdi mi, izleyemedim)
“Gazi Mustafa Kemal’den Menderes ve Özal’a” şeklinde özetlenen demokratik atılım sahipleri arasında, 1946’da çok partili rejimi getiren ve 1950’de seçimi kaybedince de iktidarı derhal Menderes’e teslim eden İsmet İnönü’nün bulunmadığını, hatta bugün laik Türkiye hassasiyetlerini yoğun olarak ifade etmiş olan Süleyman Demirel’in bile gözden çıkarıldığını öğrendik!“Korkarak ilerleme olamaz” diyen, ancak binlerce koruma eşliğinde gezen, sadece yürüyüş yapan ve hatta “duran” halkından bile rahatsız olan Başbakan’ın, hala darbe ve darbeye kışkırtma paranoyalarını aşamadığını ve 27 Mayıs sendromundan ağır şekilde muzdarip olduğunu öğrendik.
Sürekli olarak pakette, vatandaşların kökeniyle, inancıyla, yaşam tarzına yönelik müdahelelerle uğraşan buyurgan, dayatmacı bir devlet anlayışının “artık tarihin çöp sepetine gittiğini” buna karşın bu savunulan yaşam tarzı özgürlüğünün başlıca “dini inançları her an her yerde yerine getirebilme özgürlüğü” şeklinde özetlenebildiğini, çağdaş hukuk, eğitim, felsefe, yaşam, alkol, mini etek, ifade özgürlüğü ve sanat dışlanmaya devam ederken, artık türbanın ve çarşafın “İleriii demokrasi” koruması altında eğitime ve bürokrasiye rahatça girebileceğini öğrendik.
Ulus Devlet “sözde” demokrasi adına terkedilirken, tek yönlü mezhep ve tek din anlayışının zoraki ders olarak dayatılabileceğini ve böylece “Ümmet Devlet”e geçilebileceğini öğrendik.
Alevi, Süryani ve Roman kardeşlerimizin ağızına bir parmak bal çalarak, Cem evleri sorununu çözmeden, Sulukule boşaltılarak tüm Romanlar’ın yaşam tarzı karartılmışken, yine de insanın kendisini “her kesime hoşgörülü” olarak tanıtabileceğini öğrendik.
Siyasi Partiler Yasası’na getirilmek istenen değişimlerle, en kurnaz şekilde muhalefetin bölünmesini sağlayabilecek yasaların çıkışını kolaylaştırarak, muhalif particiklerin önünü açmanın pragmatik oportünizmini öğrendik.
Aynen yandaş medya yağcılarının yaptığı gibi sürekli olarak üzerinde yaşadığımız Cumhuriyet’in “tek tipçi rejim”, “yaşama müdahele eden otoriter ceberrut devlet” şeklinde aşağılanması ve sanki ülkede darbe yapılmış gibi hep “yeni bir devlet-hükümet” anlayışının sunulmasıyla Atatürk Cumhuriyeti’ni artık fiili olarak yok saymanın “demokratikleşme”nin doğal sonucu olarak değerlendirilebileceğini öğrendik.“Oy veren herkesin her siyasal partiye üye olabilmesi” gibi, ilk duyulduğunda kulağa çok hoş gelen kararların, esasında uygulamada, her iki yönlü olarak “Parti=Hükümet=Devlet” denklemini siyasetin ve faşist rejimin olmazsa olmazı haline getireceği, yoğun kadrolaşmayı ve artık tescilli olarak muhalifleri dışlamayı hızlandıracak olmasının da “demokratikleşme” sayılacağını öğrendik!“Yaşam tarzına saygıyı TCK’nın koruması altına alıyoruz” derken, bu her yoruma açık yasanın AKP üyesi olabilecek Hakim-Savcıların insafına terk edilebileceğini öğrendik.
Bu pakete karşı çıkan herkesin şimdiden “darbeci” olarak fişleneceğini öğrendik!“Yarattığı makbul vatandaşa benzemeyenlere hayatı zehir eden anlayış”tan söz ederken, insanın kendisini bire bir tarif ettiği bir çelişkili anlatıma düşebileceğini öğrendik!
Tüm bu hayati riskler taşıyan “demokratikleşme” paketinin içinden çıkarılanların, birer öneri olarak sunulmadığını, sanki tek elden, tek adamın dayatmasıyla topluma tebliğ edilebildiğini, Parlamento’nun bile figüran rolüne sokulabildiğini öğrendik.
Tüm bu öğrendiklerimizin ışığında da, bir tek soru geldi aklıma: Yaşam tarzına yönelik ve nefret çıkışlı aşağılama ve hakaretler 1-3 yıl arası cezalar hak edecekse, acaba siyasilerimiz, çağdaş yaşamın “mazallah” aynı korumaya girmesi halinde, bu konularda “dokunulmazlıklar”ından yararlanmayı mı düşünüyorlar, yoksa kendilerini sihirli bir değnekle toptan değiştirebileceklerine mi inanıyorlar? “Aksırıncaya ve tıksırıncaya kadar içebilen iki ayyaş” adına bir sorayım dedim!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.