27 Aralık 2018 Perşembe

BU ÜLKEDE SANATÇI OLMAK... | Bedri Baykam | 27.12.2018



#MüjdatGezenYalnızDeğildir #MetinAkpınarYalnızDeğildir! Türkiye sanal dünyada bu hashtaglerle çalkalanıyor! Halkımız bu çok değerli arkadaşlarımızın, efsanelerimizin arkasında durarak onlara sahip çıkıyor.
Bu çınarlar kolay yetişmiyor. Ama sanatçıları harcamak isteyenler için bu işler sudan ucuz! Uzun bir röportajın başı-sonu kesilir, yorumlanır ve çıkarılması gereken ağır negatif anlamlar hemen elde edilir. Medyatik ortaklar, ağza alınmayacak küfürlerle destek verirler bu saldırıya! Soysuz, pardon sosyal medyada da yine küfür-tehdit koroları, hazır kıta bekleyen malum takım hemen yaylım ateşine geçer. Onlara dur diyecek savcı-polis işbirliği ise, biliyorsunuz pek yoktur!
Bu ülkede sanatçı olmak veya yaşamını kaleminle kazanmak, henüz bu “işlere bulaşmaya” karar verdiğinizde ailenizden veto yemektir. Tüm çevrenizden muhalefet görmektir. Lise veya mahalle arkadaşlarınız, okuyup koca koca mühendisler, doktorlar, bankacılar olmak üzere yola çıkmışken, sizin bilinmeyen denklemlerle dolu bir geleceğe yelken açmanızdır. Çevrenizin size bazen acıyarak, bazen bıyık altından gülerek bakmasıdır, sanatçı olmak. Yazdığınız dizelerle, sınıfta arkadaşlarınızın önünde sizinle alay etmeye hazır bir hocayla muhatap olmaya kadar gidebilir bu negatif ortam (Sanatsever öğretmenleri tenzih ederim, kaçınılmaz şekilde Pink Floyd’un “The Wall” filmi geldi aklıma.) Bu ülkede sanatçı olmak, bu yaşamsal kararları alırken, ister çevre baskısı ister kendi içsel tereddütlerinizin devreye girmesiyle, uykusuz geceler geçirmek ya da hatta kabuslar görmek demektir. Bu ülkede bu marjinal görülen meslekleri yapmak, sevdiğiniz bir insan olduğunda, size o ailenin “kız vermemesi”dir... Belki kadın sanatçılarımız bu konuda bir nebze daha şanslıdır. Onlar sanatçı olacaksa, evin muhtemel erkeği “adam gibi” bir işe sahipse, o zaman belki bu “fantezi” kabul edilebilir...
Bu ülkede sanatçı veya yazar olmak, daha işin ilk dakikalarından itibaren karanlıkla, kaosla, düzenin irili ufaklı yumruklarıyla yaşamaya alışmaktır.
Ama bunlar henüz maçın başlangıcıdır. Şayet vicdanınız varsa -ki gerçek sanatçıların kocaman vicdanları vardır- şayet insanların eşit, dürüst, demokratik bir hukuk devletinde yaşamasını, bugün insan olmanın olmazsa olmaz şartı olarak görüyorsanız -ki gerçek sanatçılar yalnız bu hedefe kilitlenmiş olarak yaşıyorlardır- o zaman bu topraklarda, adına ne derseniz deyin, düzenin, hükümetin, iktidarın gözünde “istenmeyen insan” olarak yaşamak durumunda kalacaksınız demektir.
Biz yazarlar ve sanatçılar için de bunun anlamı şudur: Herhalde bizi çok sevip özledikleri için, sürekli telefonlarımız dinlenir, hele duyarlılığımız kanıtlanmışsa! İktidar sahipleri, her fırsatta halka seslenirken, bizleri aşağılamayı, bizlere hakaret etmeyi kendi varoluş şekilleri haline getirmişlerdir. Üzerimize her fırsatta çamur sıçratılır. Yürüyüşlerde, biber gazı ile beslenmek, masaj yerine cop yemek, sürekli tehdit altında yaşamak, artık bizler için olağan ortamlardır. Aklına esen her grup ya da her bağımsız yandaş, bizlere Twitter’dan tehdit ve küfür yağdırmayı cezasız kalacak bir alışkanlıkları haline dönüştürmüştür. Onlara bir şey olmaz da, ne zaman bir demokrat Atatürkçü’nün sözlerinde bir suç ihtimali ucundan belirse, birilerinin “yüksek sesle buyurmasıyla” bağımsız yargı tesadüfen bir-iki saat içinde devreye girer, gereken hız ve sertlikte polisler eşliğinde “şüpheli” ifadeye götürülür! Bunlar yaşadıklarımızın göreceli olarak hafif olanlarıdır. Yoksa, kurşunlar, bombalar, bıçaklar için hedef tahtasına özenle yerleştirilmek, yıllarca hapiste tutularak çürümemizi beklemek, diğer reva görüldüğümüz muamelelerdir.
Müjdat Gezen ve Metin Akpınar için, Sanatçılar Girişimi olarak yayınladığımız bildiriyi okumuşsunuzdur... Bu ülkede halkın gururu olmuş abideleri ve sevenlerini kimse korkutamaz, bunu bir kere daha gördük. Toplum, bu vesileyle bu yeri doldurulmaz değerlerini ne kadar çok sevdiğini tekrar anlamış oldu!

BİZİM İÇİN ŞAMPİYON!
Yine muhteşem bir Türk filmi gördüm. Sinemamızın son zamanlarda boyut atladığını düşünüyorum. Lütfen hafta hemen “Bizim İçin Şampiyon” filmini izleyin! Yok böyle bir şey! Gerçekten tebrik ediyorum genç yönetmen Ahmet Katıksız’ı! Büyük olgunlukla tamamlamış “Şampiyon”un her zerresini. Hikayenin senaryosunu da Serkan Yörük’ün desteğiyle kaleme alan Katıksız, bu yaşanmış hikayeyi, akıl almaz bir inanılırlık, duygusallık ve akıcılıkla filmini tamamlamış! Ayrıca sahnelerin görüntü zenginliği ve “zarafeti” birbiriyle yarış halinde sanki! Bir atın, bu kadar muhteşem bir şekilde rol yapabilmesi neye bağlı? Lütfen bana izah eder misiniz? Diğer oyunculara gelince... Farah Zeynep Abdullah, Fikret Kuşkan ve Ekin Koç, mükemmel bir performans gösteriyorlar. Bu filmde aşk var, dram var, acı var... Bu Şampiyon sizin için, doyasıya yaşayın! Hatta içinizden gelirse, doyasıya ağlayın...
Şu meşhur “Yabancı Film Oskarları”na bu film gidemeyecekse, hangisi bundan sonra gider, bilemem! Müfit Can Saçıntı, Can Ulkay, Ahmet Katıksız.. Günümüz Türk sineması, emin ellerde gönülleri fethediyor.... Her birine teşekkürler!

20 Aralık 2018 Perşembe

KAFASI KARIŞIK ÜLKEDE SİYASET KONUŞ(AMA)MAK! | Bedri Baykam | 20.12.2018


Hangi rejimde yaşadığımızı kimse tam bilmiyor. Adı Cumhurbaşkanlığı tek adam rejimi mi, Başkanlı gösterişli parlamentolu rejim mi, anlayan beri gelsin!
Demokrasi mi? Evet, TVlerde veya gazete sütunlarında hala tartışmalar var. Atatürk döneminde demokrasinin bir diğer adı “serbest münakaşa” idi. Bugün kullanacağımız tanımlamalara bu girmez! Bizimki, demokrasi kılıflı sözde tartışma ortamından ibaret. Muhalefet milletvekillerinin bile tazminatların ortasında sürekli dava, baskı tehdit eşliğinde tuhaf bir yaşam alanı var!
İktidar yine ağır tehditlerle coştu. Bu ülkede gücü ellerinde tutanların demeçleri, gidebileceği yere kadar engelsiz ulaşır. Eleştirel yorumlar ise, hemen inceleme konusu olur, cımbızla şaibeli yorum ve suç unsuru aranır!
Sayın Cumhurbaşkanı, Fırat Nehri’nin doğusuna planlanan operasyonla ilgili olarak, “Terör örgütleriyle mücadelemizi, hiç aralık vermeksizin devam ettiriyoruz. Açtıkları çukurları onlara mezar edeceğiz.” dedi. 61 yaşıma kadar, bir liderden alışmadığım görmediğim, oldukça ağır ve kararlı sözlerdi.
Ardından Başkan’ın gündemine Kılıçdaroğlu ve Fatih Portakal girdiler. Onlar için kullanılan kelimeler “nispeten” daha ılımlıydı: “Çıkmışlar, sokağa davet ediyorlar. Bu ne terbiyesizliktir ya. Bir tanesi TV ekranlarından kendini, haddini bilmez, edep yoksunu çıkmış sokağa davet ediyor. Ahlaksıza bak! Zaten bunlara yargı gereken cevabı verecektir... Burası Paris mi? Gezi olaylarında, 15 Temmuz'da, zaten herkes dersini aldı. Bu ülkede bundan sonra bu tür olaylara girişenler, bunun bedelini ağır öderler”
Ben şahsen Gezi göndermeli demeçleri duyunca, biraz şaşırdım. Neredeyse ondan birkaç gün önce, Dışişleri Bakanlığı, tam tersine Fransa’da hak arayan “Sarı Yelekliler” hakkında Fransa’ya nasıl da verip veriştirmişti! İsrail’den sonra bu sefer de Fransız polisinin kullandığı “orantısız gücü” eleştirme yoluna giderek, nasıl örnek bir demokratik tavır sergilediğini dosta düşmana göstermişti! İnanın ben de sanmıştım ki, artık hükümetimiz, gösteri hakkını kullanmak isteyenlere karşı Hollanda polisi gibi davranacak! Acaba bu çelişki ileride Dışişleri Bakanlığı’nın başına dert açar mı? Çünkü bugün açıyorum gazeteyi, bakıyorum ki CHP’li Öztrak da Başkan’ın “Gezi olaylarındaki gibi birşeyler yapmaya tevessül edersen, bu millet 15 Temmuz’da FETÖ’cülere bu meydanları nasıl dar ettiyse yine dar ederiz” açıklamasını şikayet ediyor!
Bence CHP’liler böyle bir ortamda orantısız güçle darp edilirlerse, hemen bu konularda uluslararası bir duyarlılık sergileyen Dışişleri Bakanlığı’na maddi ve manevi olarak sığınabilirler! (mi?)
Şimdi biz burada anayasal sokak gösteri ve yürüyüş kanunu haklarının yazılı olarak var olmalarına karşın kullanılıp kullanılamayacağını konuşuyoruz. Aslında bırakın yürümeyi, diğer haklarımıza dikkat edin!

HANGİ YÜRÜMEK? KONUŞMAK YASAK!
Şayet “sivri bir isim” bir kanalda biraz fazla rahat atıp tutabildiyse, hemen rahatsız olan birileri, kanalı arayıp münasip dille, bu beyefendinin bir daha oralara kadar gelip, gece geç saatlere kadar yorulmasına gerek olmadığını anlatıyor (!)
Yer sıkıntısından ertelenmekten bir hal oldum ama, esas bu söylediklerimle ilgili diğer ana konu, Türkiye’de artık yakın (ve hatta uzak!) tarihin kesinlikle tartışılamaması: Bugün siz ideal demokratik bir düzende olabileceği gibi, ne 15 Temmuz, ne 17/25 Aralık, ne 28 Şubat, ne 12 Eylül ne de 12 Mart 1971 veya 27 Mayıs 1960 hakkında özgürce görüşlerinizi paylaşamazsınız! Çünkü buna yeltenirseniz, her kelimeniz, aleyhinize delil olarak sunulabilir! Özellikle bu konularda hükümetin resmi söyleminden farklı bir görüşü dile getirirseniz, ne darbeciliğiniz kalır ne de vatan hainliğiniz!
Size, size şayet birileri “N’olacak bu işlerin sonu, bu kadar da olmaz ki!” derse, siz hemen konuyu futbol sanmış olun ve “Merak etmeyin Ersun Yanal Fenerbahçe’yi toparlayacaktır” diyerek oradan sıvışın!

ADAY LOTO NİHAYET SONA YAKLAŞIYOR!
Nihayet Millet İttifakı anlaşmalı CHP Büyükşehir adayları belli oldu. Böylece süregelen “aday loto”ları sona ermiş oldu! Benim neden adayları üyelerin seçmediğini anlamam pek mümkün değil! Demokrasi çığırtkanlığı yapmaktan da bıktım. Partinin örgütü, bu durumdan ayağa kalkmadığına göre, antika olan benim! Demek ki “egemenlik kayıtsız şartsız ulusundur’ cümlesini yaşama geçirelim diye tepinip durmaya gerek yok! Hiç olmazsa Ankara ve İstanbul’a milletvekili aday atanmadığına sevindim. Mansur Yavaş ve İmamoğlu’nun adaylıkları hayırlı olsun! Tanju Özcan (Bolu), Ali Akyıldız (Sivas) ve Fatma Kaplan Hürriyet (İzmit) gibi başarılı milletvekillerinin aday yapılmasına ve kazanırlarsa parlamentodaki koltuklarını kaybedebileceklerine üzüldüm. Sonuçta, artık aday saptama tartışmalarını terk edip, adaylığa oturan arkadaşları destekleme vakti geldi...

13 Aralık 2018 Perşembe

CUMHURİYET İMECESİ: SON 48 SAAT VE SİZ! | Bedri Baykam | 13.12.2018



Konu vatansa, gerisi teferruattır!”
Atatürk’ün bu cümlesini, son zamanlarda daha sık duyar olduk. Hem kendisinin bu çok güzel ve güçlü özet tasvirini hatırlatanlar, hem de bu cümleyi kendilerinin bir konuya olan bağlılıklarını göstermek isteyenlerin ağzından uyarlamalarla...
Ben de Türkiye’nin tüm aydınlanmacı, solcu, Atatürkçü, devrimci, sosyal demokrat, sosyalist, demokratik sol, tüm kişi ve kurumlarına seslenerek aynı şeyi söylüyorum: Konu Cumhuriyet Gazetesi ise, gerisi teferruattır!
3 ay öncesine kadar, gazetenin hangi dev senaryoları atlatıp, tekrar eski gerçek Atatürkçü, ödünsüz Kemalist çizgisine döndüğünü, onlarca yıl yazmasına rağmen gazeteden uzaklaştırılmış yazarlarını nasıl geri kazandığını hepiniz biliyorsunuz. Ne yazık ki Cumhuriyet, farklı bir Can Dündar çizgisine geçtikten sonra, güç ve tiraj kaybetti, en sadık bazı okurları bile o dönemde tepki koyarak gazeteyi almayı bıraktılar. Aynı süreçte, maalesef gazetemizin bir çok gayrimenkulü elden çıkarıldı, izah edilemez kararlarla Cumhuriyet ekonomik bir darboğaza itildi. Yeni yönetimin, bu zorluklara karşı ekonomik güç sağlamak için başlattığı İMECE’ye değerli okurlarımız çok rağbet ettiler.
Ne var ki, bu büyük dayanışmada, son iki güne girmiş bulunuyoruz. Bugün size düşen, son saniyede de olsa, henüz bu çorbaya tuzunu katma fırsatı bulamamış onca başka okur ve aydınlanmacı vatandaştan bu desteği istemek, ayrıca henüz bunu yapmamışsanız, kendi katkınızı sunmak için son 48 saatinizi en iyi şekilde kullanmak! (Tabii bu İMECE döneminin sona ermesi, sizin yarınlarda da Cumhuriyet Vakfı’na yardım etmenizi engellemiyor, o apayrı bir konu!)
Cumhuriyet’e neden su ve oksijen kadar ihtiyacımız olduğunu hatırlamak için, yalnız son iki-üç günlük anti-demokratik haberlere bakmak yeterli! Sözcü’de yazan Emin Çölaşan ve Necati Doğru gibi her aydının kefil olabileceği Atatürkçü demokrat yazarlara “FETÖCÜ” damgası (!) vurmaya çalışmak, “Yayıncılık Etik İlkeleri” adı altında, her türlü yoruma açık bir sansür mekanizmasını RTÜK üzerinden devreye sokmaya karar vermek, içine düşürüldüğümüz akıl almaz yeni gündemin parçaları. Size göre Türkiye’de kaç gazete, bu konuları “duyurmak”tan öte, yorum yaparak bu demokratik saldırılarla mücadele edecek?
Ben gerçekten anlayamıyorum, bu gazetenin bugünkü Türkiye nüfusuna bakıldığında, nasıl EN AZ 200.000 satmadığını! Lütfen objektif olarak düşünün. Bu ülkede sol muhalefetin oyları ne kadar? 12-13 milyon. Ülkede yaşananlara artık katlanamadığını bas bas bağıran kaç kişi var aralarında? Herhalde devlet memuru, öğretmen veya bürokrat olduğu için bu çoooook demokrat ülkede kendini saklamaya mecbur hissedenler, bu rakamın diyelim %35’i. Geriye kalır en az 8 milyon kişi! Bunların dörtte biri bu gazeteyi alsa 2 milyon kişi eder! Ben ne diyorum, 200.000! Yani bu rakamın da onda biri... Gerçek rakamlar nerede? 40.000 civarında! Peki dünyada durum ne? 127 milyon kişinin yaşadığı Japonya’da Yomiuri Shimbun 14 milyon gazete satıyor! Aynı ülkede Asahi Shimbun 12 milyon satıyor. Japonya’dan devam etmeyelim, moraliniz çöker! Almanya’da Bild gazetesi neredeyse 4 milyon gazete satıyor günde. USA TODAY 2.3 milyon satarken, Los Angeles Times bir milyona yakın satıyor. En ciddi gazetelerden Washington Post “az satanlar”dan (!): 700 bin! Hadi diyelim bunlar kitle gazeteleri rakamları. Zaten bu “ana akım” denilen gazetelerin durumunu da biliyoruz. Hürriyet, 1969’da nüfusu 33-35 milyon civarında olan Türkiye’de bir milyon satıyordu. Bugünkü durumu ortada.

Cumhuriyet, kuruluş harcında Mustafa Kemal kararlılığı olan, onun yön göstermesi, adını koyması ve sonra mirası ile yürüyen, 94 senedir bu ülkenin referans gazetesi olan yayın. Dünyada belki en çok kıyaslanabileceği diğer köklü gazeteler, ABD’de The New York Times, Fransa’da Le Monde ve İngiltere’de The Times.
Cumhuriyet Gazetesi, dünyanın dört bir yanındaki Türkler için bir gurur vesilesidir! Hem de siyasi düşünceleri ne olursa olsun! Cumhuriyet, basın alanında neredeyse bir asırdır süren bir yüksek standart geleneğidir.
Bunu çevremizdeki insanlara anlatmayı başarmaya mecburuz. Çünkü hiçbir toplum bu kadar ağır ve mantıksız bir tıkanmaya mahkum kalmayı hak edemez. Hiçbir ülke, ayağının altından demokrasi halısı her türlü kurnaz operasyonla çekilirken, bu konularda kendisini uyaran en önemli yayını görmezden gelerek sonsuza dek yaşayamaz!
Bu gazete birçok şehit verdi yakın tarihimizde. Muammer Aksoy, Uğur Mumcu, Onat Kutlar, Ahmet Taner Kışlalı’nın her biri, günlük hayatı beraber yaşadığımız öncü, devrimci, onurlu ve cesaret timsali efsanelerdi. Artık gazetenin harcında ve mürekkebinde onların ruhu var. Bir ülkenin aydın, yurtsever insanları, üniversitelileri, işçileri, emeklileri, sanatçıları bu gazeteyi zorluklarından çekip çıkaracak olan kişilerdir. Kaybettiğimiz değerli ve yeri doldurulmaz büyük yurtsever aydınlarımız için bu kadar üzülen, kahrolan, anma törenlerine gidenler onlar olduğuna göre, o fikirleri taşıyan ve demokrasi şehitlerimizin de gazetesi olan mükemmel bir yayını içine düşürüldüğü darboğazdan çıkarmak, başta onlar olmak üzere, hepimizin görevidir. Hem kendi ailemizin, hem ülkenin tüm ilerideki kuşakların geleceğini koruyacak olan, bu kararlı direnç olacaktır!
Bir yandan partilerde, kitle örgütlerinde, derneklerde, dost meclislerinde arkadaşlarımız mangalda kül bırakmayarak, demokrasi-vatan-millet-Sakarya-özgürlük diye ortalığı inletiyorlar, bir yandan da Türkiye’de demokrasiyi tüm sorunsallarıyla beraber sırtında taşıyan bir-iki gazeteye destek vermiyorlar. An-la-ya-mı-yo-rum!
Cumhuriyet Gazetesi’ne destek olun: Bu İMECEde hiçbir para ya da katkı az veya değersiz değildir. Hiç kimsenin yapılan bir katkıyı küçümseme hakkı yoktur, bu tavır yardımlaşma ve aynı sepete katkılarla hedefe yaklaşma duygusuna verilecek en büyük zarardır. Zengin bir iş adamı yalnız 100 lira verebilir, bir başka işadamı 100 bin lira verir. Bir lise öğrencisi 200 lira verir, bir belediye işçisi 50 lira verir. Hepsi de aynı saygıdeğerlikte katkılardır.
Cumhuriyet’e destek olun, alın, aldırın, geleceğinizi koruyun. Cumhuriyet ile yalnız sizi kuşatan tehlikelere karşı koymakla kalmazsınız. Aynı zamanda sürekli olarak kendini güncelleyen uluslararası bir üniversiteye katkıda bulunmuş ve ondan yararlanmış olursunuz.
Lütfen bu önceliğinizi ertelemeyin, her gün kendinize “Bugün Cumhuriyet için ne yaptım?” sorusunu sorun! Lütfen şimdi telefona sarılın, bilgisayarınıza dalın, gereğini yapın... Bu hattı da lütfen hiç bir gün aklınızdan çıkarmayın! Okuduğunuz için sağ olun.

6 Aralık 2018 Perşembe

YUNANLILAR’IN DEMOKRASİ “İCADI” VE BİZ TÜRKLER!| Bedri Baykam | 06.12.2018



MÖ. 5. yüzyılda Atina’da Aristo, Sokrat ve Eflatun demokrasi kavramını şekillendirirken, onların da öncüsü Solon’du. Kelime, “halk” anlamındaki “demos” ve “yöneten güç” anlamındaki “kratos”tan geliyordu. Kadınlar, yabancılar ve köleler oy veremezken, erkekler kent meclisindeki tartışmalardan sonra oy kullanıyordu. Filozofların tartıştığı en kritik nokta, oy vermenin gerektirdiği yeterli eğitim ve bilgi düzeyiydi.
1215’te İngiltere Kralı I. John, sınırsız yetkilerini kendi kararıyla Magna Carta ile azaltırken, 1776’da Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi ve 1789 Fransız Devrimi’nin unutulmaz ürünü “İnsan ve Yurttaşlık Hakları Bildirgesi”, adım adım Mustafa Kemal Devrimi’nin “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” cümlesinin altyapısını hazırlayan felsefi ve siyasi temellerdi.
Peki bu verileri niye hatırlattım? Çünkü, CHP birçok il ve ilçede hangi adayı öne çıkardığını açıklıyor veya açıkladı bile! Ardından neler yaşanacağını çok iyi biliyoruz! Gözyaşları, istifalar, hayal kırıklıkları...
Demokrasinin ortaya çıkışının üstünden 2500 seneden fazla geçmiş ve düşünün ki, Atatürk gibi “serbest münakaşa” rejimini getirmek için vücudunu siper eden, ülkesinde yönetim biçimi olarak muasır medeniyetler seviyesine ulaşmak isteyen büyük önderin partisi, demokrasiden ürküyor! Çok mu zor: Bırakın Zonguldak’ı Zonguldaklı üyeler, Üsküdar adayını Üsküdarlılar, Şırnak’ı Şırnaklılar seçsin. Ama hayır! Kılıçdaroğlu’nun farklı bir demokrasi anlayışı var. Ona ve hepimize göre tabii ki oy vermek her vatandaşın tartışılmaz hakkı, en donanımsızlar dahil... Ama görüyoruz ki kendi üyelerine, yani siyaseti içinden bilenlere pek güveni yok! Onlara “Siz pek bir şeyden anlamazsınız” demiş oluyor! Dolayısıyla, ister milletvekili olduğu için adaylığına karşı çıktığım Gürsel Tekin, ister İstanbul için doğru isim gördüğüm İnce veya adı geçen İmamoğlu, ister Kadıköy’ü çok iyi tanıyan Kadir Öğüt, veya enerjisini bildiğim Ali Asker Aksu, fark etmez... Yüzlerce ismin CHP üyelerinin önünde eşit şartlarda yarışmalarını isterdim. Ama Sayın Kılıçdaroğlu ise hepsini “Parti Meclisi” çatısı kılıfıyla kendi seçmek istiyor! Hadi diyelim ki İYİ Parti ile ortak aday olacak isimler var, bu durum bile üyelerle birlikte ele alınabilirdi!
Atatürk ve Kılıçdaroğlu demokrasi üstüne ne konuşurlardı, çok merak ediyorum! Üzülüyorum...

BRÜKSEL MÜZELERİNİN DEV YERALTI AĞLARI
Herkesin yolu bir şekilde Brüksel’den geçebilir. Ne var ki Avrupa’nın göbeğindeki bu kentin imajı, Paris-Londra-Berlin’in yanında çok sönük kalıyor. Sebepleri araştırmaya değer! Dünya Başkanlığı’nı yürüttüğüm UNESCO resmi partneri, Uluslararası Sanat Dernekleri’nin (IAA) Avrupa Genel Kurulu için Brüksel’e gittim. 1976’da bir futbol maçı için uğradığım bu kenti yeniden gezdim. Emin olun Brüksel’e haksızlık yapılıyor. Lokantaları ve biraları çoğunlukla kaliteli (bazı lokantalar, biranın fazla soğuk içilmediğini iddia edip benimle polemiğe girdi!) Ama tüm seyahatin doruğu, ne katıldığım sempozyum ne de olağan tartışmaların yaşandığı Genel Kurul’du. Doruk tartışmasız kentin göbeğinde yer alan, Belçika Kraliyet Müzeleri ve onun sırtına dayalı komşusu, IAA’in de kurucularından olan ünlü sürrealist ressam Rene Magritte’in müzesiydi. Orada insanın aldığı tat, gerçekten manevi bir zirve! İnsan beyninin iç kıvrımlarına girerek, bilinçaltını, rüyaları ve hayal gücünü kullanan usta sanatçı, kimse kızmasın, benim gözümde Dali’nin üstünde bir noktada duruyor. Sanatçının müzede fotoğrafları, evrakları, mektupları, eskiz defterleri ve müze mağazasında bazı simge eserlerinin replikaları da bulunuyor. Bu keyif derinliğini New York Modern Sanat Müzesi’nde, Philadelphia Müzesi’nde ve Centre Pompidou’daki bazı retrospektiflerde hissetmiştim.
Ama esas burada, bu dev altı müzelik kompleksi 19. yüzyıl başından itibaren inşa eden, en güzel şekilde koruyan, geliştiren ülkenin yapısına nasıl imrendiğimi itiraf etmek istiyorum. Magritte Müzesi, Eski Ustalar Müzesi, (19.) Yüzyıl Sonu Müzesi, ayrıca bunların geçici sergi bölümleri ve kalıcı sergi bölümleri.. Bunlara bir de merkezden biraz daha uzak Wiertz ve Meunier müzelerini eklediğimizde ortaya çıkan, yarısı yer üstünde, yarısı yer altında dev bir kültür organizması! Koca tüneller, sanki yüzyıllara yayılan o 20 bini aşkın yapıtı taşıyan bilgi ve estetik damarları! Kıskanmadım, sanatla arasına buzullar koymuş politikacılarımızı düşünerek imrendim. “Giderseniz görün” demiyorum. Özel olarak bu müzeleri gezmek için Brüksel’e gidin diyorum!

BİR KURAL TARTIŞMASI VE MANTIK
Yazdıklarımın takım tutma ile bir ilgisi yok. Hatta tuttuğum takımın aleyhine. Çünkü Fenerbahçeliler’in önemli bir kısmı da “Kasımpaşa maçı tekrarlanır mı?” diye umut besliyorlar. Ben objektif bir değerlendirme yapıp takımlar dışında kalarak işin mantığını önünüze koymak istiyorum. Çünkü evvelsi günkü gazetelerde, birçok eski hakem Kasımpaşa’nın penaltısının tekrarlanması gerektiğini savunarak, kural hatası yapıldığını iddia ettiler.
Her penaltıda üç şık vardır: Ya gol olur ya penaltı dışarı gider ya da kaleci veya direkten dönen top tekrar oyuna girmiş olur. Kasımpaşa maçında top kaleciden döndü ve Kasımpaşalı Eduok, herkesten önce yetişerek boş kaleye gol attı. Ama şöyle bir farkla: Diagne topa vurmadan, Eduok sahaya en az 3,5 metre girerek kuralı ihlal etmişti. Hakem, VAR hakemlerinin ikazına uyarak golü geçersiz saydı ama atışı da tekrarlatmadı. Herkes de buna itiraz etti.
Türkiye’de ve dünyanın sayısız yerinde, penaltı atışı gol olduğunda hiçbir hakem içeri giren var mıydı diye bakmıyor ve %97 golü veriyor! Kasımpaşalı Eduok’un herkesten önce 3-4 metre içeri girerek kendine sağladığı avantaj göz ardı edilse veya penaltı tekrarlansa, kural ihlali yapan takım mükafatlandırılmış olacak. Düşünsenize, her penaltıda futbolcu arkadaşına diyecek ki, “Hemen arkamdan sen de içeri dal, ya golü atarız ya da penaltı tekrar edilir”. Böyle bir saçmalık olabilir mi? Eduok içeri 3,5 metre daldığında, onu görüp mecburen hareketlenen iki Fenerbahçelinin, vuruş anında henüz ayakları çizgiyi terk edip içeri düşmemiş! Yani iş tekrara kalsa, ortaya iki garabet çıkacak: Hem kural ihlalcisine doğrudan mükafat hem de gol olan her penaltıyı “içeri dalmıştı oyuncular” diye iptal etme gereği... Ne geriye ne ileriye doğru bu uygulanamayacağına göre, hakem en doğru kararı verdi!