28 Eylül 2011 Çarşamba

BEDRİ BAYKAM VE TUBA KURTULMUŞ'UN UĞRADIKLARI BIÇAKLI SALDIRININ DURUŞMA GÜNÜ 3 EKİM 2011 PAZARTESİ‏



SAYI : 1886/77                                                                                                   TARIH : 23. 09. 2011

BEDRİ BAYKAM VE TUBA KURTULMUŞ’UN UĞRADIKLARI BIÇAKLI SALDIRININ
DURUŞMA GÜNÜ 3 EKİM 2011 PAZARTESİ

UPSD Başkanı Bedri Baykam ve asistanı Tuba Kurtulmuş’un, 18 Nisan 2011 günü uğradıkları, ölümcül bıçaklı saldırının duruşması, 3 Ekim Pazartesi günü, İstanbul Çağlayan Adalet Sarayı’nda  saat 11 :00’de görülmeye başlanacaktır.
İstanbul 1. Agir Ceza Mahkemesi (Çağlayan) tarafından görülecek, 2011/263 dosya numaralı davayı,Türkiye’de baskılar ve tehditler altında yaşayan, çağdaş Atatürkçü yazarlara ve her kesime yönelik saldırıları ve şiddeti kınayan, duyarlı yurttaşların izlemesi dileğimizdir. Bir gün herkese yönelebilecek, bu ağır şiddet eyleminin yargılanacağı davayı takip etmek isteyen tüm vatandaşlarımızı, kitle toplum örgütlerini ve medyayı  duruşmaya davet ediyoruz.  

UNESCO AIAP TÜRKİYE ULUSAL KOMİTESİ
ULUSLARARASI  PLASTİK SANATLAR DERNEĞİ
YÖNETİM KURULU
Maçka Demokrasi Parkı Sanatçı İşlikleri
Şişli Evlendirme yanı
Şişli –İstanbul
0212 247 36 85
0212 247 62 83

BEDRİ BAYKAM VE TUBA KURTULMUŞ'UN UĞRADIKLARI BIÇAKLI SALDIRININ DURUŞMA GÜNÜ 3 EKİM 2011 PAZARTESİ‏



SAYI : 1886/77                                                                                                   TARIH : 23. 09. 2011

BEDRİ BAYKAM VE TUBA KURTULMUŞ’UN UĞRADIKLARI BIÇAKLI SALDIRININ
DURUŞMA GÜNÜ 3 EKİM 2011 PAZARTESİ

UPSD Başkanı Bedri Baykam ve asistanı Tuba Kurtulmuş’un, 18 Nisan 2011 günü uğradıkları, ölümcül bıçaklı saldırının duruşması, 3 Ekim Pazartesi günü, İstanbul Çağlayan Adalet Sarayı’nda  saat 11 :00’de görülmeye başlanacaktır.
İstanbul 1. Agir Ceza Mahkemesi (Çağlayan) tarafından görülecek, 2011/263 dosya numaralı davayı,Türkiye’de baskılar ve tehditler altında yaşayan, çağdaş Atatürkçü yazarlara ve her kesime yönelik saldırıları ve şiddeti kınayan, duyarlı yurttaşların izlemesi dileğimizdir. Bir gün herkese yönelebilecek, bu ağır şiddet eyleminin yargılanacağı davayı takip etmek isteyen tüm vatandaşlarımızı, kitle toplum örgütlerini ve medyayı  duruşmaya davet ediyoruz.  

UNESCO AIAP TÜRKİYE ULUSAL KOMİTESİ
ULUSLARARASI  PLASTİK SANATLAR DERNEĞİ
YÖNETİM KURULU
Maçka Demokrasi Parkı Sanatçı İşlikleri
Şişli Evlendirme yanı
Şişli –İstanbul
0212 247 36 85
0212 247 62 83

ERDOĞAN SAVAŞINI ARIYOR! / Bedri Baykam / 27 Eylul 2011 tarihli Cumhuriyet makalesi..



            Gazeteler aynı soruyu soruyorlar: “Hani komşularımızla sıfır sorun var diye övünüyorduk, şimdi tersine her gün savaş tamtamları çalan ülke olduk. Ne oldu?”. Sorunun yanıtı zor değil.
            Hani kavga çıkarmaya karar vermiş bir adam girer bir kahveden içeri: “Bana omuz mu attın?”, “bana yan mı baktın?”. Yanıt da pek farketmez. Çünkü aynı kapıya çıkar. Hedef kavga başlatmaktır.
            Bakıyoruz  Suriye, Kıbrıs, İsrail, Libya, İran başta olmak üzere, herkesle aramız kötü! Ermenistan, Yunanistan, Irak da bizimle arası muhteşem olmayan ülkeler. Peki nedir bu ani değişimin gerekçesi? Yanıt şu: Türkiye sınırları artık Erdoğan’a dar geliyor. Burada her güç cebinde! Karşısına çıkan AKP ye benzemeye çalışan muhalefet partileriyle de tatmin edici bir kapışma yaşayamaz! Bu coğrafyada her şey ona kolay geldiğinden başka ufuklara açıldı. Bu sürekli güç ve zirve arayışı “derinlik sarhoşluğu” nun bir benzerini yaratıyor.. Artık ona bir “tarihi” sıfat lazım. “Kurtuluş Savaşı kahramanları Atatürk ve İnönü”, “Kıbrıs fatihi Ecevit”, “Falkland fatihi Demir Leydi Thatcher” gibi sıfatlara sahip değil Erdoğan. Hatta şöyle uzun uzun anlatılır bir “68 öğrenci liderliği” de yok! Yani o ünlü “van minüt” çıkışından başka eylemi hatırlanmıyor, ki o da sonsuza dek sizi taşıyamaz! Dolayısıyla hedef gerginlik kollayıp, bir yerlerin “Fatihi” olarak yerini sağlamlaştırmak. Sabah’tan duyuyoruz, Erdoğan vizyonunu Obama’ya “seçim için isterseniz gelip mitinginizde de konuşma yaparım” (!) diyecek kadar büyütmüş. Yani Arap dünyası da onu kesmiyor artık! Peki ben yanılıyor muyum? Mümkün, ama en azından Başbakan bu havayı yayıyor!
           Aslında dış politikada Erdoğan’ın kafası çok karışık. Özellikle Orta-Doğu ve Arap dünyasında “arap saçına dönmüş” çıkar ilişkileri çalkalanıyor. Bir yandan Orta-Doğu’nun yeni bölgesel lideri olmak isteyeceksin, bir yandan 1 milyon Iraklıyı yok edecek Amerikan ordusuna toprağını açmak için Meclisten-başaramadan- izin istemiş olacaksın. Bir yandan İsrail’den ödülleri kabul edeceksin, bir yandan “Mavi Marmara” yı öne sürüp Peres’le olan atışmanı sıcak savaşa dönüştürmeye çalışacaksın. Bir yandan Beşir Esad’la maddi-manevi-ailevi, her konuda kol kola gireceksin, ardından rüzgar dönünce adamı bir kalemde harcayacaksın. Bir yandan İran’ın nükleer silah çabalarını destekleyeceksin, bir yandan da ABD ‘nin füze kalkan projesine “evet” deyip, bu sistemin radarlarının Türkiye’de konuşlandırılmasına izin vereceksin. NATO’nun raporuna kızacaksın, ama ona rest çekmeyip İsrail elçisine “git” diyeceksin. AB ye sözde girmeye çalışacaksın,  ama Güney Kıbrıs’ ın Akdeniz aramalarına karşı hemen senaryoyu çalıştırıp arama ve savaş gemilerini denize salacaksın.  Çelişkiler saymakla bitmez ama bu ortamda da pek fark etmez, hatta işe yarayabilir. Böylece kavgada “bu adam bana niye vurdu?” diye soru soran herkes bu tablodan kendine uygun yanıt çıkarabilir(!).
            Diplomasi, işine geldiğinde “Biz diğer ülkelerin iç işlerine karışmayız” deyip,  sonra o ülkenin liderine “Derhal halkın sesini dinle, görevi bırak” diye emirler yağdırmaktır. Tabii Arap dünyasını “laik” (!) bir demokrasiye doğru itmek kolay hedef değil: diktatörlerin baskısına isyan eden halklar, bu sözde “Arap Baharı” sonunda demokrasiye geçemezler. Olsa olsa ya Emperyalizmin kucağına teslim olurlar, ya şeriatçı bir baskı rejiminin, ya da yeni bir diktatörün boyunduruğuna girerler. Çünkü bu ülkeler 1923 veya 1960 devrimini yaşamamışlardır. Ne kadın-erkek eşitliği, ne laik bir hukuk anlayışı, ne yüksek bir eğitim, ne yerleşik bir bağımsız sivil toplum örgütleri görmüşlerdir! Herhalde Erdoğan içinden “ya, bu halklar da beni seviyor, şuraların yönetimi de bize bağlanamaz mı referandumla?” düşüncesini geçirmektedir.
            Savaş merakı bir çok açıdan hayra alamet değil. Birincisi insan “hevesini almak” için ülkesini karanlık savaşlara taşımaz. Atatürk’ün fotoğrafları önünde ulusa seslenmek yetmez, “yurtta sulh, cihanda sulh” sözlerini uygulamak gerekir! İkincisi, savaşa mecbur kaldığınız bir kötü senaryoda da, hatırlarsınız ki savaş, Orduyla yapılır. İyi de TSK bugün psikolojik harekatla çökertilmiş ve özgüvenini kaybetmiş yaralı bir kurumdur. Bugün Türkiye tam tersine “savaştan uzak durmaya mecbur olduğunu” bilerek hareket etmelidir. Üçüncüsü de, dikkat etmek lazım, bir gün biri çıkıp sana der ki “bana demokrasi ve laiklik dersi vereceğine önce kendi ülkene bak”. Ama tabii bütün bunları rahatça çöpe de atabilirsin…  Nasıl olsa MGK dahil her platformda bir kuş kadar özgürsen, kim tutar seni!

ERDOĞAN SAVAŞINI ARIYOR! / Bedri Baykam / 27 Eylul 2011 tarihli Cumhuriyet makalesi..



            Gazeteler aynı soruyu soruyorlar: “Hani komşularımızla sıfır sorun var diye övünüyorduk, şimdi tersine her gün savaş tamtamları çalan ülke olduk. Ne oldu?”. Sorunun yanıtı zor değil.
            Hani kavga çıkarmaya karar vermiş bir adam girer bir kahveden içeri: “Bana omuz mu attın?”, “bana yan mı baktın?”. Yanıt da pek farketmez. Çünkü aynı kapıya çıkar. Hedef kavga başlatmaktır.
            Bakıyoruz  Suriye, Kıbrıs, İsrail, Libya, İran başta olmak üzere, herkesle aramız kötü! Ermenistan, Yunanistan, Irak da bizimle arası muhteşem olmayan ülkeler. Peki nedir bu ani değişimin gerekçesi? Yanıt şu: Türkiye sınırları artık Erdoğan’a dar geliyor. Burada her güç cebinde! Karşısına çıkan AKP ye benzemeye çalışan muhalefet partileriyle de tatmin edici bir kapışma yaşayamaz! Bu coğrafyada her şey ona kolay geldiğinden başka ufuklara açıldı. Bu sürekli güç ve zirve arayışı “derinlik sarhoşluğu” nun bir benzerini yaratıyor.. Artık ona bir “tarihi” sıfat lazım. “Kurtuluş Savaşı kahramanları Atatürk ve İnönü”, “Kıbrıs fatihi Ecevit”, “Falkland fatihi Demir Leydi Thatcher” gibi sıfatlara sahip değil Erdoğan. Hatta şöyle uzun uzun anlatılır bir “68 öğrenci liderliği” de yok! Yani o ünlü “van minüt” çıkışından başka eylemi hatırlanmıyor, ki o da sonsuza dek sizi taşıyamaz! Dolayısıyla hedef gerginlik kollayıp, bir yerlerin “Fatihi” olarak yerini sağlamlaştırmak. Sabah’tan duyuyoruz, Erdoğan vizyonunu Obama’ya “seçim için isterseniz gelip mitinginizde de konuşma yaparım” (!) diyecek kadar büyütmüş. Yani Arap dünyası da onu kesmiyor artık! Peki ben yanılıyor muyum? Mümkün, ama en azından Başbakan bu havayı yayıyor!
           Aslında dış politikada Erdoğan’ın kafası çok karışık. Özellikle Orta-Doğu ve Arap dünyasında “arap saçına dönmüş” çıkar ilişkileri çalkalanıyor. Bir yandan Orta-Doğu’nun yeni bölgesel lideri olmak isteyeceksin, bir yandan 1 milyon Iraklıyı yok edecek Amerikan ordusuna toprağını açmak için Meclisten-başaramadan- izin istemiş olacaksın. Bir yandan İsrail’den ödülleri kabul edeceksin, bir yandan “Mavi Marmara” yı öne sürüp Peres’le olan atışmanı sıcak savaşa dönüştürmeye çalışacaksın. Bir yandan Beşir Esad’la maddi-manevi-ailevi, her konuda kol kola gireceksin, ardından rüzgar dönünce adamı bir kalemde harcayacaksın. Bir yandan İran’ın nükleer silah çabalarını destekleyeceksin, bir yandan da ABD ‘nin füze kalkan projesine “evet” deyip, bu sistemin radarlarının Türkiye’de konuşlandırılmasına izin vereceksin. NATO’nun raporuna kızacaksın, ama ona rest çekmeyip İsrail elçisine “git” diyeceksin. AB ye sözde girmeye çalışacaksın,  ama Güney Kıbrıs’ ın Akdeniz aramalarına karşı hemen senaryoyu çalıştırıp arama ve savaş gemilerini denize salacaksın.  Çelişkiler saymakla bitmez ama bu ortamda da pek fark etmez, hatta işe yarayabilir. Böylece kavgada “bu adam bana niye vurdu?” diye soru soran herkes bu tablodan kendine uygun yanıt çıkarabilir(!).
            Diplomasi, işine geldiğinde “Biz diğer ülkelerin iç işlerine karışmayız” deyip,  sonra o ülkenin liderine “Derhal halkın sesini dinle, görevi bırak” diye emirler yağdırmaktır. Tabii Arap dünyasını “laik” (!) bir demokrasiye doğru itmek kolay hedef değil: diktatörlerin baskısına isyan eden halklar, bu sözde “Arap Baharı” sonunda demokrasiye geçemezler. Olsa olsa ya Emperyalizmin kucağına teslim olurlar, ya şeriatçı bir baskı rejiminin, ya da yeni bir diktatörün boyunduruğuna girerler. Çünkü bu ülkeler 1923 veya 1960 devrimini yaşamamışlardır. Ne kadın-erkek eşitliği, ne laik bir hukuk anlayışı, ne yüksek bir eğitim, ne yerleşik bir bağımsız sivil toplum örgütleri görmüşlerdir! Herhalde Erdoğan içinden “ya, bu halklar da beni seviyor, şuraların yönetimi de bize bağlanamaz mı referandumla?” düşüncesini geçirmektedir.
            Savaş merakı bir çok açıdan hayra alamet değil. Birincisi insan “hevesini almak” için ülkesini karanlık savaşlara taşımaz. Atatürk’ün fotoğrafları önünde ulusa seslenmek yetmez, “yurtta sulh, cihanda sulh” sözlerini uygulamak gerekir! İkincisi, savaşa mecbur kaldığınız bir kötü senaryoda da, hatırlarsınız ki savaş, Orduyla yapılır. İyi de TSK bugün psikolojik harekatla çökertilmiş ve özgüvenini kaybetmiş yaralı bir kurumdur. Bugün Türkiye tam tersine “savaştan uzak durmaya mecbur olduğunu” bilerek hareket etmelidir. Üçüncüsü de, dikkat etmek lazım, bir gün biri çıkıp sana der ki “bana demokrasi ve laiklik dersi vereceğine önce kendi ülkene bak”. Ama tabii bütün bunları rahatça çöpe de atabilirsin…  Nasıl olsa MGK dahil her platformda bir kuş kadar özgürsen, kim tutar seni!

27 Eylül 2011 Salı

MEHMET YILMAZ / ‘SAKINCALI, ÇÜNKÜ EDEPSİZ’ / 6 Ekim – 12 Kasım 2011


MEHMET YILMAZ 
‘SAKINCALI, ÇÜNKÜ EDEPSİZ’ 
6 Ekim – 12 Kasım 2011  
 
Mehmet Yılmaz kavramsal çerçevesini ‘Sakıncalı, Çünkü Edepsiz’ olarak belirlediği tuval ve videolarından oluşan  sergisi ile 6 Ekim- 12 Kasım 2011 arasında Piramid Sanat’ta. 
"Ben bir anlatıcıyım. Güncel gerçekleri anlatıyorum. Zararlı olduğu gerekçesiyle, öykü ve anlatının sanattan kovulduğunu okumuş, dinlemiş; bir ara da inanmıştım. Ama geriye dönüp baktığımda öykü ve anlatısız iş yapmamış olduğumu görüyorum. Aslında bu çok doğal; anlatacak bir öykümüz var çünkü. Diziler halinde gerçekleştirdiğim işler bireysel ve toplumsal öykümüze ilişkin görsel notlardır" diyen Mehmet Yılmaz, Türk Çağdaş Sanat ortamının en çalışkan, disiplinli ve ‘yaramaz’ hatta en ‘edepsiz’ sanatçılarından biri. Gönlünü ve beynini yatırdığı sayısız eserin yanı sıra, sanat üstüne yayınlanmış dört kitabıyla da dikkat çekiyor.
Bedri Baykam sanatçının işleri hakkında şunları söylüyor;“Mehmet Yılmaz’ın işleri ve duruşu esasında Türk Çağdaş Sanat ortamının son yıllarda hızla içine hapsoldugu aşırı estetize, kolay satılır, iliği alınmış, etliye sütlüye karışmayan, temkinli piyasa sanatına da bir haklı tepki oluşturuyor. Ama zaten kendisi işlerini bu ortama tepki olsun diye değil, inandığı için bu şekilde üretiyor.
Yılmaz'ın  sergideki tual ve videoları çekici, çarpıcı, provokatif, mizahî ve kelimenin tam anlamıyla ‘beyin tetikçisi’. Yalnızca ‘bakılmak’ değil, aynı zamanda ‘okunmak’için yaratılmış işler bunlar. Düşünce, boya ve film katmanları, böylesine gergin bir ‘iç mekânda’ dans ve düelloya tutuşmuşlar.
Evet, Picasso’nun dediği gibi: 
‘Sanat asla edepli olmamıştır. Zaten edepli olsaydı sanat olmazdı.’
Sergi, 12 Kasım 2011 tarihine kadar, Piramid Sanat’ta izlenebilir…

Tarih: 6 Ekim 2011 Perşembe
Saat: 18:00 – 21:00
Yer: Piramid Sanat (Feridiye Cad. No: 23 – 25 Taksim)  

Bilgi İçin:  Tuba Kurtulmuş
Tel:            0212 297 31 15-20-21

MEHMET YILMAZ / ‘SAKINCALI, ÇÜNKÜ EDEPSİZ’ / 6 Ekim – 12 Kasım 2011


MEHMET YILMAZ 
‘SAKINCALI, ÇÜNKÜ EDEPSİZ’ 
6 Ekim – 12 Kasım 2011  
 
Mehmet Yılmaz kavramsal çerçevesini ‘Sakıncalı, Çünkü Edepsiz’ olarak belirlediği tuval ve videolarından oluşan  sergisi ile 6 Ekim- 12 Kasım 2011 arasında Piramid Sanat’ta. 
"Ben bir anlatıcıyım. Güncel gerçekleri anlatıyorum. Zararlı olduğu gerekçesiyle, öykü ve anlatının sanattan kovulduğunu okumuş, dinlemiş; bir ara da inanmıştım. Ama geriye dönüp baktığımda öykü ve anlatısız iş yapmamış olduğumu görüyorum. Aslında bu çok doğal; anlatacak bir öykümüz var çünkü. Diziler halinde gerçekleştirdiğim işler bireysel ve toplumsal öykümüze ilişkin görsel notlardır" diyen Mehmet Yılmaz, Türk Çağdaş Sanat ortamının en çalışkan, disiplinli ve ‘yaramaz’ hatta en ‘edepsiz’ sanatçılarından biri. Gönlünü ve beynini yatırdığı sayısız eserin yanı sıra, sanat üstüne yayınlanmış dört kitabıyla da dikkat çekiyor.
Bedri Baykam sanatçının işleri hakkında şunları söylüyor;“Mehmet Yılmaz’ın işleri ve duruşu esasında Türk Çağdaş Sanat ortamının son yıllarda hızla içine hapsoldugu aşırı estetize, kolay satılır, iliği alınmış, etliye sütlüye karışmayan, temkinli piyasa sanatına da bir haklı tepki oluşturuyor. Ama zaten kendisi işlerini bu ortama tepki olsun diye değil, inandığı için bu şekilde üretiyor.
Yılmaz'ın  sergideki tual ve videoları çekici, çarpıcı, provokatif, mizahî ve kelimenin tam anlamıyla ‘beyin tetikçisi’. Yalnızca ‘bakılmak’ değil, aynı zamanda ‘okunmak’için yaratılmış işler bunlar. Düşünce, boya ve film katmanları, böylesine gergin bir ‘iç mekânda’ dans ve düelloya tutuşmuşlar.
Evet, Picasso’nun dediği gibi: 
‘Sanat asla edepli olmamıştır. Zaten edepli olsaydı sanat olmazdı.’
Sergi, 12 Kasım 2011 tarihine kadar, Piramid Sanat’ta izlenebilir…

Tarih: 6 Ekim 2011 Perşembe
Saat: 18:00 – 21:00
Yer: Piramid Sanat (Feridiye Cad. No: 23 – 25 Taksim)  

Bilgi İçin:  Tuba Kurtulmuş
Tel:            0212 297 31 15-20-21

22 Eylül 2011 Perşembe

Asistanım Tuba Kurtulmuş’la beraber 18 Nisan 2011 günü uğradığımız ölümcül bıçaklı saldırının duruşması, 3 Ekim Pazartesi günü, İstanbul Çağlayan Adalet Sarayı’nda saat 11 :00’de görülmeye başlanacak.
İstanbul 1. Agir Ceza Mahkemesi (Çağlayan) tarafından görülecek, 2011/263 dosya numaralı davayı, Türkiye’de baskılar ve tehditler altında yaşayan, çağdaş Atatürkçü yazarlara ve her kesime yönelik saldırıları ve şiddeti kınayan duyarlı yurttaşların izlemesi dileğimizdir. Buyrun, gelin, izleyin... Türkiye'nin hallerini görün...
Asistanım Tuba Kurtulmuş’la beraber 18 Nisan 2011 günü uğradığımız ölümcül bıçaklı saldırının duruşması, 3 Ekim Pazartesi günü, İstanbul Çağlayan Adalet Sarayı’nda saat 11 :00’de görülmeye başlanacak.
İstanbul 1. Agir Ceza Mahkemesi (Çağlayan) tarafından görülecek, 2011/263 dosya numaralı davayı, Türkiye’de baskılar ve tehditler altında yaşayan, çağdaş Atatürkçü yazarlara ve her kesime yönelik saldırıları ve şiddeti kınayan duyarlı yurttaşların izlemesi dileğimizdir. Buyrun, gelin, izleyin... Türkiye'nin hallerini görün...

20 Eylül 2011 Salı

DP VE ANAP’TAN BERİ İKTİDAR-HUKUK MAÇI! / Bedri Baykam / 20 Eylul 2011 tarihli Cumhuriyet makalesi..



            “Parodi demokrasisi”nin yurt içi ve yurt dışında nasıl yaşandığını üst üste ele aldık. Uzaktan kurumlarına bakıldığında demokrasiyi andıran, ancak işleyişte bir demokrasinin içinde bulunması gereken özgürlük, güven ortamı veya güçler ayrılığından eser olmayan bir “ucube”!
            Peki böyle bir ülkede güç nasıl yaşanıyor? Bu sorunun yanıtı iç açıcı değil. “Parodi”yi yöneten parti lideri, üzerinde hiçbir denetim mekanizması kalmamış bir konumda, ülkeyi istediği gibi idare edebilir ve her türlü “Padişahvari” yetkiler kullanabilir. Yargı fiilen hükümetin atama yetkileriyle bağımsızlığını kaybettiği için çoğunlukla iktidarın görmeyi umduğu kararları alır, aynı nedenle üst yargı organları da alt mahkemelerin kararlarıyla ters düşmemekten mutluluk duyabilirler.
             Mesela Özal’ın tek parti iktidarında, arada sürtüşmeler yaşadığı TSK’yı saymazsak, yargı, basın ve Cumhurbaşkanı, her an onun her kararına karşı çıkabilen ve veto edebilen, hatta veya dünyayı başına yıkabilen kurumlardı. 1980’nin demokrasi açısından 1961’e göre çok gerilemiş anayasasına rağmen, Anayasa Mahkemesi, Milli Güvenlik Kurulu veya basın, Başbakan’ın veya Bakanlar Kurulu’nun kararlarını veya “kanun hükmünde kararnamelerini” her an sorgulayabilen, reddedebilen veya ağır mizah konusu yapabilen, birbirinden çok farklı güç odaklarıydı. Tabii bir de tüm bunlara ANAP’a Erdal İnönü dışında, meclisi dar eden rahmetli Cüneyt Canver, Kamer Genç veya tabii Deniz Baykal gibi SHP siyasetçileri eklenirdi… SHP’nin o günlerde aldığı çeşitli eleştirilere rağmen “ANAP’a benzemeye çalışmak, tarikatları mazur göstermek, türbanı demokrasi olarak tanımlamak, Atatürkçü kitleleri yalnız bırakmak” gibi merakları yoktu. Yani “ANAP’ın oylarını alabilmek için, ANAP’tan daha ANAP’çı görünmeye” çalışmıyordu. Böyle bir ortamda Özal gibi bir aşırı güç meraklısı bile, umduğundan çok daha azını kullanabiliyor, sol yayınlar bir yana, Sabah gibi büyük patron gazetelerinde bile manşetlerden lime lime edilebiliyordu. Siyaset er meydanıydı, tüm baskılara rağmen gençler, kitle örgütleri, sanatçılar muhalefet görevlerini yerine getirmekten kaçınmıyorlardı. Özal da bunlara karşı elinden geleni ardına koymaz, gerek “Muzır yasası” gibi bir hukuki ucube veya tazminat davalarıyla hıncını muhaliflerden çıkarırdı.
            Objektif herkesin bildiği gibi, demokrasiden uzaklaşma çabaları aslında siyasi literatürümüze Demokrat parti ile girdi. Menderes’in tek güç olma merakı, ülkeyi kaosa taşıdıktan sonra, “keşke mecbur edilmeseydi” dediğimiz süreçler başladı. 27 Mayıs Devrimi’ni yapan kadro, en iyi hukukçuları toplayıp şu talebi iletti: “Bu ülke kötü niyetli siyasilerden çok çekti. Bir daha bunların yaşanmaması için öyle bir Anayasa hazırlayın ki, kimse iktidar gücünü suiistimal edemesin”. İşte hala özgürlükçülüğü, demokratikliği ve mükemmeliyeti ile dillere destan 27 Mayıs Anayasası, bu şekilde yazılabildi. Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, Sıddık Sami Onar, Tarık Zafer Tunaya, Ragıp Sarıca, Naci Şensoy, Nail Kubalı ve İsmet Giritli hukuk hocaları olarak daha ilk sabahtan askeri Ankara’ya giderek çalışmaları başlatmışlardı. İşte 1961 Anayasası’nın getirdiği onca yenilik arasında özellikle Anayasa Mahkemesi, HSYK ve MGK, artık rejimin bir daha hiçbir zaman 1960 öncesi korkunç ortama dönmemesi için getirilmiş üç emniyet sübabıydı: Aynen vücudun lenf bezleri gibi, bu üç “güvenlik karakolu” sayesinde, her gerilimli sorun, gerek iktidarın rotası, gerek ülkenin sağlık durumu ve hukuki açıdan masaya yatırılıyor, yeni “darbe”lerin akla bile gelmemesi için yapılan tartışmalarla hayati kararlar alınabiliyor, krizlerinin önceden önlenebilmesi mümkün oluyordu.
            Bugün bu “güvenlik” karakolları, amaçlarından uzaklaştıkları bir konuma geçirildiler. Muhalefet ve “sol duyulu” basın, 12 Eylül Referandumu’nun HSYK ve anayasa açısından nelere mal olacağını aylarca anlattılar ama dinlenilmediler. MGK’ya gelince, üst üste açılan davalarla fiili olarak felç edilen TSK, bir de “istifa” müessesesini en yanlış şekilde kullanıp mevzilerini terk edince, “stratejist” iktidar sahipleri, en zeki şekilde bu boşluğu YAŞ ve MGK da doldurdular ve “yeni oturma düzeni” adı altında bu kritik masalarda “tek hakim” oluverdiler. Zaten adedi arttırılmış sivil koltukların arasına şimdilik “karışık düzen” oturtulan kuvvet Komutanları, belki daha ileri safhalarda yalnız Genelkurmay Başkanı tarafından da temsil edilebilirler!
              Zaten ülkede “darbe tehlikesi” de uzaktan yakından kalmadığına göre, bu “Yeni Düzen”in adını tarifine sığdırmaktan başka sorun ortada pek gözükmüyor! Tarif derken, “Parodi demokrasisi”ni tartışmıyorum! Daha geniş adlandırma yani “çocuğun adını koymak”tan söz ediyorum…
             Sonuç mu? Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine!   

DP VE ANAP’TAN BERİ İKTİDAR-HUKUK MAÇI! / Bedri Baykam / 20 Eylul 2011 tarihli Cumhuriyet makalesi..



            “Parodi demokrasisi”nin yurt içi ve yurt dışında nasıl yaşandığını üst üste ele aldık. Uzaktan kurumlarına bakıldığında demokrasiyi andıran, ancak işleyişte bir demokrasinin içinde bulunması gereken özgürlük, güven ortamı veya güçler ayrılığından eser olmayan bir “ucube”!
            Peki böyle bir ülkede güç nasıl yaşanıyor? Bu sorunun yanıtı iç açıcı değil. “Parodi”yi yöneten parti lideri, üzerinde hiçbir denetim mekanizması kalmamış bir konumda, ülkeyi istediği gibi idare edebilir ve her türlü “Padişahvari” yetkiler kullanabilir. Yargı fiilen hükümetin atama yetkileriyle bağımsızlığını kaybettiği için çoğunlukla iktidarın görmeyi umduğu kararları alır, aynı nedenle üst yargı organları da alt mahkemelerin kararlarıyla ters düşmemekten mutluluk duyabilirler.
             Mesela Özal’ın tek parti iktidarında, arada sürtüşmeler yaşadığı TSK’yı saymazsak, yargı, basın ve Cumhurbaşkanı, her an onun her kararına karşı çıkabilen ve veto edebilen, hatta veya dünyayı başına yıkabilen kurumlardı. 1980’nin demokrasi açısından 1961’e göre çok gerilemiş anayasasına rağmen, Anayasa Mahkemesi, Milli Güvenlik Kurulu veya basın, Başbakan’ın veya Bakanlar Kurulu’nun kararlarını veya “kanun hükmünde kararnamelerini” her an sorgulayabilen, reddedebilen veya ağır mizah konusu yapabilen, birbirinden çok farklı güç odaklarıydı. Tabii bir de tüm bunlara ANAP’a Erdal İnönü dışında, meclisi dar eden rahmetli Cüneyt Canver, Kamer Genç veya tabii Deniz Baykal gibi SHP siyasetçileri eklenirdi… SHP’nin o günlerde aldığı çeşitli eleştirilere rağmen “ANAP’a benzemeye çalışmak, tarikatları mazur göstermek, türbanı demokrasi olarak tanımlamak, Atatürkçü kitleleri yalnız bırakmak” gibi merakları yoktu. Yani “ANAP’ın oylarını alabilmek için, ANAP’tan daha ANAP’çı görünmeye” çalışmıyordu. Böyle bir ortamda Özal gibi bir aşırı güç meraklısı bile, umduğundan çok daha azını kullanabiliyor, sol yayınlar bir yana, Sabah gibi büyük patron gazetelerinde bile manşetlerden lime lime edilebiliyordu. Siyaset er meydanıydı, tüm baskılara rağmen gençler, kitle örgütleri, sanatçılar muhalefet görevlerini yerine getirmekten kaçınmıyorlardı. Özal da bunlara karşı elinden geleni ardına koymaz, gerek “Muzır yasası” gibi bir hukuki ucube veya tazminat davalarıyla hıncını muhaliflerden çıkarırdı.
            Objektif herkesin bildiği gibi, demokrasiden uzaklaşma çabaları aslında siyasi literatürümüze Demokrat parti ile girdi. Menderes’in tek güç olma merakı, ülkeyi kaosa taşıdıktan sonra, “keşke mecbur edilmeseydi” dediğimiz süreçler başladı. 27 Mayıs Devrimi’ni yapan kadro, en iyi hukukçuları toplayıp şu talebi iletti: “Bu ülke kötü niyetli siyasilerden çok çekti. Bir daha bunların yaşanmaması için öyle bir Anayasa hazırlayın ki, kimse iktidar gücünü suiistimal edemesin”. İşte hala özgürlükçülüğü, demokratikliği ve mükemmeliyeti ile dillere destan 27 Mayıs Anayasası, bu şekilde yazılabildi. Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, Sıddık Sami Onar, Tarık Zafer Tunaya, Ragıp Sarıca, Naci Şensoy, Nail Kubalı ve İsmet Giritli hukuk hocaları olarak daha ilk sabahtan askeri Ankara’ya giderek çalışmaları başlatmışlardı. İşte 1961 Anayasası’nın getirdiği onca yenilik arasında özellikle Anayasa Mahkemesi, HSYK ve MGK, artık rejimin bir daha hiçbir zaman 1960 öncesi korkunç ortama dönmemesi için getirilmiş üç emniyet sübabıydı: Aynen vücudun lenf bezleri gibi, bu üç “güvenlik karakolu” sayesinde, her gerilimli sorun, gerek iktidarın rotası, gerek ülkenin sağlık durumu ve hukuki açıdan masaya yatırılıyor, yeni “darbe”lerin akla bile gelmemesi için yapılan tartışmalarla hayati kararlar alınabiliyor, krizlerinin önceden önlenebilmesi mümkün oluyordu.
            Bugün bu “güvenlik” karakolları, amaçlarından uzaklaştıkları bir konuma geçirildiler. Muhalefet ve “sol duyulu” basın, 12 Eylül Referandumu’nun HSYK ve anayasa açısından nelere mal olacağını aylarca anlattılar ama dinlenilmediler. MGK’ya gelince, üst üste açılan davalarla fiili olarak felç edilen TSK, bir de “istifa” müessesesini en yanlış şekilde kullanıp mevzilerini terk edince, “stratejist” iktidar sahipleri, en zeki şekilde bu boşluğu YAŞ ve MGK da doldurdular ve “yeni oturma düzeni” adı altında bu kritik masalarda “tek hakim” oluverdiler. Zaten adedi arttırılmış sivil koltukların arasına şimdilik “karışık düzen” oturtulan kuvvet Komutanları, belki daha ileri safhalarda yalnız Genelkurmay Başkanı tarafından da temsil edilebilirler!
              Zaten ülkede “darbe tehlikesi” de uzaktan yakından kalmadığına göre, bu “Yeni Düzen”in adını tarifine sığdırmaktan başka sorun ortada pek gözükmüyor! Tarif derken, “Parodi demokrasisi”ni tartışmıyorum! Daha geniş adlandırma yani “çocuğun adını koymak”tan söz ediyorum…
             Sonuç mu? Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine!   

16 Eylül 2011 Cuma

İNSANLIK ÖTESİ BİR FİNAL! / Bedri Baykam


Ömrümde sayısız tarihi tenis maçı izledim. 1969 da İstanbul’da, Güney Afrikalı Bob Hewitt’in dünyanın en iyi toprak kort oyuncularından Yugoslav Zeljko Franulovic’i 5 sette yendiği muhteşem maç, 1972’de Wimbledon finalinde, Stan Smith’in "maalesef" İlie Nastase’yi 5 sette yendiği maç, 1976’da Bjorn Borg’un Fransiz Jauffret’yi 5 sette yendiği maç, 1980-81’deki inanılmaz Borg - Mc Enroe maclari, veya son dönemlerin Federer- Nadal arasındaki sayısız Kritik maç, bu sene Roland Garros’ta Federer’in Djokovic’i  yendiği inanılmaz maç, tabii ki arada atladığım Agassi, Sampras ve diğerlerinin sayısız maçı da cabasi...
İste 40 yıldır en üst düzey dünya tenisini yerinde izleyen biri olarak konuşuyorum: Dünya tarihi, hiç bir zaman pazartesi gecesi izlediğimiz Djokovic- Nadal finali kadar inanılmaz seviyede bir maç yaşamadı. Bunun böyle olacağını hissetmiş biri olarak çevremde herkese bunu önceden söylemiştim. İzlemeyenlerden de rica ediyorum: ömründe hiç bir tenis maçı izlememiş olsanız dahi, lütfen gidin acil bir spor kanalında bu maçın tekrarını izleyin. Çünkü ömrünüzde bu seviyede bir spor müsabakası bir daha zor görürsünüz...
Djokovic in bu şimdiden efsanevi tenis maçını hangi skorla kazandığına baktığımızda bu dediklerimi anlayamayız. Çünkü 6-2, 6-4, 6-7, 6-1 lik skor sanki herhangi olağan bir maçı yansıtıyor. Halbuki yalnız 36 dakikada ulaşılan 3/2’lik skor ve oyun seviyesini bile görseniz, ne demek istediğimi anlardınız. Her iki sete, 2-0 önde başlayan Nadal, Djokovic’in " insanlık dışı" ritmiyle her iki seti de uzatamadan kaybetti. Ama skorda dramatik görünmeyen bu setlerde bile nasıl bir çekişme yaşandığını ancak seyredenler bilir. 
Kimi zaman 27-28 kere füze hızıyla gelip giden toplar, gerek açıları, gerek insanın aklını başından alan ritm ve strateji savaşları, gerek topların çalışılmışlığıyla, maçın her saniyesi tam bir aksiyon-macera-gerilim filminin kilit anları gibiydi. İnsan zekasının, refleks seviyesinin, gücünün ve dayanıklılık limitinin zorlanması vardı bu karşılaşmanın her anında…. Her iki raket de kimi zaman 18 dakika süren maraton oyunların içinde yüzerken, akıl almaz şiddette backhand  paralleler, dekruaze forehandler ve müthiş ayak hızlarıyla baş döndürdüler… Nadal bu robot intizamı ve sanatçı yaratıcılığını beraber eriten müthiş rakibi karşısında özellikle 3. sette Che için kullanılan deyimi ödünç alırsak “heroico guerillero” yani “kahraman gerilla” gibi ölesiye mücadele etti. 6-5 öndeyken maç için servis atan Djokoviç 2 puan yaklaşmasına rağmen bu oyunu alamadı ve tie-break te Nadal bu seti 7-6 almayı başardı. 4. setin hemen başında sırt ağrılarıyla kıvranan Sırp tenisçi sakatlık molası aldı yerlere yattı, iğne oldu, masaj oldu… İşte o anda ben tüm ibreler şansın döndüğünü gösterirken Nadal’ın bu durumda psikolojik olarak çok zorlanacağını ve ibrelerin “Djoko” ya döndüğünü twitter’da yazdım. Nedeni de şuydu: bu kadar ağır bir acı çektiğini gördüğünüz rakibiniz, maçı bırakıp gitmezse, o andan itibaren siz ona karşı nasıl oynayacağınızın ritmini kaybedersiniz. Sakatlığından istifade edip çok mu koşturacaksınız? Bu “erkekliğe” sığar mı? Maçı uzatıp bırakmasını mı bekleyeceksiniz? Bunlar gibi onlarca soru bilinçaltınızda fink atarken ritminizden uzaklaşmamanız mümkün değildir. Beklediğim de aynen gerçekleşti ardından: kendi servisini kaybetmeyen ve iki kez servis kıran Djokoviç seti 6-1, maçı 3-1 kazandı ve ilk defa Amerika Açık turnuvasını kazanmış oldu. Bu yıl 4 büyük Grand Slam turnuvasının üçünü böylece kazanmış oldu ve altın harflerle adını  tenis tarihine yazdırdı. Bu başarıyı egale eden 6 tenisçi var ama geçmişte Don Budge ve daha yeni zamanlarda Rod Laver aynı yıl “dört” büyük turnuvayı da kazanan tek isimler olarak zirvede duruyorlar…

Tenisin ne kadar zalim ve acımasız bir spor olduğunu anlamak için, bu turnuva yine derslerle doluydu. Bu günlerde “miladı doldu” zannıyla rafa kaldırılmak istenen Roger Federer, bu yıl yere göğe sığdırılamayan Djokoviç’e karşı son set 5-3, 40-15 de iki maç topu kazandı. O anda bir ace, bir winner servis veya rakibinin bir hatasıyla maçı alma şansı yüzde 90’dı. Djokoviç Tanrıların yardımıyla o puanları çevirdi, maçı aldı. Beceriyle, şansla, Allah yardımıyla, inançla… Federer o puanlardan birini alsa belki bugün şampiyon diye o alkışlanıyor olacaktı. O seviyede her şey işte o kadar ince kıl farklarıyla dönüyor. Demek ki şu gerçeği kabul etmemiz lazım: dünyada bu üç tenisçinin daha bize yaşatacakları çoook unutulmaz karşılaşma bizi bekliyor… Ama şu kesin: Djokoviç’in büyük çıkışı, Federer-Nadal’a karşı bu yıl kurduğu üstünlük, dünya tenisinin ve rekabetin seviyesini en az bir gömlek yukarı çekti. 

İNSANLIK ÖTESİ BİR FİNAL! / Bedri Baykam


Ömrümde sayısız tarihi tenis maçı izledim. 1969 da İstanbul’da, Güney Afrikalı Bob Hewitt’in dünyanın en iyi toprak kort oyuncularından Yugoslav Zeljko Franulovic’i 5 sette yendiği muhteşem maç, 1972’de Wimbledon finalinde, Stan Smith’in "maalesef" İlie Nastase’yi 5 sette yendiği maç, 1976’da Bjorn Borg’un Fransiz Jauffret’yi 5 sette yendiği maç, 1980-81’deki inanılmaz Borg - Mc Enroe maclari, veya son dönemlerin Federer- Nadal arasındaki sayısız Kritik maç, bu sene Roland Garros’ta Federer’in Djokovic’i  yendiği inanılmaz maç, tabii ki arada atladığım Agassi, Sampras ve diğerlerinin sayısız maçı da cabasi...
İste 40 yıldır en üst düzey dünya tenisini yerinde izleyen biri olarak konuşuyorum: Dünya tarihi, hiç bir zaman pazartesi gecesi izlediğimiz Djokovic- Nadal finali kadar inanılmaz seviyede bir maç yaşamadı. Bunun böyle olacağını hissetmiş biri olarak çevremde herkese bunu önceden söylemiştim. İzlemeyenlerden de rica ediyorum: ömründe hiç bir tenis maçı izlememiş olsanız dahi, lütfen gidin acil bir spor kanalında bu maçın tekrarını izleyin. Çünkü ömrünüzde bu seviyede bir spor müsabakası bir daha zor görürsünüz...
Djokovic in bu şimdiden efsanevi tenis maçını hangi skorla kazandığına baktığımızda bu dediklerimi anlayamayız. Çünkü 6-2, 6-4, 6-7, 6-1 lik skor sanki herhangi olağan bir maçı yansıtıyor. Halbuki yalnız 36 dakikada ulaşılan 3/2’lik skor ve oyun seviyesini bile görseniz, ne demek istediğimi anlardınız. Her iki sete, 2-0 önde başlayan Nadal, Djokovic’in " insanlık dışı" ritmiyle her iki seti de uzatamadan kaybetti. Ama skorda dramatik görünmeyen bu setlerde bile nasıl bir çekişme yaşandığını ancak seyredenler bilir. 
Kimi zaman 27-28 kere füze hızıyla gelip giden toplar, gerek açıları, gerek insanın aklını başından alan ritm ve strateji savaşları, gerek topların çalışılmışlığıyla, maçın her saniyesi tam bir aksiyon-macera-gerilim filminin kilit anları gibiydi. İnsan zekasının, refleks seviyesinin, gücünün ve dayanıklılık limitinin zorlanması vardı bu karşılaşmanın her anında…. Her iki raket de kimi zaman 18 dakika süren maraton oyunların içinde yüzerken, akıl almaz şiddette backhand  paralleler, dekruaze forehandler ve müthiş ayak hızlarıyla baş döndürdüler… Nadal bu robot intizamı ve sanatçı yaratıcılığını beraber eriten müthiş rakibi karşısında özellikle 3. sette Che için kullanılan deyimi ödünç alırsak “heroico guerillero” yani “kahraman gerilla” gibi ölesiye mücadele etti. 6-5 öndeyken maç için servis atan Djokoviç 2 puan yaklaşmasına rağmen bu oyunu alamadı ve tie-break te Nadal bu seti 7-6 almayı başardı. 4. setin hemen başında sırt ağrılarıyla kıvranan Sırp tenisçi sakatlık molası aldı yerlere yattı, iğne oldu, masaj oldu… İşte o anda ben tüm ibreler şansın döndüğünü gösterirken Nadal’ın bu durumda psikolojik olarak çok zorlanacağını ve ibrelerin “Djoko” ya döndüğünü twitter’da yazdım. Nedeni de şuydu: bu kadar ağır bir acı çektiğini gördüğünüz rakibiniz, maçı bırakıp gitmezse, o andan itibaren siz ona karşı nasıl oynayacağınızın ritmini kaybedersiniz. Sakatlığından istifade edip çok mu koşturacaksınız? Bu “erkekliğe” sığar mı? Maçı uzatıp bırakmasını mı bekleyeceksiniz? Bunlar gibi onlarca soru bilinçaltınızda fink atarken ritminizden uzaklaşmamanız mümkün değildir. Beklediğim de aynen gerçekleşti ardından: kendi servisini kaybetmeyen ve iki kez servis kıran Djokoviç seti 6-1, maçı 3-1 kazandı ve ilk defa Amerika Açık turnuvasını kazanmış oldu. Bu yıl 4 büyük Grand Slam turnuvasının üçünü böylece kazanmış oldu ve altın harflerle adını  tenis tarihine yazdırdı. Bu başarıyı egale eden 6 tenisçi var ama geçmişte Don Budge ve daha yeni zamanlarda Rod Laver aynı yıl “dört” büyük turnuvayı da kazanan tek isimler olarak zirvede duruyorlar…

Tenisin ne kadar zalim ve acımasız bir spor olduğunu anlamak için, bu turnuva yine derslerle doluydu. Bu günlerde “miladı doldu” zannıyla rafa kaldırılmak istenen Roger Federer, bu yıl yere göğe sığdırılamayan Djokoviç’e karşı son set 5-3, 40-15 de iki maç topu kazandı. O anda bir ace, bir winner servis veya rakibinin bir hatasıyla maçı alma şansı yüzde 90’dı. Djokoviç Tanrıların yardımıyla o puanları çevirdi, maçı aldı. Beceriyle, şansla, Allah yardımıyla, inançla… Federer o puanlardan birini alsa belki bugün şampiyon diye o alkışlanıyor olacaktı. O seviyede her şey işte o kadar ince kıl farklarıyla dönüyor. Demek ki şu gerçeği kabul etmemiz lazım: dünyada bu üç tenisçinin daha bize yaşatacakları çoook unutulmaz karşılaşma bizi bekliyor… Ama şu kesin: Djokoviç’in büyük çıkışı, Federer-Nadal’a karşı bu yıl kurduğu üstünlük, dünya tenisinin ve rekabetin seviyesini en az bir gömlek yukarı çekti. 

PARODİ DEMOKRASİSİ VE ANAYASA… / Bedri Baykam / 13 Eylul 2011 tarihli Cumhuriyet makalesi..



            Birkaç haftadır “Parodi Demokrasisi” olarak adlandırdığımız orta oyununun yurt içinde ve yurt dışında siyasete yansımalarını bugün ve yakın tarih üstünden gördük. İngilizce’de burada “Parodi demokrasisi” dediğimiz “evcilik oyununun siyasete uyarlanmış hali”nin adı Pseudo-democracies”.
            Türkiye’de artık fiili olarak siyasette güçler ayrılığı bitmiştir. Bir demokrasiyi işler kılan tüm güç odakları birer birer iktidarın açık veya” grimtrak” kontrolüne geçmiştir. Bu şekilde yürütme erki artık tamamen denetimsizdir ve AKP’ye karşı çıkan ender gazete ve TV’lerin ülke bütününde sembolik kalan muhalefetleri dışında, iktidara icraatı üzerinden hesap soracak mercii kalmamıştır
           Son haftalarda takılmış plak gibi gündemimizden düşürülmeyen “Yeni Anayasa” konusu, işi bitirilmiş medyanın elinde oyuncağa dönen bir konu halini almıştır. Türkiye’nin yaşadığı, “tek parti iktidarı”nın ötesinde “muhalefet etme imkanları sembolik değerlere indirgenmiş” siyasi ortamın şu anda tek ihtiyacı, hüküm süren parodiyi kitabına uyduracak Anayasal değişiklikleri oldu-bittiye getirerek tamamlamaktır. Yani kurumlar çökmüş, iş Anayasa’yı bu duruma adapte etmeye gelmiştir. Her ne kadar 12 Eylül Anayasası’nın 110 maddesi bugüne kadar değişmişse de, %58’le bu “ileri demokrasi” (!) modeline geçenler, birden yeniden durdurulamaz bir değişim arzusuna tutulmuşlardır. Aşırı hızla giderken ulaştıkları hiçbir zirve, artık onları tatmin etmiyor ve yasal ortamda karşılığını bulmuyor. Eh, ne de olsa tek parti hegemonyası ve demokrasi, kolay uzlaştırılır kutuplar değil!
             Aslında AKP’liler müsterih olsunlar. Yapmak istedikleri yeni büyük değişime bu sefer ciddi olarak muhalefet edecek odak da olmayabilir karşılarında. Açık konuşmak gerekirse, “Yeni CHP”  ülkede olup biteni hiç anlayamadı. Bildiğiniz gibi, Kılıçdaroğlu ve Gürsel tekin ikilisi, “aman AKP seçmenini ürkütmeyelim” gibi bir kabul edilemez tavırla, hem CHP’yi CHP yapan değerleri unuttular, hem de iktidarın çağdaş yaşama saldırılarını görmezden gelmeyi tercih ettiler. Beyoğlu müzisyenleri ya da restoranlarının veya sanatçıların CHP’yi arkalarında hissetmeleri mevzubahis değil. CHP bir bakıma 2. Cumhuriyetçi yazarların eleştirilerine muhatap olmamak için sanki AKP’lilerden daha AKP’ci oldu! Eminim AKP kurmayları aralarında toplanıp gülme krizine tutuluyorlardır! Gerçekten de “AKP’nin silahlarını elinden almak” adına, CHP laikliği, TSK’yı, çağdaş yaşam tarzlarını, sırayla savunmasız bıraktı, üstelik kurucusundan utanırcasına Atatürk’ü ağzına almaz oldu!
            Geçen gün Habertürk’te AKP’li vekil Ömer Çelik, Belkis Kılıçkaya’nın sorularını yanıtlıyordu. Tabii aralarındaki diyalog, kritik konumda bir siyasi ve donanımlı bir gazetecininkine benzemiyordu. Sanki AKP için reklam filmi çeken bir görevli, Çelik’e “çanak sorular” yöneltiyordu! Milli Takım'da Arda ve Burak bile bu kadar iyi paslaşmamıştı! Herhalde E. Toroğlu’nun geçenlerde “Türk futbolunun ruhunu çağırma” şovundan etkilendiler ve uzun uzun “12 Eylül ve Cumhuriyetçi Anayasaların ruhu” ile alay ettiler. 12 Eylül Anayasası’nın da “tek tip insan üretmeye çalıştığını” söyleyen bu bütünleşmiş stereo ikili, (herhalde örneğin AKP’ye oy veren kadınları “birbirinden çok farklı” olarak görüyorlar!) lafı hep dönüp dolaştırıp “kaldırılması teklif dahi edilemeyecek ilk dört madde”ye getirdiler. Aslında dikkatli bakarsak, bu ilk dört maddenin tamamen sahipsiz kaldığını görüyoruz. AKP’de özellikle Koşaner ve arkadaşlarının akıl almaz “mevzi terketme” gafından sonra bunun tabii ki farkında ve durumu atik bir hamleyle değerlendirmek istiyor. Nasıl olsa “yeni CHP” mahcup tavırlarıyla “laikliği savunan demode eski CHP” ile karıştırılmamak için fazla gürültü yapmaz. Kimseyi hayal kırıklığına uğratmak istemeyecek yeni Genelkurmay Başkanımız’ın fikir dahi beyan edeceğini sanmıyorum. Yargı, malum. AB, derhal destek alkışlarını sıklaştırır. Yani AKP müsterih olsun, büyük medya da bu “demokrasi parodisi”ni, “Parodi Demokrasisi”ni geliştirmek amacıyla sonuna kadar savunur! Yeter ki işler dönsün!
           Sonuç mu? “İleri demokrasi”, uzarrrr giderrrr, bizler de çenemizi yorduğumuzla kalırız! Anayasa taleplerinin tek hedefi, gardı düşmüş o ilk dört maddeyi yok sayarak sıfırdan “Yeni Osmanlı Cumhuriyeti”nin temelini atmaktır. Siz dua edin de, bırakın o maddelerin dokunulmazlığını, pek yakında “o maddeleri geçmişte hazırlayanları” da Silivri’ye yollamaya kalkmasınlar!! Ülkemiz 2011’de, pusulayı şaşırmış gemi gibi, belirsiz sularda yalpalaarr, gideeerrr…

PARODİ DEMOKRASİSİ VE ANAYASA… / Bedri Baykam / 13 Eylul 2011 tarihli Cumhuriyet makalesi..



            Birkaç haftadır “Parodi Demokrasisi” olarak adlandırdığımız orta oyununun yurt içinde ve yurt dışında siyasete yansımalarını bugün ve yakın tarih üstünden gördük. İngilizce’de burada “Parodi demokrasisi” dediğimiz “evcilik oyununun siyasete uyarlanmış hali”nin adı Pseudo-democracies”.
            Türkiye’de artık fiili olarak siyasette güçler ayrılığı bitmiştir. Bir demokrasiyi işler kılan tüm güç odakları birer birer iktidarın açık veya” grimtrak” kontrolüne geçmiştir. Bu şekilde yürütme erki artık tamamen denetimsizdir ve AKP’ye karşı çıkan ender gazete ve TV’lerin ülke bütününde sembolik kalan muhalefetleri dışında, iktidara icraatı üzerinden hesap soracak mercii kalmamıştır
           Son haftalarda takılmış plak gibi gündemimizden düşürülmeyen “Yeni Anayasa” konusu, işi bitirilmiş medyanın elinde oyuncağa dönen bir konu halini almıştır. Türkiye’nin yaşadığı, “tek parti iktidarı”nın ötesinde “muhalefet etme imkanları sembolik değerlere indirgenmiş” siyasi ortamın şu anda tek ihtiyacı, hüküm süren parodiyi kitabına uyduracak Anayasal değişiklikleri oldu-bittiye getirerek tamamlamaktır. Yani kurumlar çökmüş, iş Anayasa’yı bu duruma adapte etmeye gelmiştir. Her ne kadar 12 Eylül Anayasası’nın 110 maddesi bugüne kadar değişmişse de, %58’le bu “ileri demokrasi” (!) modeline geçenler, birden yeniden durdurulamaz bir değişim arzusuna tutulmuşlardır. Aşırı hızla giderken ulaştıkları hiçbir zirve, artık onları tatmin etmiyor ve yasal ortamda karşılığını bulmuyor. Eh, ne de olsa tek parti hegemonyası ve demokrasi, kolay uzlaştırılır kutuplar değil!
             Aslında AKP’liler müsterih olsunlar. Yapmak istedikleri yeni büyük değişime bu sefer ciddi olarak muhalefet edecek odak da olmayabilir karşılarında. Açık konuşmak gerekirse, “Yeni CHP”  ülkede olup biteni hiç anlayamadı. Bildiğiniz gibi, Kılıçdaroğlu ve Gürsel tekin ikilisi, “aman AKP seçmenini ürkütmeyelim” gibi bir kabul edilemez tavırla, hem CHP’yi CHP yapan değerleri unuttular, hem de iktidarın çağdaş yaşama saldırılarını görmezden gelmeyi tercih ettiler. Beyoğlu müzisyenleri ya da restoranlarının veya sanatçıların CHP’yi arkalarında hissetmeleri mevzubahis değil. CHP bir bakıma 2. Cumhuriyetçi yazarların eleştirilerine muhatap olmamak için sanki AKP’lilerden daha AKP’ci oldu! Eminim AKP kurmayları aralarında toplanıp gülme krizine tutuluyorlardır! Gerçekten de “AKP’nin silahlarını elinden almak” adına, CHP laikliği, TSK’yı, çağdaş yaşam tarzlarını, sırayla savunmasız bıraktı, üstelik kurucusundan utanırcasına Atatürk’ü ağzına almaz oldu!
            Geçen gün Habertürk’te AKP’li vekil Ömer Çelik, Belkis Kılıçkaya’nın sorularını yanıtlıyordu. Tabii aralarındaki diyalog, kritik konumda bir siyasi ve donanımlı bir gazetecininkine benzemiyordu. Sanki AKP için reklam filmi çeken bir görevli, Çelik’e “çanak sorular” yöneltiyordu! Milli Takım'da Arda ve Burak bile bu kadar iyi paslaşmamıştı! Herhalde E. Toroğlu’nun geçenlerde “Türk futbolunun ruhunu çağırma” şovundan etkilendiler ve uzun uzun “12 Eylül ve Cumhuriyetçi Anayasaların ruhu” ile alay ettiler. 12 Eylül Anayasası’nın da “tek tip insan üretmeye çalıştığını” söyleyen bu bütünleşmiş stereo ikili, (herhalde örneğin AKP’ye oy veren kadınları “birbirinden çok farklı” olarak görüyorlar!) lafı hep dönüp dolaştırıp “kaldırılması teklif dahi edilemeyecek ilk dört madde”ye getirdiler. Aslında dikkatli bakarsak, bu ilk dört maddenin tamamen sahipsiz kaldığını görüyoruz. AKP’de özellikle Koşaner ve arkadaşlarının akıl almaz “mevzi terketme” gafından sonra bunun tabii ki farkında ve durumu atik bir hamleyle değerlendirmek istiyor. Nasıl olsa “yeni CHP” mahcup tavırlarıyla “laikliği savunan demode eski CHP” ile karıştırılmamak için fazla gürültü yapmaz. Kimseyi hayal kırıklığına uğratmak istemeyecek yeni Genelkurmay Başkanımız’ın fikir dahi beyan edeceğini sanmıyorum. Yargı, malum. AB, derhal destek alkışlarını sıklaştırır. Yani AKP müsterih olsun, büyük medya da bu “demokrasi parodisi”ni, “Parodi Demokrasisi”ni geliştirmek amacıyla sonuna kadar savunur! Yeter ki işler dönsün!
           Sonuç mu? “İleri demokrasi”, uzarrrr giderrrr, bizler de çenemizi yorduğumuzla kalırız! Anayasa taleplerinin tek hedefi, gardı düşmüş o ilk dört maddeyi yok sayarak sıfırdan “Yeni Osmanlı Cumhuriyeti”nin temelini atmaktır. Siz dua edin de, bırakın o maddelerin dokunulmazlığını, pek yakında “o maddeleri geçmişte hazırlayanları” da Silivri’ye yollamaya kalkmasınlar!! Ülkemiz 2011’de, pusulayı şaşırmış gemi gibi, belirsiz sularda yalpalaarr, gideeerrr…