“Parodi demokrasisi”nin yurt içi ve yurt dışında nasıl yaşandığını üst üste ele aldık. Uzaktan kurumlarına bakıldığında demokrasiyi andıran, ancak işleyişte bir demokrasinin içinde bulunması gereken özgürlük, güven ortamı veya güçler ayrılığından eser olmayan bir “ucube”!
Peki böyle bir ülkede güç nasıl yaşanıyor? Bu sorunun yanıtı iç açıcı değil. “Parodi”yi yöneten parti lideri, üzerinde hiçbir denetim mekanizması kalmamış bir konumda, ülkeyi istediği gibi idare edebilir ve her türlü “Padişahvari” yetkiler kullanabilir. Yargı fiilen hükümetin atama yetkileriyle bağımsızlığını kaybettiği için çoğunlukla iktidarın görmeyi umduğu kararları alır, aynı nedenle üst yargı organları da alt mahkemelerin kararlarıyla ters düşmemekten mutluluk duyabilirler.
Mesela Özal’ın tek parti iktidarında, arada sürtüşmeler yaşadığı TSK’yı saymazsak, yargı, basın ve Cumhurbaşkanı, her an onun her kararına karşı çıkabilen ve veto edebilen, hatta veya dünyayı başına yıkabilen kurumlardı. 1980’nin demokrasi açısından 1961’e göre çok gerilemiş anayasasına rağmen, Anayasa Mahkemesi, Milli Güvenlik Kurulu veya basın, Başbakan’ın veya Bakanlar Kurulu’nun kararlarını veya “kanun hükmünde kararnamelerini” her an sorgulayabilen, reddedebilen veya ağır mizah konusu yapabilen, birbirinden çok farklı güç odaklarıydı. Tabii bir de tüm bunlara ANAP’a Erdal İnönü dışında, meclisi dar eden rahmetli Cüneyt Canver, Kamer Genç veya tabii Deniz Baykal gibi SHP siyasetçileri eklenirdi… SHP’nin o günlerde aldığı çeşitli eleştirilere rağmen “ANAP’a benzemeye çalışmak, tarikatları mazur göstermek, türbanı demokrasi olarak tanımlamak, Atatürkçü kitleleri yalnız bırakmak” gibi merakları yoktu. Yani “ANAP’ın oylarını alabilmek için, ANAP’tan daha ANAP’çı görünmeye” çalışmıyordu. Böyle bir ortamda Özal gibi bir aşırı güç meraklısı bile, umduğundan çok daha azını kullanabiliyor, sol yayınlar bir yana, Sabah gibi büyük patron gazetelerinde bile manşetlerden lime lime edilebiliyordu. Siyaset er meydanıydı, tüm baskılara rağmen gençler, kitle örgütleri, sanatçılar muhalefet görevlerini yerine getirmekten kaçınmıyorlardı. Özal da bunlara karşı elinden geleni ardına koymaz, gerek “Muzır yasası” gibi bir hukuki ucube veya tazminat davalarıyla hıncını muhaliflerden çıkarırdı.
Objektif herkesin bildiği gibi, demokrasiden uzaklaşma çabaları aslında siyasi literatürümüze Demokrat parti ile girdi. Menderes’in tek güç olma merakı, ülkeyi kaosa taşıdıktan sonra, “keşke mecbur edilmeseydi” dediğimiz süreçler başladı. 27 Mayıs Devrimi’ni yapan kadro, en iyi hukukçuları toplayıp şu talebi iletti: “Bu ülke kötü niyetli siyasilerden çok çekti. Bir daha bunların yaşanmaması için öyle bir Anayasa hazırlayın ki, kimse iktidar gücünü suiistimal edemesin”. İşte hala özgürlükçülüğü, demokratikliği ve mükemmeliyeti ile dillere destan 27 Mayıs Anayasası, bu şekilde yazılabildi. Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, Sıddık Sami Onar, Tarık Zafer Tunaya, Ragıp Sarıca, Naci Şensoy, Nail Kubalı ve İsmet Giritli hukuk hocaları olarak daha ilk sabahtan askeri Ankara’ya giderek çalışmaları başlatmışlardı. İşte 1961 Anayasası’nın getirdiği onca yenilik arasında özellikle Anayasa Mahkemesi, HSYK ve MGK, artık rejimin bir daha hiçbir zaman 1960 öncesi korkunç ortama dönmemesi için getirilmiş üç emniyet sübabıydı: Aynen vücudun lenf bezleri gibi, bu üç “güvenlik karakolu” sayesinde, her gerilimli sorun, gerek iktidarın rotası, gerek ülkenin sağlık durumu ve hukuki açıdan masaya yatırılıyor, yeni “darbe”lerin akla bile gelmemesi için yapılan tartışmalarla hayati kararlar alınabiliyor, krizlerinin önceden önlenebilmesi mümkün oluyordu.
Bugün bu “güvenlik” karakolları, amaçlarından uzaklaştıkları bir konuma geçirildiler. Muhalefet ve “sol duyulu” basın, 12 Eylül Referandumu’nun HSYK ve anayasa açısından nelere mal olacağını aylarca anlattılar ama dinlenilmediler. MGK’ya gelince, üst üste açılan davalarla fiili olarak felç edilen TSK, bir de “istifa” müessesesini en yanlış şekilde kullanıp mevzilerini terk edince, “stratejist” iktidar sahipleri, en zeki şekilde bu boşluğu YAŞ ve MGK da doldurdular ve “yeni oturma düzeni” adı altında bu kritik masalarda “tek hakim” oluverdiler. Zaten adedi arttırılmış sivil koltukların arasına şimdilik “karışık düzen” oturtulan kuvvet Komutanları, belki daha ileri safhalarda yalnız Genelkurmay Başkanı tarafından da temsil edilebilirler!
Zaten ülkede “darbe tehlikesi” de uzaktan yakından kalmadığına göre, bu “Yeni Düzen”in adını tarifine sığdırmaktan başka sorun ortada pek gözükmüyor! Tarif derken, “Parodi demokrasisi”ni tartışmıyorum! Daha geniş adlandırma yani “çocuğun adını koymak”tan söz ediyorum…
Sonuç mu? Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine!
Peki böyle bir ülkede güç nasıl yaşanıyor? Bu sorunun yanıtı iç açıcı değil. “Parodi”yi yöneten parti lideri, üzerinde hiçbir denetim mekanizması kalmamış bir konumda, ülkeyi istediği gibi idare edebilir ve her türlü “Padişahvari” yetkiler kullanabilir. Yargı fiilen hükümetin atama yetkileriyle bağımsızlığını kaybettiği için çoğunlukla iktidarın görmeyi umduğu kararları alır, aynı nedenle üst yargı organları da alt mahkemelerin kararlarıyla ters düşmemekten mutluluk duyabilirler.
Mesela Özal’ın tek parti iktidarında, arada sürtüşmeler yaşadığı TSK’yı saymazsak, yargı, basın ve Cumhurbaşkanı, her an onun her kararına karşı çıkabilen ve veto edebilen, hatta veya dünyayı başına yıkabilen kurumlardı. 1980’nin demokrasi açısından 1961’e göre çok gerilemiş anayasasına rağmen, Anayasa Mahkemesi, Milli Güvenlik Kurulu veya basın, Başbakan’ın veya Bakanlar Kurulu’nun kararlarını veya “kanun hükmünde kararnamelerini” her an sorgulayabilen, reddedebilen veya ağır mizah konusu yapabilen, birbirinden çok farklı güç odaklarıydı. Tabii bir de tüm bunlara ANAP’a Erdal İnönü dışında, meclisi dar eden rahmetli Cüneyt Canver, Kamer Genç veya tabii Deniz Baykal gibi SHP siyasetçileri eklenirdi… SHP’nin o günlerde aldığı çeşitli eleştirilere rağmen “ANAP’a benzemeye çalışmak, tarikatları mazur göstermek, türbanı demokrasi olarak tanımlamak, Atatürkçü kitleleri yalnız bırakmak” gibi merakları yoktu. Yani “ANAP’ın oylarını alabilmek için, ANAP’tan daha ANAP’çı görünmeye” çalışmıyordu. Böyle bir ortamda Özal gibi bir aşırı güç meraklısı bile, umduğundan çok daha azını kullanabiliyor, sol yayınlar bir yana, Sabah gibi büyük patron gazetelerinde bile manşetlerden lime lime edilebiliyordu. Siyaset er meydanıydı, tüm baskılara rağmen gençler, kitle örgütleri, sanatçılar muhalefet görevlerini yerine getirmekten kaçınmıyorlardı. Özal da bunlara karşı elinden geleni ardına koymaz, gerek “Muzır yasası” gibi bir hukuki ucube veya tazminat davalarıyla hıncını muhaliflerden çıkarırdı.
Objektif herkesin bildiği gibi, demokrasiden uzaklaşma çabaları aslında siyasi literatürümüze Demokrat parti ile girdi. Menderes’in tek güç olma merakı, ülkeyi kaosa taşıdıktan sonra, “keşke mecbur edilmeseydi” dediğimiz süreçler başladı. 27 Mayıs Devrimi’ni yapan kadro, en iyi hukukçuları toplayıp şu talebi iletti: “Bu ülke kötü niyetli siyasilerden çok çekti. Bir daha bunların yaşanmaması için öyle bir Anayasa hazırlayın ki, kimse iktidar gücünü suiistimal edemesin”. İşte hala özgürlükçülüğü, demokratikliği ve mükemmeliyeti ile dillere destan 27 Mayıs Anayasası, bu şekilde yazılabildi. Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, Sıddık Sami Onar, Tarık Zafer Tunaya, Ragıp Sarıca, Naci Şensoy, Nail Kubalı ve İsmet Giritli hukuk hocaları olarak daha ilk sabahtan askeri Ankara’ya giderek çalışmaları başlatmışlardı. İşte 1961 Anayasası’nın getirdiği onca yenilik arasında özellikle Anayasa Mahkemesi, HSYK ve MGK, artık rejimin bir daha hiçbir zaman 1960 öncesi korkunç ortama dönmemesi için getirilmiş üç emniyet sübabıydı: Aynen vücudun lenf bezleri gibi, bu üç “güvenlik karakolu” sayesinde, her gerilimli sorun, gerek iktidarın rotası, gerek ülkenin sağlık durumu ve hukuki açıdan masaya yatırılıyor, yeni “darbe”lerin akla bile gelmemesi için yapılan tartışmalarla hayati kararlar alınabiliyor, krizlerinin önceden önlenebilmesi mümkün oluyordu.
Bugün bu “güvenlik” karakolları, amaçlarından uzaklaştıkları bir konuma geçirildiler. Muhalefet ve “sol duyulu” basın, 12 Eylül Referandumu’nun HSYK ve anayasa açısından nelere mal olacağını aylarca anlattılar ama dinlenilmediler. MGK’ya gelince, üst üste açılan davalarla fiili olarak felç edilen TSK, bir de “istifa” müessesesini en yanlış şekilde kullanıp mevzilerini terk edince, “stratejist” iktidar sahipleri, en zeki şekilde bu boşluğu YAŞ ve MGK da doldurdular ve “yeni oturma düzeni” adı altında bu kritik masalarda “tek hakim” oluverdiler. Zaten adedi arttırılmış sivil koltukların arasına şimdilik “karışık düzen” oturtulan kuvvet Komutanları, belki daha ileri safhalarda yalnız Genelkurmay Başkanı tarafından da temsil edilebilirler!
Zaten ülkede “darbe tehlikesi” de uzaktan yakından kalmadığına göre, bu “Yeni Düzen”in adını tarifine sığdırmaktan başka sorun ortada pek gözükmüyor! Tarif derken, “Parodi demokrasisi”ni tartışmıyorum! Daha geniş adlandırma yani “çocuğun adını koymak”tan söz ediyorum…
Sonuç mu? Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.