Gazeteler aynı soruyu soruyorlar: “Hani komşularımızla sıfır sorun var diye övünüyorduk, şimdi tersine her gün savaş tamtamları çalan ülke olduk. Ne oldu?”. Sorunun yanıtı zor değil.
Hani kavga çıkarmaya karar vermiş bir adam girer bir kahveden içeri: “Bana omuz mu attın?”, “bana yan mı baktın?”. Yanıt da pek farketmez. Çünkü aynı kapıya çıkar. Hedef kavga başlatmaktır.
Bakıyoruz Suriye, Kıbrıs, İsrail, Libya, İran başta olmak üzere, herkesle aramız kötü! Ermenistan, Yunanistan, Irak da bizimle arası muhteşem olmayan ülkeler. Peki nedir bu ani değişimin gerekçesi? Yanıt şu: Türkiye sınırları artık Erdoğan’a dar geliyor. Burada her güç cebinde! Karşısına çıkan AKP ye benzemeye çalışan muhalefet partileriyle de tatmin edici bir kapışma yaşayamaz! Bu coğrafyada her şey ona kolay geldiğinden başka ufuklara açıldı. Bu sürekli güç ve zirve arayışı “derinlik sarhoşluğu” nun bir benzerini yaratıyor.. Artık ona bir “tarihi” sıfat lazım. “Kurtuluş Savaşı kahramanları Atatürk ve İnönü”, “Kıbrıs fatihi Ecevit”, “Falkland fatihi Demir Leydi Thatcher” gibi sıfatlara sahip değil Erdoğan. Hatta şöyle uzun uzun anlatılır bir “68 öğrenci liderliği” de yok! Yani o ünlü “van minüt” çıkışından başka eylemi hatırlanmıyor, ki o da sonsuza dek sizi taşıyamaz! Dolayısıyla hedef gerginlik kollayıp, bir yerlerin “Fatihi” olarak yerini sağlamlaştırmak. Sabah’tan duyuyoruz, Erdoğan vizyonunu Obama’ya “seçim için isterseniz gelip mitinginizde de konuşma yaparım” (!) diyecek kadar büyütmüş. Yani Arap dünyası da onu kesmiyor artık! Peki ben yanılıyor muyum? Mümkün, ama en azından Başbakan bu havayı yayıyor!
Aslında dış politikada Erdoğan’ın kafası çok karışık. Özellikle Orta-Doğu ve Arap dünyasında “arap saçına dönmüş” çıkar ilişkileri çalkalanıyor. Bir yandan Orta-Doğu’nun yeni bölgesel lideri olmak isteyeceksin, bir yandan 1 milyon Iraklıyı yok edecek Amerikan ordusuna toprağını açmak için Meclisten-başaramadan- izin istemiş olacaksın. Bir yandan İsrail’den ödülleri kabul edeceksin, bir yandan “Mavi Marmara” yı öne sürüp Peres’le olan atışmanı sıcak savaşa dönüştürmeye çalışacaksın. Bir yandan Beşir Esad’la maddi-manevi-ailevi, her konuda kol kola gireceksin, ardından rüzgar dönünce adamı bir kalemde harcayacaksın. Bir yandan İran’ın nükleer silah çabalarını destekleyeceksin, bir yandan da ABD ‘nin füze kalkan projesine “evet” deyip, bu sistemin radarlarının Türkiye’de konuşlandırılmasına izin vereceksin. NATO’nun raporuna kızacaksın, ama ona rest çekmeyip İsrail elçisine “git” diyeceksin. AB ye sözde girmeye çalışacaksın, ama Güney Kıbrıs’ ın Akdeniz aramalarına karşı hemen senaryoyu çalıştırıp arama ve savaş gemilerini denize salacaksın. Çelişkiler saymakla bitmez ama bu ortamda da pek fark etmez, hatta işe yarayabilir. Böylece kavgada “bu adam bana niye vurdu?” diye soru soran herkes bu tablodan kendine uygun yanıt çıkarabilir(!).
Diplomasi, işine geldiğinde “Biz diğer ülkelerin iç işlerine karışmayız” deyip, sonra o ülkenin liderine “Derhal halkın sesini dinle, görevi bırak” diye emirler yağdırmaktır. Tabii Arap dünyasını “laik” (!) bir demokrasiye doğru itmek kolay hedef değil: diktatörlerin baskısına isyan eden halklar, bu sözde “Arap Baharı” sonunda demokrasiye geçemezler. Olsa olsa ya Emperyalizmin kucağına teslim olurlar, ya şeriatçı bir baskı rejiminin, ya da yeni bir diktatörün boyunduruğuna girerler. Çünkü bu ülkeler 1923 veya 1960 devrimini yaşamamışlardır. Ne kadın-erkek eşitliği, ne laik bir hukuk anlayışı, ne yüksek bir eğitim, ne yerleşik bir bağımsız sivil toplum örgütleri görmüşlerdir! Herhalde Erdoğan içinden “ya, bu halklar da beni seviyor, şuraların yönetimi de bize bağlanamaz mı referandumla?” düşüncesini geçirmektedir.
Savaş merakı bir çok açıdan hayra alamet değil. Birincisi insan “hevesini almak” için ülkesini karanlık savaşlara taşımaz. Atatürk’ün fotoğrafları önünde ulusa seslenmek yetmez, “yurtta sulh, cihanda sulh” sözlerini uygulamak gerekir! İkincisi, savaşa mecbur kaldığınız bir kötü senaryoda da, hatırlarsınız ki savaş, Orduyla yapılır. İyi de TSK bugün psikolojik harekatla çökertilmiş ve özgüvenini kaybetmiş yaralı bir kurumdur. Bugün Türkiye tam tersine “savaştan uzak durmaya mecbur olduğunu” bilerek hareket etmelidir. Üçüncüsü de, dikkat etmek lazım, bir gün biri çıkıp sana der ki “bana demokrasi ve laiklik dersi vereceğine önce kendi ülkene bak”. Ama tabii bütün bunları rahatça çöpe de atabilirsin… Nasıl olsa MGK dahil her platformda bir kuş kadar özgürsen, kim tutar seni!
Hani kavga çıkarmaya karar vermiş bir adam girer bir kahveden içeri: “Bana omuz mu attın?”, “bana yan mı baktın?”. Yanıt da pek farketmez. Çünkü aynı kapıya çıkar. Hedef kavga başlatmaktır.
Bakıyoruz Suriye, Kıbrıs, İsrail, Libya, İran başta olmak üzere, herkesle aramız kötü! Ermenistan, Yunanistan, Irak da bizimle arası muhteşem olmayan ülkeler. Peki nedir bu ani değişimin gerekçesi? Yanıt şu: Türkiye sınırları artık Erdoğan’a dar geliyor. Burada her güç cebinde! Karşısına çıkan AKP ye benzemeye çalışan muhalefet partileriyle de tatmin edici bir kapışma yaşayamaz! Bu coğrafyada her şey ona kolay geldiğinden başka ufuklara açıldı. Bu sürekli güç ve zirve arayışı “derinlik sarhoşluğu” nun bir benzerini yaratıyor.. Artık ona bir “tarihi” sıfat lazım. “Kurtuluş Savaşı kahramanları Atatürk ve İnönü”, “Kıbrıs fatihi Ecevit”, “Falkland fatihi Demir Leydi Thatcher” gibi sıfatlara sahip değil Erdoğan. Hatta şöyle uzun uzun anlatılır bir “68 öğrenci liderliği” de yok! Yani o ünlü “van minüt” çıkışından başka eylemi hatırlanmıyor, ki o da sonsuza dek sizi taşıyamaz! Dolayısıyla hedef gerginlik kollayıp, bir yerlerin “Fatihi” olarak yerini sağlamlaştırmak. Sabah’tan duyuyoruz, Erdoğan vizyonunu Obama’ya “seçim için isterseniz gelip mitinginizde de konuşma yaparım” (!) diyecek kadar büyütmüş. Yani Arap dünyası da onu kesmiyor artık! Peki ben yanılıyor muyum? Mümkün, ama en azından Başbakan bu havayı yayıyor!
Aslında dış politikada Erdoğan’ın kafası çok karışık. Özellikle Orta-Doğu ve Arap dünyasında “arap saçına dönmüş” çıkar ilişkileri çalkalanıyor. Bir yandan Orta-Doğu’nun yeni bölgesel lideri olmak isteyeceksin, bir yandan 1 milyon Iraklıyı yok edecek Amerikan ordusuna toprağını açmak için Meclisten-başaramadan- izin istemiş olacaksın. Bir yandan İsrail’den ödülleri kabul edeceksin, bir yandan “Mavi Marmara” yı öne sürüp Peres’le olan atışmanı sıcak savaşa dönüştürmeye çalışacaksın. Bir yandan Beşir Esad’la maddi-manevi-ailevi, her konuda kol kola gireceksin, ardından rüzgar dönünce adamı bir kalemde harcayacaksın. Bir yandan İran’ın nükleer silah çabalarını destekleyeceksin, bir yandan da ABD ‘nin füze kalkan projesine “evet” deyip, bu sistemin radarlarının Türkiye’de konuşlandırılmasına izin vereceksin. NATO’nun raporuna kızacaksın, ama ona rest çekmeyip İsrail elçisine “git” diyeceksin. AB ye sözde girmeye çalışacaksın, ama Güney Kıbrıs’ ın Akdeniz aramalarına karşı hemen senaryoyu çalıştırıp arama ve savaş gemilerini denize salacaksın. Çelişkiler saymakla bitmez ama bu ortamda da pek fark etmez, hatta işe yarayabilir. Böylece kavgada “bu adam bana niye vurdu?” diye soru soran herkes bu tablodan kendine uygun yanıt çıkarabilir(!).
Diplomasi, işine geldiğinde “Biz diğer ülkelerin iç işlerine karışmayız” deyip, sonra o ülkenin liderine “Derhal halkın sesini dinle, görevi bırak” diye emirler yağdırmaktır. Tabii Arap dünyasını “laik” (!) bir demokrasiye doğru itmek kolay hedef değil: diktatörlerin baskısına isyan eden halklar, bu sözde “Arap Baharı” sonunda demokrasiye geçemezler. Olsa olsa ya Emperyalizmin kucağına teslim olurlar, ya şeriatçı bir baskı rejiminin, ya da yeni bir diktatörün boyunduruğuna girerler. Çünkü bu ülkeler 1923 veya 1960 devrimini yaşamamışlardır. Ne kadın-erkek eşitliği, ne laik bir hukuk anlayışı, ne yüksek bir eğitim, ne yerleşik bir bağımsız sivil toplum örgütleri görmüşlerdir! Herhalde Erdoğan içinden “ya, bu halklar da beni seviyor, şuraların yönetimi de bize bağlanamaz mı referandumla?” düşüncesini geçirmektedir.
Savaş merakı bir çok açıdan hayra alamet değil. Birincisi insan “hevesini almak” için ülkesini karanlık savaşlara taşımaz. Atatürk’ün fotoğrafları önünde ulusa seslenmek yetmez, “yurtta sulh, cihanda sulh” sözlerini uygulamak gerekir! İkincisi, savaşa mecbur kaldığınız bir kötü senaryoda da, hatırlarsınız ki savaş, Orduyla yapılır. İyi de TSK bugün psikolojik harekatla çökertilmiş ve özgüvenini kaybetmiş yaralı bir kurumdur. Bugün Türkiye tam tersine “savaştan uzak durmaya mecbur olduğunu” bilerek hareket etmelidir. Üçüncüsü de, dikkat etmek lazım, bir gün biri çıkıp sana der ki “bana demokrasi ve laiklik dersi vereceğine önce kendi ülkene bak”. Ama tabii bütün bunları rahatça çöpe de atabilirsin… Nasıl olsa MGK dahil her platformda bir kuş kadar özgürsen, kim tutar seni!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.