27 Mayıs 2014 Salı

ERDOĞAN KABUSU VE ERDOĞAN'IN KABUSU | BEDRİ BAYKAM | 27 Mayıs 2014 tarihli Cumhuriyet makalesi..



Yazımı kaleme almadan önce Twitter'da geziniyordum. Hani Başbakan'ın çok sevip bir türlü ağzından düşürmediği twitter-mwitter var ya... Ben Twitter'a gireli 5 yıl olmuş. İşte o Twitter’da, 171.731 takipçimden ne mesaj var diye bakarken ana sayfamda bir tweet gözüme ilişti. Yaşadığımız durumları tam özetleyen sade bir tweet. Hakan Demir kaleme almıştı:
"Başbakan 'ben diktatör olsam, meydanlara çıkamazdınız' demesiyle polisin bir vatandaşı başından vurması arasında geçen süre 2 dakika"... Evet Erdoğan'a göre bizlerin yani muhaliflerin sokağa çıkma veya ağzını açma hakkını kendilerinde bulmaları bile ona minnet duymamız için ciddi bir gerekçe!
        Erdoğan kendi kurduğu şiddet dünyasının sarmalına dolandı. Sürekli olarak derinlik sarhoşluğu gibi faşizmin de daha fazlasını istiyor. Ne ölen gençlerin sayısı, ne evlat acısıyla haykıran anneler, ne Soma'da ciğeri yanan aileler, ne gazete başlıkları, ne hoşgörü ve sukunet çağrıları, ne AB ikazları... Hiçbir şey onun, polisin ve hukuksuzluğun sillesini her gün yiyen halkıyla herhangi bir empati kurmasına izin vermiyor. Gözünü kin-kan-intikam (!) bulamışcasına her gün artan bir şiddetle muhaliflere saldırıyor. Okmeydanı’nda polis kurşunuyla ölenler o uzun listeye eklenen son acı halkalar. Erdoğan'a ise bunlar bile yetmiyor. O bildiğiniz gibi en çok
"polisin sabrına" şaşırıyor. Bir de ölülerimizin arkasından törenler yapmamıza! "Ne o öyle! Her ölünün arkasından? Ölmüştür, bitmiştir" cümlesi de o dev faturalar arasındaki tarihi yerini aldı. İnsan bu cümleleri ciddiye mi alsın, yoksa en iyisi "fesupanallah" diyip yok mu saysın, bir insanoğlunun ağzından böyle bir cümle çıkmış olabileceğini insanlığın şanı adına red mi etsin, kararsız kalıyor.. Hayat, bu kadar zalim senaryolarla gelişiyor 2014 Türkiyesi'nde.
          Unutmadan parantez olarak ekleyeyim: Türkiye'nin ebedi önderini ve onun özgürlük, laiklik ve demokrasi savaşını en muhteşem yurtsever vatandaşımız, aydınımız kadar analiz etmiş olan Amerikalı bir siyasi ve yazarın olağandışı bir konuşmasını dinledim Facebook’ta. Adı Sean Faircloth. Muhakkak izleyin derim, başka da bir şey demem. Tüylerim ürpererek o vurucu cümleleri dinlerken aklıma yurdumuzda yaşayan bir başka Amerikalı geldi: Jim Ryan. Yaşına rağmen her gençten daha dinamik ve atılgan bir Kemalist kimlik ve ruh var Ryan'ın içinde. Türk eşi Hüda Cereb ise beraber yaşadığımız dönemin içinde tam bir demokrasi cengaveri.
          Niçin mi bu yabancılardan söz ediyorum? Çünkü o kadar hak etmediğimiz şeyler yaşıyoruz ki, artık onlar da dayanamıyorlar koskoca Atatürk Cumhuriyeti’nin bu durumlara düşürülmesine. Ben de kendi kendime diyorum ki, bu uzak diyarların insanları bile uyanabildiyse, bir sabah vakti, bizim politikacılarımız niye harekete geçmesin? Mesela bu hafta CHP ve MHP Genel Başkanları, kurmayları bir araya gelseler, bu "Çatı Aday" konusunda bir açık sohbet yürütüp kelimenin tam anlamıyla sorumlu siyasetçiler ve hatta herşeyden önce yurttaşlar olarak üstlerine düşeni yapsalar, fena mı olur? Ben artık Sayın Kılıçdaroğlu'nun bu hamleyi yapmasını bekliyorum. Geçmişte de gaftan öteye gitmeyen tahminlerle suları bulandıranların aksine, ilk turda birleşme gerçekleşmezse, Erdoğan'ın direkt olarak kazanabileceğini düşünüyorum. Soruyorum: Hangi siyasetçi, gözü kararmış bir şekilde tüm sıfatları de facto taktiklerle cebe atmaya kalkacak böyle bir anti-demokratın önünü açmaya kalkabilir?
         CHP ve MHP başta olmak üzere, şu anda muhalefetin acilen bir araya gelmesi ve aklını başına alması kaçınılmaz bir vatani görevdir. Bu aşamada bazı partilerimizden duyulan "
Efendim bizim neyimiz eksik, biz de içimizden kendi adayımızı çıkaralım" sözleri, sahte yüreklendirme ve köklerine ihanetten başka bir şey değildir. Bu cümleleri siyasette -maalesef- her dediği çıkmış şanssız bir dostunuz, bir vatandaşınız olarak söylüyorum. Bu intihar kokan "yola ayrı çıkma" ihaneti yaşanırsa, yani şu günlerde Erdoğan'ın uykusunu kaçıran tek konu olan ortak aday girişimi rayına zamanında, testi kırılmadan oturtulamazsa, Erdoğan kampanya sürecinde Başbakanlığın hatta devletin tüm imkanlarını fütursuzca kullanarak aradan çeviklikle sıyrılacak ve ülkeyi resmen toptan zimmetine geçirecektir. Ama sorumlu demokratların ortak adayı saptanırsa, o zaman işler tersine dönecek, bu hamle "Erdoğan'ın kabusu" olarak gündeme yerleşecektir. Durum nettir: isteyen saf iddialarla bölünüp, Erdoğan kabusunu büyütebilir, isteyenler de zoru başarıp birleşerek Erdoğan'ın kabusu haline gelebilirler. Seçim sizin...

26 Mayıs 2014 Pazartesi

OCCUPYGEZI / FIRST ANNIVERSARY EXHIBITION - 28th of May‏





Come If You Dare!

#resistmyheart

 I AM SHARING YOU!

 May 28th -  July15th 2014

GEZİ’S FIRST ANNIVERSARY EXHIBITION


At the first anniversary of the Gezi protests, which started in İstanbul then spread all over the country in May-June 2013, UPSD (The Largest and International Association of Turkish Professional Artists tied to UNESCO/IAA) and Piramid Sanat (Independent Art Center) are hosting an exhibition about the unforgettable traces of that long month.



The collective show entitled “COME IF YOU DARE!” #resistmyheart I AM SHARING YOU will take place simultaneously in two galleries, UPSD Gallery in Maçka Demokrasi Parkı and Piramid Sanat in Taksim, including 53 artists.



The youngest one among those artists is 13 year old Deniz Yünem while the most “experienced” resistant is the 90 year old artist from Ankara Kayıhan Keskinok. Their common point is sharing the title of “çapulcu” (looter) used as an insult by the Prime minister against all resistants.



The aim of the exhibition is to bring to life the same excitement, common solidarity and belief of the Gezi period with feelings such as pain, relief, astonishment and disillusion, while also making people re-live all those hot days again.



The exhibition is curated by Bedri Baykam and Denizhan Özer (both artists as well) and

the project is coordinated by Öykü Eras.



Besides Baykam and Özer, the 184 page catalog will also comprise articles by Ataol Behramoğlu,

Emin Çetin Girgin, Orhan Aydın, Eyüp Muhçu, Nasuh Mahruki, Osman Erden and Ali Şimşek.



“COME IF YOU DARE!” #resistmyheart I AM SHARING YOU will be on until the 15th of July at the UPSD Gallery and Piramid Sanat.






Opening: Wednesday, May 28th 

UPSD Galeri | 5 – 7 pm

Piramid Sanat | 7 - 9.30 pm



UPSD Galeri

Maçka Demokrasi Parkı

www.upsd.org.tr | t. +90 (212) 2476283



Piramid Sanat

Feridiye Cad. No:23 - Taksim

www.piramidsanat.com | t. +90 (212) 2973121

For more details contact:

Öykü Eras

oyku.piramid@gmail.com | +90 (541) 7758135


LIST OF PARTICIPATING ARTISTS


Doğan Akbulut

Suat Akdemir

Muzaffer Akyol

Mustafa Albayrak

Işıl Arısoy Kaya

Selen Arslan

Şehmuz Atasever

Erdal Avcı

Ali Ayyıldız

Resul Aytemür

Bülent Bakan

Bedri Baykam

Deniz Beşer

Ezgi Bilgin

Ozan Bilginer

Melis Buyruk

Turan Büyükkahraman

Şahin Çetin

Eda Çığırlı

Safiye Mine Erdurak

Bahri Genç

Deniz Gökduman

Genco Gülan

Gülercan Hacıoğlu

Osman Nuri İyem

Murat Havan

Mustafa Horasan

Nesren Jake

Ali Raşid Karakılıç

Fazilet Kendirci

Kayıhan Keskinok

Ahmet Kiracı

Seydi Murat Koç

Komet

Temür Köran

Şükran Moral

Ekin Onat

Neriman Oyman

Mehmet Özenbaş

Denizhan Özer

Aslı Özok

Çetin Pireci

Deniz Pireci

Ceren Selmanpakoğlu

Doruk Seymen

Emine Şenses

Füruzan Şimşek

Deniz Yünem

Tuncay Takmaz

Alpay Tuğlu

Tansel Türkdoğan

Okan Ulusoy

Faruk Yiğen

22 Mayıs 2014 Perşembe

SIKIYORSA GEL! Gezi Direnisi sergisi | UPSD ve Piramid Sanat, 28 Mayıs, Carsamba




28 Mayıs - 15 Temmuz 2014

GEZİ’NİN 1.YILINDA SERGİ
Gezi’nin yıl dönümünde UPSD ve Piramid Sanat, Türk siyasi tarihinde silinmez anılara imza atan o muhteşem günlerin bıraktığı izler üzerine ortak bir sergi düzenliyor.
52 sanatçının katılacağı SIKIYORSA GEL! #direnkalbim SENİ PAYLAŞIYORUM isimli grup sergisi
28 Mayıs - 15 Temmuz tarihleri arasında
UPSD Galeri ve Piramid Sanat’ta izlenebilecek.
Sergiye katılan sanatçıların nüfuz cüzdanı en taze olanı 13 yaşındaki Deniz Yünem, en “deneyimlisi” ise 90 yaşını devirmiş olan Ankaralı sanatçı Kayıhan Keskinok. Her ikisinin ortak noktası direnişci birer genç çapulcu olmaları!
Gezi sürecinin gergin ama bir o kadar da heyecan ve kararlılık dolu günlerini tekrar yaşatmak isteyen serginin içinde acı, dayanışma, keyif, şaşkınlık, hayal kırıklığı ve bir o kadar da şahlanış yer alıyor.
Bedri Baykam ve Denizhan Özer’in küratörlüğünü üstlendiği serginin
proje koordinatörlüğünü de Öykü Eras yapıyor.
Kataloğunda Baykam ve Özer dışında Küçük İskender, Ataol Behramoğlu, Emin Çetin Girgin, Orhan Aydın,
Eyüp Muhçu, Nasuh Mahruki, Osman Erden ve Ali Şimşek de yazılarıyla yer alıyor.
SIKIYORSA GEL! #direnkalbim SENİ PAYLAŞIYORUM, 15 Temmuz’a kadar UPSD Galeri ve Piramid Sanat’ta izlenebilir.

Açılış: 28 Mayıs, Çarşamba
UPSD Galeri | 17.00 – 19.00
Piramid Sanat | 19.00 – 21.30
Detaylı bilgi için: Öykü Eras
oyku.piramid@gmail.com
+90 (541) 7758135
UPSD Galeri
Maçka Demokrasi Parkı
www.upsd.org.tr | t. +90 (212) 2476283
Piramid Sanat
Feridiye Cad. No:23 - Taksim
www.piramidsanat.com | t. +90 (212) 2973121

SERGİYE KATILAN SANATÇILAR
Doğan Akbulut, Suat Akdemir, Muzaffer Akyol, Mustafa Albayrak, Işıl Arısoy Kaya, Selen Arslan, Şehmuz Atasever, Erdal Avcı,
Ali Ayyıldız, Resul Aytemür, Bülent Bakan, Bedri Baykam, Deniz Beşer, Ezgi Bilgin, Ozan Bilginer, Melis Buyruk,
Turan Büyükkahraman, Şahin Çetin, Eda Çığırlı, Safiye Mine Erdurak, Bahri Genç, Deniz Gökduman, Genco Gülan,
Gülercan Hacıoğlu, Osman Nuri İyem, Murat Havan, Mustafa Horasan, Nesren Jake, Ali Raşid Karakılıç, Fazilet Kendirci,
Kayıhan Keskinok, Ahmet Kiracı, Seydi Murat Koç, Komet, Temür Köran, Şükran Moral, Ekin Onat, Neriman Oyman,
Mehmet Özenbaş, Denizhan Özer, Aslı Özok, Çetin Pireci, Deniz Pireci, Ceren Selmanpakoğlu, Doruk Seymen, Emine Şenses, Füruzan Şimşek, Deniz Yünem, Tuncay Takmaz, Alpay Tuğlu, Tansel Türkdoğan, Okan Ulusoy, Faruk Yiğen

20 Mayıs 2014 Salı

SOMA-TOMA-OHA! | Bedri Baykam | 20 Mayıs 2014 tarihli Cumhuriyet makalesi..


            Yaşanan facia, en azından elde edilebilen bilgiler ışığında artık herkes tarafından tüm zaaflarıyla biliniyor. "Elde edilebilen" diyoruz, çünkü AKP hükümetinin her zaman tercih ettiği bilgi blokajları, laf salataları, demagojik karşı suçlama ve "en iyi müdafaa taarruzdur" uygulamaları, tabii ki gerçekleri karartıyor. Ama buna rağmen yaşanan felaketin boyutlarını ve dehşet verici ihmalleri hemen herkes öğrendi. Üretim ve kâr oranlarını iki misline çıkarmaya çalışan, iktidarla iç içe ve işçilerine ilkel şartlarda hükmeden vahşi kapitalizmin karanlık yüzü bu vesileyle tekrar su yüzüne çıktı. Artık her birinizin çeşitli yöntemlerle edindiği bu malum bilgileri, yeniden önünüze getirmeyeyim!
          Ancak konunun diğer boyutunu ne kadar yazsak, ne kadar tekrarlasak fazla olmaz, hatta yetmez. Oğlunu, kardeşini, eşini, babasını, sevgilisini böylesine korkunç bir olayda kaybetmiş insanların acısına bile tahammül edemeyen, onlara dahi "protesto ettikleri için" aynen Fenerbahçe taraftarlarına, Gezi gençliğine ve ya tepkili işçilere uyguladığı faşist yöntemlerle gaz bombaları, Toma’lar, cop ve sille-tokat-tekme-dayakla saldıran bir hükümetin baskısı altındayız! Bu dünyada, böyle bir "ahval ve şerait"in ortasında yaşıyoruz! Emin olun tarihte herkese nasip olmaz! Böylesine zalim kararları bırakın uygulamayı, düşünebilen kaç "dünya lideri" vardır yeryüzünde! Bu bir doruktur! Tarihsel değerini bilelim ve not edelim...
           Bildiğiniz gibi, CHP Manisa Milletvekili Özgür Özel, faciadan 3 hafta önce Parlamento’da bekleyen araştırma önergesini kürsüde savunuyor ve Soma'da bekleyen tehlikeleri sıralıyor. Hükümetin tavrı alay, ilgisizlik ve tabii ki ret! Dünyada bu sorumsuz tavır ve takip eden felaketin ardından istifa etmeyecek hükümet bulamazsınız! Bildiğiniz gibi Japonya gibi onuruna düşkün, insana saygılı, sorumluluk duygusu tavan yapmış ülkeler bu senaryoyu yaşasalar, aynı gün özür diledikten sonra intihar ederler. Bizim hükümetimiz ise, kendisini suçlarıyla yüzleştirme cüretini gösterenlere karşı dişlerini bileyerek saldırıya geçebiliyor! Arkadaşlar, tekrarlıyorum: Bu bir doruktur! Tarih kayda almıştır. Soma'da işçilerin ve darp edilen ailelerin hakkını arayan avukatları gözaltına almakla yetinmeyen Erdoğan Hükümeti, üstüne onları "bir güzel dövüp kollarını kırmayı" gururla başarı hanesine yazabilmektedir! Yani RTE polisi, Gezi'nin ardından Soma'da da
 "destan yazmaya” devam etmektedir! Helal olsun ananızdan emdiğiniz "ak sütler", ne diyelim ki size başka? Halkın acısı ile "empati yapmayı" herhalde siz yanlış tercüme edip "alay etme" olarak anladınız! Çağdaş Hukukçular Derneği'ne de geçmiş olsun... Soma'da yaşananlara tepki koyan başta barolarımız olmak üzere tüm parti ve kurumlara da teşekkürler.
           İşte tam bu noktada kendi muhalif kesimlerimize bir eleştiri yapmak istiyorum: Dostlarım, nedir bu CHP kompleksiniz? CHP ciddi bir hata yaptığı zaman, başta ben olmak üzere herkes ana muhalefet partisini yerden yere vurabiliyor, değil mi? Peki, CHP alkışlanacak şekilde iş işten geçmeden, o günlerde medyatik güncelliği de olmayan Soma konusunda bu kadar tarihi bir çıkış yapmışken, muhalif kesimler, - "aman CHP'ye bundan bir alkış gelmesin" diye herhalde - neden bu hatırlatmalarda partinin adını ağızlarına almıyorlar? Hadi isimlerini yazıp ben zarar vermiş olmayayım: Neden bazı muhalif gazetelerimiz, bu konuyu haberleştirirken CHP adını kullanmıyorlar? Neden bazı sanatçı örgütleri, Soma konusunda bildiri yazarken CHP'ye bu konuda sansür uygulamayı akıllarına getirebiliyorlar? Neden bazı MHP'li vekiller aynı hataya düşüyorlar? Lütfen herkes aklını başına alsın ve bu gereksiz, anlamsız CHP kompleksini bıraksın. Bu muhalefetin yöntemi olamaz, yakışmıyor; somut konularda eleştiri hakkı varsa, hakkı teslim etme yiğitliği de olacaktır, olmalıdır!
           AKP yeni bir deyim kazandırdı Türkçemize: 
"Bir gün herkes biber gazını tadacaktır"... O zaman soruyorum değerli halkımıza: Sizlerin bu konularda tepki vermeniz, uygulanan şiddete dur demeniz için, illa o gazı, o copu, o kurşunu bizzat tatmanız mı gerekiyor? Hükümetin artık yalnız asker-polis karışımı bir şiddet politikası ile ayakta durduğunu hala göremiyor musunuz?
            Dün 19 Mayıs'tı. Büyük lider, güzel insan, ebedi genç, yürekli devrimci, sonsuza kadar her birimizin candan arkadaşı, mücadele yoldaşı Mustafa Kemal Atatürk'ü hasret ve sevgiyle andık. Bu vesileyle hatırlatırım ki, eleştirilerim devlete değil, bu hükümetedir! Bu devlet, Atatürk Cumhuriyeti, bizimdir, bizim kalacaktır, kimse şüphe duymasın!

13 Mayıs 2014 Salı

ABARTILI TAHAMMÜLSÜZLÜK VE YAKLAŞAN SEÇİM / Bedri Baykam / 13 Mayıs 2014 tarihli Cumhuriyet makalesi..


           Danıştay'ın yıldönümünde Türkiye Barolar Birliği Başkanı Prof. Metin Feyzioğlu ve RTE arasında yaşanan şaşırtıcı olay, gerilimin giderek yükselen dozunu kamuoyuna yeniden hatırlatıyor. Tüm güçlerin kendinde toplanmasını isteyen Başbakan, Çankaya seçimleri için çizdiği senaryoya göre kendi hazırladığı yasaları yine kendisinin onaylamasını mümkün kılacak, akıl almaz bir tek kişilik rejim ve alan özgürlüğü kullanmak istiyor. Dolayısıyla artık her gün bu emelle yatıp kalktığından, kendine biçtiği rolü uygun bulmayan herkese karşı neredeyse doğal bir düşmanlık taşıyor. Anladığım kadarıyla Feyzioğlu'nun da
"76 milyonu kucaklayacak bir Cumhurbaşkanı ve barış içinde geçecek bir seçim”den söz etmesi ve "adaylardan bazılarının da aramızda" olduğunu hatırlatması değindiği diğer konularla birleşince, Erdoğan'ın tahammülsüzlüğünün tavan yapması kaçınılmazdı. Konunun kendi açısından yanıt bekleyen tek detayı Parti'yi ve Başbakanlığı kime emanet edeceği olduğu için, "adaylar"dan bahsedilmesine bile dayanamıyor. Öte yandan Yargıtay eski Başkanı Sami Selçuk’un, “konuya Başbakan’ın tahammül etmesi gereğinden değil, saygı göstermesi mecburiyetinden yaklaşılmalı” sözleri de son derece doğru bir tespit.
     Feyzioğlu’nun kendisine verilen süreyi aşması da Başbakan için tam bir bahane oldu. Tabii ki Erdoğan'ın ana gerilim nedenlerinden biri, burada da bir aydır dillendirdiğimiz, CHP-MHP ortak aday olasılığı. Bu girişimin başlığı bile Erdoğan'ın uykularının kaçması için yeterli bir gerekçe. Muhalefet şayet bir araya gelip gerçekten tek adayda birleşirse oluşacak propaganda sahnelerini düşünebiliyor musunuz? CHPli’si, MHPli’si, İPli’si, ÖDPli’si, TKPli’si, DPli’si aynı anda kol kola o mitinglere katılabilecek! Bu sahnenin birleştirici güzelliğini hayal etmek bile rahatlatıyor insanı! İşte Erdoğan, Feyzioğlu'nun konuşmasının satır altlarında o sahneleri gördüğü için, toplantı salonunda kendini tutamadan patladı! Çünkü iktidardan düşmek veya zirveyi paylaşmak gibi bir seçeneği olmadığını biliyor. En sade ifadeyle, gözüne kestirdiği Çankaya koltuğunun başkalarınca ele geçirilebileceğinin dile getirilmesi kendisi için gerçek bir kabus olduğundan, o abartılı ve tarihimizde ilk kez yaşanan tepkiyi verdi.
             Hadi Erdoğan'ın gerekçeleri malum da, bir işaretiyle onu takip eden
"devlet büyükleri"ne ne demeli? Onların durumu bence RTE'ninkinden daha vahim. Günümüz Türkiyesi’nde fiili olarak tek adam rejiminin başladığının resmidir bu! Söyleyecek laf bulamıyorum. Hele Cumhurbaşkanı'nın kendisini takip etmesi, sözün gerçekten bittiği yer.
           Sonuç... Bahçeli'nin muhalif kamuoyundan yükselen büyük talebi görüp "Çatı Adaylık"tan söz etmesi,  çok büyük ve olumlu bir adım. Şimdi sıra CHP ve MHP milletvekillerinin, aralarında çatlak ses çıkarmadan bu özel ve farklı siyasi süreci mantık ve gönülleriyle hazmederek olaya sahip çıkmaları ve ortak adayın belirlenmesine katkıda bulunmaları. Tehlike... Her iki parti önce kendi adaylarını açıklarsa, o zaman ister istemez bazı inatlaşmalar ve gerilmeler yaşanabilir. Konu çok hassas. Geleneksel Türk siyaset sahnesinde çok farklı kutuplardan gelen iki siyasi oluşum bu ortamı birlikte kucaklarken, herkesin üstüne düşeni yapıp ülkenin geleceği için egosunu, inadını, hatta tüm parti çıkarlarını köşeye bırakıp dayanışmaya yakışanı yapması lazım.
İşte bunu yapabilirlerse, tarih yıllardır belki de ilk kez kritik bir ortamda halkın sağduyulu sesini dinleyen bu örnek siyasetçileri, altın harflerle defterine yazar. Bu beraberliğe burun kıvaran hiç kimsenin bunun ardından RTE'nin kurmak istediği "tek adam" rejiminden şikayet hakkı kalmaz!
          Bu arada konuya ivedi olarak destek vermesi gereken aktif ama oy oranı küçük diğer siyasi partilere de bir çift sözüm olacak. Lütfen en azından şu süreçte artık
"CHP'ye hangi konularda yüklenebiliriz?" arayışından bir çıkın. Eleştiriniz varsa da yapıcı olsun. Aksi halde bizi bekleyen kabuslarla dolu Ağustos ayından sorumlu olursunuz. Ne CHP'yi, ne de "Çatı"nın ortak aday arayışını yıpratın.
           Dünyada bu olağandışı koalisyonların demokrasi düşmanlarını alt etmeyi başardığı, umut veren birçok örnek var. Burada adı geçen ortak potansiyel adayları beğenmeme hastalığından muzdarip olacakların odaklanmaları gereken tek nokta var: Çankaya'da içlerine sinmeyen bir “Çatı Adayı” mı otursun, yoksa artık her sıfatı cebine koyacak olan bugünkü Başbakan mı? Bu soruya yanıt aradıklarında görecekler ki, çok yoğun sandıkları tereddütlerinden eser kalmayacak!

10 Mayıs 2014 Cumartesi

"DÖRT DÖRTLÜK" FİNAL. | BEDRİ BAYKAM

Kaç hayal kırıkılığından geçti bu taraftar son yıllarda! Denizli faciasından önce Bağdat caddesini süsleyenler, Trabzon son maç rezaletinde son dakikada kendini şampiyon sanmalar, Galatasaray'la "3Temmuz finali"nde 0-0 kilitlenen maç ve yaşanan tarifsiz üzüntü... İşte şimdi nihayet bu yılın müthiş performansıyla sarı lacivertliler gönül rahatlığıyla süslemişlerdi stadı! Seyirci uzun zamandır ilk defa maça kafası rahat gelmiş, marşlarla şarkılarla futbolcuları bağrına basacaktı! Galiba son Istanbul Şampiyonluk kutlaması, Hooijdonklu Fenerbahçe'yle gelmişti, onda da son maçta takımın mağlubiyeti beklenmedik bir stres getirmişti. Dün herşey ama herşey, farklıydı artık! Mesela bu yılın rekabet imajlarından "duran adam pozunu Fenerliler maçtan önce santrada verirken, "son duran iyi güler" der gibiydiler! 
İşte tüm bunlardan sonra Fenerbahçe böylesine rahat çıktığı maçta, oyuna da en başından itibaren hakim olmuş, seyirciye bir de sezonun en keyifli anlarını yaşatıyordu...' Yani artık konu "süslesek mi süslemesek mi" teredütlerini aşmış, sıra doya doya yılın gerginliklerini atmaya gelmişti. Herşey neredeyse kusursuz mükemmel olacaktı bir de sanki ceza aranır gibi o malum anlamsız küfürler edilmese... 
Bu güzelim oyunda takım oyunu da vardı, kişsel şovlar da... Çalım da vardı, falsolu top yarışları da... Elbette goller de gelmeliydi günün hediye paketleri olarak! Üst üste pozisyonlarla beraber onlar da gecikmeden geldi zaten! İlk ikisinde girmemeye inat etmiş görünen topu ikna eden isimler Sow ve Meireles'ti. Sow illa röveşatayla fileleri bulacağım diye kendi kendisiyle iddiaya girmese, hat-trick'e bile gidebilirdi. Üçüncü golde onun ortasında, Emre bir voleyi lopa dönüştürerek gecenin neşesinin noter tescilini yaptı.
İkinci yarıda seyircinin derdi sırayla yılın kahramanlarına sevgi seli taşımaktı... Tüm oyuncular, Ersun Yanal ve Başkan sırayla aldılar nasiplerini bu büyük taraftardan... Maç güya hala oynanıyordu ama alemin aklı başka yerlerdeydi. Şampiyon 2-3 gol daha atabilirdi belki ama futbol Tanrıları "bir gol yeter bu yarıda" dediler herhalde ki onca kaçan pozisyondan sonra Webo'nun şok kafası maça dördüncü noktayı koydu.
Maçtan sonra sahanın ortasında bu sefer "erkekli-kızlı" (!) taraftarıyla çoşan sarı lacivertliler, "Mazinde bir tarih yatar.." marşını konfetiler eşliğinde başka bir gururla söylediler... Kanarya bu sezon her zerresiyle herkesin takdirini hak ederek şampiyonluğa kavuştu... Helal sana kanarya!

6 Mayıs 2014 Salı

PİRAMİD SANAT'TA PANEL: “Müzayede Krizi” Konuşmalar dökümü‏

PİRAMİD SANAT'TA PANEL: “Müzayede Krizi” Cumartesi, 03.05.2014 
UPSD BAŞKANI BEDRİ BAYKAM:
"BU SORUN ÇÖZÜLECEK YA DA ÇÖZÜLECEK" 

Katılımcılardan Balkan Naci İslimyeli: "Bu 'açık eksiltme' kurumlarının 'başaktör" konumunda olmalarını kabul etmiyoruz" 

UPSD ve SGD’nin 10 Nisan 2014 tarihinde yayınladığı ortak bildiri üzerine düzenlenen “Müzayedeler Krizi” başlıklı panel, Bedri Baykam (UPSD Başkanı) moderatörlüğünde ve Doğan Paksoy (SGD Başkanı) Ahmet Utku (Maçka Mezat), Nur Gülener (Mine Galeri), Av. Pınar Sönmez, Av. Hatice Doğan, Balkan Naci İslimyeli ve Ali Şimşek’in katılımıyla geniş bir izleyici kitlesi önünde Piramid Sanat’ta gerçekleşti. Panelde sanatçılarla birlikte eleştirmenler, müzayedeciler ve galericiler konuya dair görüşlerini paylaştı. Konu ayrıca uzman hukukçuların perspektifinden de değerlendirildi. Kimi katılımcılar sorunun hukuki platforma taşınması görüşündeyken, bazıları ise hukuki sürece gerek kalmadan tarafların mutabakatı üzerinde durdu. Panele ayrıca dinleyici ve destekçi olarak katılanlar arasında Prof. Adnan Çoker, Prof. Tülin Onat, Prof. Zahit Büyükişleyen, Ressamlar Mustafa Ata, Ekrem Kahraman, Onay Akbaş, Muzaffer Akyol, Mustafa Altıntaş, Barış Sarıbaş, UPSD yönetim kurulundan Bahri Genç, Tijen Şikar, Nebahat Karyağdı, Ekin Onat, Turan Büyükkahraman, Murat Havan, bir çok galerici, eleştirmenler Mahmut Nüvit, Yalçın Sadak, Denizhan Özer, Serkan Azeri gibi sanat dünyasından yoğun bir kalabalık izledi. Açılış konuşmasını yapan Bedri Baykam sözlerine “Bizim hedefimiz kavga yaratmak değil, aksine sorunu ortaya koyup çözümü oluşturabilmek için buradayız” diyerek başladı ve devam etti:
“Eser satıldıktan sonra el değiştirmesi esnasında oluşan sorunlar kısmında müzayede olayı devreye giriyor. Eser satılırken daha fazla para umuduyla müzayedeye veriliyor ancak tam tersine neredeyse olabilecek en alt değere alıcı buluyor. Değeri 10 olan eser, değeri 1’e 2 indirilerek satışa konuyor. Etrafta bu müzayede katalogları gezerken, orada iki buçuk yazıyorsa o eser 15.000’e de çıksa, o ressam iki buçukluk ressam oluyor. Kataloglardaki bu fiyatları koleksiyoner de gelip “Beni kazıklıyor musunuz” diyor! Siz 1000 tane resmi gerçek fiyatından satın, katalogta bir kere 2’ye çıktı mı tüm değerler sanki çöp oluyor. Kimi müzayedecilerin hiçbir etik tanımayan tavırları nedeniyle bir çok koleksiyoner dolandırıldığını bile sanabiliyor! Bunun tersi de geçerli: 10 TL’lik resim müzayede kapışmasında 50TL’ye satılınca da o ressamın değeri artık o fiyatlara yükselmiyor, sadece bir çekişmede 50 TL‘ye satılmış oluyor. Bu değerin ne 3 saniyede 500’e çıkması sağlıklı, ne de kitaplarda veya 15 saniye müzayedelere çıkarıldığında 2 TL gösterilmesi. Genç sanatçılar daha kişisel sergi bile açmadan müzayedecilerle anlaşıyor, zorla bu spekülasyonun ayağı olmak üzere bu oyuna dahil ediliyor. Oluşan tüm bu olaylar sonucunda da gerçek koleksiyonerliğin karşısında, müzayede koleksiyonerliği ortaya çıkmış oldu.
Bir sanatçının ömrünü verdiği resim o ortamda 20 saniyede satılamadıysa bu kesinlikle onu ve ressamını değersiz yapmaz. Gerçekle ilgisi olmayan bu fiyatları ortaya atmadan önce, müzayedeciler o eserin sanatçısı ve galericisine danışmaya mecburlar. Fiyatların bu derece kullanılmasıyla ve takınılan bu negatif tavırla birlikte bir de maalesef son zamanlarda kimi ünlü koleksiyonerler hakkında maalesef "Artık Türk resminden vazgeçmişler, yalnız yabancı sanat alıyorlarmış" gibi laflar yayıldı. Ne yazık ki bunlar doğru iddialar! Bu sefer de toplumda "Demek inandığımız şu şu ressamın değeri düşmüş, bunları en iyisi satalım” algısı oluşup dedikoduyla yayılıyor! Aslında bu koleksiyonerlerin tavrı bindikleri dalı kesmek! Bir alman koleksiyoner ben alman resminden vazgeçtim der mi? Demek ki bazı koleksiyonerlerin tavırları cahilce ve tehlikeli ülke sanatı için!
Batıdaki gibi sanat vakıfları, köklü müzeler, büyük koleksiyoner aileler gibi strüktürler yok. Dolayısıyla çağdaş sanata güven yok. Bu güvensizlik koleksiyonerler arasında konuşuldukça da kötü sonuçlar oluşuyor. Gerçek bilinçli koleksiyonerler oluşamıyor.
Fransa’da bu işi resmi olarak yapanlar "commisaire priseur"lerdir. Sanat tarihi ve sanat hukuku okuyarak iki ayrı Üniversite bitirirler. 3 kere devlet sınavını geçemezlerse bir daha o işi yapamazlar. Ancak Türkiye’de böyle bir şey yok. Bir bankacı birden "bu işi yapıyorum" diye ortaya çıkıp “Tülin Hanım senin fiyatın 10 değil 2'dir” demek küstahlığını gösterebiliyor. Müzayedeciler "Ben sürümden kazanmak istiyorum, alıcıları cezbetmek istiyorum. Bir de ayrıca şu eser 1 milyon TL’ye satıldı manşetleriyle spekülasyonlar uçurmak istiyorum" mantığıyla davranıyorlar. Müze ve otorite eksikliğinden, kendi özgüveni üzerine koleksiyonunu inşa etmeyen koleksiyonerler, Türk sanatını hiçbir yere doğru kendileri taşıyamaz hale geliyor. Biz "Müzayede olmasın demiyoruz. 10 TL’lik resmi 6 TL’den başlatabilir ancak 2 TL’den başlattığında çocuk ölü doğuyor. Özgüveni olmayan koleksiyoner de “Biz bunu değerli biliyorduk, meğer değilmiş” deyip hiç almıyor. Böylece piyasada huzursuzluk, rahatsızlık ve kriz ortamı oluşuyor. Müzayedeciler kafalarından işporta veya eskiciusulü fiyat sallayamazlar. Eser sahibine danışmaya mecburlar!
Özetle biz burada birbirimizi anlayıp, sorunun çözülmesini istiyoruz. Daha önce UPSD olarak 2005 ve 2008’de bu konuyu gündeme getirdik. Gittik, konuştuk, "sanatçıyı, piyasayı krize sokmayın" diye uzun uzun anlattık. Bu belki 6 ay uygulanabildi. Ancak 1 yıl sonra yine aynı oldu. Biz bu sefer vur kaç yapmayacağız. Olayın peşini bırakmıyoruz”
Baykam’dan sonra sözü alan Sanat Galericiler Derneği Başkanı Doğan Paksoy ise isteklerinin sadece sanatçı ve galericilere saygı duyulması olduğunu vurgulayarak “Burada sadece müzayedeleri yargılamamalıyız. Bazı sanatçı ve galericileri de yargılamalıyız onlarla yaptıkları işbirliğinden dolayı” vurgusunda bulundu. Paksoy, kavganın değil çözümün yararını vurguladı ve bazı müzayedelerin sanatçılara siparişle resim yaptırdığı bilgisini ekledi. Her isteyenin müzayede evi, galeri açmaması gerektiğini, bunun derneklerden izin alınarak yapılması gerektiği öenrisinde bulundu.
Sonrasında söz alan Maçka Mezat’ın sahibi müzayedeci Ahmet Utku yaptığı konuşmada müzayedelerle ilgili iki sorun olduğundan bahsetti: “Birincisi, katalogta yer alan fiyatlar. İkincisi ise bir sanatçının 20 adet eserinin tek bir müzayede de sunulması.
Burada herkesin bu olumsuzluklardan dolayı kusuru ve özrü var. Müzayedeler bir neticedir. Benim de çok ayıpladığım, kendimi kınadığım oldu. Ama asıl mesele o müzayedeye eseri veren kişide yani sanatçı veya galericide. İstediğimiz kadar müzayedelere kızabiliriz ancak suçlayamayız, onlar da görevini yapıyorlar. Etik olarak şöyle yapılabilir: katalogta fiyat, değer konmamalı denebilir. Veya esas danışılan bedel yazılabilir. sonra kaçtan satılırsa satılır. Yalnız bu söylediklerim benim düşüncem. Mesela Adnan Hoca’nın 100 bin TL’lik resmi 10 TL’ye satılırsa çok rahatsız olurum. Bu duruma çözüm olarak şunu sunabilirim: ya hiç fiyat koymadan çıkarın ya da galeriden veya kendisinden fiyatı öğrenin anlaşarak satın”
Konuklar arasında bulunan galerici Çağla Cabaoğlu’nun “danışma kurulunuz var mı işleri seçerken be fiyatlandırırken danıştığınız sizin dışınızda biri var mı?” sorusu üzerine müzayedeciAhmet Utku: “Kimsenin de yok, bizim de yok. Dediğim gibi, galerinin istediği fiyatı koyup daha yükseğe satabilirsiniz. Çok fazla eser konulmasına karşıyım. Burada biraz nezaket gerekli. Bu resmi veren kişiyle de konuşup, her sanatçıdan maksimum 4 tane eser konulması gibi bir çare de bulunabilir. Bu temin edilebilir eğer galeriler iyi münasebette olursa. Galericilik de bazı mesuliyetleri gerektirir. Özeleştiri yapın. Herkes aklına gelen fiyatı koymamalı. Sanatçı da kendisini ona göre yönlendirip, üretmeli. Bu noktada alıcı da önemli. Üretim çok ancak karşıda alıcı yok. Çok dip bir piyasa var. Üç tür alıcı var. 1. Gerçek koleksiyonerler: az sayıdalar ama kendini geliştiren koleksiyonerler. 2. Modaya uyan koleksiyonerler. 3. İnşaatçı, tekstilci, banker yatırımcılar var. Bu yatırımcılar sanatçı atölyesine de gidip toptan alım yapan yatırımcılar. Yani ticaretini yapan alıcılar. Müzayedeciler de yaşam savaşı veriyor. Bu eseri asıl oraya götürüp verenlerde kabahat. Bir kaos oluşmadan halledilmeli. Sizin derneğiniz var bizim öyle bir şeyimiz yok.
Müzayedelerde bir sanatçının 20 tane eseri olamaz. Siz hiç bir müzayedede 10 tane Picasso gördünüz mü? Ben görmedim, bu olmamalı.” Demesi üzerine Baykam zaten böyle bu uygulamaların galericiliğin alanı olduğunu vurguladı ve sözlerine şu şekilde devam etti: ”Koleksiyonerler ilginç insanlar. Her koleksiyonerin psikolojisi şu: “ben en zekiyim, en uyanığım, bana en iyi fiyatı vereceksin ve merak etme bu durum aramızda kalacak.” Sonra galeriden çıkınca hemen kendi aralarında “sen 8’e aldın ya ben 6’ya aldım” diyorlar. Dedikodu çerçevesine giriyor. Ardından da müzayede furyasında en ucuza alanın dedikodusu baskın çıkıyor!"
Sanat hukukçusu Pınar Sönmez ise Baykam’ın bu yorumuna varolan kanunlar çerçevesinde yaklaşarak: “Bu konuda bizim bir kanunumuz var Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu. Ancak jargon bilinmediğinden yanlış anlaşılmalar üzerine kurulu. Ne zaman dili doğru kullanırsak doğru bir adım atmış oluruz. Bütün bu ilişkilerin "hakkaniyete" uygun olması gerekiyor. Yaptığınız her etiğe aykırı davranış medeniyete aykırıdır. Ticaretin kuralı da öncelik makul olmaktır.
Öte yandan maddi ve manevi haklar da var. Manevi haklar üzerinden gittiğimizde saygı, nezaket ve zarafet gereklidir. Aslında bu alan anlaşmaya, uzlaşmaya en meyilli alandır. Çünkü, karşı tarafın bilgiye ihtiyacı var. Her zaman bilgi güçtür, güç bilgidir.
Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu’nda madde 17’de "eser sahibi, esere ulaşabilir" diyor. Bu sizin hakkınız. Görmek istiyorsanız ya da fotoğrafını çekmek istiyorsanız bu sizin hakkınız.
Hukuk sizin taleplerinizle her gün değişir. Bugün yanlış olduğunu düşündüğünüz bir konunun mevzuatla değil sizin sözleşmenizle değiştirilip, düzeltilebilir. Öncelikle kendinizi korumalısınız. Her biriniz bir şirket gibi kendi kendinizi yönetmelisiniz. Özel mevzuat uygulamayla, tutumla olur. Müzayedeler için de bu durum sözleşmeyle olur. Görüşün, sözleşme yapın, anlaşmaya varın. Sanat sektörü niyete dayalı, ucu açık bir sektör. Eğer bir dava açılırsa aynı şeyi dile getirin ‘teamül’.”
Konuklar arasında bulunan sanatçı Zahit Büyükişleyen’in “Müzayedelerde katalog yapılıyor. Katalogta haberim olmadan benim resmimin fotosunu koyuyorlar. Bu da suç değil mi?” sorusu üzerine Sönmez, eser satışında mali hakların devredildiğini ama manevi hakların sanatçıya ait olduğunu belirtti ve izin alınması gerektiğini belirtti.
UPSD avukatı Hatice Doğan ise Sönmez bu cevabına karşılık: “Eserin kataloğa basılması konusuna Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu’nda izin verilmiş. Ayrı bir izine gerek yok. “Sanatçının umuma arz etme hakkı” bilgisini ekledi.
Konuşmacılar arasında bulunan sanatçı Balkan Naci İslimyeli, oldukça sert bir çıkış yaparak: “Konuşmalardan anladığım kadarıyla genel bir kabul var. Müzayedelerin baş aktör olması kabul edilmiş. Ben bunu kabul etmiyorum. Müzayede ender, seçkin sanatçıların, ürünlerin seyrek aralıklarla sırf o yapıtın şanına uygun olabilmesi için yapılan şeylerdir. Bizdeki gibi yılda 30 müzayede gördünüz mü? Ya da bir müzayede de bir sanatçının eserinin değeri 100 ken diğerinde 30'a düşen bir müzayede ciddi olabilir mi?
Sanatçı bugün bir esir pazarında sergilenen köleler konumunda. Sanat eseri borsa kağıdı, müzayedeler bit pazarı konumunda ve ‘açık eksiltme’ kurumları gibi! Sanatçının değerini oluşturan veriler, müzayedeler, satış rakamları değil, sanatçının 40 yıl içinde yavaş yavaş oluşan kendi retrospektif portfolyosudur. 40 yıla karşılık 2 dakika koyamazsınız. Dünyanın hiçbir yerinde bu kadar susan sanatçı görülmemiştir. Bizim bunu sonuna kadar götürmemiz lazım.” sözlerini sarf etti ve sisteme dair eleştirileriyle konuşmasına devam etti: “Hem ticari değerlerden, hem ahlaktan dışa savuran sistem içindeyiz. Buna topluca dur demeden, hukuki yönlerini konuşmamız lazım. Çünkü biz bu duruma hazırlıksız yakalandık, galeriler tam oturmamışken, sanatçılar kendini bulamamışken birdenbire hazırlıksız yakalandık ve istismar edilip sömürülüyoruz.
Ben gençlere üzülüyorum. Sonra onlar bir kenara atılan sanatçılar olacaklar.
Dünyanın hiçbir yerinde görülmemiş bir skandal yaşıyoruz. İşlerin süreç içinde yok edildiği bir ortam oldu. Sanatçıyı, küratörü, galericiyi tekrar kendi sahalarına dönmeye ve orada çalışmaya davet ediyorum.”
Konuşmacı Nur Gülener de galerici olarak mağdur olduklarını belirterek: “Bundan önceki 20 yıl içerisinde müzayedeleri arar fikir alışverişi yapardık. Bu sanatçının piyasa varlığını, sanatçının değerini, müzayede de ne şekilde kullanılabilir diye sorarlardı. Fakat son 10 yılda bu tarifi mümkün olmayan duruma döndü. İki yönlü kayba uğruyoruz. Sanatçıyı temsil ediyoruz. Kendi bilgilerimizi, tecrübelerimizi koyarak galeriye asıyoruz. Ancak bir müzayedede aynı sanatçının bir eseri daha az fiyata çıkıyor ve zarara uğruyoruz. Birincisi zarara uğruyorum diğer açıdan da o sanatçıyı daha önce sattığım koleksiyonere karşı mahcup oluyorum. Koleksiyoner hiçbir zaman bu resmin değeri 10 bin lira ama ben bunu 15 bine almak istiyorum demez. Aksine 5 bin liraya almaya çalışır. Koleksiyoneri kınamayalım Baykam’ın dediği gibi gerçek koleksiyoner var, sanatı paraya çeviren var. Herkes hep ucuza almaya bakar. Ancak müzayedede o fiyatı görünce hemen size arar. İlk tokatı galerici yer.”
Eleştirmen Ali Şimşek eskiden müzayede denince aklımıza gelenin ya antika ya da Retro olduğunu hatırlatırken güncel sanatın ve oluşan yeni koleksiyonerlerin üzerine bir konuşma yaptı: “Şimdi güncel sanatın egemenliğiyle contemporary art hakimiyet kurmaya başladı. Yeni koleksiyonerlere yüklenmiş galeri yapıları kriz yaşamaya başladı. Tüm dünyada galeriler kitsch stratejilere sahip. Müzayedelerde tual var. video yok! Ben mesela düşürmeyi düşünüyorum! Küresel sermaye gruplarının bu alana girmesi galeri yapılarını değiştirdi. Sanatçı ayakta kalmak için el altından yapıt satmaya başladı. Aslında en büyük şeytan güncel sanat müzayedesi.Güncel sanatın en büyük zararlarından biri, çok kazanan hepsini alır mantığı olması. Aslında güncel sanat, az insanı alıp paraya çevirir.
Müzayedeler bir tür nefes alma alanı. Çünkü yer yok. Genç sanatçılar için müzayedeler kendilerini gösterebilecekleri bir alan. Güncel sanatın ressam öldürme özelliği var. Mamut Art’ta sanatçı aslında ressam ancak güncel sanat etkisiyle resim yapmıyor!
Yeni bir koleksiyoner tipi türedi. Burjuva+bohem-BOBO-70Kuşağı. Hizmetler sektöründe çalışanlar, bankacı, beyaz yakalılar. Daha esnek, daha vahşi reflekslere sahip. Tamamen kültürel sermaye üzerinden hava atmaya bakan tipler. Sattığı anda hava atan koleksiyonerler var. yeni koleksiyoner yapısı 80’li yıllardaki kalender koleksiyoner yapısından farklı. Borsa sektörü gibi esnek be dedikodu üzerine davranıyor. 57 kuşağındaki bir avukat borsacı gibi davranıyor. Alaycı, esnek ve daha cesur.
İzleyicilerden eleştirmen Yalçın Sadak müzayedelerin vahşi kapitalizm ortamında piyasaya girerek galericilerin alanının nasıl çaldığından bahsetti. UPSD, sanatçılar ve galericilerin örgütlenerek öncelikle eser satışında sözleşme yapılamasının önemini vurguladı. Bunun üzerine Avukat Hatice Doğan, Sadak’ı destekleyerek sözleşme yapmanın zorunluluğunu belirtti ve Fikir ve Sanat Eserleri kanununa göre satılan eserin hukukta ticari bir meta olarak tanımlanmadığını, aslında maddiyatın değil, yükümlülüklerin varolduğunu vurguladı. Avukat Şükran Tezel ise ortamdaki başıboşluktan bahsederken, şu anda bu güçbirliğinin hukuki mücadelenin de önünü açacağını belirtti ve sözleşme yapmanın belirleyici belge ve delil niteliğinde olacağını vurguladı. İzleyicilerden Onay Akbaş, Fransa’da herhangi bir eser müzayedede satıldığı zaman direkt olarak %2 pay aldığını ve bu takibi kendisinin değil, Fransız sanatçılar derneğinin üstlendiğini belirtti.
Baykam paneli kapatırken sanatı seven bir hükümetimiz olmadığı konusunu vurguladı ve bunun sadece AKP’ye değil, önceki hükümetlere de dayandığını belirtti. Ama AKP’nin tavrının farklı olarak ilgisiz olmanın ötesinde aşağılayıcı ve düşmanca olması açısından diğerlerinden ayrıldığını da ekledi. Bu nedenle Bakanlık’tan bir çözüm beklemeden, çıkış yolunun kendi içimizden gelmesi gerektiği sonucunu vurguladı. Kurulacak dialog sayesinde çözüme doğru ilerleyebileceğimizi, panele katılan Ahmet Utku'dan bir arabuluculuk beklediklerini ama her ne olursa olsun bu sefer asla geriye çekilmeyeceklerini, bir çok üyelerinin mağdur olduğunu ve bu sorunun artık "ya çözülmeye, ya da çözülmeye" mahkum olduğunu belirtti.

YURTSEVERLERİN GERÇEKÇİ CUMHURBAŞKANLIĞI ADAYLARI | Bedri Baykam | 6 Mayıs 2014 tarihli Cumhuriyet makalesi..


          Geçen hafta yine yurtsever arkadaşlarla bir araya gelip sohbet ettik. Konular malum güncel eksendi. Yani yerel seçim analizi ve artık gündemi kuşatan Cumhurbaşkanlığı seçimi. Solun farklı kesimlerinden gelen, kimisi tecrübeli siyasi, kimisi gazeteci veya kitle örgütü yöneticisi dostlar arasında bir çok konuda anlaşıldı, bazen de tabii ki çok farklı duruşlar sergilendi. Ama kesin olan bir tek şey varsa o da bu beyin fırtınasının çok yararlı olduğuydu. Neler konuşulduğunu sizlere biraz aktararak gündemin nabzını paylaşmak istiyorum.
          CHP'nin yerel seçimlerde başarıyı yakalayamadığı genel bir kabul gördü. Özellikle İstanbul'da, Parti'nin erken pes ettiği ve sandıklara sahip çıkma çabasının sekteye uğradığı vurgulandı. Gezi nabzının iyi yakalanamadığı, propaganda sürecinde partinin laiklik konusunu gündemine almayıp kendi ideolojik eksenini kaybettiği, cemaatle işbirliği yaptığı şeklinde bir kanaatin yayıldığı ve Parti’ye zarar verdiği, hergün ortaya dökülen kasetlerin toplumun büyük ilgisini çektiğini ama CHP'nin bu kasetlere çok fazla bel bağlayarak propagandayı neredeyse yalnız bunlar üzerinden sürdürdüğünü, bu konunun kolaycılığına kendini kaptırdığı, yurdun yarısından çoğunda yokları oynadığını, bu durumu artık kabullendiği gibi yorumlar genel kabul gördü. Bunun dışında CHP'nin bu sonucu kendince
"başarılı" olarak yorumlaya kalkması da inandırıcı bulunmadı. İstanbul dahil olmak üzere, CHP oylarına eklenen cemaat, kimi yerde MHP ve bir miktar Gezi'den taşan oylar da göz önüne alındığında, CHP'nin bilinen potansiyelini aşamadığı, hatta belki gerisinde kaldığı bile ortaya çıkıyor...
            Gündeme gelen eleştiriler arasında CHP'nin emperyalizmin gündemini değiştirecek ve sarsacak çıkışlarda bulunmaması, kritik konularda ABD'nin duruşlarını sorgulatacak tavrı gösterememesi de vardı. "Yeni CHP" söyleminin ise faydadan çok zarar getirdiğinin altı vurgulandı.
             Bu eleştiriler ışığında ise ileriye yönelik genel kabul gören görüş, Cumhurbaşkanlığı seçimi konusunda CHP ve MHP'nin herhangi bir başarı yakalamak için ilk turdan ortak aday çıkarmaya mecbur olmalarıydı. Bunun dışında yaşanabilecek inatlaşmaların siyaseti
"müsamere" düzeyine indirmekten öte bir sonuç doğurmayacağı ortada.
             Cumhurbaşkanlığı konusunda hangi isimlerin öne sürülebileceği konusunda açık bir beyin fırtınası yapıldı. Burada adaylar hakkında bir "konsensüs" oluşmadan, ortaya çıkan dağınık listede kimlerin konuşulduğuna gelince, önem veya kabul sırası olmaksızın, CHP ve MHP'nin ortak adayı olabilme vasıfları da göz önüne alınarak,
Mehmet Haberal, İlker Başbuğ, Yılmaz Büyükerşen, İlhan Kesici, Uğur Dündar, Mansur Yavaş, Hikmet Çetin, Hüsamettin Cindoruk, Saadettin Tantan, Deniz Baykal, Sami Selçuk’un isimleri telaffuz edildi. Söylemeye gerek yok ki, her isim hakkında birilerinin lehte, birilerinin aleyhte yorumları kaçınılmaz şekilde oldu. Ayrıca bu ortak adayın, belediye seçimlerinde yaşananın aksine zaman kaybedilmeden partiler arası toplantı ile ortaya çıkarılıp, kararın kamu oyuyla paylaşılması mecburiyeti de gündemin doğal ve nihai vurgusuydu.
            Burada şu yorumlarımı ekleyerek konuya bir netleşme getirmeye mecburum:
Maalesef kamuoyunda CHP-MHP diyalogu ve dayanışması, Erdoğan'ın artık neredeyse 100% netleşen adaylığına karşı tek gerçekçi seçenek olmasına karşın, bu partilerden bu konuda hiç bir işbirliği sinyali çıkmıyor. Hatta MHP "hayır biz kendi adayımızı kendimiz çıkaracağız" diye net söylemini ortaya koyarak işi şimdiden yokuşa sürüyor. CHP'ye gelince, onlar da bu konuda ne eylem ne de söylem olarak aktifler! Her iki partiye ve "ben muhalifim" diyen herkese somut olarak sormaya mecburuz: Oy potansiyeliniz belli. "Bu ittifakı ben içime sindiremiyorum" tarzından fanteziye kaçan düşünceleriniz varsa, somut olarak bunun yerine ne önerdiğinizi de derhal ortaya koymanız lazım. Çünkü bizler bu ortak aday dışında hiç bir somut formül göremiyoruz! Şayet ülkenin  geleceğinde söz sahibi ciddi birer siyasi partiyseniz, o zaman bir yandan bu önü tıkalı inadı sürdürüp, diğer yandan "Biz RTE'nin kurmak istediği dikta Cumhurbaşkanlığı modeline karşıyız" demeniz kesinlikle mümkün değildir. Siyaset, ortaya ciddi bir alternatif koymadan, "mış" gibi yaparak zaman öldürme noktası olamaz. Bu nedenlerle ya bu işbirliğine derhal girin, ya da hemen Kapalı Çarşı’dan bulacağınız altın bir tepside Cumhurbaşkanlığı'nın altın anahtarını Tayyip Bey'e teslim edin. Böylece boş yere onca saçma röportaj ve çevre kirliliğinden toplumu kurtarmış olursunuz...Siyaset, ciddi ve acımasız bir alandır. Unutanlara hatırlatması bizden!

4 Mayıs 2014 Pazar

TOK AĞIRLAMAK ZORDUR! | BEDRİ BAYKAM


Ne derler? Tok ağırlamak zordur. İşte böyle bir şeydi dünkü Akhisar-Fenerbahçe maçı. Sarı-Lacivertliler bu yıllık başarıya doyup, erken şampiyonlukla bir nevi siestaya çekilmişti artık. Bu nedenle maça hiç konsantre olamadılar. Sanki amaçsız bir antrenman maçıydı bu. Yani "hocanın gözüne girmek" gibi bir dertleri bile yoktu oyuncuların. Koca ilk yarıyı, Fenerbahçeli oyuncular tek ciddi pozisyona giremeden bitirdiler. Atılan üç-dört şut, Akhisar kalecisi Oğuz'un ısınmasına bile katkı sağlamayacak kadar zayıftı. O Oğuz ki 2001'de kurtardığı Hagi frikiği ile, o kritik final maçında GSaray'ı yenen Denizli'nin Fenerbahçe'sinin şampiyonluk kurtarıcısı olmuştu. Ama o ilk yarı notları arasında Akhisarlıların, maç başlamadan Fenerbahçe'yi tebrik etme şıklığı vardı ki, kolay kolay unutulmaz. Tebrikler değerli rakip! Spor herşeyden önce zaten bu değil midir? Sen gel de bunu kimi holigan seyircilere ve onlardan beter bazı yöneticilere kolaysa anlat!!
İlk yarıda soldan akan Akhisar hücumlarında, ev sahibi takım ilk çeyrekte iki gol bulurken, olan biteni dehşete düşmüş gözlerle izleyen Fenerbahçeli seyirciler, oturup kalkıp o korkunç anlarda farkın 5'e çıkmadığına şükretsinler! 
İkinci yarıya Şampiyon vefakar seyircisinin desteği ve kutlama şarkıları ile başladı. 51. dakikada Topuz geleneksel füzesini her zamanki gibi rakip kalenin üst direğinde patlattıktan 2-3 dakika sonra, Alper'in yerine maça girenTopal nefis bir sol şut ile fileleri sarstı. O andan itibaren amaçsız maça birden biraz kalite gelir belki diye umutlandık ama olağan akış sürerken kontratakta nefis bir sol ile golü bulan yine Akhisarlı Bruno oldu. Geri kalan dakikalar, "bitse de gitsek" piyesinden sıkıcı dakikalardı diyebiliriz. Yoruma değmez! Her şeye rağmen Akhisar hem centilmenliği, hem de disiplinli ve başarılı oyunuyla bir bravo hak etti!
Fenerbahçe böylece son beş maçta tek galibiyet almasına rağmen, "güle-oynaya-yenile" (!) farklı şampiyonluğunu kutladığı final serisinin bir penceresini daha kapattı. Skor mu? Bence lig bitti-mitti ama yaşanan teknik direktör huzursuzluğunun da bu önemsiz mağlubiyette payı olduğunu söyleyebilirim. Fenerbahçe'li yöneticilerin yine beni şaşırtmayı başardıklarını itiraf ediyorum. Pek yakında bunu da bu sütunlarda ele almadan geçemeyeceğim...