31 Aralık 2020 Perşembe

COVİD YILI BİLE KADIN CİNAYETLERİNİ AZALTAMADI! | Bedri Baykam | 31.12.2020

Sevgili okurlarım,

İtiraf edeyim, aslında yine gündemdeki siyasi konulardan birini yazmıştım bugün sizlere... Türkiye’nin bitmez tükenmez çileli politik hayatının, içi mantıksızlık ve gerilim yüklü konularından birini. 

Sonra, o yüzümüzü kızartan iğrenç ve vahşi kadın cinayetleri yine üzerimize yağmaya başladı. Aslında biliyorsunuz, bu cümle de yanlış; çünkü kadın cinayeti olmayan bir gün yaşarsak, o günü istisna diye not ediyoruz! Şiddet, ister ölümle sonuçlansın ister sonuçlanmasın, her koşulda asla kabul edilmeyecek bir davranış. Bazı zamanlarda ise erkek vahşetinin utanmazlık ve acımasızlık dozu, bizleri yaşadığımıza ve insan olduğumuza pişman eden zirvelere yükseliyor! Yani günlük siyasi ve ekonomik kavgaların ortasında, sürekli bir döngü olarak işlenen kadın cinayetleri birden mesela aynı gün 3-4 adede ulaşarak insanların sabrını taşırıyor! Yalnız iki gün önce yine üç kadınımız yaşamdan koparıldı. Bunlardan biri daha önce kadına karşı şiddet konusunda televizyonlara çıkmış değerli bir akademisyen, İstanbul Aydın Üniversitesi Öğretim Üyesi Dr. Aylin Sözer, acımasızca Maltepe’de bir insan müsveddesi tarafından öldürüldü ve ardından cesedi yakıl. Diğer kurbanlarımız, Malatya’da oturan Selda Taş, diğeri Gaziantep’ten Vesile Dönmez... 

Bu arada, CHP Milletvekili’nin Muğla’da katledilen Pınar Gültekin’in babasına telefon ederek “şikayeti geri çek” dediği yönünde gündemi meşgul eden iddialar hakkında Parti, objektif değerlendirmeyle birkaç gün içinde acilen bu durumu netleştirmelidir! Geçen yıl işlenen 418 cinayetin üzerine, bu yıl -son iki ay hesaba alınmadan- 382 rakamına ulaşmışız! Kimsenin neredeyse evden çıkamadığı bir yılda, caniler yine ortalıkta cirit atmış! Böyle bir ortamda, hala İstanbul Sözleşmesi’nin çeşitli akıl almaz yorum ve bahanelerle yürürlüğe girmemiş olması, iktidarın bir utancıdır! Bu konuda muhalefet yoğun baskıyı sürdürmelidir!

Bu vahşetlerin bitmez tükenmez dökümlerini yapma şansım yok, hiçbir meslektaşımın da bunları makalelerine sığdırması mümkün değil! Olaylar bu evrene, dünyaya ve insanlığa sığmayacak boyutlara çıktı. Yıllar geçtikçe yavaş yavaş eğitimli medeniyetle söner gider dediğimiz bu alçaklıklar, trafik kazalarından beter bir şekilde günlük rutin haline geldi.


ERKEKLER ARTIK DİNLEYİN!

Bu katliamları gerçekleştiren hemcinslerime sesleniyorum: Hangi yobaz ortamda yetiştiniz, hangi şefkat eksikliği ortasında büyüdünüz veya hangi ruh bozukluğu ile beyninizde bir deformasyona gittinizde bu cani davranışlara kayabildiniz, bilmiyorum. Ama bunların bir bahanesi veya özürü yok. Her biriniz ağırlaştırılmış müebbet hak ediyorsunuz ve bu cezanızı hafifletecek hiçbir kravat, hiçbir “iyi hal veya sahte masum bakış” yok! O duvarların arasına girin ve bu ülkenin aydınlarının çabalarıyla ölüm cezasının kaldırılmış olmasına oturup kalkıp şükredin. O duvarlara boş boş bakın ve “ben nasıl bir canavarım ki bu alçaklığı yapabildim?” diye ömür boyu kendinizi sorgulayın. 

Tüm erkeklere sesleniyorum: Daha kaç kere bunları duymanız gerekecek? Kadınlarla, rızalarını aldıysanız, önerileriniz karşılık bulduysa, size “evet” diyerek yeşil ışık yakmışlarsa gidin aşk yaşayın, sevişin, ister evlenip yuva kurun, ister serbest yaşayın, gezin-tozun, ne istiyorsanız yapın! Anlaşamıyorsanız da medenice ayrılın, dost kalmayı başarın. Terkeden hanginiz olursa olsun, saygılı olun, birbirinizi tehdit etmeyin, seviyeyi düşürmeyin, karşınızdaki insanla empati kurarak onu acıtmamak için elinizden geldiği kadar size düşeni yapın. Kadın-erkek ilişkileri zaten sonunda kaçınılmaz gözyaşı olan, her iki taraf için de zor; insanların %90’ı için de tüm bunlara rağmen vazgeçilmez bir tutku!

Sevgili erkekler, kadınlar “malınız” değildir. Bir aşk yaşadıktan sonra kadın sizden ayrılmaya karar verebilir, bu onun hakkıdır. İster evli, ister nişanlı, ister flört seviyesinde olsun, buna sizin ne kadar hakkınız varsa, onların da o kadar hakkı var. Çok üzülebilirsiniz, ağlayabilirsiniz, intiharın eşiğine gelebilirsiniz, onun fikrini değiştirmek için konuşmak isteyebilirsiniz, mesaj gönderebilirsiniz, aracı koyabilirsiniz... Ama, son karara saygı göstermekten başka hiçbir şansınız yok. “Sen benim olacaksın ya da toprağın” lafı kadar tiksinç, egoist, evreni algılayamamış bir cümle olamaz. Yani siz bir kadını zorla mı sevgiliniz yapacaksınız? Sonuçta sevgiliniz, eşiniz her kimse sizi terk ederse ve bu kararı uygularsa, size düşen bir arkadaşınızla rakınızı/çayınızı içip derdinizi paylaşmak ya da sayfayı çevirerek gönlünüze ve yaşamınıza daha uygun yeni bir partneri aramak için gözünüzü ve radarlarınızı açmaktır. Şunu unutmayın ki, bitmiş büyük aşklar derin yaralar bırakır ama hiçbir insan karşısındakini bütün dünya insanlarını deneyip en iyisini seçerek elde etmemiştir. Belki karşılıklı olarak birbirinizi çok daha fazla mutlu edeceğiniz bir başka insan, iki gün veya 200 metre ötenizde sizi beklemektedir. Bir ilişki bitti diye ne bir kadının hayatını bitirin ne de kendinizinkini!

Erkekler, kadınların namusu sizden sorulmaz. Sizden ayrılan kadın, başka erkekle isterse flört eder ister nişanlanır ister evlenir, sizi ilgilendirmez. Kıskançlığınızın veya hatıralarınızın veya sahiplik duygunuzun gözünüzü kör etmesine izin veremezsiniz, buna hakkınız yoktur. Karşınızda, sizinle eşit haklara sahip, size bağımlı olmayan, isterse kendi kararı ile sizinle yaşayacak bir dünya vatandaşı vardır. Bunu anlamakta zorluk çekiyorsanız, o zaman kadın erkek ilişkilerinden çıkın, istiyorsanız yalnız evinizde heyecanlı filmler izleyin yoksa aksi taktirde, bir kadının canını alıyorsunuz, tüm sevenlerinin hayatlarını bitiriyorsunuz. Beyninizi bu konuda rahatlatamıyorsanız, şaka yapmıyorum yol yakınken dönün.


SEVGİLİ OKURLARIM!

Cumhuriyet okur duyarlılığıyla, yaşadığımız her kaybın, sizin içinizi bir yakınınızı kaybetmiş kadar acıttığını biliyorum. Bu kadar yoğun zorluklarla boğuştuğunuz bir yılda, eminim Covid çevrenizden insanları da hedef almışken, yaşam şartları bu kadar zorlaşmışken, kendimizi kitaplarla, filmlerle, güzel televizyon yayınlarıyla besleyerek direnmemiz lazım. Dayanışma içinde bu zor günleri, aşının da etkili olacağına inanarak atlatabilmemiz lazım. 2021’in gerçekten daha sağlıklı, mutlu, normal ve sizler için başarı ve keyif dolu bir yıl olmasını diliyorum.

Bugün de, ev keyfinizi gönül rahatlığıyla aile ve arkadaşlarınızla sıcak bir ortamda geçirirsiniz umarım…

Sizlere kucak dolusu sevgiler!



24 Aralık 2020 Perşembe

AKP YENİ MAĞDURİYETİNE KAVUŞTU! | Bedri Baykam | 24.12.2020

İlk duyduğumda ben de Kılıçdaroğlu gibi anlam veremedim o cümlelere... Kimlerin, bunları nerede telaffuz ettiğini hiç fikrimiz yok. “İktidara gelince AKP’yi kapatacaklar, bizi desteklemiş iş adamlarının şirketlerine el koyacaklar, kendilerine muhalefet eden medya kuruluşlarının kapısına kilit vuracaklar” gibi cümleler!

Şaşkınlıktan küçük dilini yutan Kılıçdaroğlu, bu hafta grup konuşmasında konuyla ilgili ne diyeceğini şaşırdı; çünkü gerçekle bağlantısı olmayan bir iddia hakkında insan ne yorum yapacağını bilemez, bir yandan cevap vermeye çalışırken, bir yandan da “acaba tuzağa mı düşüyorum, bu sözleri ciddiye alıp onların bu şekilde gündemi yine istedikleri yönde değiştirmeleri için alet mi oluyorum?” sorusunu kendisine sormaktan alıkoyamaz.

AKP, 18 senedir bu ülkeyi yönetiyor. Hem de öyle böyle değil! Her bakanlık, her atama, her kanun, her kararname, yurt dışı ile ilgili her karar, diplomat atamaları, ekonomi politikaları, hukuk sistemimizin baştan tasarlanması ve sosyal hayatımızı da derinden etkileyen daha burada saymaya vaktimizin ve yerimizin yetmeyeceği istisnasız her şey 2002 Kasım ayından beri AKP’nin kontrolünde.

Fakat ülkede ihaleleri, otoyol geçiş fiyatlarını, akıl almaz Kanal İstanbulları, müteahhitlerine kâr dağıtmaktan başka pek işe yaramayan kimi köprüleri, mükemmel bir hizmet verirken ismine duydukları antipatiden yok edilen havaalanları dahil her şeyi, AMA HERŞEYİ zerresine kadar kontrol eden AKP, öte yandan her fırsatta kendisini mağdur göstermeyi refleks haline getirmiş, yalnız ülkemizin değil, dünyanın yegâne partisi!

Bu mağduriyet söyleminin halktan ciddi olarak karşılık bulduğuna inandıkları için AKP ve tartışılmaz tek karar alıcısı, yıllardır ortalama üç günde bir 27 Mayıs’tan bahsederler. Kendilerini Menderes’in devamı olarak gösterip özetle “Ülkemizde demokrasinin yüzakı ve sembolü Adnan Menderes’i asan bu zihniyet, yine ne manevralar peşinde” şeklinde demeçler verirler. Bu arada ülkenin 20. ve 21. yüzyılında neler yaşanmışsa hepsini kendilerine bir mağduriyet söylemi haline getiriyorlar, ki buna artık alıştık! Biliyorsunuz onların gözünde yalnız 27 Mayıs değil, 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat, 27 Nisan, hatta 15 Temmuz, yani iktidarlarının birinci gününden itibaren kendilerine davul ve zurna ile herkesin ikaz ettiği FETÖ çetesinin darbe manevrası dahil AKP’nin gözünde kendi ağır mağduriyetleri oluyor! Finanse ettikleri ve atamasını yaptıkları her FETÖ mensubu, aynen beklediğimiz gibi günü gelip de silahlarını kendisine çevirdiğinde, mağdur yine ne hikmetse o canavarı itinayla büyüten AKP oldu!

Ülkede işler iktidar için çok iyi gitmiyor. Bunu sağır sultan bile duydu. Zaten yok olan orta direk artık “elim kırılsaydı da bu iktidara oy vermeseydim” diye kimseden korkmadan her yerde mikrofonlara dil döküyor, bir umutla! Ekonomi iyi gitmiyor, o kadar iyi gitmiyor ki bundan önceki Maliye Bakanı Türk Lirası’nın Dolar karşısındaki çöküşünde mücadeleyi bırakıp “Dolardan size ne? Sanki maaşınızı dolarla mı alıyorsunuz?” diye insanları susturup işi şakaya vuracak kadar ileri gitti. Sonra kendisi gemiyi terk etti veya bu karara itildi. Enflasyonun fazla yükselmediğini kanıtlamak için bir ara tenis topu fiyatlarına bakılıyordu, şimdi de mesela domates gibi aniden parlama yapan muzır sebzeler dışında kalan ne varsa onlar baz alınıyor!

Covid-19’un dünyada hüküm sürdüğü şu günlerde Amerika ile aramız kötü, Avrupa ile aramız kötü ötesi, birçok başka ülkeyle o günkü rüzgâra göre asansör diplomasisinde ilişkiler inişli çıkışlı, hatta traji-komik. Sayısız ülke, bugün yakın dostumuz ama ertesi gün can düşmanımız, sonraki gün yine dostumuz veya komşumuz.

Herhâlde ufuktaki seçimler, AKP için geçmiş yerel seçim hezimetlerini hatırlatır bir şekilde alarm sinyalleri veriyor ve iktidar bunu “yeni mağduriyetler üretmeye acilen mecburuz” şeklinde yorumluyor ki, ortaya apar fiktif mağduriyetler topar atılmaya başlandı!

Dolayısıyla, Erdoğan elinden kayan güce tutunmak için, “iktidara gelince bizi kapatacaklar” şeklinde hiçbir kaynağı, hiçbir ipucu olmayan sözleri Türk basının önüne bırakarak, seçmenlere son bir umutla bir çeşit insafa dayalı destek ve yardım çağrısı yapmış oluyor! Bu arada seçimler konusunda morallerinin bozuk olduğunu da böylece dolaylı olarak öğrenmiş oluyoruz!

Nasıl geçmişte “Camiler ahır yapıldı” veya “Kabataş’ta deri pantolonlu tacizciler türbanlı bacılarımıza saldırdı” dendiyse, bugün de muhalefet partilerinin böyle masalsı demeçler verdikleri ortaya atılabiliyor. Özellikle yandaş basın elinizdeyken, merkez basın da korkudan masanın altına saklanmışken… İktidarı kaybetmemek için AKP’nin elinde kalan diğer kozlar arasında, seçim sistemleri ve iktidar için gerekli yüzdeler üzerinde çeşitli manipülasyon ve stratejiler geliştirmek gibi senaryolar olduğu sık sık konuşuluyor. Bu nedenle Erdoğan ve danışmanları herhalde ellerinde kalem-kağıt seçim ittifakları ve tahmin tabloları arasında gidip geliyorlardır! Allah onlara akıl fikir ve bol zihin açıklığı versin, çünkü ellerinden kayıp giden bu iktidara tutunabilmek adına fiktif de olsa hikaye yazıp inandırmak için çok uğraşmaları gerekecek.

Ama şu noktada AKP’nin hakkını vermek lazım: Gündem değiştirmek konusundaki manevralarda onların eriştiği kıvrak senarist ve yönetmen zekası kimsede yok! Muhalefet, kurulan tuzaklarla ancak 72 saat uğraştıktan sonra oyunun farkına varıyor!


LONDRA WUHAN OLDU! PEKİ ÇÖZÜM NE?

Bir ayda dünyanın bu sıkıntıyı aşmasının mucize formülü için aşıdan fazlasına gerek var. Sağlıkçılardan ekonomistlere kadar tüm uzmanların artık stratejilerine tam korunma ve çözümün ancak küresel ve eşzamanlı bir karantinayla mümkün olabileceği bilgisini eklemeleri gerekir.” Değerli düşünürümüz Emin Çetin Girgin, dünyanın “Acaba ikinci dalgaya mı yakalandık, yoksa taze bir yeni birinci dalgaya mı?” ikileminin ortasında kaldığı şu günlerde “Covidsel durumlarımız” hakkında Twitter’da bu yorumu yapıyor. Gerçekten bu özet görüş, şu açıdan çok haklı: Dünya Covid ile, bir yıla yayılan taksit taksit önlemlerle savaşacağına, belki de 30 veya 45 gün kendisini adeta toptan karanlık bir odaya alıp izole etse, bu beladan kurtulacağız ve sonuçta total ekonomik mali yük de bunu uzatarak yaşadığımız sürecin maliyetinden çok daha az olacak! Denemeye değer! Ama bunu Dünya için başlatabilecek babayiğit kim?


17 Aralık 2020 Perşembe

MUHALİF MEDYANIN ONURU VE DİRENCİ | Bedri Baykam | 17.12.2020

Aslında bu yazıma, Cumhuriyet’e sürekli olarak yağan resmi ilan kısıtlamalarının “beyhudeliğini” vurgulayarak başlama kararı almıştım. Günün gazetelerini elime aldığımda ise, Sözcü’ye kesilen milyonlarca liralık yeni ceza haberi ile karşılaştım. Sözcü şu manşetle çıktı dün: “Ceza da yazsanız, ilanlarımızı da kesseniz, hapislere de atsanız, Sözcü’nün büyümesini engellemeyi asla ve asla başaramayacaksınız!” Tabii ki bunları okurken yine sudan sebeplerle Halk TV ve Tele1’e verilen cezalar geldi aklıma. Yani bildiğimiz gibi, ceza gerekçeleri, muhalif medya için sudan ucuz şekilde her an üretilmeye müsait. “Gözünün üstünde kaşın var” tespiti yeterli.

Cumhuriyet’te ceza konusu yapılan tüm yazılar, belgeli haberler... Cumhuriyet’in zaten bu konuda dünyada örnek gösterilen bir referans gazetesi olduğu tartışılmaz gerçek. Ama ne yazık ki iktidara göre bu önemli bir kriter değil! Öne sürülen bilgi, haber ve yorumların neleri ve kimi savunup savunmadığı esas. Aynen ceza kriterlerinde olduğu gibi. Yani muhalif gazetecilere veya siyasilere hakaret veya tehdit sanki serbest! Belki çok uğraşırsanız bir soruşturma açılır, ama pek sonuç çıkmaz. Halbuki iktidar mensuplarına yönelik herhangi bir sosyal medya eleştirisi dahi anında polislerin kapınızı çalmasına neden olabilir. Yeni Türkiye’de herkes eşittir, ama bazıları daha eşittir!

Cumhuriyet, bu muhalif direncin, Cumhuriyetimiz kurulduğundan beri değişmez kalesidir. Her türlü ceza, baskı, sansür, tehdit, bomba, kurşun, bıçak, hiçbir engel Cumhuriyet’in yazarlarını ve gazetesini hiçbir zaman durduramamıştır. Bugün de muhalif yazarlar ve yayınlar Cumhuriyet’in yıllardır oluşturduğu bu ödünsüz tavrın rotasını ve sağlam duruşunu izler. Cumhuriyet, aydınlanma çizgimizin değişmez mihenk taşıdır.

Bu özgürlük mücadelesini ele aldığımda, kaçınılmaz şekilde aklıma Tayyip Erdoğan’ın “şiir okuduğu için hapse girdiği” dönem ve ardından söyledikleri geliyor: “Eskiden bu ülkede şiir yazanları hapse atarlardı şimdi şiir okuyanları hapse atıyorlar. Korkarım ilerde şiir dinleyenleri de hapse atacaklar!” Bugün Sayın Erdoğan, evrensel sosyal medya şirketlerine sert uyarılar gönderirken manşet şuydu: “Sınırsız özgürlük mağduriyet yaratır”. Evet “sınırsız özgürlük” talebi medyada olamaz. Ama eleştiri hakkının kutsal ve dokunulmaz olduğu da, günümüz Türkiyesi’nde hiç hatırlanıyor mu?


ATAOL BEHRAMOĞLU’NUN YAŞ YASAKLARIYLA SAVAŞIMI!

Türk edebiyatının ve aydınlanmanın muhalif temel direklerinden sevgili Ataol Behramoğlu, 65 yaş yasakları ile ilgili daha önce de makaleler yazmıştı. Kısa bir süre önce de milyonlarca insanımızı yakından ilgilendiren bu uygulamaya karşı İdare Mahkemesi’nde bir dava açtı ve bu yasağın Anayasa’ya aykırı olduğunu vurgulayarak 65 yaş ve üstü insanların, yöneticilerin oyuncağı veya deney tahtası olmayacağını savundu.

Öncelikle, sevgili Behramoğlu’yla yüzde 100 aynı şeyi düşündüğümü vurguladıktan sonra şayet farklı bir görüşünüz varsa diye, hemen en başından size sormak istiyorum: Şayet gerçekten Covid önlemleri açısından bu yasak o kadar önemli olsaydı, sizce Amerika, Fransa ve Almanya gibi ülkeler de aynı uygulamaya geçmez miydi? Onların Sağlık Bakanlıkları bizimki veya hükümetimiz kadar bu konuda duyarlı veya dikkatli değil mi sanıyorsunuz? Neden bu çok düşünülmüş ve zeki görünen yasağı biz uyguluyoruz da hiçbir başka uygar devlet uygulamıyor?

Size birinci gerekçeyi söyleyeyim: Çünkü dünyada hiçbir ülkenin anayasasında insanların hayatlarının kepengini bu şekilde indirmeye kimsenin hakkı yoktur! Kimse böyle bir şeyi düşünmeye bile cesaret edemez. Adeta bir “Zihni Sinir procesi” şeklinde bu yaş üstü insanların evini kodese çeviremez! İnsanların özel hayatlarını, işleri veya arkadaşları ile olan ilişkilerini, zaten azalmış olan vakitlerinde nasıl paylaştıracakları emrini verebilme ukalalığını hiçbir ülke uygulayamaz. Ve maalesef ülkemizde bu konunun halkla ilişkiler kısmında olay öyle yönetilmiştir ki, sokağa çıkan yaşlı bir insan adeta başkalarının sağlığını tehdit ediyormuşcasına, vebalı gibi görülüp aşağılanmıştır!

Sakın yanlış anlamayın, “Covid yüzünden kapanmamak lazım” demiyorum tabii ki. İsterseniz Türkiye de Almanya gibi 27 gün veya 47 gün kapansın, ama bu HER YAŞ için geçerli olsun! 65 yaş diye saçma bir sınır çekerek bu insanların hayatını yok etmek hiç kimsenin haddi olamaz. Behramoğlu’na lütfen tekrar kulak verin ve sanki Covid olayı 65 yaş üstünün özgürlüklerini budayarak çözülecekmiş inancından kurtulun: “Başka hiçbir ülkede böyle bir uygulama yoktur. Bir grup insanın bu keyfi uygulamayla yaşam haklarını sınırlamak haksızlıktır. Üstü örtülü olarak da olsa “zaten şunun şurasında ne kadar ömrünüz var, dışarıda ne yapacaksınız, oturun oturduğunuz yerde” demektir. Zorunlu evde kalma döneminde bu yaş gruplarından insanlar arasında Covid’den ölümlerde eksilme olmadığı gibi, normal ölümlerinde artış olduğundan kuşku duymuyorum. 65 yaş ve üstü yurttaşları, yöneticilerin oyuncağı olmadığını belirten Behramoğlu, “Bu yaş gruplarından insanları, lütfedilip izin verilen saatlerde topluca gördüğümde, yalıtılmış, toplum dışına atılmış görünümleri beni üzüyor”.

AFFEDEMEDİĞİM DEV İLETİŞİM ŞİRKETLERİMİZ

Bu konuyu çok kısa yazacağım. Onları mahcup etmemek için son defa isim vermeden yazmak istiyorum. Ülkenin en büyük iki mobil telefon ve iletişim teknolojisi servis sağlayıcı şirketleri ile en büyük uydu televizyon kanal dağıtımını sağlayan şirketleri, bildiğiniz gibi sektörlerinde birbirleriyle ağır rekabet yaşıyorlar. Birbirlerinin müşterileriyle kontratlarının ne zaman bittiği bilgilerini birbirlerinden sızdırarak, -veya çalarak orasını bilemem- ele geçiriyorlar ve sonra bu müşterileri otomatiğe bağlayarak sırayla en agresif şekilde arayıp “sen onu bırak bana gel” diye bir yaylım ateşine tutuyorlar! Ama şu bilgiye hiç ihtiyaç duymuyorlar: Acaba bu müşterinin ev veya işyerinde zaten bizim şirketimizin verdiği servis var mı, yok mu? Bu kontrolü yapmadıkları için mesela beni iki günde bir bunlardan biri arıyor ve sonuçta arayan genç arkadaş, kendisi aracılığıyla yöneticilerine aktarmasını rica ederek çektiğim zılgıtla karşı karşıya kalıyor! Madem o kadar mahrem ticari bilgileri sızdırmayı biliyorsunuz, bu listeleri kendi listelerinizle eşleştirerek filtreden geçirmek o kadar zor mu? Neden kendinizi bu kadar iptidai ve sorumsuz gösteriyorsunuz?


10 Aralık 2020 Perşembe

CHP 5. VİTESE Mİ GEÇİYOR? | Bedri Baykam | 10.12.2020

Kılıçdaroğlu’nun geçen hafta övgü alan grup konuşmasının, halkın çoktandır beklediği bir çıkış olduğunu yorumlamıştık.

Bu hafta ise CHP Genel Başkanı bütçe müzakerelerinde bir nevi şov yaparak AKP’yi en korktuğu tavırlarla, yani içeriği rakam, bilgi ve mantığa dayanan çıkışlarla, hem de halkın anlayacağı, seçilmiş, cesur kelimeler ve göndermelerle ses ve vücut dilini harmanlayarak yıprattı.

Parlamentoda yapılan bütçe veya eleştirel kürsü konuşmaları, genellikle halkı etkileyen ve o siyasetçinin de siyasetin de tarihine geçen izler bırakır. İsmet İnönü ve Dr. Suphi Baykam’ın Menderes ve Demirel hükümetlerine karşı buna benzer hitabeti yüksek konuşmalarının yanı sıra, aklıma 70’lerde Ecevit, 80 ve 90’larda Cüneyt Canver, Deniz Baykal ve yakın dönemden Şafak Payev, Muharrem İnce, Özgür Özel gibi isimlerin sarsıcı konuşmaları geliyor. Kılıçdaroğlu ise son zamanlarda “Adalet Yürüyüşü” dönemi performanslarını bile sollayan bir grafik çiziyor. Sert ve sağlam muhalefete susamış kitleler, CHP Genel Başkanı’nın yükselen karizmasını izlerken, belediye seçimnzaferlerinin de hala süren yankısıyla 2023 seçimleri için umut ve hayal dünyasını canlı tutma fırsatı buluyor.

Kılıçdaroğlu’nun konuşmasından özellikle gündem yaratan bölüm “Size Cumhurbaşkanı adayı olmayacağımı kim söyledi?” cümlesi oldu. CHP Başkanı’nın bu radikal değişime işaret eden yeni söylemi, ne kadar spontan bir kürsü dalaşı refleksi, ne kadar bir ciddi rota değişimi, bunu yaşayarak göreceğiz. Ancak şurası net ki, bu sorunun yanıtı, Millet İttifakı’nın, Muharrem İnce’nin ve parti içi muhalefetin geleceğine yön verecek bir faktör. Mansur Yavaş ve İmamoğlu’nun, Kılıçdaroğlu’nun çıkış ivmesine paralel şekilde baskıyı arttırmaları ve eski dönemlerin yolsuzlukları hakkında suç duyurusunda bulunmaları, “CHP nihayet beklediğimiz 5. vitese mi geçti?” umudunu topluma taşıyor. (7. vites demiyorum, abartmayalım!)


FUTBOLUN GÜZELLİKLERİ VE ÇİRKİNLİKLERİ

Biliyorsunuz bazı aydınlar spora ve özellikle futbola çok karşıdırlar, “Efendim 22 adam bir topun peşinde deli gibi koşuyor, binlerce kişi de ardından işin kavgasını yapıyor. Boşa zaman kaybı!” Bir de bunun tam tersine, sporu ve futbolu hayatının merkezine koymaktan çekinmeyen aydınlar var. Bunların en meşhuru, 1957 Nobel Ödülü kazanan, varoluşçuluğun ünlü Fransız yazar Albert Camus. Harry Potter yazarı J. K. Rowling, ünlü müzisyenler Elton John, Rod Stewart, Paul Mc Cartney, Fransız yazarlar Alain Finkielkraut, Jean-Paul Enthoven, Olivier Guez, Avrupa parlamentosu üyesi 68 olaylarının en ünlü ismi Dany Cohn-Bendit ve daha sayısız ünlü isim… Mesela Julio Iglesias’ın Real Madrid amatör takımının eski kalecisi olduğunu biliyor muydunuz? Ya da Che Guevara’nın Güney Amerika motorsiklet günlerinde ve öncesinde sahada olmaya doyamayan bir futbol tutkunu olduğunu, bu sporu “devrimin silahı” olarak tanımladığını okumuş muydunuz?

Türkiye’de ise, Allah’tan benim gibi bu spora tutkun birçok sanatçı var. Rasim Öztekin, Şevket Çoruh, Zeki Demirkubuz, maalesef geçen yıl kaybettiğimiz Küçük İskender, Tamer Karadağlı, Selçuk Altun, Komet, Yusuf Taktak ve daha niceleri gibi… Nejat İşler dostum ise her birimizden ileri giderek Gümüşlükspor’un eli kolu, ana itici gücü oldu!

Kusura bakmasınlar, sporu küçümseyen kimi entellektüeller, insanın beyni ve vücudu arasındaki koordinasyon ve akıl almaz iş birliği, bütünleşme, limitlerini aşma konusundaki mükemmeliyet arayışından pek bir şey anlamamışlar, daha doğrusu kendilerine bu fırsatı vermemişler. Bu satırları, bu önyargıyı taşıyan bazı arkadaşlar varsa, bunu aşmaları için yazıyorum.

Futbol özellikle son yıllarda ırkçılıkla mücadelenin en gözle görülür merkezi haline geldi. Bu konuda FIFA ve UEFA ısrar ve ödünsüz tavırlarıyla çoğu zaman doğru hamleleri yaparak ırkçı anlayışları cezalandırdı. Evvelsi gece Başakşehir’in Paris’te oynadığı maçta Romen 4. hakemin Başakşehir yardımcı antrenörü, eski futbolcu Webo’ya karşı takındığı tavır ve kullandığı çirkin ifade, birden dünya futbolunun ana gündemi haline geliverdi. Bakın o hakem kendini nasıl savunmuş: Negru, Romence “siyah” demekmiş! Özrü kabahatinden büyük! İyi de bunlar o kelimenin, dünyadaki anlamını hiç duymamışlar mı? Bu yutulmaz! Ayrıca Demba Ba’nın dediği gibi, beyaz bir futbolcudan söz ederken hakemler kendi aralarında “şu beyaz adam” diyorlar mı? Mümkün değil böyle bir savunma. Maçın ertesi güne ertelenme kararı ve PSG’nin de desteğiyle Başakşehirli futbolcuların sahaya çıkmayı reddetmeleri, alkışlanacak bir tavırdı. Şimdi bu vesileyle bütün dünyada ışıklar tekrar ırkçılığa çevrildi. Sporun dünyadaki insanları ve ülkeleri birleştirici özelliği tekrar yoğun şekilde gündeme gelmiş oldu. Dün gece oynanan maçta, Webo’nun kırmızı kartı iptal olarak saha kenarında yer alabilmesiyle hem Başakşehir’i, hem UEFA’yı tebrik etmek lazım.

Ülkemizde bazı istisnalar dışında spor sahalarında ırkçı söylemler pek kullanılmadı.

Bildiğiniz gibi, FETÖ, Türkiye’yi yok etmek üzere giriştiği saldırıda futbolu en elverişli ortam olarak gördü ve 3 Temmuz kumpası Fenerbahçe’ye karşı böyle başladı. Türkiye’de futbol ırkçılık değil, ama siyasi yobaz terör yapılanmasının bir parçası haline geldi.

Futbolun başka hangi çirkin yapılanmaların hedefi haline gelebileceğini uzun uzun anlatıp sizi yormak istemem. Ama maalesef Türkiye’de 3 Temmuz’un üstünden 8-9 yıl geçtikten sonra futbola yakışmayan, benzer çetevari oluşumlar yeniden hortladı. Ali Palabıyık ismini burada korumaya pek imkan yok, ama yazıyı negatif bir ifşaatlar dökümü haline getirmemek için diğer isimlerden “şimdilik” bahsetmeyelim. Denizlispor-Fenerbahçe maçında yaşanan olaylar, futbolun centilmen ruhundan uzak olmasının yanı sıra, yenilmesini istedikleri takım aleyhine futbol kaidelerini kafalarına göre yeniden yazan- yorumlayan tehlikeli bir anlayışın örgütlü iş birliklerine işaret ediyor. Sizi hiçbir detaya boğmadan şüphe götürmez bazı sonuçları söylemekle yetineyim: Hakem kötü niyetini, organize ve işbirlikçi yanlı tavrını o kadar belli etti ki, futbolumuzun yeniden ağır bir dip saldırısı altında olduğunu ve müdahale edilmezse işin çığırından çıkacağını somut olarak anladık. VAR hakemlerinin de çelişkili kararlarıyla çifte standartlarını ayyuka çıkardıkları maalesef ortada.

Futbol Federasyonu’nu, iş işten geçmeden sağduyu ile göreve davet ediyor, bu yaşananların hakemlerin yetersizliğinden mi yoksa daha tehlikeli işaretlerin baş göstermesinden mi kaynaklandığını acilen netleştirmelerini diliyorum.

4 Aralık 2020 Cuma

MARADONA’NIN ÖLÜMÜ, PELE VE TÜKENMEZ POLEMİKLER… | Bedri Baykam | 03.12.2020

Sayın Kılıçdaroğlu, beni mazur görsün; her gün yazsam, grup konuşmasındaki müthiş performansını size ballandıra ballandıra anlatmak isterdim. Ali Mahir Başarır’ın TSK ve Katar hakkında sarfettiği sözlerin yarattığı polemiklere yanıtını verirken, AKP’nin iktidarı boyunca orduya yaşattıklarını o kadar tarihi sözlerle dile getirdi ki, milyonlarca vatandaşı ekrana kilitledi. Sayın Kılıçdaroğlu’nu parti içi demokrasi konularında ne kadar eleştiriyorsam, AKP’ye karşı gösterdiği cesur ve donanımlı mücadele için de bir o kadar tebrik etmem lazım!


MARADONA: 4 DAKİKADA TANRI’NIN ELİ, ŞEYTANIN ÇALIMLARI

7 yılımı geçirdiğim Kuzey Kaliforniya’nın, o kalbimin kopamadığı şirin kenti Berkeley’de Kips isimli bir spor barı var. 1986 Haziran ayında, Arjantin-İngiltere Dünya Kupası çeyrek finalini orada seyretmiştim. Büyük bir kalabalık ve kaos vardı. Maradona’nın “Tanrı’nın eli” sayesinde attığı golün orada canlı izlerken, kafayla atıldığına dair en ufak bir şüphem yoktu. Diego, “Tanrı’nın eli” derken, 1982’de İngiltere donanmasının saldırısıyla Falkland Savaşı’nda ülkesinin verdiği 649 kaybın acısına atıf yapıyordu. O maç aynı zamanda siyasi ve askeri bir rövanş gibiydi! Daha sonra kare kare analiz ve Diego’nun da itirafıyla o topun, Maradona’nın kafasından değil, sol elinden ağları boyladığı ortaya çıktı. İlginçtir, Diego o el hareketini o kadar usturuplu yapmış ki, bugün bile genel kameradan her seyrettiğimde gerçeği bilmeme rağmen bunu hala kafa golü olarak görüyorum! Tunuslu hakem Nasser, golü nasıl verdiğini röportajlarda anlatırken önce tereddüt ettiğini, ardından yan hakem Bulgar Dotchev’in santraya hareketlendiğini görüp o pozisyona daha yakın diye golü verdiğini anlatıyor, ama ekliyor: “O yıllarda yardımcılarla kolay konuşamıyorduk; Avrupalı bir hakem o maça verilmiş olsaydı belki gol iptal edilirdi.”

Çoğumuzun ezbere bildiği gibi, 51. dakikadaki bu golden yalnız dört dakika sonra, Maradona bu sefer kendi yarı sahasının 7 metre arkasından bir top alarak yıldırım hızıyla İngiltere’nin yarı sahasına giriyor ve önüne çıkanı çalımlıyor. Bu tarihi slalom yalnız 10 saniye sürüyor ama aynen ilk gol gibi, 34 yıldır konuşuluyor!

2. gol hakkında belki duymadığınız ilginç bir nokta var: Seyrederken insanlar o kadar Maradona büyüsüne kapılıyorlar ki, belki kimse topun Shilton’un koruduğu kaleye Maradona’nın ayağından mı yoksa onu son anda durdurmaya çalışan bek Fenwick’in ayağından mı gittiği konusundaki hissettiğim tereddütleri aklına getiremiyor. Belki 100 kere izlediğim o görüntülerde ben de düne kadar kararsızdım. Ta ki çok farklı açılardan yavaş çekimleri üst üste görene kadar! Ama zaten futbol adına o kadar muhteşem bir 10 saniyeydi ki, kimse -İngilizler bile- böyle bir hatalı golle sonuçlandığını aklına getirmek istemezdi!


PELE Mİ, YOKSA MARADONA MI?

Bizim kuşak için futbolun tartışılmaz tek verisi, dünyanın gelmiş geçmiş en büyük futbolcusunun Brezilyalı Pele oluşuydu. Bu tartışmaya açık değildi! Şimdi inanamazlar ama bizler Dünya Kupası’nı veya Olimpiyatlar’ı, dev tenis maçlarını gazetelerden takip ederdik! Dolayısıyla Pele’nin büyüklüğünü de maç skorları ve spor yazarlarımızın güzel yorumları belirliyordu. Halit Kıvanç veya Namık Sevik böyle diyorlarsa, bizlerin bunu tartışacak bir hali olamazdı. Mahalle maçlarında kendimizce “Pele gibi şut attım!” diye havalara giriyorduk ama Pele’nin nasıl şut attığını veya efsanevi Rus kaleci Yaşin’in plonjonlarını hiç görmemiştik! Bunu Sokrates, Pasteur ya da Napolyon’un tarihsel kimliklerine duyduğumuz saygıyla kıyaslayabilirdiniz ancak.

Sonra 80’ler geldi ve Maradona ortaya çıktı. Bizler artık televizyon çağında, onu keyifle izleyebiliyorduk. Aynen Platini, Paolo Rossi, veya Zico gibi!

İlk defa, 1990’lara geldiğimizde “Pele mi daha büyük Maradona mı” tartışmaları birden başlayıvermişti. Sonsuza dek sürecek bu kavga, şimdi ki “Messi mi Ronaldo mu” tartışmalarını andırıyordu ama şu farkla ki, bu futbolcular ayrı dönemlere damga vurmuşlardı!


PELE-MARADONA: AĞIR POLEMİKLER

Genel yargıya göre Pele usludur, düzenin adamıdır, örnek insan, örnek sporcudur. Maradona ise halka yakındır, haşarıdır, solcudur, varoşların arkadaşıdır. Maradona futbol dünyasını acıya boğarak 25 Kasım’da aramızdan ayrıldıktan sonra Pele, “Ben çok büyük bir arkadaşımı kaybettim ve dünya da bir efsanesini” demecini verdi. Bu cümle sizi belki çok şaşırtmıyor ama konuyu biraz daha derin katmanlarından hatırlayan benim gibi insanları şaşırtabiliyor. Çünkü o kadar uzun yıllara uzanan polemikler yaşandı ki bu iki dev arasında! Hem de en ağırlarından... Mesela Pele, Maradona hakkında “Arjantin hocası olmayı kabul etti, çünkü bir işe ve paraya ihtiyacı vardı“ dediğinde aldığı yanıt şuydu: “Pele bazen karıştırıp gece alması gereken uyku hapını sabah alıyor ve ortaya böyle saçmalıklar çıkıyor. O aslında artık müzelik bir insan”. Veya başka dönemlerde söyledikleri: “Yaşı artık onu etkiliyor, 20 yıldır markete gitmek dahil, hiçbir şey yapmıyor. Ancak FIFA onu davet ettiğinde kumandayla yerinden oynatılan bir oyuncak bebek gibi ayağa kalkabiliyor!” Maradona bu konuda “FIFA ailesine dahil olmaktansa öksüz kalmayı tercih ederim” sözlerini de eklemeyi ihmal etmiyor! Pele de Maradona’nın, gençler için iyi bir örnek teşkil etmediğini, uyuşturucu müptelası olduğunu ve insanlarda biraz bilinç olsa ona hiçbir iş vermemeleri gerektiğini söylüyordu. Ayrıca “Kral”, Maradona’nın sağ ayağı olmadığını ve iyi kafa vuramadığını da ekleyerek onun komple bir futbolcu olmadığını dile getiriyordu. İkili arasındaki kavgalardan Ronaldo ve Messi bile nasiplerini aldılar!

Bu kavgaların en sivri iddialarını, bir ölüm arkasından burada dile getirmeyelim. Elimde kitap dolduracak kadar malzeme var. Ama sonuçta Pele’nin hatırlattığı gibi bir gün göklerde tekrar buluşacaklar ve tatlı sert atışıp bulutlarda keyifli maçlar yapmaya devam edecekler. Ne de olsa bu ağır polemikleri, 2016’da kameralar önünde savaş baltalarını gömerek sonlandırmışlardı. Tahterevallideki rakibi ölünce, Pele şimdi hem boşlukta kaldı hem de bir nevi kendi ölümünü de yaşıyor gibi oldu.

Dünya dönmeye devam ettikçe bu tartışma yalnız Brezilyalılar ve Arjantinler arasında değil, her biri futbol otoritesi olduğuna inanan dünyadaki milyarlarca insan arasında devam edecek. Ta ki belki bu yıl doğacak bir bebek, kim bilir onları jet süratiyle sollayana kadar!

Bu tartışmaları beraber yapmak istediğim arkadaşım Yılmaz Vural’ın, bir an önce sağlığına kavuşup güleryüzüyle aramıza karışması en büyük dileğim! Futbol ortamımızda, yeri doldurulmaz bir öneme sahiptir Yılmaz Hocamız!


28 Kasım 2020 Cumartesi

“FETÖ BEDELİ” ÖDEYEN MAĞDUR ERLER! | Bedri Baykam | 26.11.2020

Sorunlarımızın çoğu, “Hukuk Devleti” kavramından uzaklaşmakla ilgili. Bahçeli “Çakıcı dava arkadaşımdır” diyerek Kılıçdaroğlu’na yöneltilen tehditlere arka çıkıyorsa, varın gerisini siz düşünün! Üstelik, Erdoğan’ın tam 18 yılın ardından “Avrupa Birliği” ve “demokratik hukuk devleti” eksenine dönme kararı aldığı hafta bundan daha uyumsuz çıkış yapılamazdı (!)

Sıcak siyaseti bir an rafa kaldıralım. Bir dram var: Neden söz ettiğimi askerliğini yapmış arkadaşlar daha hızlı anlayabilecekler: Orduya teslim olduğunuzda size bir tek şey öğretilir: “Burada mantık yoktur; emir komuta zinciri vardır. Askerde emir, demiri keser. Kendi mantığınızı sivil kıyafetlerinizle beraber dolaba kaldıracaksınız, sonra askeri postal giyip o dünyanın parçası olacaksınız”

Şayet siz bir er iseniz, onbaşınız veya başka bir üstünüz size emir verir. Ne söylenirse harfiyen uygularsınız. Gece 03.00-05.00 nöbetine çıkarsınız -5 derecede, ne gözünüz kapanabilir, ne de konsantrasyonunuz! Duymuşsunuzdur hikayeleri… “Bu tank cezalı, Kıbrıs çıkartmasında yürümemiş” Ne demiştik? Mantık, pantolonunuzun arka cebinde!

Lütfen siyasi aidiyetinizi unutun ve kendinizi 15 Temmuz gecesi İstanbul’da görev yapan, ailesini özlemiş genç bir erin yerine koyun. Birden akşam üstü, rütbeliler size emirler yağdırıyor, derhal hazırlanıyorsunuz ve askeri cemselere doldurulup Boğaz Köprüsü’ne götürülüyorsunuz. Size hiçbir bilgi verilmemiş, ne işimiz var burada?” diye soruyorsunuz… Kimi diyor tatbikat”, kimi diyor “bilmiyorum, boş ver, sana ne!”

Sonrasını biliyoruz. Senaryo bütün Türkiye için koca bir kabus oluyor fakat çetenin sızdığı komuta kademelerinde, onlardan emir alan askerler açısından yaşananlar bambaşka düzeyde! Köprüyü kapatanlar, ilerleyen saatlerde direnen insanlara ateş etme konusunda emir alıyorlar! “Sözde tatbikat” önce çirkin, sonra korkunç sahnelere terk ediyor yerini…

Gerek ekranlardan, gerek yayınlardan o gecenin dramının detaylarına indik; fakat bir de o bedeli hapse girerek ödeyen çoğu emir kulu gençler var! Yani o gece tek suçları hiçbir şey anlamadıkları o korkunç ortamda komutanlarının emirlerini, devletin kendilerinden beklediği gibi yerine getirmiş olanlar! İstanbul’da, Ankara’da, farklı yerlerde… Tabii tersi de var: Kendi vatandaşlarının üzerine ateş etmeyi reddederek komutanın kurşunları ile orada can verenler! O uzun gecede İstanbul’un ve Ankara’nın değişik yerlerinde yaşanan can pazarı, tarihimizin bir kara lekesi…

HÜKÜMLÜ ÖZGÜN ÇETİN’İN FERYADI

Şimdi lütfen Kırşehir E tipi kapalı Cezaevi’nden bana yazan bir hükümlünün, zarfta adının yanına “Mehmetçik” eklemiş Özgün Çetin’in sözlerine kulak verin:

Ben 83 milyonluk Türkiye Cumhuriyeti’nin bir evladı olarak, Anayasamızın 72. maddesinde her Türk gencine kutsal kılınan vatani görevimi yapmak üzere, taze kan olmaya ve can vermeye askere giden bir Türk genciyim. Vazifesi komutanın emrine mutlak itaat olan ve bu sebeple İBB işgal davasında 15 kez müebbet 2400 yıl ceza almış, 49 aydır cezaevinde yatan gazi bir ER’im.

Ben ki, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni, yetim kaldığım çocukluğumdan bu yana babam ve kutsalım bildim. (….) Ben bir Cumhuriyet çocuğuyum ve Cumhuriyet değerlerimizin her zaman savunucusu oldum. İşte bundandır ki, Cumhuriyet’le hayat buldum ve Cumhuriyet uğruna öleceğim. Türkiye Cumhuriyeti’nin emaneti olan bu genç, bugün emanete ihanet edenlerden dolayı FETÖ mensuplarının ellerine teslim edilmiştir. Cumhuriyet çocuğunun özünü ve kimliğini ayaklar altına alan bu drama hangi yürek dayanır? Bunu vicdanlarınıza bırakıyorum.

5 yaşındaki çocuğun inandığı, 7’den 70’e herkesin bildiği bir hakikate, Türk Milleti’nin vicdanı neden kayıtsız kalıyor? Türk Silahlı Kuvvetleri bünyesinde, ER’in emir almadan en temel ihtiyacı olan yemek alımını gideremediği ve suyu dahi içemediği herkes tarafından bilinen bir gerçektir. Biz yeri geldi ağaçlara bile selam durmak zorunda kaldık, disiplinle yattık ve disiplinle kalktık. Komutanlarımızın iki dudağının arasından çıkacak emirlere tabi olduk ve maalesef birilerinin malzemesi olduk. Bugün de o birilerinin günahlarının bedelini ödüyoruz.

FETÖ’cüler itirafçılık adı altında 1 gün bile içerde yatmadan evlerine, işlerine dönüyor. Hiçbir dahli ve iradesi olmayan, emir komuta zinciri içinde sokağa çıkarılan biz ER’ler 15 kez müebbet 2400 yıllık cezalara maruz kalıyoruz. Geriye bir asılmadığımız kalıyor. Biz FETÖ’cülükten hüküm giymedik, hiç kimse de giydiremedi. Yedi düvel bir araya gelse de giydiremez. Darbeci yapamadılar, sadece iddia ettiler. Yani o kılıfı da bu vücuda uyduramadılar.

Biz masumlara atfedilen suçlamaların ne kadar tutarsız ve yersiz olduğunu, mektubuma eklediğim Yargıtay Cumhuriyet Başsavcı Vekili’nin mütalaası ve bozma talebi de göstermektedir. Ama bugün maalesef söylemler gerçeklere galip geliyor. Ben hiçbir zaman aldatan ve tüm değerlerini satan şerefsiz bir evlat olmadım, olmayacağım da. Benim gücüm; hayatın gerçekleridir, Cumhuriyet’e inananlardır ve Cumhuriyet’tir.

Bugün cezaevinde 5. yılımı geçiriyorum. Yaşayan bir ölüye benzediğim bu mücadelede, gazi bir ER olarak daha kimlere sesimi duyurmam gerekiyor? Binlerce kez, büyük haksızlığı yazdım, çizdim ve de dile getirdim. Bütün kayıtsızlıklara rağmen vazgeçmedim. Susmayı kendime ihanet saydım. Bu karanlığın içinde ihtiyacım olan bir iğne ucu kadar aydınlıktır, umuttur. Vatan evladının bu şekilde sahipsiz bırakılması, akıtılan kanımdan ve harcanan gençliğimden çok daha ağır gelmektedir. (…) Ben Cumhuriyet şerefini gururla taşımaktayım ve ölene kadar da taşıyacağım. Siz büyüklerimden tek isteğim, Cumhuriyet’in emanetleri olan biz gençleri daha fazla değersizleştirmeye çalışmalarına müsaade etmemeniz ve gerçekleri haykıran sesimiz olmanızdır. (…)


Sayın Adalet Bakanı’ndan, tüm parlamenterlerden, yargıç ve savcılardan rica ediyorum, kendinizi bu büyük çoğunluğu masum gençlerin yerine koyun. Onlar sizin evladınız, yeğeniniz olabilirdi! Lütfen biraz empati kurun. Dört duvar arasında haksız yere karartılan genç hayatlardan kimseye hayır gelmez! Geçtiğimiz aylarda, Cumhurbaşkanlığı’nın, bu mağduriyetlerin giderilmesi konusunda halka ulaşan bir “komisyon tesis edilmesi” şeklinde bir çıkışı olmuştu. Umarım bu en hızlı şekilde gerçekleşir.

FETÖ ile mücadele olmazsa olmaz büyük bir sorumluluktur. Türkiye Cumhuriyeti tarikatlara, şeyhlere teslim edilemez! Ama bunu yaparken, sayısız aile mağdur olmasın, bunun vebali büyük olur. Lütfen gerçek suçlularla, devletin emirlerine uymaktan başka bir şey yapmamış, o çaresizliğe itilmiş gençleri bir tutmayın. Bir an önce bu insanları serbest bırakarak yılbaşına evlerinde girmelerini sağlayın!


20 Kasım 2020 Cuma

İMAMOĞLU-CNN TURK-CHP ÜÇGENİ | Bedri Baykam | 19.11.2020

Sayın Kılıçdaroğlu,

Türkiye’nin gündemi İmamoğlu hakkında “bir devlet projesi olan Kanal İstanbul’a karşı çıktığı için” açılan soruşturma ile çalkalanıyor. Erdoğan’ın “demokrasi ve hukuk reformu hazırlıyoruz” sözleri merkez medyada bir heyecan kıvılcımı yarattıktan hemen sonra geldi bu bahtsız gelişme! Buna siz ve CHP’nin değerli sözcüleri de tepki verdiniz, bizler de, sevgili halkımız da! Çünkü artık kanunların çelişkili ve çifte standartlı kullanılmasından bıktık. Her birimiz, ne pahasına olursa olsun laik demokratik bir hukuk devletinde herkesin eşit muamele gördüğü ve insanların aidiyetlerine göre cezalandırılmadığı şeffaf bir toplum istiyoruz! Bunu siz de çok iyi biliyorsunuz, zaten AKP yönetimine her salı günü verdiğiniz tepkilerden bunu izlemek mümkün! AKP’nin nev-i şahsına münhasır demokrasi anlayışı ile Kanal İstanbul’a karşı çıkmak, sanki vatana ihanetle eş tutulmuş ki, seçilmiş bir belediye başkanı, milyonlarca insanın görüşleri doğrultusunda panolardan fikrini beyan ettiği zaman, bu hukuki bir durum yaratabiliyor… muş! Tabi yurtdışında hele maazallah bir batı demokrasisinde bu haber duyulsa, yüksek demokrasimizin ne ifade ettiğini anlayabilen tek kişi çıkmayabilir!

Sayın Kılıçdaroğlu, biliyorsunuz ki toplum, iktidara yaptığınız eleştirileri kendi cephenizde, yani partiniz için de uyguluyorsanız size hak verir ve ancak o zaman inandırıcı olursunuz. Halk, şeffaflık ve düz çizgileri sever. Türkiye şayet bir iktidardan kurtulmak istiyorsa, (aman genel yayın yönetmenim iyice araştırsın, iktidarı eleştirmek de artık devlet suçu sayılıyor mu?) o iktidarın alternatifinin farklı değerlere samimi olarak sarılan bir anlayışla özdeşleşmesi lazım.

Ben burada konuyu yine CHP’nin anti-demokratik şekilde, her görev için aday seçme yöntemlerini gündeme getirmeyeceğim, ileride bakarız! Benim konum, kamuoyunun gözünde bize korkunç zarar veren o mantık dışı ve CHP’nin demokrasi anlayışına hiç yakışmayan “CNN’e çıkma yasağı”. Bundan söz etmek bile abes kaçıyor, 21. yüzyılda… Bir yandan dünyanın köktendinci ve faşizme kayan karanlık yüzü ile uğraş, bir yandan kendi ülkenin sosyal demokrat partisi, mantık dışı ifade özgürlüğü yasaklarını kendi üyelerine dayatsın! Hem de bu kabul edilmez çelişkiyi uygulamak için ekran ve insan seçerek! (Mesela iktidar karşıtlarını hiç çıkarmayan NTV, partiyi sanki hiç ilgilendirmiyor) Birçok isim o ekrana çıktıkları için ceza alırken, başkaları, dokunulmazlıkları varmış gibi rahatlıkla istedikleri programa katılıp istediklerini söylüyorlar! Sayın Kılıçdaroğlu, burada bu isimleri sayıp rahatsızlık yaratmayalım! Ama inanın, geçen hafta Muharrem İnce’nin de Ahmet Hakan’ın programına çıkıp haklı olarak bu anlamsız yasağın zaten uygulanamazlığını deşifre edişini keyifle izledim!

Bu çelişkili durumlar hakkında 18 Eylül tarihinde Yüksek Disiplin Kurulu Başkanı Sayın Uğur Bayraktutan’a bir resmi evrak yolladım. Daha sonra bir sohbette kendisinden öğrendim ki Yüksek Disiplin Kurulu hiç kimseyi kendi kararıyla gündemine almıyor, ancak MYK, bir ismi bu kurula sevk edebiliyor. Lafı uzatmak istemiyorum sayın Kılıçdaroğlu, Artık kamuoyu önünde CHP’yi haksız yere yıpratan bu çağdışı, ancak “sözde ve keyfi şekilde uygulanan yasağın fiili olarak lağvedildiğini, duyurun, sayfayı kapatın.


ERCAN KARAKAŞ VE ARKADAŞLARINA GÜVENMEK…

Maalesef 1990’larda Aydınlık’ta yazdığım yıllarda, beraber demokrasi mücadelesi verdiğimiz bir arkadaş, büyük bir hata yapmış ve Ercan Karakaş, Erol Kızılelma, Aydın Cıngı ve Tülay Ateş’in isimlerini “FETÖ’nün solcuları” isimli bir kitapta geçirmiş. Hem de “Abant müdavimliği” gibi bir sıfatı kendilerine yakıştırarak! Şanssızlık ötesi bir hata! Bu isimler arasında yıllardır en yakın olduğum siyasetçi arkadaşlarımdan biri var, Ercan Karakaş! Gerek Kültür Bakanlığı dönemi, gerek parti içi demokrasi için beraberce mücadele ettiğimiz uzun yıllar, gerek SODEV’de izlediğim uzun yıllara yayılan ve siyasete sol renkler kazandıran çıkışları, her biri gerçekten her zaman kendisine güvenmemi ve saygı duymamı sağladı. Her daim sanatçıların yanında yer alması, desteklerini her zaman sürdürmesi, sevgili Ercan Karakaş’ı gözümde her zaman yakın bir arkadaş olmanın ötesinde, en saygın noktalara taşıdı. Erol Kızılelma ve Aydın Cıngı ise yine aynı hat üzerinde, en sağlam demokratik kitle örgütü üyeleri olarak her zaman bana güven verdiler ve ister çevre için ister basın özgürlüğü ister hapishanelerdeki tutukluların insan hakları için sayısız buluşmada beraber yer aldık!

Onlar hakkında çeşitli yanlış bilgi ve izlenimleri kontrol etmeden kullanan arkadaşlara sesleniyorum: Hiçbirimiz santimine kadar aynı çizgide olmaya mecbur değiliz; hiçbirimiz solun her zerresinde sosyal demokrasiye veya Atatürk’e veya sosyalizme eşit uzaklıkta zaten olamayız. Lütfen birbirimizi bu kadar kolay harcamayalım: “FETÖ” çok ağır bir itham! Karakaş ve arkadaşları, her zaman gerek sol çizgide, gerek sivil toplum buluşmalarında, sol siyaset ve demokrasi arayışında en güvenilir isimler olmuşlardır.


SAYIN FAHRETTİN KOCA, BU KOCA ÇELİŞKİLERİN FARKINDA MISINIZ?

Sayın Bakan emin olun, evvelsi gün yeni önlemler paketi açıklandığında hiç kimse ne olduğunu anlamadı ve sosyal medya 1001 tane espri ile çalkalandı, herhalde farkındasınız. İnsanlar artık “yeter kapanacaksak kapanalım, açılacaksak açılalım, öleceksek ölelim” diye adeta haykırıp yürüyüşe geçecekler! Umarım farkındasınız, önlemler paketinin ne anlama geldiğini anlamak için sanki matematik ve hukuk profesörü olmak lazım!

65 yaş için ayrı bir yasağın anlamı yok. Türkiye’de bu olay o kadar yanlış sunuldu ki, sanki bir yaşlı sokağa çıktığı zaman herkesi öldürme ihtimali varmış gibi kötü bakışların hedefi oluyor! Halbuki yapılması gereken şey, bu kararı değerli yaşlı vatandaşlarımıza bırakmak! Belki gençlerden daha iyi korunuyorlar! Neden bu şekilde dışlansınlar? Zaten “yaşlı” ne demek? Benim gibi 90 dakika top oynayan, daha ileri yaşlarda, 70 yaş civarı birçok arkadaşım var. Aynen 50 yaşında olduğu halde merdiven çıkamayan arkadaşlarım olduğu gibi... Kararı her birey kendi alır, ya da yasaklar herkesedir!

Bu arada devlet maalesef şu açıdan hiçbir inandırıcılık taşıyamıyor sayın Bakan: Bir yandan ağır yasaklar dizisi geliyor, bir yandan da fuarlar serbest! “Beş kişi yan yana gelmesin” diyerek kapanma emirleri veriyorsunuz, ama bakıyoruz bu hafta sonu MÜSİAD fuarı var, her çeşit fuar da gündemde! Nasıl bir şaka bu? Siz ve doktorlarınız “kapanın” diye yalvarırken, maçlar seyircisize dönerken, bu normal mi? Zor görevinizde başarılar diliyorum ama yetkilerinizi artık kullanın!

13 Kasım 2020 Cuma

HIRS VE HAYAT DERSLERİ! | Bedri Baykam | 12.11.2020

Günlük yaşadıklarımıza bakıyorum da, dört bir yanımız ağır hayat dersleri ile kuşatılmış. İhtirasları gözlerini bürümüş insanlar, ailelerini, ait oldukları kurumları, ülkelerini akıl almaz şekilde ateşe atıyorlar.


ATATÜRK’Ü YOK ETMEYE ÇALIŞIRKEN ALTINDA KALANLAR!

Büyük Önderimizin aramızdan ayrılışının 82. yıldönümünde, yurdun her yerinde milyonlarca vatandaşımız yine Anıtkabir’e veya Atatürk anıtlarına koştular, trafik her yerde durdu. Birkaç örümcek kafalı yobaz hariç herkes Atasına saygı için caddelerde, meydanlarda ve sosyal medyadaydı. Şimdi insanlar işlerine gelmediği için pek hatırlamak istemezler ama, 1990’larda Atatürk’ü en sert şekilde savunan bizler adeta köşeye itilmiştik. Televizyonlarda sansür başlamıştı ve egemenlik yobazlardan önce İkinci Cumhuriyetçilerdeydi, yani “Yetmez ama Evetçi”lerin öncü kollarında! Neler yapılmadı ki… Atatürkçü yazar ve gazeteci arkadaşlarımız öldürüldü; bizleri susturmak, Kemalizm’in mirasına her yerde iftira atmak, anlamını biçimbozumuna uğratmak için her şey yapıldı. Ne oldu sonra? Hatalarını itiraf etme veya özür dileme cesareti bile olmayan bu çapsız kalemşörlerin kullanım süreleri doldu, tasfiye edildiler. Atatürk ise dimdik ayakta. Bu ülkede öyle sağlam tohumlar bırakmış ki, hainler ona saldırdıkça topraktan adeta orman gibi fışkırıyor! Düşünceleri ile, devrimleri ile, hatıraları ile, tüm güzellikleriyle…


PAŞİNYAN KENDİ TETİKLEDİĞİ DEPREMİN ALTINDA KALDI…

Sovyetlerin dağılmasının ardından, Ermeniler ve Azeriler arasında yaşanan gerilimler sonucunda yüzbinlerce kişi yaşadığı topraklardan göç etmek zorunda kaldı, Ermenistan topraklarında yapılan büyük gösterilerin ardından Karabağ’a saldırdı ve sıcak savaş başladı. 28 yılı aşkın süren işgal ve savaşlar, Azeri sivillerin gördüğü şiddet ve baskı yıllarca sürdü. Hocalı katliamı ve benzerlerinde yüzlerce Azeri sivil katledildi. İşgal edilen Azeri toprakları yıllarca bu yeni statükonun altında ezildi.

27 Eylül’de Ermeniler’in cephe hattı boyunca saldırıları sürdürerek ateşkesi defalarca ihlal etmiş olmaları, bu yılın çatışmalarını başlatan kıvılcım oldu. Paşinyan, iki yıldır Ermenistan’ın kaderine yön veriyor ve bu yeni savaşta gözünü kırpmadan sivilleri, köyleri, kasabaları, şehirleri bombalatıyordu. Bütün bunları yaparken arkasında batılı ülkelerde konuşlanmış diyasporanın küstahlaşan tavırları, uluslararası medya gücü ve söylemi vardı ancak uluslararası kamuoyunu kandırmaya bu da yetmedi! Aynı Paşinyan, evvelsi gece işgal ettiği topraklardan çekileceğini taahhüt ederek apar topar resmen mağlubiyetini kabullendi. Ülke karıştı, parlamento basıldı. Paşinyan, Dimyat’a pirince giderken evindeki bulgurdan oldu. Hırs Paşinyan’a da, ülkesine de ölümcül bedellerle döndü.


TRUMP BIDEN’A YENİLMEYİ BİLE BAŞARAMADI

Geçen hafta Amerikan seçimlerini ve umut vaad etmeyen iki ışıksız ve yaşlı lideri ele almıştım. Seçimler yaşandı ve anladığım kadarıyla hatırı sayılır bir farkla Biden kazandı. Amerikalılar’ın en azından yarısı, ülke işgalden kurtulmuş gibi sokaklarda dans ediyorlar. Trump kimden örnek aldı, nereden literatürüne soktu bilemiyoruz ama yenilgiyi kabul edemedi ve resmen oyunbozanlık içinde her yerde dava açmaya başladı! Amerikalılar’ın başına daha ne gelecek bilmiyorum ama Trump edebiyle Beyaz Ev’den ayrılmazsa, yine sokaklar kan gölüne dönebilir. Sayısız Amerikalı’nın bu endişeyi taşıması bir yana, Amerikan siyaseti ve Cumhuriyetçi parti eksenindeki sayısız insan da şu anda başkanı sağduyuya davet etmekle meşgul! Gerek Afro-Amerikanlar’a, gerek Meksikalılar’a, gerek kadınlara, gerek LGBTIQ’ya, gerek Covid konusunda halkı uyaranlara ağır tepkiler veren huysuz Başkan, kaybetmeyi bile başaramayan ve kendini ülkesiyle beraber utanç sınırlarına çeken isim olarak tarihe kalıyor!


DÖVİZİN BARBARCA YÜKSELİŞİ MALİYE BAKANINI YEDİ!

Bu istifanın en ilginç noktası, ilk saatlerinde esrarengiz bir Hollywood senaryosuna benzemesiydi. Önce kimse Instagram’da çıkan istifa bildirisinin gerçek olduğuna inanamadı. Bu olsa olsa Albayrak’ın hesabının ele geçirilmesi anlamına gelebilirdi. Ancak gecenin ilerleyen saatlerinde gerçek su üstüne çıktı. İstifa bir şaka değil, ağır bir gerçekti! Akabinde penguen medya komedilerine yatay geçiş yaptık. Ertesi gün malum birkaç ana muhalif gazete dışında hiçbir medya organı damat beyin istifasını haber yapmaya cüret edemedi. Belli olmaz; yarın vazgeçerler, kabak bizim başımıza patlar” modundaydı hepsi. Böylece halkımızın merkez medyadan bilgileri alan kısmı pazar gecesini ve pazartesi gününü ligde sayılmayan goller ve verilmeyen penaltıların gölgesinde geçirdi. Bir kuş kadar saf ve bihaber olarak!

Sonra Beştepe’de ne yaşandı bilinmez, istifa kabul edildi ve haber nihayet Saray’ın izniyle ahaliye ulaştı! Böylece ne mi oldu? İşte burası çok önemli! Döviz artışı hakkında kendisine yöneltilen endişeli sorulara alaycı bir şekilde Niye bunları soruyorsunuz maaşınızı dolarla mı alıyorsunuz?” şeklinde dahiyane yanıtlar bulan espri dolu ve nüktedan bakanımızı o dövizler sanki birden yiyiverdi… Dolar mı, yoksa Euro mu sorumluydu, orasını bilemedik. Tek bildiğimiz, düz düşüşle irtifa kaybeden Türk Lirası, koltuğun boşalması ile erimeye hiç olmazsa bir günlük mola verdi!


3 TEMMUZ KUMPASINDAN MEDET UMAN EKİPLER ŞİMDİ NE YAPIYORLAR?

13. Ağır Ceza Mahkemesi, Aziz Yıldırım, Şekip Mosturoğlu, İlhan Ekşioğlu ve diğer sanıkları tekrar beraat ettirdi. Malum kesimler yine ağır depresyona girdiler. FETÖ kumpası ile Fenerbahçe’yi pes ettirmeye yeminli, kulübün Atatürkçü duruşunu ağır bir şekilde cezalandırmaya kalkışan çete, bir kere daha adaletin tokatını yedi. Çok merak ediyorum, 2011 yılında Fenerbahçe’ye pes ettirmeye çalışan, o yalanları UEFA’ya ve bütün dünyaya yayan, yaygarasını koparan, ellerini ovuşturan futbol yöneticisi veya “gazeteci” malum güruh, şu anda neler yapıyor?

Ağızlarını bıçak açmadığı malum; bütün eski demeçlerinden, makalelerinden VE gizli yazışmalarından utandıkları da malum! Aynen Ergenekon ve Balyoz davalarında kumpasları kurarak Atatürkçü yazar, generallerin hapse atılması için entellektüel bir dil kullanarak adaletten ve hukuktan bahseden ve şu anda tedavülden kaldırılmış o sahte demokrasi havarileri gibi…


Uzun lafın kısası, hırs, ihtiras çok kötü bir şey. İnsanın aklını yer bitirir. Farkına bile varamadan ayağının altındaki halıyı çeker, sahibine de boşluktan aşağı düşerken “Ben kimdim? Nereye gidiyorum?” sorularına yanıt aramak kalır…




8 Kasım 2020 Pazar

ABD, YENİ KENNEDY’SİNİ YİNE ÇIKARAMADI! | Bedri Baykam | 05.11.2020

 

Sizler bu gazeteyi elinize aldığınızda, büyük ihtimalle ABD’nin hangi başkanı seçtiği netlik kazanmamış ve/veya diğer taraf en azından “yargıya gideceğim” tehditlerinden vazgeçmemiş olacak.

Ancak öncesinde, beni yine bu seçimlerde hayrete düşüren bir konuya parmak basmak istiyorum.


BU DÖNEM KENDİ JFK’SİNİ YARATAMADI!

ABD, yeni Kennedy’sini yine çıkaramadı” derken, 1960’lara damga vuran Kennedy gibi radikal anlamda “Büyük Amerikan düzenini sarsacak” yeni bir isim çıkaramamalarından söz etmiyorum. Çünkü günümüz konjonktür ve uluslararası şartlarında, böyle bir insanın “ortaya veya zirveye çıkması” imkansız. Neden mi? Çağımızda CIA’ye “Amerika, diğer ülkelerin iç işlerine karışamaz, sizi bin parçaya böleceğim” demiş, kırk yıldır FBI’ın başına çöreklenmiş mafya ile ilişkili karanlık Hoover’i görevden almaya hazırlanmış, Vietnam’dan çekilme kararı almış, Pentagon’un abartılı baskılarına rağmen Küba ve Sovyetler ile sıcak savaşa girmemiş, vergi yükünü dar ve orta gelirli aileler yerine büyük şirketlere yıkmış, Orta Doğu’da barışı korumak adına İsrail’in nükleer silaha ulaşmaması için çabalamış, azınlık hakları için mücadele etmiş, Başsavcı kardeşi Robert Kennedy aracılığıyla mafyaya karşı ağır bir mücadele vermiş, sanata ve sanatçılara özel önem atfetmiş, ABD’nin dünya polisi olmadığı barışçı bir yeni dünya düzeni rüyası görebilen, yani güç odaklarının gözünde her türlü suçun “baş müsebbibi” bir başkan, 2020’li yıllarda hiç gerçekçi değil. Bu devirde ABD, Olof Palme veya Willy Brandt’vari liderini üretemez! Kennedy örneğinde yaşadığımız gibi, öldürüldüğünde Türkiye dahil, tüm dünyada yüz milyonlarca kişinin gözyaşlarına boğulduğu bir “dünyanın sevgili lideri”ni hiç çıkaramaz!

DEMOKRAT PARTİ’NİN ŞAŞIRTICI TIKANIKLIĞI

Nedenleri ortada! Ama bunu çok iyi bilmeme rağmen, yine de Amerikan siyasetinin, vazgeçtim dünya uluslararası siyasetinin akışını ve beş kıtayı ilgilendiren konuları, kendi iç dinamikleri doğrultusunda bir “çakma Kennedy” imajlı lider adayı bile çıkaramamalarını, kendileri adına çok yazık ve onları izleyen dünya adına çok gülünç buluyorum! Son iki başkanlık seçimine göz attığımızda, Cumhuriyetçilerde Trump, Demokratlarda ise Beyaz Ev’e doymuş bir Hillary Clinton ve Obama döneminden kalma yorgun bir Biden görüyoruz. Ortak noktaları, makyajın bile gizleyemeyeceği bir tazelik yoksunluğu… Bill Clinton ve Obama, hiç olmazsa “imaj” olarak, bir umut olabilme vasfı taşıyorlardı. Biri “Kennedy imajı”na zaten oynuyordu, diğeri ise yine o çizginin siyahi kulvarından ilerledi ve tüm dünyaya “acaba bu sefer, o sefer mi?” dedirtti. Ancak ardından, hayal kırıklığı geldi. (Fetö’yü parlatması, kendi döneminde Amerikan polisinin kuş vurma antrenmanı yapar gibi siyahileri infaz etmesini pek umursamadan seyretmesi gibi konular u-nu-tul-maz!)

Yani koskoca Demokrat Parti’nin, kendi yerleşik dinozorları dışında, en azından görüntüyü kurtaracak parlak, yakışıklı veya güzel, gençlere heyecan ve dünyaya umut veren, kısa sürse bile bir evrensel barış mesajında inandırıcılık taşıyabilecek, genç ve vurucu tek bir isim çıkaramaması, aslında korkunç bir mağlubiyet! Sokak kavgaları, ırkçı polis saldırıları ve kendini aidiyetsiz hisseden milyonlarca gencin dijital dünya düşkünlüğü ortadayken, bu saydıklarım Demokratların 3-0 mağlup başlamasına neden oluyor! Düşünebiliyor musunuz, mesela ortada dolaşan laflar şunlar: “Biden kazansa bile, acaba 2024’te sağlık durumu tekrar aday olmasına olanak verir mi?”


BİRİ VURDUMDUYMAZ SHOWMAN, DİĞERİ SİLİK ÖTESİ!

Cumhuriyetçiler ise Trump’ı sahada tutarak yanıt veriyorlar rakiplerine. Trump’ın ABD’de ve dünyada en ağır tepkileri alan tavır ve kararlarını buradan sıralamaya kalksak makale değil kitap yazmamız lazım. Irkçı, kadın hakları karşıtı ve homofobik açıklamalarını kim unutabilir? Ama bunun yerine, az okuyan veya dünyayı az takip eden kitleleri etkileyen bazı teatral tavırlarını ele almak istiyorum. Bakın basit bir Trump sahnesi, eski kampanya döneminden… “O kadar çok kazanacağız ki, kazanmaktan bıkacaksınız, yeter artık daha fazla kazanmayalım, kaldıramıyorum bu kadarını diyeceksiniz, ama kazanmaya devam edelim, yetmez diyeceğiz”. Veya sahnede showman yürüyüşleri, ani dönüşleri, kahkahaları, seçtiği kelimeler, arada yaptığı (çoğu saçma olsa da) espriler, ondan nefret edenlerin bile ilgisini çekiyor! Gelelim Biden’a… Yaşlı olmak ayıp değil, doğanın kanunu ama bu kadar yorgunsanız ve yarınlarınız pırıltılı bir güneş vaat etmiyorsa, halka nasıl inandırıcı olabileceksiniz? Allah aşkına, Biden’in tek bir önemli sözünü hatırlayabiliyor musunuz?

Bana sorarsanız, “seçimleri Biden kazandı” veya “Trump kazandı”, ne duyarsanız duyun, şüpheyle yaklaşın! Hatırlatırım geçen sefer “Hillary Clinton büyük farkla, hatta toprak kaymasıyla kazandı” diyenler, televizyonlarda 1 saat bunu gerekçeleriyle açıklayanlar, sonra şapa oturdular. Bunu hatırlayarak yorumları dinleyin lütfen. Tabii ABD bizim gibi ileri bir ülke değil, Anadolu Ajansı gibi muhteşem donanımlı bir devlet ajansına da sahip olmadığından sandıkların kapanmasından bir saatçik sonra bütün sonuçları büyük bir kesinlikle açıklayamıyor! Bu seçimleri kim kazanırsa kazansın, her an ortalık, 2020 “Floyd-covid” günleri modunda karışabilir. Yeni Amerikamız, aynen yeni Fransamız gibi, protestocuların “yakarım-yıkarım” tehditleriyle yaşayan bir “4. Dünya” ülkesi!


BİZİM İÇİN UFUKTA GRİLİK HAKİM

Dünyayı Trump’tan kurtaracak adam” olarak lanse edilen Biden’ın, kazanırsa Türkiye’nin önüne ağır bir fatura koyacağından kimsenin bir şüphesi yok. Suriye’nin kuzeyinde bir PYD/PKK garnizon devletinin kurulması, Irak’ın üçe bölünmesi ve Kuzey Irak Kürt Yönetimi’nin bağımsız bir devlet olarak tanınmasını önermesinin yanı sıra, Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de uyguladığı politikaları eleştirmesi ve müttefik devletlerle iş birliği yaparak Türkiye’nin izole edilmesi gerektiğini savunması, S400’lerden vazgeçmememiz halinde CAATSA yaptırımlarıyla cezalandırılmamızı desteklemesi ve sözde Ermeni soykırımını tanıyacak olduğunu dile getirmesi, bizim açımızdan pek iç açıcı görünmeyen bir bilançoya işaret ediyor.

Uzun lafın kısası, olaya demokratik gözlüklerle bakan aydınları mutlu olamayacaklar. Adaylar, bizler açısından birbirinden kötü sayılabilir. Bu nedenle bekle-gör-izle”den başka seçenek yok!

29 Ekim 2020 Perşembe

MUSTAFA KEMAL’İN “İDDAA ORANI” 1919’DA KAÇ ÇIKABİLİRDİ? | Bedri Baykam | 29.10.2020

İnsan denilen canlının bir beyni var. Her beynin de bir kapasitesi. Steve Jobs’un, Einstein’ın, Leonardo’nun beyni ile, olağan faninin beyni bir değil. Bunu hepimiz biliyoruz. Savaşta da siyasette de durum farklı değildir. Devlet adamı vardır, başkan vardır, önder vardır, ya da başkancık, öndercik vardır. Beynin kapasiteleri öyle kas gücü gibi geliştirilemez. Olsa olsa zamane hapları ile hafızanızın güçlendirildiğine veya bazı oyunlarla beyin hücrelerinizin canlı kaldığına inanırsınız, inandırılırsınız. Geçmişte Büyük İskender, Cengiz Han, Fatih Sultan Mehmet, ya da Gandhi, Castro, Kennedy gibi beyinler tarihe damga vurmuşlardır.


ATATÜRK’ÜN SEKİZ KATMANLI OLAĞANDIŞI BEYNİ

Bizim önderimize gelince, devrimci kimliğiyle ve sekiz ayrı katmanla çalışan beyniyle, nasıl birbirinden o kadar farklı alanlarda ancak Leonardo da Vinci ile kıyaslanabilir bir ruh olarak faaliyet gösterebildiği, normal insanların kolay kolay algılayabileceği bir durum değil! Yalnız yurdunun topraklarının müdafaasında kullandığı “savaş sanatı” ve taktikleri, sanat algısı, felsefe ve tarih ile ilişkisi, çağdaş yaşam tarzına olan tutkusu ve modernizmin bu alanda öncülerinden oluşu, barış ve evrensel insan sevgisi ile tüm ülkelere diplomatik bir “olumlu ön yargı”ile bakmaya şartlanmış olması, her ağaç her bitki her insan ve her hayvana sevgi ile bakabilmesi, içinde yetiştiği toplumun dayatmalarına karşın kadın erkek eşitliğine yürekten inanması, yüzünü bilim ve teknolojiye dönerek her türlü hurafeden uzak durması, demokrasi ve hukuk devletine yürekten bağlı olması, ırkçılığa daima karşı çıkması ve bütün bunları şaşırtıcı bir bütünlük içinde bir maestro gibi yönetebilmesi, onu gerçekten herkeslerden ayrı ve özel bir noktaya koyuyor tarihte.

Bu giriş bölümünün aksine, makaleyi tarihsel referanslar ve isimlerle yüklemeden size sunmak istedim. Cumhuriyetimizin 97. yılında, belki biraz daha genç Mustafa Kemal’in o kıvılcımlar saçan beyninde neler düşündüğü ve neler hissettiğiyle biraz daha özdeşleşebilmeniz için…


O İNSAN KENDİNİ NASIL YETİŞTİRDİ?

Büyürken o çocuk kafasında nelere dikkat etti, hangi öğretmeninden hangi bilgi veya tavırları beynine nakşetti? Askeri okuldayken, tarihi verileri kıyaslamalı bir çapraz sorguya alarak geçmiş yüzyılların en büyüklerinin hamlelerini ve bunların zamanlamasını nasıl içselleştirebildi? Her yurt dışına çıktığında, en çok nelere dikkat etti, kimlere imrendi, hangi yaşam tarzını en klas şekilde kendi topraklarında görmek için beyin kıvrımlarının en derin noktalarına nasıl kazıdı?

Ya da gönül ferahlığını, cesaretini, o akıl almaz vizyonunu kimlere borçluydu, kimlerden esinlenip kendini o denli yüksek ideallerle donatmayı başarmıştı?

Bugün dönemimizde “kurtarıcı” rolüne soyunmak isteyen ancak “takım oyunu” kavramından nasibini almamışların aksine, o insan seçebilme ve sorumlu noktalara yerleştirebilme, kadrosuna güvenme yetilerini nasıl o denli geliştirebilmişti? Cumhuriyetimizi, Kurtuluş Savaşı’nı da kazanmasını sağlayan o kadrolarla beraber kurarken, o sarsılmaz özgüvenini neye borçluydu? İslam’ın baskın olduğu topraklarda, ilk defa uygar yaşam tarzlarına bağlı, çağdaş, laik bir hukuk devleti modeli ve barışçı bir devlet anlayışını egemen kılacak model, onun o müstesna beyninde nasıl şekillenebilmişti?


KİMLERE RAĞMEN NELER BAŞARILDI, DÜŞMANLAR NASIL HAYRAN BIRAKILDI?

Üstelik bütün bunları, boynunda idam fermanı, her an kendisini tutuklama emri ile etrafında dolaşan görevlendirilmiş “arkadaşları”, yüzyılların köklerine dayanan din ve hilafet baskısı, Osmanlı İmparatorluğu’nun köhnemiş kalıntıları ve tüm saldırgan dehşetiyle bu söz konusu artıkları yutmaya hazır emperyalizmin çok uluslu ahtapot kollarının sinsi komplolarına rağmen başarmıştı Selanikli ebedi genç…

Her zaman kendisine yol göstermiş yerli yabancı düşünürlerden güç alarak, insan sevgisi kaynaklı barış tutkusuna sonsuz bir bağlılıkla…

Gün gelmiş kendi arkadaşları bile onun ideallerini anlamaz ve hazmedemez olmuş, gün gelmiş en büyük düşmanları ona duydukları hayranlık dolayısıyla, kendi gerçek hedeflerine olan tutkularından pek de farkına varmadan uzaklaşabilmişlerdi!

Gün gelmiş, ister Çanakkale Savaşı’nı analiz eden mağlup ülkelerin generalleri, ister devrimlerini ve kurduğu rejimin mükemmelliğini algılamaya çalışan devlet adamları, onun sürekli olarak beş-altı hamle ötesini görebilen satranççı zekasını anlama veya taklit etme çabalarından vazgeçmişlerdi. Çünkü onu alt edecek kadar zeki olmasalar bile, onun seviyesini ölçebilecek kadar kültürlü ve objektif olabiliyorlardı.

Üstelik bu “insan”, saydıklarımızı bir robot olarak değil, gençliğini, rakısını, aşklarını, şehvetini, arkadaşlıklarını, sırlarını, fıkralarını sonsuz sohbetlerde can dostlarıyla paylaşmış paha biçilmez bir zamane beyefendisi olarak gerçekleştirebilmişti.

Üstelik, “imkansız” gibi çok pratik bir kelimenin arkasına hiç sığınmadan… Bugünkü gençlerin anlayacağı dilden konuşalım: Mustafa Kemal’in bu çöküşten bağımsız ve evrensel dünyada parlayan, örnek yıldız oluşturacak bir Cumhuriyet kurmasının “İddaa oranı” nedir denseydi, herhalde 29 binde 1 şans veren çıkmazdı, 1923 Türkiye Cumhuriyeti sonucuna…

Dolayısıyla, bugün de hala Atatürk’e ve en büyük eseri olan Cumhuriyet modelimize gıpta ile bakan sayısız yazar, tarihçi, devlet adamı ve sosyolog varsa, buna kimsenin kalkıp şaşıracak hali yok! Atatürk öyle muhteşem bir insan ki, sözde “düşmanı” olması gereken yendiği ülkeler bile, ona kıskançlık değil hayran kalarak bakıyorlar, bugün bile…

70 YIL UĞRAŞTILAR, YIKAMADILAR

“Bizler” ise, artık sanki her anını bildiğimiz bu muhteşem yaşamda kendisini babamız, atamız ve sonsuz önderimiz olarak bağrımıza basıyoruz!

Artık Cumhuriyetimizin bir asrı devirmesi kapının eşiğinde. Düşünün ki, ilk Büyük Savaş sonrasının en zor şartlarında hangi fedakarlıklarla kurulmuş bu dev eseri, yetmiş yıldır uğraşarak hala yıkamadılar! Kıskananlar, ona savaş açanlar, sürekli iftira atanlar, tarihe tahrifat yapanlar, sabahtan akşama büyük Önderle uğraşanlar, mirasını kurt gibi kemirip yok etmek isteyenler… Her biri pusu kurmuş, kah bir meydanda kah bir ekranda karşımıza çıkıyorlar, adeta hortluyorlar… O ise, gençliğe armağan ve emanet ettiği Cumhuriyeti ne kadar sağlam temeller üzerine kurduğundan gurur duyarak yobazların, emperyalistlerin ve bölücülerin kuşatma operasyonlarına karşın, göklerden bizleri şefkat ve bir o kadar da dikkatle izliyor...

23 Ekim 2020 Cuma

BEKİR COŞKUN, ANAYASA, PENALTILAR, KIŞLALI VE 10. KÖY…. | Bedri Baykam | 22.10.2020

Unutulmaz kalem Bekir Coşkun’u kaybetmenin acısını yalnız ailesi veya arkadaşları değil, yalnız yıllardır her sabah onunla uyanan sadık okurları değil, aynı zamanda nezaketle ve hicivle, kimi zaman da keskin bir şekilde eleştirdiği siyasi kesim de yüreğinde hissetti. Çünkü onlar da çoğu zaman gizli gizli, sözde eleştirmek için dayanamadan her sabah okuyorlardı kendisini. Bazen kıskanarak, bazen imrenerek, bazen kızarak ama için için hep hayran kalarak! Bekir Coşkun, doğruları gizlemeden şeytanın bile aklına gelmeyecek noktaları birbirine bağlayan, bunu en zarif üslupla yapan büyük bir ustaydı. İşte, “dokuz köyden kovulma ve 10. köyü arama” böyle bir yaşamda şekillendi.


HAYATIMIZI KARIŞTIRAN BİTMEZ ÇELİŞKİLERİN ÜLKESİ

Geçtiğimiz iki hafta, Anayasa Mahkemesi’nin Enis Berberoğlu kararının, bir alt mahkeme tarafından reddedilmesini ve artçı şoklarını tartıştık. Anayasa Mahkemesi’nin otoritesi altında yer alan herhangi bir mahkemenin, kabul edilemez bir tavırla Anayasa Mahkemesi’nden kırmızı kart gören bir kararı yasadışı bir şekilde uygulamaya ısrar edebilmesi, doğal olarak demokratik çevrelerde büyük bir tepki gördü.

Peki, şayet Anayasa Mahkemesi muhalefetin aleyhine bir karar verseydi ve yerel mahkeme bu kararı uygulamayı reddetseydi... O zaman Saray ne derdi, AKP ne derdi? “Kimin haddine bir mahkemenin Anayasa Mahkemesi’nin kararını reddetmek?” diye esip gürlemez miydi?

Ya da muhalefet partileri çok önem verdikleri bir konuda Anayasa Mahkemesi’ne müracaat etmiş olsalardı ve Anayasa Mahkemesi diğer alt mahkemenin aldığı kararı, beklentilerin aksine onaylasaydı, o zaman muhalefetin cümleleri Anayasa Mahkemesi hakkında hangi kelimelerle şekillenecekti?

Hukuk devletinin sorunlarını bir kenara koyalım, en basitinden futbola dönelim. Her hafta birçok pozisyonda hakemler VAR’a gidiyorlar, kimi takımlar alınan kararlara kızıyorlar kimileri seviniyorlar. Gerek yöneticiler gerek hocalar, karar aleyhlerine alındıysa veryansın ediyorlar, karar lehlerine alındıysa durumu sorun etmiyorlar. Aynen taraftarlar gibi maşallah!

Mesela bu hafta Fenerbahçeli Serdar Aziz, rakibinin önünü ceza sahasında kayarak kesti. Bu hareketi yaparken rakibinden yarım metre uzaktaydı. Hiçbir mantık buna penaltı çalamazdı. Ama çalındı ve üstelik VAR’a gidip bir kontrol bile yapılmadı! Tüm standartlar alt-üst! Şimdi mühim olan şu: Aynı pozisyonda, bir başka defans oyuncusu, benim takımımın forvetine doğru aynı şekilde müdahale etse, ben kalkıp bu sefer “nerede bizim penaltı?” diye tersine yaygara koparacak mıyım?


BU ÇELİŞKİLERE, AHMET TANER KIŞLALI NELER DERDİ?

Dün, ölüm yıldönümünde andığımız Ahmet Taner Kışlalı, her fırsatta Ankara’da görüştüğüm bir can dostumdu. Haftada birkaç kere, en azından telefonda dertleşir, Türkiye’nin çelişki yumaklarını çözmeye çalışırdık. Uzun lafın kısası, insanlarımız kolay kolay objektif olamıyorlar, aynı konularda sürekli farklı tepkiler veriyorlar. Çifte standart bizlerin “olmazsa olmazı” olmuş!

Aslında Anayasa Mahkemesi ve hakem kararları, VAR kararları ne kadar mukayese edilir tartışma götürür bir olgu. Çünkü bu ülkede yargı bağımsızlığı olmadığına dair bir ortak inanç var. Üstelik maalesef bu ağır endişeler yıllardır üst üste biriken somut veriler üzerinden çok net şekillenmiş.

Dolayısıyla başka bir kıyaslama daha deneyelim.Anayasa Mahkemesi’nin üzerinde ağır siyasi baskı var” veya “Türkiye, tek adam rejimi tarafından yönetiliyor” veya “Türkiye’de ve parlamentoda demokratik bir yönetim yok, halkın iradesi yansımıyor” diyen bir ana muhalefet partisi, kendi parti içi hukukunu objektif, tarafsız ve adil yürütebiliyor mu? Bu partinin içerisinde bir başka tek adam yönetimi var mı? Bu partinin demokrasi ve ifade özgürlüğü ilişkisi nasıl? İktidardan şikayet ederken, kendisi de üyelerine saçma yasaklar getirmeye kalkışıyor mu? Disiplin çarkı, mantıklı, adil ve herkese eşit davranan kriterlere bağlı mı? Adaylar kişi veya bir politbüro mantığı ile işleyen bir grup tarafından belirleniyor mu? Dolayısıyla örgütün, seçmenlerin, halkın iradesi adaylara, siyasetin sol kanadına yansımıyor mu?

Burada sorduğumuz soruların yanıtlarının aslında sorgulanamaz şekilde objektif kriterlere bağlı, çelişkisiz, mantığın, hukukun, kaidelerin yönlendirdiği ideal yanıtları olmasını isteriz. Ama ne siyasette, ne futbolda, ne de ana muhalefet partisinde işler böyle yürümüyor. Siz tutulmayan sözleri, uyulmayan kuralları, basında veya siyasette dillendirdiğiniz zaman, sizi “o köyde tutmak istemeyenler” çeşitli faaliyetlere girişiyorlar… İşte bunu içinden bilen insanların başında gelirdi Kışlalı ve Coşkun…


BEKİR COŞKUN TAVRINI ÖRNEK ALMAK

Emin olun doğruyu söylüyorum. Futbolda, gerektiği zaman Fenerbahçe taraftarlarını veya program arkadaşlarımı üzme pahasına Fenerbahçe’ye haksız bir penaltı verildiyse veya attığımız bir golün kusuru varsa da dile getiriyorum. Bunu yaptığım için de aleyhimize yapılan haksızlıkları dile getirirken de herhangi bir “çifte standart endişem olmuyor.

Aynı şekilde AKP’ye ve Erdoğan’ın yaptığı antidemokratik tavırlara verdiğim tepkileri, CHP içinde de veriyorum. Sağa, faşistlere veya siyasal İslam’a getirdiğim eleştirileri, kimi zaman sosyal demokratlara, kimi zaman sosyalistlere, kimi zaman CHP’ye ve tabi “yetmez ama evet”çilere de getiriyorum.

Bu yüzden yıllardır Bekir Coşkun’un da yürüdüğü yolda, kötü kişi olmayı da, dokuz köyden kovulmayı da göze almışlardan biriyim. Bu cümlem, bizi tekrar o silinmez izleri bırakan büyük insana, köşe şairine, kelime ustasına getiriyor. Bu gerekçelerle “Dokuzuncu Köy” ve “10. Köy” dediğimizde doğrudan aklımıza gelen ilk isim hep o kalacak… Yani susmayı reddetmek, çıkar ilişkilerine bakmadan!


HAYVANLARIN, DENİZLERİN, DALGALARIN YAKIN DOSTU

Bekir Coşkun, yalnız bizlerin, sizlerin, demokrasinin, özgürlüklerin, halkın, güçsüzlerin, ezilmişlerin, fakirlerin, kadere mağlup olmuşların değil, evreni paylaştığımız sevgili hayvanların da en samimi dostuydu. En sevdiği köpeğinin adını Türkiye’ye ezberletmeyi başardı. Pako, sanki bizlerin de dostu oldu. Yalnız hayvanları, hayvan haklarını savunmadı, doğayı, hakimi olduğu denizleri ve arkadaşlıklarını sonsuz sevdi. Seçmesi gerekse, belki çevresinden insanların değil, canlıların en güçsüzlerinin, en sessizlerinin, dilsizlerinin yoldaşı ve sözcüsü olmayı seçerdi. Allah’tan hem hayvanları hem insanları savundu.

Dokuz köyden kovulmuş olabilir, ama şimdi ülkenin her köyünde, her yöresinde hatırlanacak, adına sokaklar, kütüphaneler açılacak… Bu dünyadan örnek bir insan, bir Bekir Coşkun geçti. O da artık Kışlalı gibi ölümsüzler arasında yerini aldı.