31 Ocak 2016 Pazar

SÜRPRİZSİZ FİNALİN ŞAMPİYONU DJOKOVİC! | Bedri Baykam


Avustralya Açık'ın finalinde Dünya 1 numarası sırp Novak Djokovic, hiç bir sürprize yer bırakmadan Britanyalı Andy Murray'i 3 sette 6/1, 7/5, 7/6 yenerek bu büyük turnuaya 6. Kez adını yazdırmayı başardı. 
Maçtan önce zaten açık konuşmak gerekirse aklımıza gelen tek soru, Murray'in bir set alıp alamayacağı konusuydu. Murray belki biraz daha şanslı olsa hanesine bir seti yazabilirdi. Ama o da olmadı. Djokovic 2,7 milyon kadar Amerikan dolarına denk düşen Avustralya parasına da el koyarak 11. Grand Slam şampiyonluğunu müzesine kaldırdı, böylec d bu sayıyla Bjorn Borg ve Rod Laver'i yakaladı. 
İlk iki oyunda biraz zorlanan Djokovic, maça ağırlığını abartılı şekilde koyarak 5/0 la başladı, ilk seti yarım saatte 6/1 kapadı. Zaten kritik maçlarda sinirli ve dekonsantre bir profil çizmesine alıştığımız Murray , bu setten sonra maça dönmek için bir gayret gösterdi. Setin ortasında Djokovic Murray'in servisini tekrar kıran Djokovic'e hemen karşılık verince oyunlar 5/5 e kadar eşitlikle geldi. Maçın ilk kırılma anlarından biri orada yaşandı ve Murray kendi servisini 40/0 dan kaybedince, iş tie-break'e kalamadan Novak seti 80 dakika sonunda 7/5 le kapadı. 
Son sette, Murray ipin ucunu toptan bıraksa, kimse şaşırmazdı. Çünkü Djokovic'in iki set öndeyken bir maç kaybettiğini görmek için herhalde Güneş'in Batı'dan doğması gerekir! Buna rağmen Murray, beklenilmedik bir şekilde maça asıldı. Hem de giriş oyununda servisini kaybetmesine rağmen. Britanyalı raket 3/2 mağlupken rakibinin servisini kırdi ve sete denge getirdi. 6/6 ya kadar karşılıklı oyunlarla uzayan oyunda, iş tie-break'e kaldı. O noktada iki kez çift hata yapan Murray, bir kaç kez de basit hata yapınca, tie-break'i 7-3 kaybetti. Maç yalnız 3 set sürmesine rağmen neredeyse üç saat sürdü. Final seremonisinde, Djokovic'in santrkorta adını veren Rod Laver'i ve kendisi gibi 6 kez bu ünvanı elde eden Roy Emerson'u hatırlayıp onore etmesi çok güzeldi. Ancak yanı başında duran bir diğer dev isimden, 1971 ve 1972 de Şampiyon olan efsanevi Ken Rosewall'dan sanki söz etmedi, yoksa ben mi kaçırdım, bilemiyorum. Olabilir.
MURRAY NEDEN KAYBETTİ?
Murray'in bu finali kaybetmesinin ardında bir çok neden var. Birincisi 11 yaşından beri her kademede birbirleriyle karşılaşan bu iki ezeli rakip arasındaki son 12 maçın 11'ini Djokovic  kazandı. Ayrıca aralarında burada oynadıkları finallerde de Djokovic'in ezici bir üstünlüğü var. 2013 ve 2015 'de Djokovic'ten bir set almayı başaran Murray, 2011 ve 2016 da aynı ezeli rakibine karşı bunu başaramamış. 2011 de de yine 3 sette Federer'e 3-0 yenilmiş. Yani psikolojik olarak bu maça çok ağır baskı altında mağlup başladı. 5 kez aynı turnuayı finalde kaybetmek ve hiç kazanamamak ağır bir durum. Taktik olarak ise, Murray'in yaptığı bir büyük hata maçın kritik anlarında hep kendini tekrarladı: Top rallide kimi zaman 35-40 gel gite bağlandığında, Murray puanı bitirmek için çok ender olarak kararlı hamleler yaptı. Halbuki Djokovic'i, en iyi olduğu oyunda, yani geride kalarak yenmek şu an için imkansıza yakın. Bu sene Djokovic'i en zor maçta Fransa Açık finalinde yenen İsviçreli Wavrinka, bunu başarmak için ya sürekli fileye geldi ya da Djokovic'i geriden sert backhandleriyle taşırıp kortun dışına atmıştı. Bugünkü maçta bazı backhand servis çevirmeleri dışında Murray hiç bir ani risk almamaya çalıştı ve tam Djokovic'in kendisine karşı oynanmasını istediği oyunu oynadı. Sonuç da tabii kendisini belki teselli edebilecek bir tie break seti uzamasından öteye geçemedi. Yaptığı gereksiz hata sayısı (unforced error) da Djokovic'ten çok yukarıda olan Murray (41-65) maçı kaybetmekten kurtulamadı. Zaten bahane aramada eksper olan Murray, bu sefer de önümüzdeki günlerde doğmak üzere olan çocuğuna aklını taktığını söyleyerek, "artık önümüzdeki maçlara bakacağız" diyebilir!

AVUSTRALYA AÇIK'TA BÜYÜK SÜRPRİZ: ALMAN KERBER, SERENA'YI YENEREK ŞAMPİYON OLDU! | Bedri Baykam


Tenis işte böyle ilginç ve inanılmaz bir oyun! Bu yılki Avustralya açık'ın ilk turunda Japon Misaki Doi'ya karşı 2. Sette maç topu kurtardıktan sonra, 2. tura yükseldiğinde, bu belki en çok bazı Alman tenisseverleri sevindiren bir detaydı.  Ne var ki Kerber bunun ardından iki hafta boyunca karşısına çıkan Azarenka dahil herkesi yenerek finalde kadın tenis tarihinin en büyük 3 oyuncusundan biri kabul edilen Serena Williams karşısında finalde yerini aldı. O anda bile, bu başarının orada noktalanıp, Kerber'in süpürüleceğini sanıyordu tenis eksperleri. Ancak hayatında ilk defa bir Slam turnuasında finale çıkan Alman raket, nefes kesen bir finalden sonra imkansız görüneni başardı ve kadın tenisinin terminatörü Serena'yı 6/4, 3/6, 6/4 yenmeyi başararak şampiyonluğu kazandı!

Maçın başından itibaren her puana sarılan Kerber, Serena'ya maçın çantada keklik olmadığı işaretini en baştan vermişti. Kerber solak düz vuruşun tüm avantajlarını ve yorulmaz bacaklarını en iyi şekilde kullanırken Serena kolay toplarda gereksiz hata sayısının yüksekliği ile dikkat çekti. 4/3 de rakibinin servisini kıran Kerber servisine tutunarak ilk seti rakibinin filede kalan bir topuyla kapamayı başardı. 2. Sette Serena'nın maça dönüşünü izledik. Oyunun ritmini 5. vitese çıkaran Serena, 1/1 de rakibinin servisini üst üste kırdı ve 4/1 öne geçmeyi başardı. Oyunun kontrolünü elden bırakmayan Serena seti 6/3 kazanarak durumu eşitledi.

İNANILMAZ BİR SON SET!
Son set dünyada maçı izleyen milyonlarca sporsever için bir tenis ve gerilim filmi ziyafetiydi. Kerber kendi servisini kazandıktan sonra Serena'nın servisini setin başında kırarak ilk sinyali verdiyse de, Amerikalı Şampiyon, hemen karşılık verip bir de kendi servisine tutundu ve durumu 2-2 ye eşitledi. Kerber 3/2 öne geçtikten sonra maçın en çarpıcı oyununa geldi sıra. Nefes kesen puanlarla iki tenisçi arasında gidip gelen ve 10 dakika kadar süren bu oyunu, 5. servis kırma puanında rakibinin dışarı giden bir düz vuruşuyla kazanan Kerber oldu. Bu oyunda alman tenisçinin filenin dibine backhandiyle bıraktığı iki efsanevi kısa top literatürde yerini alacak cinstendi! Bunun ardından kendi servisini de kazanan Kerber 5/2 öne geçti. 
İşte o andan itibaren, "Kerberseverler" açısından o işkence başladı! Çünkü Serena Williams amerikan filmlerinin sonunda bir türlü son nefesini vermek istemeyen bir canavar gibi maça tüm hücreleriyle asıldı. Rakibinin servisini de kırarak oyunu 5/4 e taşıdı, kendi servisiyle 5/5 eşitliğe ulaşmanın de eşiğine kadar geldi. Fakat çekişmeli giden bu son oyunda nihayet ilk maç topunu elde eden Kerber, fileye gelen rakibinin dışarı vurduğu bir forehand volenin ardından Şampiyonluğunu ilan etti! Kendini yere bırakıp ağlamaya başlayan Kerber'i fileyi aşıp gelen ve ilk tebrik eden Serena oldu! O andan itibaren, herkes alman tenisçinin mutluluk gözyaşlarına ortak olurken, Serena Williams'ın da kusursuz "gentlewoman"liği dikkat çekiciydi: kusursuz bir sevecenlikle rakibini candan kutladı Serena ve o da sporseverlerin gönlünü bununla bir kez daha fethetti.

YENİ ŞAMPİYON HAKKINDA 
28 yaşındaki Kerber, inanılmaz derecede güçlü ve tecrübeli rakibine karşı maçı ve şampiyonlukla gelen 2,5 milyon doları nasıl kazandı? Bu sorunun yanıtında, alman tenisçinin azmi ve şampiyonluk açlığı dışında göze çarpanlar şunlardı: bulduğu inanılmaz geri oyun açıları, hiç bir topu bırakmayıp rakibini sürekli son eşiğine kadar zorlaması, bacaklarının gücü ve her puanı yorulmaz bir satranç oyuncusu olarak kurgulayabilmesiydi. Serena Williams'ın 7. Kez Avustralya'yı kazanmasını engelleyen Alman raket, böylece vatandaşı Steffi Graf'ın 22 Slam şampiyonluğu rakamına amerikalı raketin yetişmesini de engellemiş oldu. Sempatik tavırları ve gözyaşlarıyla da dünyanın sevgisini kazanan Kerber, Serena'ya en güzel cümlelerle tüm kariyeri üzerinden teşekkür ederek onun tebriklerine karşılık verdi. 

28 Ocak 2016 Perşembe

DJOKOVİC 6. KEZ AVUSTRALYA AÇIK FİNALİNDE! | Bedri Baykam


Ekselans Federer'in son çabası "infaza"a renk getirmekten öteye geçemedi...

Tenis'te 21. yüzyıla ağır damgasını vuran "ekselans" lakaplı İsviçreli yıldız Roger Federer, yılın ilk Slam turnuasında dünya 1 numarası Sırp Novak Djokovic'e 4 sette yenilmekten kurtulamadı.
Daha önce 44 kere karşılaşan ve 22'şer galibiyete sahip olan iki raket arasında büyük çekişmeye sahne olması beklenen müsabaka, Melbourne Rod Laver Arena seyircisini her şeye rağmen biraz hayal kırıklığına uğrattı.
Dünya 3 numarası olan Federer, aslında tenis kariyerine son yıllarda şaşırtıcı bir uzatma getirdi. 30 yaş civarında zirveden uzaklaşacağı sanılan Federer, 6 yaşındaki küçük ikiz kızlarına babalarının nasıl bir büyük şampiyon olduğunu kanıtlamak istercesine oyuna tutunmasıyla şaşırtıcı şekilde büyük turnuaların çoğunda yarı final ve final oynamaya devam etti.
Tenis seyircisi zalimdir. Aslında hep çok çekişmeli maçlar istese de, bir oyuncunun rakibini sürklase ettiğini gördüğünde de tam tersine resmen "kan" ister. Sanki infazın bir an önce bittiğini görmeyi diler. Hiç olmazsa "ne dövdü ama adamı ya!" diyebilmek için... "Terminatör" lakabını hak eden Djokovic, İsviçrelileri kıskandıracak bir saat mükemmeliyetinde ilk 2 seti toplam 54 dakikada 6/1, 6/2 alarak maçı neredeyse başlayamadan bitireceği izlenimini verdi. Uzun sert toplarıyla rakibini hataya zorlayan Djokovic, Federer'i sürekli kendini aşacağı topları denemeye yöneltti. Buna karşın İsviçreli şampiyon bir türlü oyuna giremedi. Bunda en önemli faktörlerden biri, Federer'in bu aşamada iyi servis atamaması ve özellikle kendi 2. servisinden çok az puan çıkarabilmesiydi. 3. sette 3/2 Federer'in önde olduğu ana kadar da maç yine üç sette Sırp rakete yazılacak izlenimini vermeye devam etti. Ancak Federer o noktadan itibaren kimliğini hatırladı. 3. şansında Djokovic'in servisini kırmayı başardıktan sonra, kendi servisine de tutundu ve 5/2 ileri geçti. 5/3'te set için servis atarken bence aslında ilk set puanında seti aldı. Ancak hakem Djokovic'in aut görünen topuna içeride dedi ve Federer şahin göz hakkı kullanmadı. Buna rağmen o uzun oyunda Federer 3. denemesinde 45 dakika süren bu seti kazanıp oyuna dönüşünü tescil etmeyi başardı. Bu yüksek formda bulunan dünya 1 numarasına karşı bu geri dönüş, büyük takdir aldı ve 4. sette 4/3'e kadar kimse servis kaybetmedi. Ancak o oyunda Federer tarihe geçecek güzellikte bir puan kazanmasına rağmen, filenin de azizliğiyle, servisini kırdırdı ve ardından Djokovic kendi servisinde ekselansa şans tanımadan seti 6/3, maçı 3-1 kazanarak Melbourne'da Avustralya Açık'ta 6. kez finale yükseldi.
Sonuçta, tenisseverler 5 sete uzayan bir gerilim filminin havasına uzaktan bile yaklaşamadılarsa da, yine de unutulmaz puanları belleklerine geçirdikleri bir dev kapışmanın hazzını yaşamış oldular. Djokovic'in kritik anlarda daha çok servisten puan yazması, "Fedex" in bugün gereğinden fazla gereksiz hata yapması maçı koparan detaylardı.
Finalde, "Nole" lakaplı Djokovic'i bekleyen rakip ise, turnuvanın büyük sürpriz çıkışını yapan Kanadalı Raonic ve Britanyalı Murray kapışmasının galibi olacak. 

27 Ocak 2016 Çarşamba

YERİ DOLDURULMAZ İNSANLAR GİDİNCE... | Bedri Baykam | 26 Ocak 2016


 Foklarla vezir, penguenlerle rezil olanlar... / Ahmet Hakan, Mustafa Koç hakkında nerede yanılıyor? / Kamer Genç’in “feneri” yolumuzu nasıl aydınlatıyor? / Tahsin Yücel isimli sessiz efsane...

Kimin ne zaman ayrılacağını bilmiyoruz bu tiyatro sahnesinden... Bazen “danks!” diye bir baş aktör oyunun en beklenilmedik yerinde koyup gidince, bir şok dalgası yaşayıp sudan çıkmış balığa dönüyoruz. Sevgili Mustafa Koç’un kaybı, Türkiye sahnesinde zamansızlığı ve yarattığı büyük acıyla, dehşet bir boşluk yarattı.
Aklıma farklı sahneler düşüyor, yaşam kareleri... Atölyemde geçirilen uzun sohbetli-sanatlı bir gece, yan yana seyredilen Fenerbahçe maçları ve o doyulmaz gol kucaklaşmalarımız, 1907 Fenerbahçe Derneği’ndeki sergimde Fenerbahçe tarihini beraber yad edişimiz, yemekler, tipik erkek arkadaş sohbetleri... Ve tabii herkes gibi benim de son 5-6 günde beynimi tırmalayan yüzlerce “keşke şu, keşke bu...”. Her şey normal aksa, önümüzdeki haftalarda bir yandan eşim Sibel’le çıkarmayı düşündükleri fotoğraf dergisini, bir yandan ülkeyi ve sanatı konuşacağımız bir yemek yiyecektik bizim evde. Kısmetten fazlası olmuyor.   
Son günlerde üst üste sayısız sevgi dolu yazı çıktı Mustafa hakkında! Herkes ne kadar içerikli, ne kadar çok anekdot anlatıyor, ne kadar doyulamayan yaşanmışlık ve samimi hayranlık birikiyor önümüzde! Ve tabii ki bu ne kadar eşsiz bir servet... Konu burada Koç Grubu’nun gücü veya maddi serveti değil. Genç bir insanın ömrü üstünden toplumun her katmanıyla ayrı ayrı oluşturduğu ilişkiler, dostluklar ve bunlardan dökülen güven dolu sevgi, ömür üstünden gelişen arkadaşlık bağları.
Unutmuşum fok Badem’i mesela... Ne kadar klas bir hareket bu! Hangi zengin böyle bir hikayeye yapay şekilde monte edilip orada rol yaparak yer alabilir ki? O fotoğraflara dikkatle bakan herkes, o samimiyeti hemen okur. Yaşam bu işte! Kimini foklarla vezir yapar, kimini de penguenlerle rezil...
Kimse alınmasın, yazılan onca güzel köşe arasından Yılmaz Özdil’in “İki Mustafa”sı hemen sıyrılıyor. O tarihi anekdotta da en güzel detay, Mustafa’nın, Londra’da Madame Tussaud müzesindeki heykeltraşı, Lord Kinross’un Atatürk kitabını okumaya mecbur etmesi! Ne kadar haklı bir eylem! Kiminle dans ettiğini bilmeden, kim Atatürk’ün kalıcı bir eserini yapma hakkı kazanabilir ki! Bu arada Ahmet Hakan da “Lütfen Mustafa’dan büyük bir muhalif ve direnişçi çıkarma zorlamasına girmeyin!” mealinden bir ikaz yaparak Erdoğan’la olan son görüşmesini hatırlatıyor. Hakan bence yanılıyor. Çünkü olaya göreceli bakmıyor. Evet, kimsenin, Mustafa’dan sokaklarda direnişçi bir ODTÜ öğrencisinin tavır ve sloganlarını beklediği yok. Kimsenin Mustafa’dan benim veya Çölaşan’ın yazdığı hükümet karşıtı makaleleri beklediği de yok. Herkesin görevi, sorumlulukları ve alanı farklı. Ama Mustafa’nın ve Koç Grubu’nun Gezi Direnişi’ne verdikleri o unutulmaz destek veya çeşitli vesilelerle verdikleri tam sayfa Atatürk fotoğrafının yanına yazdıkları “Özlüyoruz...” satırı, EN AZ gençlerin dev bir kitlesel eylemi kadar veya iktidar aleyhine yazacağımız kapsamlı bir muhalif kitap kadar etkili ve önemli. Çünkü işadamları arasında yaygın olan, gerginliklere bulaşmamak, mümkün olduğu kadar renksiz ve tarafsız kalmak, hatta muhaliflerle aralarına belirli ölçülerde timsahlı dereler yerleştirmektir; mesela günümüz Türkiyesi’nde, Atatürk imgesini yok saymak, araya en azından görünmez mesafeler koymak demektir. İşte Mustafa ve Koç Grubu hiçbir aşamada böyle pasif tavırlara tenezzül etmemiş, siyasetin en yoğun, sıcak ve tehlikeli günlerinde, kimi zaman belki Başbakan’ı sinirden delirtecek bu hareketler, hiçbir çekince görülmeden devreye sokulmuş, bununla ilgili de zaten beklenen bedeller ödenmiştir. Koç Grubu’nun Atatürk’le ilgili ilan kampanyası ve hazırladıkları filme yobaz medyadan gelen tepkileri, sevgili Ahmet Hakan bilmem unuttu mu? Yani her şey görecelidir. Mustafa’nın bu uygulamaları, sorumlulukları itibariyle aldığı riskler göz önüne serildiğinde, radikalden öte, kitlesel eylem etkisi yaratacak muhalif gerilla tavrından farksızdır. Hiç kimsenin, Divan Oteli ve Koç Grubu’nun Gezi’ye verdiği desteği küçümsemesine imkan yoktur. Aynı şekilde, kimsenin günümüz Türkiye şartlarında, Koç Grubu’nun laik eğitime, çağdaş sanata, bilime verdiği destekleri standart bir uygulama olarak görme hakkı da yoktur. Örneğin futbol maçında yaşanabilecek şiddeti, bir savaş sahnesi ile kıyaslayıp küçük göremezsiniz. Her zemin kendi şartlarını doğurur.
Mustafa’nın yönetiminde, Koç Grubu kendi beklentilerini de aşan büyük bir gelişme gösterdi; kendini katladı. Mustafa bunu disiplin ile güler yüzü, kalite arayışı ile kurumsal dayanışmayı, esneklik ile vizyonu bir araya getirerek başardı. Zaten özel hayatında da hep hesaplı riskler alırdı. Uçma, dalma gibi kolay cesaret edilmeyecek sporlarda bile, o hep mükemmeliyet arayışındaydı. Hem de en kişisel ve doğal stiliyle... Derin benliğinde, aile, arkadaş, hayvan ve doğa sevgisi vardı. Mustafa, dünyayı ödünç alıp paylaştığımızın çok farkındaydı...
Herhalde federasyonla bürokratik bir boşluk yaşandı ki, Fenerbahçe 1907’nin kurucusu için evvelsi gün Saraçoğlu’nda saygı duruşu yapılamadı. Yadırgandı bu durum. Eminiz ki, akan zaman içinde Mustafa Koç, layıkıyla her yerde ardında bıraktığı güzelliklerle anılmaya devam edecek. Toplum, oluşan bu yüksek standart karşısında, bilinçaltında hep o dik duruşu ısrarla arayıp bulmak isteyecek... Bu konuda Mustafa’nın değerli kardeşleri Ömer Koç ve Ali Koç’un da aynı çizgiyi, aynı kararlılıkta sürdürüyor olacaklarını bilmek belki tek tesellimiz.

MECLİSİN ESPRİ KÜPÜ KAMER GENÇ...
Mustafa Koç’tan bir gün sonra kaybettik, Kamer Genç’i. Kamer Genç deyince Türk halkının kalbinde hemen bir gülümseme, bir sıcaklık belirir. Arkasında bu kadar yoğun bir sevgi seli bırakan siyasetçi azdır. Onların da her birinin farklı bir stili vardır. Örneğin aklıma 1960’larda babam Dr. Suphi Baykam’ın dönemi geliyor. Kah Parlamento önüne yere mendil açar, zam isteyen milletvekillerini dilenci gibi gösterip tepki verirdi, kah bir kasket takıp İstanbul sokaklarını bir dolmuş şoförü olarak tam gün gezip halkın dertlerini “içinden” dinler, öğrenirdi babam. Mesela o arabalardan birinde kendisine koca bulmasını isteyen kadınlara bile rastladığı, o günlerin gazetelerinde manşet olmuştu! Aradan neredeyse 50 yıl geçmesine rağmen hala onu bana anlatıyorlarsa, hitabet sanatından olduğu kadar, bu hikayelerin bıraktığı izlerdendir... Yine aynı dönemden CKMP’den Osman Bölükbaşı da binbir anekdotuyla siyasi yaşamımıza renk katmıştı. Hem Parlamento’da, hem de... cezaevinde! Dönemimizin farklı yıldızı Kamer Genç de siyasi partilere yaranamadı. O ince hesap ve çıkar ilişkilerinden uzak duran halkın has adamıydı. Partilerin ise daima başka hesapları olur. Nasreddin Hoca’yı andıran örnekleri ve çıkışları, insanı gülmekten kırıp geçiren senaryoları ile izlenme rekorlarını zorlardı. Mesela oğlunun evinden çıkarken görüldüğünde, “çiçek suluyordum” esprisi bir refleksle gelmiş olsa da, bugün çoğulcu anlamda literatürümüze girdi. Bir de o meşhur “şecaatin arz ederken merd-i kıpti sirkatin söyler” cümlesini kameralar önünde söylemeye kalkışmış, beş farklı denemeden sonra kendisi de gülerek vazgeçmişti bu girişimden. Kamer Genç tam bir Anadolu, Atatürk ve Cumhuriyet sevdalısıydı. Bugün Tuncelililerden Cumhuriyet düşmanı çıkartmaya çalışanlara özenle hatırlatılır! Gerek SHP, gerek CHP, gerek bir dönem vekili olduğu DYP ve ardından bağımsızlar sıralarında hep 12 Eylül'le, Özal’la, daha sonra da AKP’liler ve Erdoğan’la sayısız kapışmalar yaşamıştı. Mehmet Ali Ağca’nın idamına tek başına “red oyu” vermiş, Obama gelince Parlamento’da ayağa kalkmamış, Meclis’te gericilerle olan kapışmaları defalarca fiziki şiddet raddesine gelmiş, buna karşın Genç, hiç korkmadan dik durmaya devam etmişti. Deniz Fener’i yolsuzluğunun üstünün örtülmesine şiddetle tepki verdiğinden, Parlamento’da günlerce elinde deniz feneriyle dolaştı ve kürsüye de öyle çıkmaktan sakınmadı.
Soru şu: Türkiye neden kendi bünyesinden, Genç’in kararlılığında, yaratıcılığında ve halkla kucaklaşma seviyesinde siyasi partiler çıkaramıyor? Neden halk, bu nedenle arasına mesafe koyduğu partilerle yetinmeye mecbur kalıyor? Yolsuzlukların bir numaralı düşmanı Kamer Genç’i ve söylemini, dilini hafif bulan ve onu biraz alaya alma eğilimi gösteren muhalif milletvekilleri hep şunu düşünmeli: “Bak ne güzel, ‘ben öyle hafif adam değilim, lök gibi ağır oturuyorum’ diye övünüyorum ama galiba bir yerde halktan uzaklaşıp hata yapan, lüzumsuz boşa zaman harcayan da benim!”

EDEBİYATIMIZIN KALESİ TAHSİN YÜCEL
Kimi insanlar vardır, ülkelerin kültürel altyapılarının temel taşlarındandır. Onları az kişi tanır ama onlar aydınların el üstünde tuttukları kalıcı değerlerin başında gelirler. Sıfat, şöhret, para onlar açısından ömür boyu ikinci planda kalır. Tahsin Yücel onlardan biriydi. Aynen 1998’de kaybettiğimiz Sezer Tansuğ’nun resim sanatımızın bir döneminde bıraktığı iz gibidir, Tahsin Yücel’in edebiyat dünyamızdaki varlığı. Veya biraz farklı bir kıyaslamayla, ne yazık ki çok genç yaşta kaybettiğimiz Jak Deleon geliyor aklıma. O da bale dünyasının hem tarihçisi, hem eleştirmeni, hem de en büyük sevgilisiydi. Ama bu saydığımız diğer isimler gibi ne yazık ki uzun yaşayamadı Jak. Yaşasaydı Tansuğ ve Yücel sürekliliğinde ve bugün “henüz” 64 yaşında, bir sanat dalı üzerine odaklanmış bir sanat adamımız daha olacaktı. Ne var ki 50’li yaşlarının başlarında ölüm onu aramızdan çekip almıştı.
Tahsin Yücel, duayen bir bilirkişi olarak kaldı yıllarca. Bir dil ustası, büyük bir çevirmen, felsefeci, ömür üstünden verimli bir yazar, edebiyat eleştirmeni olarak, onu tanıyanlar için parladı hep. Kimse boş yere 50-60 yıl üstünden isim olmaz. Türk entelektüel ortamının onuru ve gururu isimler arasında yer alır, Tahsin Yücel. Onun adı da, bugün salt mevkii, siyasi sıfatı veya parası ile isim olanlardan farklı olarak, asırlar boyu unutulmayacaktır...

Bir işadamı, bir siyasetçi, bir edebiyatçı... Birbirinden onca farklı dünyalardan üç isim, 36 saatlik bir zaman dilimi içinde birbiri peşi sıra göçüp gittiler. Ama o farklı yaşamlar içinde, gövde sağlamlıkları açısından ortak noktaları o kadar çoktu ki...


20 Ocak 2016 Çarşamba

KURULTAY, CHP’NİN DNA’LARINI “ÇAKTIRMADAN” DEĞİŞTİRMİŞ!! | Bedri Baykam | 19.1.2016


SONUÇ BİLDİRGESİ SKANDALI-KONUŞTURULMAYAN BALBAY-PARTİ İÇİ MUHALEFETİ ÖLDÜREN “İNCE” AYAR-YOKSA BAYKAL DÖNEMİ BİLE DAHA MI İYİYDİ?-“OTORİTER” KARAYALÇIN’IN DİVAN ZAAFLARI --HEPSİ BURADA!
19.01.2016
KURULTAY SONUÇ BİLDİRGESİ” SKANDALI
CHP Kurultayı hakkında bu uzun yazıyı toptan okumadan önce, akışta daha sonra gelecek olan skandal gelişmeyi baştan vereyim de, siz tembellik etseniz bile öğrenmiş olun. Öncelikle sandalyenize sıkı oturun, aman sakın düşmeyin!
Ortada abartılı bir durum var. Cumartesi günü iki arada bir derede, CHP’nin meğer ana kurucu felsefesi ve tüm DNA’ları ile oynanmış! Hani mecburen okumadan imzaladığınız banka kredi kartı sözleşmeleri var ya... İşte aynen onun gibi bir durum. Cumartesi Divan’dan okunduğu iddia edilen ama orada olmama rağmen farkına varmadığım ve insanların yüzde doksanının duymadığını, duyanların da içeriğini anlamadan dinlediğini itiraf ettiği bir “Kurultay Sonuç Bildirgesi” var. Orada “geçirilenler” arasında 6. ve 11. maddeler bakın ne diyor: Madde 6: “(...) Yerel yönetimler güçlendirilmeli, bu doğrultuda ilk adım olarak Avrupa yerel yönetimler Özerklik Şartı üzerindeki şerhler kaldırılmalıdır”.
Madde 11: “(...) Kürt sorunu eşit yurttaşlık temelinde, milletin temsil edildiği TBMM zemininde toplumsal uzlaşma ve ortak akıl ekseninde çözülmelidir”. Yani ne olmuş biliyor musunuz? Delegeler o gürültülü ortamda tüzük maddelerine odaklanmışken, saatte 190’la mekanik bir sesle okunarak meğer o salonda Türkiye Cumhuriyeti’nin tüm kimyası değiştirilmiş, İmralı ayarına getirilmiş! Yani ÖZERKLİK, yani EŞİT YURTTAŞLIK gibi kavramlar, siz uyuklayarak maç seyrederken damardan zerk edilmiş! Bir uyanmışsınız ki, cinsiyet değiştirmişsiniz! Anayasa’nın dokunulmaz ilk 4 maddesi, o dev salonda bulunan CHP delegeleri, üyeleri farkına varmadan, ruhları duymadan, CHP Kurultayı’nda yenilmiş, yutulmuş, süpürülmüş! Lütfen herkes kendine gelsin! CHP’ye, Atatürk’ün Cumhuriyet’i kuran iradesine kimlik değiştirtmek bu kadar kolay mıdır? Böyle oldu-bittiyle alelacele okutulup değiştirilecek basit bir detay mıdır? Bir Parti’yle, bir halkla, ulusla bu kadar alay edilir mi? Hemen yeni Parti Meclisi’ni alarm zilleriyle ivedi toplantıya çağırıyorum! Bu sonuç bildirgesi derhal iptal edilmelidir ve kabul edilemez! Kılıçdaroğlu ekibi, bu konuları, bu sonuçlara ulaştırmak istiyorsa, bunu gümbür gümbür, açıkça, gücü yetiyorsa savaşını Parti içinde (ve dışında) vererek yapmaya mecburdur! Bunlar satır aralarında geçiştirilir, yutturulur haplar olamaz!

PEKİ BAŞKA NELER OLDU?
Şimdi gelelim bu dramatik gelişmeden önce ve sonra yaşananlara... 35. Olağan Kurultay’da da yine ne yazık ki umut, heyecan ve ruh yoktu. Kılıçdaroğlu’nun ekibine sorsanız, eminim yine “her şey güzel geçti” derler. Çünkü halkın beklentileri ile Parti yöneticilerininki hiç uyuşmuyor. Başta CHP üye ve seçmenleri olmak üzere, halk “Yeni CHP” ile değil “Yeniden CHP” ile heyecanlanmak istiyor. (ilk bu sloganı kullanan kimdi?) “Nasıl iktidar oluruz?” sorusuna somut yanıtlar duymak istiyor. Parti içi demokrasi sorunlarının toptan aşılıp bir daha gündeme gelmemesini bekliyor. Ama bunlar bir türlü olamıyor... Emin olun, bu Kurultay’dan önce yine safça küçük umutlarım vardı. Hatalardan dönülecek, gerçekten halkın sesi ve eleştirilerin içerikleri değerlendirilecek filan falan... Ne gezer? Eski tas, eski hamam sürüyor. Hem de beteriyle!
Kılıçdaroğlu, Kurultay konuşmasını yaparken delegeler arasında pek dinleyen yoktu. Zaten kimin ne dediğiyle, neyi savunduğu ya da eleştirdiğiyle ilgisi o kadar yok ki, kendisi de, iki yılda bir tüm CHP örgütünün bir araya gelebildiği tek fırsat olan Kurultay’da konuşmasını bitirir bitirmez yine salonu terk etti. Hem de RTE’ye yönelttiği “sokakta halkının arasında korumasız gezemiyor” eleştirisinin bir benzerini yapıp, başkanı olduğu partinin Kurultay salonuna en az 20 kişilik koruma ve yakın örgüt çemberinde acilen girip çıkarak... Konuşması, adet yerini bulsun diye yapılan bir “ana gündem maddesini baştan savma işlemi”ydi sanki. Nerede 2010’da ilk defa Genel Başkan seçildiğinde salonu heyecandan köpürten Kılıçdaroğlu, nerede geçen hafta sonu izlediğimiz Kılıçdaroğlu! Ne yazık ki yine anladık ki, halkın nabzını tutma, tabanını dinleme, değerlendirme ve hatalardan ders alma kavramları Kılıçdaroğlu’nun “fıtratında” yok.
DEMOKRASİYİ SEVEN KİM VAR DEMİŞTİNİZ?
Yeminle söylüyorum, bu ülkede demokrasiyi seven belki de hiç kimse yok! Konu yalnız RTE veya AKP değil. CHP’de de yönetim Mustafa Balbay’ın aday olamaması için elinden geleni yaptı. Bu konuda İl Başkanları ve delegelerin hissedilir bir Genel Merkez baskısına alındığının aksini söyleyebilen var mı? Kendi içinden teorik olarak bile alternatif çıkaramayan bir Parti haline getirdiler artık CHP’yi. Balbay’ın bal tadında yapabileceği müthiş bir konuşmayı böylece engelledi CHP. Tüm yöneticiler kaleyi iyi korudukları için gurur duyabilirler! Sayın Kılıçdaroğlu’nun “seçildikten sonra” (!) en azından delegelere yönelik bir teşekkür konuşması bile yapamamasının ardında, bu bilinçaltı suçluluk hissi olmalı! Ama bir de bugün grup toplantısında başka bir yorum yaptı Kılıçdaroğlu: “Biz Partimize 1. sınıf bir demokrasi getiriyoruz, mesela kimseyi kapının dışına koymuyoruz” dedi. Bundan da anlayacağımız şu: Balbay, 130 imzayı toplayamamasına üzülmesin. Kapı dışarı konmadığına sevinsin!
Balbay’ın hissettiklerini herhalde bugün Türkiye’de en iyi anlayabilecek kişi benim. Baykal’ın CHP’si de 2003’te benim emeklerimi, yurt gezilerimi ve hazır plan-proje ve tüzük devrimi önerilerimi hiçe sayarak, Türk siyasi tarihinin gördüğü en büyük hukuksuzluklardan birine imza atmıştı. Gerekli imza sayısının (%5) iki mislini toplamama rağmen, Genel Başkanlık seçimine 1 saatten az kala Kurultay’da bir tüzük değişikliği ile bu rakamı, ek bir sürü zorluk getirerek %20’ye çıkartmış, bu faşizan değişikliği de hemen oracıkta uygulamaya koyuvermişti. O günkü yönetimin o Kurultay’ı kaybetmemek için bulabildiği tek yöntem, masayı böyle yerle bir etmekti! İşte 24 Ekim 2003 tarihinden beri, CHP’de bir tek kez daha rakipli bir Genel Başkan seçimi ne mantıklı, ne legal ne de huzurlu bir şekilde yapılabildi. Bu sefer de Balbay’ın ekarte edilmesiyle önü boşaltılan Kılıçdaroğlu, kendisini başkanlığa öneren zorlama imzalardan 110 adet daha az oyla, 990’la seçildi. Bunun ağır nedenleri üzerinde dikkatlice düşünmeli... Kılıçdaroğlu, Baykal ve ekibinden, Parti’de dizginleri kimseye ödün ve nefes bırakmadan elinde tutmayı iyi öğrenmiş. Ama Baykal’ın hiç olmazsa imajını havada tutan hazır-kıta alkışçı, “Baykalcı” ekipleri vardı. Bugün artık o işleri ağız tadıyla sürdürecek bir ekip bile kalmamış ortalarda! Dolayısıyla Genel Başkan, medyada duyulduğu gibi şayet üç büyük kentin İl Başkanlarını toplayıp “ben sizin yüzünüzden listemin yarısını deldirdim, suç sizde” diye yakınıyorsa, bence aynaya bakıp kendi kendine sormalı: “Ben gerçekten Türkiye’yi her konuda en iyi idare edecek kadroları mı seçiyorum, yoksa Parti’yi elimde tutmak için elzem olan ekibi oluşturmakla mı yetiniyorum?”. Yine Parti’nin yayınladığı Kurultay Sonuç Bildirgesi’ne dönersek, 4. madde şunu söylüyor: “Siyasi Partiler Yasası ve seçim yasaları, milli iradenin kusursuz temsilini sağlamak üzere değiştirilmeli, lider sultasına son verilerek milletin vekilini milletin seçeceği, halkın iradesinin Meclis’te baraja takılmadan temsil edilebileceği demokratik siyaset rejimi getirilmelidir”. Bu konuda samimi olan bir Parti, kendi uyguladığı yöntemlere bakmadan bu cümleleri kuramaz. Parti’de iktidar, iç muhalefetini ofsaytta bırakıp, haklarını gasp etme anlayışını artık terk etmeden bu büyük cümleleri kullanamayacağını bilmeli, kendi iddialarının gereğini yapmalı.
Şunu eklemekten kendimi alamıyorum: Türkiye ligine bakarak milli takım için on biri seçecek olan bir teknik direktör Kılıçdaroğlu gibi davransa, Türkiye Futbol Federasyonu kendisine iki ay içinde “yolunuz açık olsun, güle güle” derdi!
MUHALEFETİN AYAĞINDAKİ PRANGA: MUHARREM İNCE
Aslında Balbay’ın veya başka adayların önünü kesen kişi, Kılıçdaroğlu’ndan çok Muharrem İnce oldu. İki dönemdir kendisini Kılıçdaroğlu’na rakip gösteren İnce, aslında 4 yıldır Kılıçdaroğlu’nu koruyan gizli güç haline dönüştü. Parti‘de yönetimden memnun olmayan delegelerin saygı göstererek önünü açtığı İnce, tüm bu süreçte gösterdiği egosantrizm, diyalog ve dayanışmadan yoksun tavır ve buna karşın ortalığı doldurduğu yanılsamasını veren medyatik şov politikalarıyla gerçekten sonuç alabilecek bir muhalefetin dayanışma içinde oluşmasını net olarak engelledi. İnce’nin, Kılıçdaroğlu ile ilgili eleştirilerini ilk üç dakika dinleyen biri muhteşem bir rüzgar kopacak diye bekler, ama boşuna... Ne bir plan, ne bir proje, ne muhalefetin diğer isimleriyle ne de katkı vermek isteyenlerle bir temas... Benim 2004’te çıkan ve Baykal dönemini eleştiren “Korku İmparatorluğu” kitabımın adını sloganlaştıran kısır ve spotlarla süslenmiş bir söylem, hepsi bu... Gerisine girmeyeceğim. Ama özetle, koca bir zaman kaybı var ortada. Dolaylı olarak bu şekilde koruma altına alınan Kılıçdaroğlu ve ekibi, İnce sayesinde yine ikinci defa karşısında ciddi bir muhalefet bloku görmekten kurtuldu. İnce ortalığı velveleye verip ateşledikten sonra, desteğini başka hiç bir adaya devretmeden, kendini adım adım pasifize etti ve çekildi. Umarım CHP’de yeni bir yönetim anlayışı arayanlar artık bu gerçeği görebilmişlerdir ve iki yıl sonra aynı “İnce ayar” hatasına 3. kez düşmezler.
BU KURULTAY’DAN ARTA KALAN İNCİLER...
Murat Karayalçın, ne yazık ki Kurultay’ı hiç iyi idare edemedi. Öncelikle teneffüste gürültü yapan öğrencileri azarlar gibi, her Kurultay’da olduğu kadar kulis yapan delegeleri azarlaması, zavallı davulcunun bile bundan nasibini alması abartılı ve gereksiz bir otorite arayışıydı. Gören kendisini ilk defa CHP Kurultayı izliyor sanabilirdi. Öte yandan beş dakika ile sınırlı konuşmalarda uyarısına rağmen neredeyse 20 dakika tekrarlarla konuşan Gamze Akkuş İlgezdi’ye söz geçirememesi ve hepsinden önemlisi kimsenin bir şey anlamadığı tüzük değişikliklerini oylatırken -Sabri Ergül’ün ikazlarından sonra- iki dakikada orada bulunan 724 (!) delegenin boyunlarındaki kartları sallamalarıyla (!) EVET’lerini gördüğünü iddia edebilmesi, fazlasıyla şaşırttı. Parti’de yine Genel Başkan baskı ve otoriter yönetiminin önünü açan bu maddeler, daha çok baş ağrıtır. Ayrıca birçok kurultay katılımcısı ve bana göre, o anda o tüzük önerisine EVET diyen en fazla 350-400 delege mevcuttu salonda. Hangi elektronik göz ve hokus-pokusla bunu iki dakikada yapabildi, merak ediyor insan! 8 kişi hayali olarak kafalarında paylaşsalar bile, 724 delegeyi saymak, herkese 1 saniye düşse dahi en az 724 saniye, yani 10 dakika civarında sürerdi! Mühim olan tüzük değişiklikleri yapmak değil, bunları toplumun arzu ettiği yönde, demokrasi yönünde kullanabilmek. Aynen daha önceki Baykal ekibi gibi, tüzük değişikliklerini Parti içi “darbe” yapmak, Kurultay Divanı’nı da kendisine en taraflı hizmeti sunmak için kullanıyor. Bazı işgüzarlar da, kraldan daha fazla kralcılık oynamaya kalkınca, Pazar günü bir skandal yaşandı. Oy kullanmaya geçildiğinde, Divan’da görev verilmiş bir haddini bilmez yüzünden imajı ağır sarsıldı Kılıçdaroğlu’nun. Divan’dan delegelere seslenip “diğer Genel Başkan listelerine prim vermeyin, onlar sahte ve hatalarla dolu, Genel Başkan’ın doğru listesini kullanın, oy verilecek liste bu” mealinden kelimelerini seçmeden mikrofonu eline alma cüretini gösteren zat, az daha Kılıçdaroğlu’nun devrilmesine neden olacak bir çeşit haklı isyana sebep oluyordu! Bu faşist ötesi “tek liste, tek lider” emrini verme küstahlığını gösteren bahtsıza ilk büyük tepkiyi gazeteci İmambakır Üküş verdi. Bunun ardından da yüzlerce CHP’li, solcu-devrimci kimliklerini bir an için hatırlayıp en ağır tepkilerle, ıslıklarla ve yuhalamalarla Divan’a yürüdüler. Belki de iki günlük Kurultay sürecinde, CHP’nin kendi kimliğini hatırladığı yegane an, orada yaşandı...

VERİLEN SÖZLER VE HER ŞEYE KARŞIN UMUTLAR...
İlk gün yaptığım konuşmada, tahmin edebileceğiniz Türkiye analizlerimden sonra Silivri’de yatan Can Dündar, Erdem Gül ve diğer tüm tutuklu gazetecilere selam yolladım. CHP’lilere şu soruyu sordum: “3. Havalimanı’na RTE adını verip, Atatürk Havalimanı’nı kapatmaya kalkarlarsa bunu seyredecek misiniz?”. Hep bir ağızdan “Hayır!” sözünü verdiler. Umarım o gün gelmez ve hatırlatmak durumunda kalmam. Bir de “CHP, %25’de patinaj yapacak Parti değildir, lütfen bu Parti’nin %40 alabileceğine inanmayan hiç kimse aday olmasın!” dedim. (Yarından itibaren youtube’da konuşmamı bulabilirsiniz).
İtiraf edeyim, aramızda yaptığımız sohbetlerde bazen “Yahu neye niyet, neye kısmet, acaba Baykal dönemi bile daha mı iyiydi?” diye birbirimize cidden sorduk. Bu Kurultay’ın en önemli getirisi, PM’ye başta Teğmen Mehmet Ali Çelebi, Ali Özcan, İdris Akyüz, Hakkı Akalın, Ali Özgündüz gibi sözünü esirgemeyecek ve eleştirel samimiyetine güvenilir birçok ismin girmiş olması. Bu negatif enerjili Kurultay’ın böyle bir örgüt tepkisiyle sonuçlanması, önemli bir artı puan. Kılıçdaroğlu’nu artık PM’de dikensiz bir gül bahçesi beklemiyor. Başta “Sonuç Bildirgesi” üzerinden bozulmaya çalışılan Parti DNA’sı olmak üzere, bu sorgulama ve rota belirleme kapasitesi, CHP’nin önünü belki açabilir diye ummaktan başka... çok farklı beklentilerimiz olabilir mi, günümüz Türkiyesi’nde?

Bugün ayrıca değerli dostum, Hrant Dink’in dinci-ırkçı-yobaz katiller tarafından katledilişinin yıldönümü. Onu sevgi ve saygıyla anıyorum.


19 Ocak 2016 Salı

SAVE THE DATE! Bedri Baykam 'ARKABAHCE' @PiramidSanat | 10 Subat, Carsamba 18.00-21.00‏


ARKABAHÇE
BACKYARD
10 Şubat-27 Mart 2016
February 10-March, 27
Açılış Opening: Wednesday, February 10 Şubat, Çarşamba | 18.00 – 21.00

Bedri Baykam’ın 136. kişisel sergisi ARKABAHÇE 10 Şubat’ta Piramid Sanat’ta!

Yaşam okyanusunda yol alırken, varış noktasını umursamadan gezme lüksüyle kapınızı her an çalabilecek bir denizci gibi ürettiği son işler, California dönemi, Şerit Resimler, Dişi Entrikalar, Gerçek Sahteler, Lolitart, Tarihin Röntgencisi ve Be My Guest serilerine de göz kırpan taze izleri sizlere sunuyor.

Baykam’ın 2013-2015 yılları arasındaki çalışmalarının yer alacağı sergide, ağırlıklı olarak tualler karşımıza çıkıyor. Eserler bir anlamda sanatçının düşünsel ve teknik planda kendi yakın geçmişinin bir sentezini oluşturuyor.

Piramid Sanat bu sergi ile ilgili geniş bir katalog çıkarıyor. Türkçe-İngilizce olarak hazırlanan bu yayında Sibel Baykam, Öykü Eras, Denizhan Özer ve Barış Sarıbaş’ın Bedri Baykam’la yaptıkları bir söyleşi de yer alıyor…

ARKABAHÇE 27 Mart, Pazar gününe dek Piramid Sanat’ta izlenebilir.




13 Ocak 2016 Çarşamba

CHP KURULTAYI’NIN TOMOGRAFİSİ | BEDRİ BAYKAM | 12.01.2015

KURULTAY’DAN CHP NE BEKLİYOR, HALK NE BEKLİYOR?
35. Olağan CHP Kurultayı bu hafta sonu 16-17 Ocak’ta Ankara’da toplanacak. CHP Kurultayı dendiğinde demokrasi düşmanı siyasi ortamımızın içinde, akla hiç olmazsa göreceli bir demokrasi şöleni gelmesi lazım. Bu Kurultay’ın hazırlık safhası, malum tartışmalarla başladı. Sonunun sorunsuz geçmesini diliyorum. Bunun olabilmesinin birinci ve olmazsa olmaz şartı ise tabii ki çarşaf liste. İstanbul İl Kongresi’nde blok listeye gidilmesi o büyük buluşmanın güdük kalmasına neden oldu.
Bu Kurultay’dan Parti yönetimi ne bekliyor, örgüt ne bekliyor?” sorusu gündeme geliyor... Şu aşamada, Parti üst kademeleri, yeniden yetki belgelerini elde ederek yola devam etmeyi bekliyorlar. Halkın ne beklediği ise apayrı bir hikaye. Halk, sorunların üstüne giden, AKP’nin gündem oyunlarına gelmeyen, topluma kendisini gerçekten demokrasinin garantörü olarak kanıtlayan, gençlere güven veren, toplum katmanlarında taze heyecan yaratan yenilenmeyi başarmış bir kadro istiyor.
Üst üste yaşanan dört seçim ve bunlarla beraber gelen mağlubiyetlerden sonra, artık AKP tokadı yemekten bunalmış seçmen kitlelerinin, CHP’de bir değişim aramaları tabii ki normalden öte, kaçınılmaz bir tepki. Zaten her partide her dönem yaşanması gereken bu taze kan akışı arayışının, ülkesinin tarihinin bu kadar kritik bir anında tek umut olan bir partide doruğa çıkması normal. Oyuncular ligde sonuç alamadığında takımlar nasıl hemen transfere, genç kadroya şans vermeye ya da hoca değişimine gidiyorlarsa, partilerin de doğal olarak bunları yapmaları gerekir. Ne var ki, siyaset ülkemizde koltuğuna yapışmış insanların değişmez mesleğidir. Her seçimde herkes koltuğunu korumak için savaş verir.
Bugüne dek Kılıçdaroğlu yönetimini gereken her noktada en detaylı şekliyle eleştirdiğimi herkes biliyor. Öte yandan bu Kurultay’ın da büyük favorisinin Kılıçdaroğlu olduğu görüşü hakim. Genel Başkan’ın, yakın çevresi ne derse desin bu olguları dikkate alması, halk ve örgüte umut veren bir yenileşmeye gitmesi son derece önemli.


CHP KENDİ KÖKLERİYLE BULUŞMAYA MECBUR
Şimdi önümüzde yoğun ve sıcak bir parlamento ve kamuoyu tartışma dönemi var. Evet, daha yerel seçimlere çok var, ama bu dönemi Parti çıkış yöntemlerini, yeniden yapılanmasını ve iç sorunlarını çözme çabalarını sağlıklı bir noktaya taşımak için kullanabilmeli. Hepsinden önemlisi, artık toplumun geniş kesimlerine yetemeyen “yeni CHP” yerine, “kendi kökleriyle, Atatürkçü ve Cumhuriyetçi değerleriyle barışık bir CHP” formülüne dönmek lazım. Diğeri, eşyanın tabiatına aykırı. Partinin seçim sonuçları karnesine karşın, halk katmanlarında Kılıçdaroğlu’nun genel imajının beklenenden çok daha iyi olmasının nedeni, Genel Başkan’ın mütevazılığının yanı sıra, “sakin güç” kimliğini bir şekilde kitlelere kabul ettirmiş olması. Özellikle CHP’nin geç de olsa kadın ve gençlik kotalarını devreye sokmuş ve tüm üyelerin katkısıyla ön seçime büyük ölçüde gidebilmiş olması çok önemli bir merhale. Parti’nin bu demokratikleşme çabalarını ısrarla sürdürmesi önünü açacak en önemli faktör.


TEK MUHALEFET ADAYI, BALBAY
Evet, şu anda halk bundan çok daha fazlasını istiyor, ama zaten Muharrem İnce’nin benmerkezci ve diyaloğa kapalı kimliği, parti içi muhalefetin yolunu başlayamadan çıkmaz sokağa attı. Kendi abartılı tavır hatalarıyla duvara toslayacağı aşikardı. Başlangıçta önü tıkalı görünen Mustafa Balbay ise, son viraja girilirken hala yarışın içinde olan diğer isim olarak öne çıkıyor. Türk demokrasisi için 5 yıl Silivri’de mertçe nöbet tutan Balbay’ın CHP’nin demokratik arenasına renk ve güç vererek bu yarışın içinde bulunması, Parti için olduğu kadar, Türkiye için de bir büyük şans. Kaç oy alıp almayacağı tartışmasının ötesinde, CHP örgütünün bu güzel insanı yine kucaklaması lazım. Balbay’ın bu demokrasi mücadelesini ne kadar centilmence ve kendine yakışan üslupta götürdüğü ortada. Allah için Kılıçdaroğlu da aynı şekilde karşılık verdiğinden, oluşan tablo diğer partiler için ders niteliğinde. Mesela MHP’yi düşünüyorum da... Neyse geçelim!


GAYRI RESMİ (?) İÇ SAVAŞ SÜRERKEN
Ülke şu anda “gayrı-resmîlik” durumunu bile artık arkada bırakmış bir iç savaş yaşıyor. Ne yazık ki, aynen 1980’lerdeki çatışmalardan bildiğimiz gibi, PKK Güneydoğu’daki krizi süreklileştirme haline çalışıyor. Hiç kimse burada TSK’nın verdiği kayıpları, yani şehitlerimizi yok sayarak solculuk yapmaya kalkmasın. Çünkü bu ortamda, çatışmaları kimin başlattığı ortada... Burada çok önemli bir tehlike var. Aslında Beyaz’ın başına canlı yayında gelenler, bu konuyu iyi özetliyor. Terör örgütünün beyin yıkayarak ölüme yolladığı gencecik çocuklara halkın hiç üzülmemesini beklemek mümkün değil. Dolayısıyla, sürekli olarak toplumun özellikle CHP seçmeni olan genişçe bir kesimi başta olmak üzere, toplumda bu konuda sık sık “sen şimdi ne demek istiyorsun?” tarzında gerilimler olması kaçınılmaz. İşte bu noktada herkesin sükûnetini koruyarak yangına körükle gitmemeyi bilmesi lazım. Aksi takdirde her an bu kriz Parti içi gereksiz kavga yaratır. CHP, ülkede doğrudan sebep olmadığı ağır bir durumun kendisini ideolojik olarak bölmesine izin vermemeli; kendisine yakışan soğukkanlılıkla sorumluluğu elden bırakmayan bir uzlaşma aramalı.


AKP İLE ANAYASA PAZARLIĞI OLMAZ
CHP Kurultayı’nın tek bir saniye dahi unutmaması gereken konu şu: Karşıda duran ana problem, rejimi toptan değiştirmek için her kuraldışı baskıyı tehdit, şiddet ve devlet gücü kullanarak, kendi vatandaşlarını rehin almaktan çekinmeyen bir yapı. İşte bu noktada, Kurultay üstünden soruyorum: Ne sanıyorsunuz? AKP sizinle Anayasa masasına, daha demokrat bir Türkiye için mi oturuyor? Aranızda buna inanacak insan hala var mı? CHP’nin o masaya oturması, takiyye ve sahte demokratlık dolu bir tilkiler sofrasında, “Türklük” gibi bir dokunulmaz temel konu hakkında ödün verip ardından AKP-HDP hattının kirli pazarlıkları üzerinden Türkiye Cumhuriyeti’nin toptan kimlik değiştirmesine aracı olması demektir. Özellikle CHP’nin her gün giderek HDP’ye benzemesini isteyen malum sözde demokratik medya organları, tehlikeli bir beyin yıkama uygularken, Parti’nin yere sağlam basması lazım. Benim bu konuda Kurultay’dan çıkacak yönetim kadrosuna naçizane önerim, bu hedefi malum “Sultanlık-Başkanlık”(!) olan boş tartışmalardan uzak durmaları.



SONUÇ: CHP, Parti’nin yönünü sorgulamak, değişimi olumlu ve zorunlu bir proje olarak görerek ülke gündemine “tam saha pres” ile dalıp halkın beklediği girişi yapabilecek bir Parti Meclisi’ni seçmeyi başarmalı. Genel Başkan yarışında ise, her kim seçilirse seçilsin, kimse şu kolaycılığa düşmemeli: “Kabahat çevrede! ”. Dolayısıyla ne kimse “Kılıçdaroğlu çok iyi, çevresi yetersiz” diyebilir, ne de “Balbay iyiydi ama, sağlam bir kadro toparlayamadı”. Dolayısıyla her aday, şunu bilsin ki, yalnız kendisinden değil, seçtiği isimlerden de sorumlu. İşte delegeler, bunu unutmadan seçimlerini objektif olarak yapmalılar. Önemli olan karanlığın üzerine demokrasinin ve Atatürkçülüğün tüm kararlılığıyla gidebilmek. CHP’ye yakışan, hangi kadrolar seçilirse seçilsin, Parti’nin tüm üyeleriyle Türkiye için demokratik mücadeleye Pazartesi sabahtan itibaren devam etmesi. 

6 Ocak 2016 Çarşamba

KARA GÜNDEME BİGBANG ÜZERİNDEN BAKMAK! | BEDRİ BAYKAM | 5.01.2016

HİTLER’E ÖZENİP BİR DE AÇIKLAYABİLENLER!

2016’ya girdikten sonra size ilk yazımda, yine “PKK sorunu şöyle, CHP böyle, AKP faşizmi şu rotada” diye vaaz veren bir adam olmak istemiyorum. Bunları zaten biliyoruz. Herbirimiz bu konularda depresyona girmenin arifesindeyiz. Kimi mücadeleyi bırakmaktan söz ediyor, kimisi yazmayı... Cumhuriyeti tam kavrayamamış bazı gençler ise, kapağı yabancı ülkelere atıp orada yaşamaktan dem vurmayı çıkış sanıyorlar. Geçen pazar, Atina’da izlediğim bir uluslararası televizyon kanalı, Erdoğan’ın çekinmeden Hitler’inkini “örnek başkanlık sistemi” olarak tanımlamasından (!) IŞİD teröristlerinin Türkiye’de açıkça eğitim görmelerine kadar, bizi dünya kamuoyunda yerin dibine batıran her bilgiyi fiyonkla paketleyip binbir milletin önüne bırakıverdi.
Aksini söylemeyeceğim. Gerçekten de bu ülkeyi yönetenler, insanı değil siyasetten, hayattan soğutacak kadar koca bir aymazlıkla tüm demokratik eğilim ve inançlarımızı yerle bir, dört kuşak yurttaşı da doğduğuna ve bu devirde yaşadığına pişman ettiler. Ama aslında tüm bunlara göreceli bir önem atfetmek lazım. Tabii ki ben her zaman olduğu gibi demokratik mücadeleden yanayım, ama bu esas durumumuza biraz yukarıdan bakabilmeyi engellememeli.


BUGÜNE EVRENİN VE ZAMANIN TEPESİNDEN BAKABİLMEK...
Hani derler ya, haline şükretmek veya yarının bilinmeyenlerine karşı alçakgönüllülüğünü ve insanlığını korumak için yılda bir hastaneye, hapishanelere veya mezarlıklara gitmek lazım diye! Bir kere bunu kesinlikle uygulamalı. Hastanelerde kim ölüyor, kim kalıyor, kim hangi uzvunun kesilişini izliyor, kim komada kabuslar görüyor... İkincisi hapishaneler. Mesela Silivri’de tutsak aydın veya gazeteci arkadaşlarımızı duruşmada görmek... Daha önce katılmadıysanız, işe Dündar ve Gül’ün mahkemesini izleyerek başlayın. Günlerce, aylarca, yıllarca hapishanelerde çürümeye bırakılan suçsuz mert insanların direnç noktalarından güç almayı bilmek. Bir de tabii çok sevdiğiniz yakınınızın definine katılmak (Allah ölümü uzak tutsun!) veya sevdiklerimizi, aile büyüklerimizi ebedi istirahatgahlarında ziyaret etmek... Bir kere bunları biraz empati hissederek yapmayı başardığınızda, halinizi fazlasıyla kabul ederek savaşmaya devam edeceğinizi görebilirsiniz.
Emin olun bu böyle.
Tabii bir de bunun çok daha ötesi var: Kendi bugününüze “zaman dağı”nın ve evrenin tepesinden bakmak. Benim en meşhur duvar yazılarımdan biri “Ben hiçbirşeyim ama ben herşeyim”dir. Gerçekten de zamanın ve mekanın sonsuzluğunda, ben hiçbirşey değilim. Ama kendime göre, kendi hayatımdan, kendi bedenimden dışarı bakarken ben herşeyim. Bu önermemin önce ilk cümlesine bakalım: Bu evren 13,8 milyar yıl önce bigbang’le başlamış. Aradan yaklaşık 9 milyar yıl geçtikten sonra Dünyamız doğmuş. Bundan 1-2 milyar kadar yıl sonra Dünyamızda yaşam belirmiş ve iki milyon yıl kadar önce atalarımız homo erectus’a gelmişiz. 300.000 yıl kadar önce neandertal insanına geçiş yaptıktan sonra, bildiğimiz şekliyle insan, “homo sapiens”, 150.000 yıl önce ortaya çıkmış ve tarih de ilk çağdan itibaren bir şekilde adım adım bildiğimiz şekliyle kayda alınmış.


KAÇ LİDER GERÇEKTEN TARİHE KALIYOR SANDINIZ?
Böylece ateşi bulan ilk insandan tekeri bulana, duvara ilk sanatı yapandan Caravaggio’ya kadar, düşünmeyi ilk kez becerenden yüzyıllar sonra, İzmir’in güneyinde Miletos kentinde Thales ve onun öğrencisi Anaximander gibi ilk filozoflardan Rousseau ve Kant’a kadar, tarihte iktidar veya özgürlük mücadelesinde iz bırakan Cengiz Han’dan Spartaküs’e, Sezar’dan Fatih Sultan Mehmet’e kadar binlerce isim, hergün bizim elimizden geçen tarihte iz bırakan insanlardan bazıları oldular. Bizlere de kendi ömür dilimimizde, ne yazık ki, bu dönemin Türkiyesi’nde yaşamak rast geldi. Evrenin sonsuzluğunun, dünyanın ve zamanın içinde bir zerreciktir, AKP Türkiyesi. Büyüteçle, ısrarcı şekilde odaklanarak dönemimize baksanız bile yeri sarsılmaz zannedilen DP, AP, ANAP, DYP gibi partilerin yok olduğunu görürsünüz. Herşey sonuçta ünlü filozof Heraklitus’un dediği gibi “akar geçer”. Hiçbir şeye gereğinden fazla yakından bakıp gözünüzde büyütmemek gerekir.Devletleri yönetmeye kalkışanların herbirinin de bir Büyük İskender, bir Attila, bir Hannibal, bir Charlemagne, bir Kanuni, bir Napolyon, bir Atatürk veya Kennedy olduğuna sakın inanmayın. Yüzde doksansekizi güç elindeyken eser gürler, atıp tutar, sonra tarihin derinliklerinde kaybolur gider. Bazılarının ise, unutulup gitme şansı bile olamaz. Dünyaya ve toplumlarına verdikleri veya vermeye çalıştıkları zarar oranında hatırlanırlar. Yani tarihin tersten okunan karanlık sayfalarına girerler. Tanrı kimseyi İdi Amin’in, Pol Pot’un, Mussolini’nin, Hitler’in, Pinochet’nin, Humeyni’nin durumuna düşürmesin... Şu hayatta önemli olan bir isim haline gelmek değil, nasıl hatırlanacağını öngörebilmektir. Kendi döneminizde nefret ektiyseniz, isterseniz som altından türbe yaptırın, pek işe yaramaz! 
İşte bu ortamda, içinde kendimizi bulduğumuz dönemde tüm haklarımız için mücadele ederken, herşeye göreceli olarak bakıp, her veriyi bu geçiciliğin tartısı ve makro bakışı ile de ele almamız gerekir. Cumhuriyet, demokrasi, özgürlük adım adım ne bedellerle kazanıldı bu topraklarda; 1876’dan 1908’e, 1923’den 1960’a, 68’e, Gezi günlerine ne bedeller ödenerek gelindi. Bu yazıyı kaleme aldığım Yunanistan neler gördü geçirdi, Cunta günlerinden bugüne.. Önemli olan ana hedeflerden ve insanlığın büyük yürüyüşünden sapmamaktır, ışığın izinde yürürken. Üzerimize zorla indirilmek istenen kara perdeye karşın, ısrarla ve her ne pahasına olursa olsun “bir ağaç gibi hür, bir orman gibi kardeşçe” yaşayabilmektir. Kabusunuzun kefenini yırtıp atın, dünyaya 2030’dan, 2050’den, 5000 yılından da bakmaya çalışın!


ÖDÜN VERMEDEN KARARLILIKLA MÜCADELE EDECEĞİZ
Bırakın tarihten ders almamış olan “onlar”, kendilerini üç gün daha sittin sene bizim trenin makinisti sansınlar. Yaşam bir nefestir, akar gider, diktatörler kimi zaman bir graffitinin ömrüne bile gıptayla bakacak duruma düşerler. Bize yakışan tarihin kanatlarına güvenerek ısrarla bu daracık tünelde bile yarına adadığımız eserleri, kitapları, duruşları, tarihi sözleri mükemmeliyetçilik arayan bir gururla evrene bırakmaktır. Onlara rağmen otosansürsüz, sapmasız, çağdaş yaşamın hiçbir zerresinden ödün vermeden ve tekrar ediyorum kararlılıkla... Ve tabii dayanışmayla! Örneğin spor karşılaşmalarını birbirimizin aleyhine saçma sapan, sahte düşmanlık çekişmelerine dönüştürmeden, utanç verici 5. sınıf şımarık-komik kan davaları yaratmadan izlemek... “Solcular birbirinin kurdudur” söylemini yaşamımızdan sınırdışı ederek...Unutmayın ki onlar çağın tersine gittikleri için, ne yaparlarsa yapsınlar, akıntıya kürek çekiyorlar! Herşey yerine oturtulur sel suları çekildikten sonra. Saray mı? Yarışma açarız gerekirse, en iyi yeni kullanımı ne olabilir diye... Tabii farklı bir dönemde Parlamento, Çankaya Köşkü’nü tarihi misyonuna mutlu bir günde iade edebildikten sonra... 

İşte zamana, tarihe ve insanlığa bu geniş pencereden bakmanın ferah yüreğini ve nefesini lütfen aklınızdan bir an çıkarmayın. Göreceksiniz zaman bu bakışı yine haklı çıkaracak. Hani grip olduğunuzda “bu hiç geçmeyecek” zannedersiniz ya? Geçecek, vallahi geçecek!