Foklarla vezir, penguenlerle rezil
olanlar... / Ahmet Hakan, Mustafa Koç
hakkında nerede yanılıyor? / Kamer Genç’in “feneri”
yolumuzu nasıl aydınlatıyor? / Tahsin
Yücel isimli sessiz efsane...
Kimin ne zaman ayrılacağını
bilmiyoruz bu tiyatro sahnesinden... Bazen “danks!” diye bir baş aktör oyunun
en beklenilmedik yerinde koyup gidince, bir şok dalgası yaşayıp sudan çıkmış
balığa dönüyoruz. Sevgili Mustafa Koç’un kaybı, Türkiye sahnesinde zamansızlığı
ve yarattığı büyük acıyla, dehşet bir boşluk yarattı.
Aklıma farklı sahneler düşüyor,
yaşam kareleri... Atölyemde geçirilen uzun sohbetli-sanatlı bir gece, yan yana
seyredilen Fenerbahçe maçları ve o doyulmaz gol kucaklaşmalarımız, 1907
Fenerbahçe Derneği’ndeki sergimde Fenerbahçe tarihini beraber yad edişimiz,
yemekler, tipik erkek arkadaş sohbetleri... Ve tabii herkes gibi benim de son
5-6 günde beynimi tırmalayan yüzlerce “keşke
şu, keşke bu...”. Her şey normal aksa, önümüzdeki haftalarda bir yandan
eşim Sibel’le çıkarmayı düşündükleri fotoğraf dergisini, bir yandan ülkeyi ve
sanatı konuşacağımız bir yemek yiyecektik bizim evde. Kısmetten fazlası
olmuyor.
Son günlerde üst üste sayısız sevgi
dolu yazı çıktı Mustafa hakkında! Herkes ne kadar içerikli, ne kadar çok
anekdot anlatıyor, ne kadar doyulamayan yaşanmışlık ve samimi hayranlık
birikiyor önümüzde! Ve tabii ki bu ne kadar eşsiz bir servet... Konu burada Koç
Grubu’nun gücü veya maddi serveti değil. Genç bir insanın ömrü üstünden
toplumun her katmanıyla ayrı ayrı oluşturduğu ilişkiler, dostluklar ve
bunlardan dökülen güven dolu sevgi, ömür üstünden gelişen arkadaşlık bağları.
Unutmuşum fok Badem’i mesela... Ne
kadar klas bir hareket bu! Hangi zengin böyle bir hikayeye yapay şekilde monte
edilip orada rol yaparak yer alabilir ki? O fotoğraflara dikkatle bakan herkes,
o samimiyeti hemen okur. Yaşam bu işte! Kimini foklarla vezir yapar, kimini de
penguenlerle rezil...
Kimse alınmasın, yazılan onca güzel
köşe arasından Yılmaz Özdil’in “İki Mustafa”sı hemen sıyrılıyor. O tarihi
anekdotta da en güzel detay, Mustafa’nın, Londra’da Madame Tussaud müzesindeki
heykeltraşı, Lord Kinross’un Atatürk kitabını okumaya mecbur etmesi! Ne kadar
haklı bir eylem! Kiminle dans ettiğini bilmeden, kim Atatürk’ün kalıcı bir
eserini yapma hakkı kazanabilir ki! Bu arada Ahmet Hakan da “Lütfen Mustafa’dan büyük bir muhalif ve direnişçi çıkarma zorlamasına
girmeyin!” mealinden bir ikaz yaparak Erdoğan’la olan son görüşmesini
hatırlatıyor. Hakan bence yanılıyor. Çünkü olaya göreceli bakmıyor. Evet, kimsenin, Mustafa’dan sokaklarda
direnişçi bir ODTÜ öğrencisinin tavır ve sloganlarını beklediği yok. Kimsenin
Mustafa’dan benim veya Çölaşan’ın yazdığı hükümet karşıtı makaleleri beklediği
de yok. Herkesin görevi, sorumlulukları ve alanı farklı. Ama Mustafa’nın ve Koç
Grubu’nun Gezi Direnişi’ne verdikleri o unutulmaz destek veya çeşitli
vesilelerle verdikleri tam sayfa Atatürk fotoğrafının yanına yazdıkları
“Özlüyoruz...” satırı, EN AZ gençlerin dev bir kitlesel eylemi kadar veya iktidar
aleyhine yazacağımız kapsamlı bir muhalif kitap kadar etkili ve önemli. Çünkü
işadamları arasında yaygın olan, gerginliklere bulaşmamak, mümkün olduğu kadar
renksiz ve tarafsız kalmak, hatta muhaliflerle aralarına belirli ölçülerde timsahlı
dereler yerleştirmektir; mesela günümüz Türkiyesi’nde, Atatürk imgesini yok
saymak, araya en azından görünmez mesafeler koymak demektir. İşte Mustafa ve
Koç Grubu hiçbir aşamada böyle pasif tavırlara tenezzül etmemiş, siyasetin en
yoğun, sıcak ve tehlikeli günlerinde, kimi zaman belki Başbakan’ı sinirden
delirtecek bu hareketler, hiçbir çekince görülmeden devreye sokulmuş, bununla
ilgili de zaten beklenen bedeller ödenmiştir. Koç Grubu’nun Atatürk’le ilgili
ilan kampanyası ve hazırladıkları filme yobaz medyadan gelen tepkileri, sevgili
Ahmet Hakan bilmem unuttu mu? Yani her şey görecelidir. Mustafa’nın bu
uygulamaları, sorumlulukları itibariyle aldığı riskler göz önüne serildiğinde,
radikalden öte, kitlesel eylem etkisi yaratacak muhalif gerilla tavrından
farksızdır. Hiç kimsenin, Divan Oteli ve
Koç Grubu’nun Gezi’ye verdiği desteği küçümsemesine imkan yoktur. Aynı şekilde,
kimsenin günümüz Türkiye şartlarında, Koç Grubu’nun laik eğitime, çağdaş
sanata, bilime verdiği destekleri standart bir uygulama olarak görme hakkı da
yoktur. Örneğin futbol maçında yaşanabilecek şiddeti, bir savaş sahnesi ile
kıyaslayıp küçük göremezsiniz. Her zemin kendi şartlarını doğurur.
Mustafa’nın yönetiminde, Koç Grubu
kendi beklentilerini de aşan büyük bir gelişme gösterdi; kendini katladı.
Mustafa bunu disiplin ile güler yüzü, kalite arayışı ile kurumsal dayanışmayı,
esneklik ile vizyonu bir araya getirerek başardı. Zaten özel hayatında da hep
hesaplı riskler alırdı. Uçma, dalma gibi kolay cesaret edilmeyecek sporlarda
bile, o hep mükemmeliyet arayışındaydı. Hem de en kişisel ve doğal stiliyle...
Derin benliğinde, aile, arkadaş, hayvan ve doğa sevgisi vardı. Mustafa, dünyayı
ödünç alıp paylaştığımızın çok farkındaydı...
Herhalde federasyonla bürokratik
bir boşluk yaşandı ki, Fenerbahçe 1907’nin kurucusu için evvelsi gün
Saraçoğlu’nda saygı duruşu yapılamadı. Yadırgandı bu durum. Eminiz ki, akan
zaman içinde Mustafa Koç, layıkıyla her yerde ardında bıraktığı güzelliklerle
anılmaya devam edecek. Toplum, oluşan bu
yüksek standart karşısında, bilinçaltında hep o dik duruşu ısrarla arayıp
bulmak isteyecek... Bu konuda Mustafa’nın değerli kardeşleri Ömer Koç ve Ali
Koç’un da aynı çizgiyi, aynı kararlılıkta sürdürüyor olacaklarını bilmek belki
tek tesellimiz.
MECLİSİN ESPRİ KÜPÜ KAMER GENÇ...
Mustafa Koç’tan bir gün sonra
kaybettik, Kamer Genç’i. Kamer Genç deyince Türk halkının kalbinde hemen bir
gülümseme, bir sıcaklık belirir. Arkasında bu kadar yoğun bir sevgi seli
bırakan siyasetçi azdır. Onların da her birinin farklı bir stili vardır.
Örneğin aklıma 1960’larda babam Dr. Suphi Baykam’ın dönemi geliyor. Kah
Parlamento önüne yere mendil açar, zam isteyen milletvekillerini dilenci gibi
gösterip tepki verirdi, kah bir kasket takıp İstanbul sokaklarını bir dolmuş
şoförü olarak tam gün gezip halkın dertlerini “içinden” dinler, öğrenirdi
babam. Mesela o arabalardan birinde kendisine koca bulmasını isteyen kadınlara
bile rastladığı, o günlerin gazetelerinde manşet olmuştu! Aradan neredeyse 50
yıl geçmesine rağmen hala onu bana anlatıyorlarsa, hitabet sanatından olduğu
kadar, bu hikayelerin bıraktığı izlerdendir... Yine aynı dönemden CKMP’den
Osman Bölükbaşı da binbir anekdotuyla siyasi yaşamımıza renk katmıştı. Hem
Parlamento’da, hem de... cezaevinde! Dönemimizin farklı yıldızı Kamer Genç de
siyasi partilere yaranamadı. O ince hesap ve çıkar ilişkilerinden uzak duran
halkın has adamıydı. Partilerin ise daima başka hesapları olur. Nasreddin
Hoca’yı andıran örnekleri ve çıkışları, insanı gülmekten kırıp geçiren
senaryoları ile izlenme rekorlarını zorlardı. Mesela oğlunun evinden çıkarken görüldüğünde,
“çiçek suluyordum” esprisi bir
refleksle gelmiş olsa da, bugün çoğulcu anlamda literatürümüze girdi. Bir de o
meşhur “şecaatin arz ederken merd-i kıpti
sirkatin söyler” cümlesini kameralar önünde söylemeye kalkışmış, beş farklı
denemeden sonra kendisi de gülerek vazgeçmişti bu girişimden. Kamer Genç tam
bir Anadolu, Atatürk ve Cumhuriyet sevdalısıydı. Bugün Tuncelililerden
Cumhuriyet düşmanı çıkartmaya çalışanlara özenle hatırlatılır! Gerek SHP, gerek
CHP, gerek bir dönem vekili olduğu DYP ve ardından bağımsızlar sıralarında hep
12 Eylül'le, Özal’la, daha sonra da AKP’liler ve Erdoğan’la sayısız kapışmalar
yaşamıştı. Mehmet Ali Ağca’nın idamına tek başına “red oyu” vermiş, Obama
gelince Parlamento’da ayağa kalkmamış, Meclis’te gericilerle olan kapışmaları
defalarca fiziki şiddet raddesine gelmiş, buna karşın Genç, hiç korkmadan dik
durmaya devam etmişti. Deniz Fener’i yolsuzluğunun üstünün örtülmesine şiddetle
tepki verdiğinden, Parlamento’da günlerce elinde deniz feneriyle dolaştı ve
kürsüye de öyle çıkmaktan sakınmadı.
Soru şu: Türkiye neden kendi bünyesinden, Genç’in kararlılığında,
yaratıcılığında ve halkla kucaklaşma seviyesinde siyasi partiler çıkaramıyor?
Neden halk, bu nedenle arasına mesafe koyduğu partilerle yetinmeye mecbur
kalıyor? Yolsuzlukların bir numaralı düşmanı Kamer Genç’i ve
söylemini, dilini hafif bulan ve onu biraz alaya alma eğilimi gösteren muhalif
milletvekilleri hep şunu düşünmeli: “Bak
ne güzel, ‘ben öyle hafif adam değilim, lök gibi ağır oturuyorum’ diye
övünüyorum ama galiba bir yerde halktan uzaklaşıp hata yapan, lüzumsuz boşa zaman
harcayan da benim!”
EDEBİYATIMIZIN KALESİ TAHSİN YÜCEL
Kimi insanlar vardır, ülkelerin
kültürel altyapılarının temel taşlarındandır. Onları az kişi tanır ama onlar
aydınların el üstünde tuttukları kalıcı değerlerin başında gelirler. Sıfat,
şöhret, para onlar açısından ömür boyu ikinci planda kalır. Tahsin Yücel
onlardan biriydi. Aynen 1998’de kaybettiğimiz Sezer Tansuğ’nun resim
sanatımızın bir döneminde bıraktığı iz gibidir, Tahsin Yücel’in edebiyat
dünyamızdaki varlığı. Veya biraz farklı bir kıyaslamayla, ne yazık ki çok genç
yaşta kaybettiğimiz Jak Deleon geliyor aklıma. O da bale dünyasının hem
tarihçisi, hem eleştirmeni, hem de en büyük sevgilisiydi. Ama bu saydığımız
diğer isimler gibi ne yazık ki uzun yaşayamadı Jak. Yaşasaydı Tansuğ ve Yücel
sürekliliğinde ve bugün “henüz” 64 yaşında, bir sanat dalı üzerine odaklanmış
bir sanat adamımız daha olacaktı. Ne var ki 50’li yaşlarının başlarında ölüm
onu aramızdan çekip almıştı.
Tahsin Yücel, duayen bir bilirkişi
olarak kaldı yıllarca. Bir dil ustası, büyük bir çevirmen, felsefeci, ömür
üstünden verimli bir yazar, edebiyat eleştirmeni olarak, onu tanıyanlar için parladı
hep. Kimse boş yere 50-60 yıl üstünden isim olmaz. Türk entelektüel ortamının
onuru ve gururu isimler arasında yer alır, Tahsin Yücel. Onun adı da, bugün
salt mevkii, siyasi sıfatı veya parası ile isim olanlardan farklı olarak,
asırlar boyu unutulmayacaktır...
Bir işadamı, bir siyasetçi, bir edebiyatçı... Birbirinden onca farklı
dünyalardan üç isim, 36 saatlik bir zaman dilimi içinde birbiri peşi sıra göçüp
gittiler. Ama o farklı yaşamlar içinde, gövde sağlamlıkları açısından ortak
noktaları o kadar çoktu ki...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.