25 Eylül 2012 Salı

BALYOZ’UN YÜZ KIZARTICI BİLANÇOSU / Bedri Baykam / 25 Eylül 2012 tarihli Cumhuriyet makalesi..




Balyoz davasının kararlarının açıklanması yeni bitmiş... Saatlerdir bulunduğumuz salonda tarihi ve göz yaşartıcı sahneler yaşanıyor. Tüm komutanların yüzleri ailelerine ve arkadaşlarına dönmüş, metanetle sükunet, sabır ve direnç sinyali verirken bir yandan da sloganlar atıyorlar, beraberce İstiklal Marşı söylüyorlar. Tuğgeneral Mustafa Erhan Pamuk’un eşi Ferda Pamuk var gücüyle haykırıyor: “Ben onurlu bir Türk subayının eşiyim, adalet artık iktidarın tekelinde, bizim vücudumuzu esir alabilirler ama Atatürkçü ruhumuzu asla, zaten Türkiye açık bir cezaevi değil mi?” Sıralara bakıyorum, ağlayan genç kızlar, gözyaşlarını içlerine akıtan saygıdeğer subay eşleri, birbirlerine öpücük ve kalp işareti yollayanlar... Ardından, o intikam kokan kararları henüz dinlemiş olan komutanlar, kararlılıkla yumruk sıkıp herkesten sakin olmalarını istiyorlar. “Türkiye sizinle gurur duyuyor” şeklinde geliyor yanıt... Sonra da karşılıklı sloganlar yükseliyor: “Mustafa Kemal’in askerleriyiz!”. Gözlerim yaşarıyor. Bu anlar tarihimize utanç tablosu olarak kazınacak.
O gün orada, Sanatçılar Girişimi’ni de temsilen bulunan kişiyim (“Mor ve Ötesi”nden Harun Tekin’in de orada olduğunu asistanım bana sonradan söyleyecek). Oktay Ekşi ve Aykut Erdoğdu o gün gelen CHP vekillerinden. Onlar da “Barış” mitingi sebebiyle erkenden Kartal’a gittikleri için karar açıklanırken yoklar... Bir diğeri ise Ali Özgündüz. Basına içeride yaşadığımız üzücü, dramatik sahneleri ve hissettiklerimizi aktarmak ne yazık ki bizlere düşüyor. Türkiye’nin vicdanı ile beraber yüreğim sızlıyor. Bunlar belleğimize kazınan, birileri açısından yüz kızartıcı hatıralar artık...
Balyoz davası, toplumdan ve medyadan, “hapisteki gazeteciler ve yazarlar” konusunu gündeme taşıyan Ergenekon ve Odatv davaları kadar destek ve takip görmedi. Çünkü medya ve halk da, ordu aleyhine yürütülen psikolojik savaştan nasiplerini almışlar! TSK’yı içeren bir davada, insanlar tutuklu sanıkları korumaya sanki korktular. Aslında burada TSK’nın son 15 yıla bakıp ciddi bir özeleştiri yapması lazım. Yobazlar, 2. Cumhuriyetçiler, emperyalizmin “medyokrasi” içine konuşlanmış kalemşörleri, tüm sinsi güçleriyle yıllardır TSK’yı hedef tahtası yapmış olarak açık bir “psikolojik savaş” yürütürlerken, kimin aklı nerelerdeydi? Neden hiçbir sözlü karşı koyma, savunma, kontratak yapılmadı? Türkiye’de İmamlar Derneği, Kanarya Sevenler Derneği ve herkesin ağzına gelen herşeyi söyleme hakkı bulunduğu yıllarda, TSK’nın imajının yerle bir edilmesinin nasıl bir tezgahın parçası olduğu, kimsenin aklına gelmedi mi? 15 kötü niyetli sözde gazetecinin imaj komplosuna kurban edildiklerini anlayamadı mı, bu “Kurmay Subay”lar?
Bir insandan 15-20 yıl çalacak bir yargı kararına imza atabilmek için, adaletin son derece “emin” ve her kanıtın şüpheye mahal bırakmayacak netlikte elde olması lazım. Halbuki burada ancak 2. Dünya Savaşı’nı hatırlatacak toplu tutuklamalar, yargılamalar, cezalar var. Ama adaletin mantık ve vicdanı yok. Bu hesap tarihe kolay kolay verilemeyecek! Basit bir örnek: Deniz Kurmay Albay Ümit Metin, bir mübaşir aracılığıyla hakime bir talep yollamış. Konu basit: “Ben zaten birebir aynı dijital verilerden ‘Amirallere Suikast davası’ndan yargılanıyorum, bu davada da olmama gerek yok”. Ama mübaşir kaynağı belli bu kağıdı geri getiriyor! “Kabul edemeyiz, imzasız” “İyi de, ben 20 aydır imzasız bir dijital belge için yatmıyor muyum?” diyor Metin. Tabii yanıt verilemiyor!
Verilen kararları dinliyorum: “Darbeye teşebbüste..... ellerinde olmayan sebeplerden kast fiile ermediğinden...” diye devam ediyor hakim. Düşünüyorum da, “Ne kabiliyetsiz orduymuş bu yahu” diyorum! Havada uçan sineği vurabilen jetler, süper komandolar, sürekli yüksek başarı nişanı alan komutanlar, dünyayı imrendiren bir disiplin ve..... sonuç sıfıra sıfır, elde var sıfır! Onca yıl plan, hazırlık, zihni sinir proceleri, taktikler, hatta seminerler yapmışlar. Hatta son yıllarda Başbakan Yardımcısı’na suikast yapacakları bile gündeme taşınmış (!), ama tek bir mantar tabanca bile ateşleyemeden, tek bir olay çıkaramadan öyle felç olmuşcasına kalakalmışlar, en küçük hedeflerine doğru bile tek bir hamle yapamamışlar (!). Pardon! Ortada darbe yok. Teşebbüsü var deniyor, onun da tek bir fiili yok. Meğer bu Ordu görevlerini çoktan ve henüz makamdayken kaybetmişmiş de, kimseciklerin haberi olmamış desek, yeri değil midir?   

Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..   

18 Eylül 2012 Salı

SİLİVRİ ZİNDANI, İNSANLIK ADINA TARİHE GÖMÜLECEK! / Bedri Baykam / 18 Eylül 2012 tarihli Cumhuriyet makalesi..



Hafta sonum, Silivri zindanına atılmış aydınların durumuna tepki vermekle geçti. Cuma günü, CHP vekilleri ve aydınlarla beraber Çağlayan’a gittik ve tutsak gazetecilerin resimleri önünde Ayşenur Arslan’ın yaptığı konuşmadan sonra kalemlerimizi bıraktık. Bunun ardından Odatv davasını izledik. Soner Yalçın 14 kilo vermiş, ama kararlı ve umut doluydu. Hasretle sarıldık. Ertesi gün, CKM’de “Tuncay Özkan’ın 5. Tutsaklık Yılı” ile ilgili düzenlenen toplantıda konuşmalar yaptık, ardından Özkan’ın kitaplarını imzaladık. Günün hediyesi, bir gün önce davalarını izlediğimiz Barış Pehlivan ve Barış Terkoğlu’nun serbest kalarak etkinliğe katılmalarıydı. Onlarla kucaklaşırken, pek yakında bir gün “özgür” (?) dünyada, abileriyle de bunu yaşayabilecek miyiz sorusu geldi aklıma... Doğu Perinçek: 5 yıl. Tuncay Özkan: 5 yıl. Ergün Poyraz: 5 yıl. Mustafa Balbay: 4 yıl. Mehmet Haberal: 4 yıl. Fatih Hilmioğlu: 4 yıl. Hikmet Çiçek: 4 yıl. Soner Yalçın: 20 ay. Yalçın Küçük: 20 ay. Silivri’den cenaze olarak veya “ağır hasta” haliyle çıkan tutuklu sayısı ayrı bir acı konusu. Empati kurun; sizi 5 gün odaya hapsedip, sevdiklerinizden ayırsam ne derdiniz?
Silivri’de yazarlar, gazeteciler, akademisyenler, televizyon sahipleri dışında, onca asker, subay ve yüksek rütbeli general, hatta Genel Kurmay Başkanı var. Açık konuşmak gerekirse, onlara karşı daha da büyük bir haksızlık yapılıyor. Gazetecilere, yazarlara, kolayca sahip çıkılırken, TSK ile ilgili davalarda, tutarsızlık ve mantıksızlık ne kadar ortalıkta gezerse gezsin, sanki “askere sahip çıkmak riskli alan” olarak değerlendiriliyor ve insanlar bu konuya bulaşıcı hastalık varmış gibi mesafeli durmayı tercih ediyorlar. Bu sendrom “yalnız Nedim Şener ile Ahmet Şık’a sahip çıkalım” şeklinde ortada dolanmış yüzer-gezer medyacı tavrından çok da farklı değil! Bunun dışında konuşmamda yaptığım diğer bir hatırlatma şuydu: “Normal” bir hukuk devletinde, şayet “sanıklar” hakkında ortaya atılan delillerin uydurma olduğu ortaya çıkarsa, mahkeme iki şey yapar: Önce sanıkları serbest bırakır ve aklar, ardından “bu komployu tezgahlayan çete hangisi?” sorusunu gündemine alır, üstüne gider! Ülkemizde böyle bir gözleminiz olursa, lütfen bana da bildirin!
Ülkede medyanın yandaşlarını, hükümeti dinleseniz, ülkede “dindarlara” karşı büyük baskı var. Gerçeklere bakarsak, Atatürkçü kesim son çeyrek asırda öldürüldü, hapislere atıldı, çalıştığı kuruluşlardan atıldı, saldırılara uğradı, demokratik haklarını hiçbir şekilde kullanamasın diye kıskaca alındı! Yani bedel ödeyen bir kesim var iken ortada, sürekli gözyaşları eşliğinde durumunu şikayet eden ise bambaşka birileri! Merdan Yanardağ, yine Goebbels’in ünlü taktiğini hatırlattı: “Bir yalan ne kadar büyük olursa, o kadar çok inanan olur”. Odatv davasında, Yalçın Küçük o kendine has teatral sunumuyla yine 2-3 saat boyunca konuştu: “Burası suçsuzlar mahkemesi. Bize suçumuzu bulun. Cezamızı verin. Burada dezenformasyon var. Artık ortada ‘suç lokantaları-suç otelleri’ var. Engizisyonda da suç yoktu. Sizleri tenzih ediyorum: Kimin ne zaman tutuklanacağına veya serbest bırakılacağına, bir merkezi planlama ile karar veriliyor. Siz kendiniz karar verdiğinizi düşünüyorsunuz. Bizi affedin. Hukuk mantıktır, vicdandır. Benim Öcalan’ı yönettiğim söyleniyor. Bunu ciddiye alamazsınız. Bizler burada ‘Ancien Regime’, yani Atatürk döneminin eski Cumhuriyeti’nin rejimini savunmaktan yargılanıyoruz. Bu nedenle suç gerekli değil. Çünkü artık onlar benden sonra ‘Yeni Türkiye’ dediler. Biz Kemalist Cumhuriyet’in sahipleriyiz, onu kimseye vermeyeceğiz. TÜBİTAK artık bir yobaz yatağıdır. Raporunda teknik olarak her şey görülmüş ama dil, bürokratik olarak yazılmış. İhbarlar yapılıyor. Ardından ‘bu adama suç bulun’ diye emir geliyor. O da bulunuyor: ‘İzinsiz toplantı yapmak’ (!). Sayenizde Ertuğrul Özkök bile ‘seviyorum o çılgını’ diyor hakkımda! Artık erkeklerin bile ilanı-aşk ettiği adam olmuşum!”
Sonunda “tadımlık” bir Özkök esprisi verdiğim Yalçın Küçük savunması, aslında Cem Yılmaz’a taş çıkartacak müthiş incelikli nüktedan öğelerle dolup taşıyor. Eminim ileride, onları yalnız mizah adına analiz eden kitaplar bile çıkacak. Oradan okursunuz ama, tabii Küçük’e has ses vurgularını da ihmal etmemeli! Mesela “L’Etat, c’est moi” (Devlet benim) diye haykırdığında! Tabii o acı gülümsemeli günlere varabilmemiz için, önce her açıdan her gün yeni insani dramlar yaşadığımız bu çirkin tabloyu geride bırakmamız gerek.

Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..   

11 Eylül 2012 Salı

DUYURU..

Sevgili arkadaslar, gerek baykambedri1923@ gmail.com. Gerek bedribaykam1923@gmail.com dan gelecek mailleri kabul edebilirsiniz, onlari gercekten benim sistemim yolluyor ve makalelerimi, sergi duyurularimi bu sekilde alabiliyorsunuz..

GELECEK UYGARLIKLAR: KİMLERE RAĞMEN-KİMLER SAYESİNDE? / Bedri Baykam / 11 Eylül 2012 tarihli Cumhuriyet makalesi..




Siyasi gündemimiz, basın özgürlüğü, hapislerde çürümeye terkedilen aydınlar, dinsel veya etnik terör faşizmiyle boğuşmalar ve yüreğimizi burkan şehitlerden oluşurken, etrafımıza bir göz atalım: Şu, içinde misafir olarak yuvarlandığımız Evren’in kaç milyar yıllık geçmişi olduğu bile polemik konusu... 14 milyar yıl geriye bakılabilirken, ışık yılı olarak 45 milyar yıl arkamızdaki bölgesel kalıntılara göz atabiliyor-muşuz! Big-Bang sonrası şekillendiği varsayılan ve milyarlarca galaksinin, trilyarlarca gezegeni barındırdığı bu Evren’in kurulum serüvenini CERN projesi araştıradursun, bu evrenin C.V.’sinin (!) en heyecanlı romanlardan daha gizemli olduğunu teslim etmemiz lazım. Tek Tanrılı dinlerin iki bincik yılı henüz devirmiş geçmişleri, bu C.V.’nin içinde henüz taze bir damla an kadar yeni.
Hatırlatmaları çok uzatmayalım. Homo-Sapiens’ten Neandertal’e, ondan Lucy’ye inen yolda, milyonlarca yıla sıkışan evrim süreçlerinde gelişen “insan”, kendi dünyasının gelişim çizgisinde önce avlanmayı, ardından 1,5 milyon yıl önce ateşi, milattan dört asır önce de tekeri buldu. İçinde yaşadığı şartlar çerçevesinde farklı yerlerde farklı uygarlıklar kurdu. İsa sonrası saydığımız yıllarda, buharlı makinanın icadı ile 19. yüzyılda gelen ulaşım ve endüstriyel imkanlar, fotoğraf makinesi, 1947’de hala tepe tepe kullandığımız “transistor” devrimleri geldi. Son 140 yıla sığan bilimsel ve teknolojik buluş furyasını bir yere bırakın, yalnız son 15 yıla göz atarsak, insan beyninin Evren’in içinde çok ayrıcalıklı bir noktaya doğru katlamalı ses hızıyla yükselmeye devam ettiğini görüyoruz. Bugün “teknoloji” deyince aklımıza gelen atılımlar listesine “gerçekötesi” hayal gücümüzü de ekleyerek beklentilerimizi oluşturabiliriz: Görünmez adam olmak, duvarlardan geçmek, ışınlanma ile seyahat etmek, “Kemik” romanımda “dreamcorder” adını verdiğim rüya kaydetme makinaları, farklı türlerin çiftleştirilmesinden doğacak hibrid canlılar, Güneş Sistemi’nden başlayarak Evren’de yapılacak geziler, zamanı geri (ileri?) alabilme devrimi ve tıpta ölümsüzlüğe ulaşma çabaları, ilk akla gelenler. (Kusura bakmasınlar, Yıldız Teknik’in geçen gün lanse ettiği “İslami bisiklet”, listemize dahil değil)
Peki bu kadarcık mı? Bu söz ettiğimiz çılgınlıklar, en fazla 150 yıl içinde tamamlanır. Peki ya bin yıl sonrası? Ya da giderek artan bu hız, 100.000 yıl sonra insanlığı nerelere vardırır dersiniz? İşte o bölgelerin gündem, tartışma alanı ve bulgularını bugün hayal bile etmemize imkan yok. Roma’nın zeki filozofları, Evren’in en farklı noktalarında saatte 200 kilometre ile giden insanların birbirleriyle konuşabileceklerini düşünebilirler miydi? Neandertal insanını bugün bir bilgisayar ekranının önüne koysanız ne düşünebilir ki? Peki “geleceğin insanı”, kütüphanelerimize nasıl acıyarak bakacak biliyor musunuz? “80 yıllık ömürcüklerinde, bazen bir kitabı okumaya bir ay ayırıyorlardı.” cümlesi, acı bir sempati ve gülümseme eşliğinde saygıyla ifade edilecek. Dünyanın tüm kitaplarını karşılaştırmalı olarak beyne indirenler için, bu “ilkel çabalarımız” iyi niyet gösterisi olarak kayda geçecek. Peki 1 milyon yıl sonra mı? İşte o günlere bakışımız; ancak bir karıncanın başka bir galaksiye yollanacak yaşam ünitesinin son kontrollerinin yapıldığı anda bu dev gezer-kentin önünden geçerken “düşündükleri”yle kıyaslanabilir!
Uzun lafın kısası, insanlık büyük ihtimalle -kendi pimini çekmezse- Evren’in sırlarını da çözecek, Ortaçağ kavgalarını tarihin acımasız kavgalarının parçası haline de getirecek. Bunun ne anlamlara gelebileceğini bugün hiçbirimiz algılayamayız.
Bugüne dönersek, yaşadıklarımız, ilkel kalıntıların son debelenmeleri, insanlığın koca serüveninin içinde, anlık bir yörünge kaybı... Hapislere terkedilen, öldürülen aydınlar ise Güneş’in her gün ileri atılan ritminin nefes açıcısı kahramanlar... Onların tersine, Evren’in her noktasında, karanlıklara imza atanlar ise, kendi ayıplı Wikipedia yazarlıklarını üstlenmiş oluyorlar hepsi bu... Ülkesine ve dünyaya kan, gözyaşı, seviyesizlik ve kin tohumu bırakan, anaları ağlatmaktan, kul hakkı yemekten zevk alan “insanlar”! Bu serüvenin karaçıbanları onlar.
Bir de, Evren’in güldüğü, kucakladığı, aydın, devrimci yarınları hazırlayan ebedi devrimci liderler vardır. Gandhi gibi, Martin Luther King gibi, Atatürk gibi... Onların izlerini tarihten ne yapsanız silemezsiniz. Ne tarih tahrifatıyla, ne heykel yıkımıyla, ne de uyduruk yalanlarla... Onlar bu Evren’de insanlığın aydın, devrimci, barışçı, eşitlikçi, dürüst önderleri olarak sonsuza dek hatırlanacaklar...

Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..   

4 Eylül 2012 Salı

BERLİN’DEN ÜLKEMİ DÜŞÜNMEK... / Bedri Baykam / 4 Eylül 2012 tarihli Cumhuriyet makalesi..



Son yıllarda sergilerim nedeniyle sıkça gittiğim kentlerden biri Berlin. Bu hafta açılacak sergim vesilesiyle yine orada bulunmak ister istemez bir genel kuş bakışını beraberinde getiriyor. Dünya tarihinde en ağır şekilde bedel ödeyerek 28 yıl geçirmiş bu efsane kent, yıllarca aileleri, ideolojileri, aşkları tam ortasından parçalayarak bölmüş, soğuk savaşın küçük bir karşılaşma alanında dünyanın iki dev kutbunu karşı karşıya bırakmış. Düşünün ki, ABD ve Sovyetler, dünyanın o kadar farklı bölgelerinde ve diploması masalarında dogrudan veya dolaylı olarak her gerilim hattında birbirlerinin soluğunu enselerinde hissederken, burada “Checkpoint Charlie”de, sınır-savaş alanı ışıkları ve sayısız kum torbası arasında kapitalizmin ve komünist rejimin askerleri elleri makinalı tüfeklerinde göz göze geliyorlardı. Her türlü izinli geçiş, şüpheli adam takası, buradan oluyordu. Arabaların bagajına, hatta altına saklanarak “özgür Berlin”e geçmeye çalışırken öldürülen 150-200 civarında Doğu Berlinli arasından ilk kurbanı olan Günter Litfin’in bugün anıtı önünde karanlık günler hatırlanıyor... Bu arada belki 5000 kadar şanslı Doğu-Alman ise bu kaçışı başaranlar arasında tarihte yerlerini almışlar.
Bir gecede, 13 Ağustos 1961’de şeytanca bir uygulamayla birbirinden koparılan insanlar, çoğu bir daha ömür boyu birbirini göremeden yaşayıp gittiler. Dünya küçük dilini yutarcasına, Nazizmin yarattığı yıkımların ardından yine Alman topraklarında yeni bir insani dramın yüküyle karşılaştı. Dünya Harbi’nde istemeden ittifak içine giren ABD ve Sovyetler, bu sefer kurtardıkları bölgede “
General Patton” filminin sonunu doğrularcasına yeni bir hesaplaşmaya giriyorlardı. 26 Haziran günü Kennedy’nin batı Berlinlilere ve tüm Berlinlilere destek vermek için söylediği “Ich Bin Ein Berliner” (Ben bir Berlin’liyim) sözü, bu dönemecin zirve yapan anlarından biridir. “Glasnost” buzları eritmeye basladıktan sonra, Polonya, Macaristan ve Çekoslavakya’nın yaşadığı demokratikleşmelerden sonra bir gece o kapılar sanki kendiliğinden açılıncaya kadar: Doğu Alman Sosyalist Birlik Partisi yetkilisi Günther Schabowski, 9 Kasım 1989 akşamı bir basın toplantısında biraz da yanlış anlamalara sebep olarak “Sürekli yeniden yerleştirilmeler Doğu ve Batı Berlin arasında tüm sınır geçiş noktalarından yapılabilir” demecini spontane şekilde bir soruya cevap verirken ortaya atıverdikten sonra, şaşkın insanlar, pek de inanmadan o kapılara yığılmaya başladılar ve “gardın düşmüş olduğunu” gördüler!
O andan itibaren onbinlerce insan tarihin sayfaları yırtılıp, zaman geriye alınırmışcasına 28 yıldır görmedikleri yakınlarının adreslerine koştular. Acı, gözyaşı, kültür-şok ve özgürlüğün şizofrenik şekilde içten kestiği damarlar, sayısız trajik filme konu olabilecek hikayeleri bu insanlara yaşattılar... Peki şimdi size niye hatırlatıyorum bu Berlin hikayelerini? Bugün Berlin’e giden her Türk’ün gezmesi gereken ilk yer Berlin Duvarı Müzesi’dir. Fakat ne yazık ki
“Almancı” taksilerimizin de teyid ettiği gibi, alış-veriş iştahını bir türlü doyuramayan yurdum insanı, Berlin’e bile siyasi-kültürel tarihi irdelemekten çok mağazaları talan etmek için gelmekte. Hem de ülkemizde her köşe başında rakip iki AVM bulunan şu günlerde bile! Berlin caddeleri, Hitler iktidarının “ihtişamlı karanlıklarından” duvar günlerine, duvarın çöküşünden bugünlere kadar çıkarılacak binbir dersle dolu.
Rejimler bir-iki ay, yıl veya günde yıkılabilen kumdan kalelere dönebilirler. Fransız İhtilali, Rusya’da Çarlığın çöküşü, Küba’da Batista rejiminin devrime yenilmesi, Romanya’da Cauceskuların ihtilale boyun eğerek kurşuna dizilmeleri, Orta-Doğu’da dış provokasyonlarla gelen devrik liderler, yerinden sökülen heykeller... Bunlara onlarcasını ekleyebilirsiniz...
Bizde ise, sözde siyaset normal sürerken içten yapılan sürekli bölgesel ameliyatlarla gelen sinsi rejim değişikliği, her an iliğimizi, kanımızı boşaltan bir uzun çin işkencesi gibi geliyor. Kimin hangi nedenle eğitimimizi, Ordumuzu, Anayasamızı, yaşam tarzımızı zorla değiştirdiğini sorgulayamadan, 10-15 yıla yaydırılarak yapılan bu karşı-devrimlerle, düne kadar vazgeçilmez ve tartışılmaz olan temel değerlerimiz, “Nutuk”larımız, bugün suç unsuruna dönüştürülerek sorgulanıyor! Ve bizler bu yeni rejim devirme metodolojisinin birer kurbanı olarak bu süreci, zorla gözlerimiz “blefarosta”larla açık tutularak izliyoruz, hem de bir şey görememeyi başararak! Tarihe bu sürecin açıklanması, Berlin duvarının anlatılmasından çok daha zor olacak...


Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..