30 Temmuz 2013 Salı

SİLİVRİ’DE YARGI TARTIYA ÇIKIYOR... / Bedri Baykam / 30 Temmuz 2013 tarihli Cumhuriyet makalesi..


Önce size, 1969 yılının 9 Aralık tarihli Cumhuriyeti’nden bir haber okumak istiyorum: Haber başlığı “Erim, Ecevit’i Suçladı”. Prof. Erim’in sözlerinden alıntılar ise şöyle: ”Maziyi inkar edemezsiniz. Mazide Atatürk ve İnönü vardır. ‘Fes yerine şapka getirilmesi halkın mutluluğuna ne kattı’ dediniz. O zamanın şartları içerisinde fesi çıkarıp şapka koymak, bir yeni baş takmak kadar zordu. Atatürk o devrimleri yapmasaydı, alt yapı devrimlerine ulaşamazdı. Atatürk’ü reddederek CHP’li ve devrimci olmak mümkün değildir. Hele CHP’nin kurucusu olan Atatürk’ü, CHP’nin Genel Sekreteri eleştiremez.” Bu alıntıyı Silivri’de karar duruşması öncesinde niye kullandığım konusunda fazla bir yoruma gerek yok. Çürümenin içeride nasıl başladığını, daha sonra Kurucu Meclis’te mutlulukla yer almasına rağmen 1980 sonrasında 60 Devrimi’ne karşı çıkan, Gülen’i destekleyen, en kritik dönemlerde ısrarla solu bölerek gericiliğin önünü açan Ecevit profiline nasıl ulaştığımız konusunda kökten bir hatırlatma: Biz “Balyoz” ve “Ergenekon” davalarını, ülkenin aydınlanmayı temsil eden kanadı olarak bu kabul edilemez akışta yaşıyorsak, treni raydan çıkartan virajlardan biri buydu, 44 yıl öncesinden! Sağlıklı hücrede yozlaşma başladıktan sonra, verilen ödünlerin nereye kadar gidebileceğinin en ağır deneyimlerini yaşıyoruz.
Silivri başladığından beri, örülen her çeşit duvara ve her türlü psikolojik harp çelmesine karşın sayısız defa bu 100 kilometrelik engelli koşuyu katederek, davayı yerinde izledim. Kararların açıklanacağı 5 Ağustos tarihinden önce de, o soğuk salonda sarfedilmiş ve kulağımda hala yankılanan seslerden bazılarını sizlerle beraber hatırlamak istiyorum.
Öncelikle dünya bilsin ki, şayet bu duruşmalar naklen yayınlansaydı, akış 4-5 yıldır olduğu şekilde yaşanmazdı. AKP’li bazı seçmenler bile “
bir dakika, neler yaşanıyor orada?” diye konuya karışır ve tepkisini en sert şekilde ortaya koymaktan çekinmezdi. O zaman tüm Türkiye yaşanan hukuki “boşluğu” kaçınılmaz şekilde görecek, olayın skandal boyutları aleme malum olacaktı. Keyfi olarak kısıtlanan savunma süreleri, salondan çıkarılan avukatlar, isimsiz ihbarlar, çoğu adi suçlara sahip gizli tanıklar, iflası kanıtlanmış sözde bağlantılar, sahteliği hem ülkemizden hem Silikon Vadisi’nden tescilli dijital sözde kanıtlar, her biri “insanım” diyenin her yüreğinde yara açacaktı.
Bu doğrultuda kulağıma gelen ilk ses Av. Ceyhan Mumcu’dan: “
Dünyada böyle bir dava örneği var mı? Bu dava tercüme edilse, hiç kimse metinlere inanmaz”. Ya da Yalçın Küçük’ün sözleri: “Bize suç bulun, suçumuzu söyleyin, cezamızı verin. Burada dezenformasyon var. Engizisyonda da suç yoktu. Bu iddianamelerde ‘suç lokantaları, otelleri’ var! Kimin ne zaman tutuklanacağına veya serbest bırakılacağına bir şekilde bir merkezi planlama ile karar veriliyor”. Sonra Tuncay Özkan geliyor: “Burada hukuk yok, suç yok, suçlu yok, delil yok. Ben zalimliğe muhalif oldum. Yolsuzlukla mücadele için gazeteci oldum. İktidara muhalefet etmek suç olabilir mi? Hangi hareketimde cebir-şiddet varmış? Raporlar burada, deşifreler burada. Tersine, beni demokratik hayattan koparmak bir suçtur. İnsan uygarlığına yakışmamaktadır. Suçum: Düşünmek, ifade etmek, toplantı-yürüyüş haklarımı kullanmak. Bu sayılanlar benim görevim. Parti kurmama veya ADD Başkanı olmama bir yasak var da ben mi bilmiyorum? Evet, tüm Cumhuriyet mitinglerini yasal olarak ben düzenledim. Bu mudur suçum? Milyonlar yürüdü, tek kişinin burnu kanamadı”
Doğu Perinçek ise, hiç bir aşamada
“savunma” yapmadı. O yalnız resmen getirilmek istenen yeni düzene karşı kendi “iddianame”sini okudu. Zaten bunda da o kadar başarılı oldu ki, yaptığı savunma yeni dava konusu oldu ve bu başarısı taçlandırılarak “mahkum” bile oldu. Perinçek’in “suç konusu” olan sözlerini yayınlamak serbest olmasına karşın bunu yayınlamayan, yeni adıyla “Penguen medyası” ise, vefatını böylece “Gezi” den çok önce ilan etmişti.
Teğmen Mehmet Ali Çelebi’nin savunusu ise, hem demokrasi hem askeri tarihimize geçti. Bütün bu arkadaşlarımız, her biri, orada demokrasi adına yıllardır nöbet tuttu. Şimdi artık bu nöbet yetti. Türkiye, her birinin 5 Ağustos’ta özgürce aramıza katılmasını ve beraat etmesini istiyor. Herkes kelime meddahı sevgili Balbay’ın Yağmur ve Deniz’e kavuşmasını, tüm değerli aydınların artık hasretle beklendikleri evlerine dönmelerini bekliyor. Her şey ortada:
Önümüzdeki pazartesi, Silivri’de aydınlarımız değil, Yargı tartıya çıkacak...

   Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..

25 Temmuz 2013 Perşembe

TURKISH ARTIST BEDRİ BAYKAM ANSWERS "DER SPIEGEL" MAGAZINE ABOUT THEIR TURKEY İSSUE

OPEN ANSWER TO THE ISSUE ON TURKEY OF “DER SPIEGEL”
(24-6-2013)
BY TURKISH ARTIST AND WRITER BEDRİ BAYKAM


TURKS DESERVE DEMOCRACY AND FREEDOM
AS MUCH AS ANY EUROPEAN!”

I must answer Mr. Steinworth that if Margaret Thatcher has brought communism to the Soviet Union (!) then maybe we can say that Erdoğan brought democracy to Turkey!!”



Since the "Gezi Park protests" started, all Europeans and even the rest of the world seemed to be extremely perplexed and caught by surprise! Most of the politicians and media chose to see in Tayyip Erdoğan a strong regional leader and in AKP a party comparable to conservative christian-democrats, serving as a catalyst for reforming the problematic sides of the Turkish Republic. So what could be the source of all these sudden flow of clashes, wild brutal police attack scenes, and protest movements filling up all the streets in so many cities starting from the last day of May?
Daniel Steinworth has written for the Spiegel, a very much in depth analysis of the recent turmoil and Turkey under the iron fist rule of Erdoğan. He is a journalist I know well, and overall he did a good job in this report. However there are couple serious criticism I will bring to his words as well as some complementary comments.
Let's first read a very problematic paragraph:
"Erdoğan's successes are mostly accepted by everyone. If Atatürk has modernized the country, Erdoğan has turned it into a respected regional power. If Atatürk is known to have secularized Turkey, Erdoğan has democraticized it. In any of his election successes not one single foreign observer has ever expressed any sign of doubt about his status and power".
I am sorry to have to refuse Steinworth's assumptions right from the start although they reflect correctly the general feeling of the western media and power structure induced in this erroneous line of thinking. If
"not one single observer has ever expressed any sign of doubt" this only proves how bad they follow Turkey and how superficial their analysis are! This is only a confession of overt insufficiency! I must tell Mr. Steinworth that if Margaret Thatcher has brought communism to the soviet Union (!) then maybe Erdoğan brought democracy to Turkey!! The Germans who have been able to follow my interviews in the German press and TV know already what I have been talking about for the last several years. Erdoğan on the contrary has gotten rid of most of the foundations of democracy in Turkey by doing his best to kill slowly secularism since he came to power. Everyone should know that there is no democracy without secularism. On top of that, Erdoğan has attacked all the possible branches of democratic opposition to his government. At this point, all the central mainstream media are living under his threats, totally doing now its own sad "self-censorship"! History will tell us that a censored media is one of the biggest threats to democracy. Furthermore after probably some series of "mysterious" phone calls and meetings, the Turkish press has been obliged to fire its best writers and TV commentators. For example, Emin Çölaşan and Bekir Coşkun were fired from Hürriyet and Ruhat Mengi and Uğur Dündar who have been "asked" to cease contributing to the Doğan Medya TVs. The once valiant Turkish Army which had until recently the charter on ensuring that the fundamental principals of democracy were ever tampered with, has been stripped of this responsibility. Anyway, the west could never understand that institution because of its own image misfittings to any comparison. Now half the generals are in prison for a would be "Coup d' Etat" in order to overthrow the current government. There is no whatsoever proof about these allegations. (Ergenekon and Balyoz court cases). One big difference between the Turkish and say, that of the United States, is that in Turkey although the law is not written any differently, the suspect is considered guilty until his innocence is proven. The latest presentation in court of lawyer Zeynep Küçük, makes it impossible with anybody with a right logical mind, to see any crime related to the intellectuals in prison. I hope that a German prosecutor can have the file translated from Turkish to see with his own eyes what kind of Kafkaesk court case our most important politicians, journalists, writers and academicians imprisoned for 5 years such as Mustafa Balbay, Tuncay Özkan, Mehmet Haberal and Doğu Perinçek have to go through! The university rectors protesting Erdoğan have all been removed from their seats, either taken to prison (!) or just being replaced by conservative if not overtly Islamist ones. The protesting university youth has been subjected to very heavy police brutality and prison sentences long before the Gezi Park clashes. For instance Ferhat Tüzer and Berna Yılmaz were sentenced to 8,5 years in prison for having hold a banner saying "We want free education and we will get it". The Turkish Judiciary system has totally lost its independence towards the Turkish government and now is directly tied to the Ministry of Justice and hence to Mr. Erdoğan. The result now is that almost all government decisions are approved, almost all opposition objections about unconstitutional law amendments are refused. The very pillars of the Nation's democratic values, are strictly controlled by the current regime. It' s common knowledge that most of the cases that have political connotation are first talked about by the government and as a "coincidence", the prosecutors of the Republic end up opening a file on the case. First, the press controlled by the government which gets the leads from the right sources, prepares the ground and the psychological pressure setting then it's all green light for the operation. At this point, 65 journalists are in prison in Turkey and 123 more have ungoing court case (report from CHP). Thus the AKP government now can be proud to be the country that has the most journalists in prison in the world! The Ministers gladly claim that "those are not journalists but terrorists"! Somehow no concrete proof is brought up and most of the detained journalists are very famous or very well known names that the public opinion trusts fully. The Turkish businessmen association TÜSİAD is often facing open or covered threats from the government after asking more democracy or secular education programs. In addition such requests are all too often met with astronomical fiscal fines levied upon them in order to squeltch them from further pursuing this demand which is a basic principal of any democracy. The large secular democratic Kemalist NGO's have been under huge government threats with inspections of all kinds following the very successfull protest ralies they had organized in 2007. I could continue with countless additional examples that demonstrate that we are far from being in front of a leader who has "democraticized Turkey"! If Steinworth is referring to the expansion of the right to wear the veil around the country and in universities and the different direct support brought to the lifestyle of İslamists, in such a narrow field of the understanding of the concept of democracy, we may say that Erdoğan was "successfull" indeed. But even there, Erdoğan has never been a democrat because he never ever accepted the rights of other citizens who chose to live in contemporary non-islamist life styles. Although after every election that he won, he made speeches claiming that he was indeed “the Prime-minister of all Turks, even the ones that didn’t vote for him” he has always debased them, humiliating their lifestyle choice.
From here, we can move up to the Gezi Protests which has made the news worldwide. So as Erdoğan often states, he is right: All we went through is not related just to the Park and to the protection of ecology. Of course that it goes deeper than that. The Park triggered the release of a tension. The drop too much overflowing the bucket and.. creating a tsunami! The young generation that had been insulted, humiliated by Erdoğan in their daily life choices suddenly woke up from their coma-like stillness and sparkled the streets of the country in an unarmed peacefull revolt against injustice. That famous evening went down to the annals of the turkish media as
"the shamefull nights of the penguins". It received this name as the mainstream news channels scared off by the government were busy broadcasting a documentary on the life of penguins or marriage social programs! The rest of the world media, however showed the youth dedicated to their cause, despite the tear-gases, the violence and relentless oppression at unacceptable degrees at a local protest march. Erdoğan's constant debasing of the kemalist period and his autocratic regime switching him from art critic chosing the monuments to be destroyed to doctor of the nation chosing the ban of abortion or cesarian, from nutrition counselor to compulsory choice-maker for the turkish alphabet keypad, from alcohol enemy to constant preacher of religious education in a said to be secular country, was too much to handle for the secular "white Turks". Both for the parents who had embraced Atatürk's legacy since they were born as mature citizens and would rather die than live in a non secular society, as well as for their kids busy playing video games or spending time flirting in bars or watching football...
The police didn't mind throwing tear-gas capsules from only few meters and sometimes using plastic or real bullets. 5 deaths, dozens who have lost their eyes, thousands wounded and several in coma at different degrees. (No member of the government ever called or send a letter of condoleances or regret to none of the families of the dead or the wounded! That’s sadly unbelievable but unfortunately true) Also the fact that the Divan Hotel just near the Park that was used as a infirmary for the ones wounded in the clashes as well lost children could be overtly subject to police's and tear-gas, showed what kind of mercyless attitude government's forces used. (The government since that day, instead of apologizing for that aggression which is not even done during war times, chose to threaten the famous industrial tycoon Koç family, owner of the Hotel, as
“collaborators of terrorists”. As this article was being placed on-line, the heavy-industrial complex TÜPRAŞ co-owned by the Koç family and Shell was under the assault of tax controllers assisted by the police, as well as few other companies of Koç like AYGAZ in gas and OPET in the petroleum sector).
Steinworth rightly asks the question
"so where does Turkey want to be?" Who do we want to be? So it looks rightly in his eyes that Turkey is torn between two ends, the islamic inspiring rural or new transformed city suburban Turkey of Erdoğan, or the progressist, urban, modern society's Turkey. The reality is that that second Turkey was invented in the last decades first by Necmettin Erbakan and than by Erdoğan who could not "digest" the reforms and the cultural revolution of Atatürk, the founder of the Republic. It was made possible not through a big push in the Turkish society but through political minor victories of Erbakan and Erdoğan that were generated by the unforgivable and ridiculous divisions whithin the centres of the Turkish left and right. Erdoğan had become mayor of Istanbul with only 25,19% of the votes where as the centre left took a total of 34,08% and the centre right. 37,59%. In Ankara the same scenario was made possible by a 27,33% victory for Melih Gokcek while the center right divided in two and center left divided in three received each respectively 26,9% and 36,74% . Also in 2002 AKP won the elections with only 34,28 of the votes and got in return 2/3s of the seats in the Parliament due to the lack of coherence in the Turkish voting system turning nul all parties votes that are under 10% because of the threshold. This is how the shift to political İslam has started in the origin in a country where the intrusion of any religion in politics normally is totally forbidden according to the constitution and the law of the political parties.
The constitution court did react to all this intrusion of religion in politics in the year 2008 through the efforts of the Prosecutor of the Republic Abdurrahman Yalçınkaya. However, by the margin of one vote, the Constitution court led by an Islamist leaning President Haşim Kılıç appointed by Turgut Özal, chose to determine that
"the AKP is indeed the centre of all unsecular activities and thus will have to pay a financial fine but the Party will not be closed down". Out of 11 members of the high Court, 6 chose to have AKP closed down and 5 decided against. If one more member had decided to have the Party to be closed down, 7 versus 4 would have been a sufficient number. In the days and months following that high court decision, Erdoğan behaved as if he wanted to take his full revenge from the secular society and institutions. The court cases attacking secular writers journalists and academicians started to accelerate. Since around those times, Erdoğan's choice of bad wordings and humiliating sentences directed towards those "who are not on their side" got harsher and more frequent. The world has never seen since World War II, such a leader who divides so openly his own country in rival camps while blatantly and overtly persecuting anyone considered to be opposed to his vision. For Erdoğan, in any situation since he has gotten the most votes in the elections, he will have the right to do whatever he wants without anybody getting in his way. In other words his definition of democracy is extremely narrow and insufficient. On the other hand, it seems more and more obvious for everyone that Erdoğan is seeing “democracy only as an election ritual repeating itself once every four years.” Concepts such as "minority rights-human rights-universal given values such as equality between men and women- ecology-transparency of public biddings and contracts" have obviously no much meaning in his alphabet. That’s why according to him, no matter what a government does during its “reigning years” in power, it should never face any obstructions! Even if they are destroying all the oxygen space of democracy and freedom. The unexpected fall of Mursi in Egypt, brought forward the discussions around the concept of democracy. Very often, the Turkish politicians and press made abstraction about the fact that the Constitution in Egypt, had been dangerously shifted towards unsecular grounds and that the crowds were extremely bothered by the fact that the running President had been trying to control several institutions during the same move, which was threatening the basic existence of the fragile and young democratic values in the country. Probably,as I explained in an open letter to Erdoğan in an article published on July 16th, he could understand this heavily unfortunate situation only if another government was harming directly religious rights of the people, forbidding the free frequentations of mosks or bringing an age limit of 18 years to the choranic studies etc. İn a case like that, it would be clear that Erdoğan would never say “well what can we do? They are in power, we must just wait for the next elections in two years from now”. Unfortunately, the AKP government’s strange black lists have even come to the point of “forbidding to leave flowers on the Atatürk monuments” on the day of the Republic (October 29) or on the day offered to the Turkish youth by Atatürk, (the 19th of May.)
Let's not forget that that all this "One man show" was made possible by the contributions of the European Union. Representants of the EU who were involved in the case of Turkey like Arie Oostlander or Claudia Roth, kept giving their approval for Erdoğan cheering gladfully for all his erasings of the Kemalist secular system in every aspect of Turkish social life and politics. Somehow they saw in his acts some democraticizing factors, obviously having understood nothing about the social-democrat realities of kemalism. Thus the EU cheered the Constitutional changes made by the referendum of September 12, 2010. While the EU congratulated the AKP for
"having made those democratic changes to the Constitution”, the AKP government became autocratic in all its decision makings! The question remains to be answered: Why and how the EU decided that those changes were "democratic"? Which European country would agree to such a regime where the government is set free to do whatever it wants, without any checks and balances? İs it that they had no time to read or have translated the dossier? Can this ever be an excuse anyway? The result is that the EU has made some very special contributions to this pseudo-democracy reigning over Turkey.
One main reason for all this deaf and dumb relation of the EU with the real Turkish Republic, is the full misreading of the Kemalist period by EU politicians and press. It's not very surprising: if in their own time period and the age of communication, they were unable to read the political career of Erdoğan while it's being broadcasted "live", how do you want them to understand the period of Atatürk from back 75-90years? Obviously with a little help from AKP comments and the
"second republican" Turkish journalists, the EU politicians end up seeing in Atatürk a fascist leader who only enforced some european lifestyles reforms on his own people who didn t want it. The reality is that he brought to the country all of the basics of a democratic republic, unlike any leader of his times. Taking the power from the hands of the Sultan and the Khalifa, he brought it down to the earth, to the people of the new Republic. Thus Turkey was also one of the first countries in the world to give equal rights to women in elections. He launched campaigns to speed up the new alphabet reading and writing which (it's never mentioned) increased a lot the level of literacy accross the country. He made all the possible efforts to the development of art and science. He only preached "peace" with the slogan "peace at home, peace abroad" and most important of all, he helped the launching of a plural Party system to rival his own, the Republican Party of the People, CHP. The first one had to be closed down after an assasination plot against Atatürk was put in action. The second one, the “Free Party" led by Fethi Okyar came to life in 1930. It didn't last since the new regimes ennemies created some bloody clashes in İzmir that proved to be the demise of the Party. Nonetheless Atatürk recognized early on, since the twenties, that a true democracy required opposing views. I guess this is enough as main information.I let the reader decide which one of the two has contributed more to democracy in Turkey, Atatürk or Erdoğan?
In other words, We the
"white Turks" as they often talk about us in the foreign press mainly, we believe it's grand time for Europe to question its serious lack of knowledge about Atatürk's era. As a professional artist who is also the President of the Professional Turkish Artists Association (UPSD) I must also answer those lines of Steinworth: "Turkey's actual cultural art circles sponsored by the heirs of the families of the main leading industrial families such as Koc and Sabanci, have nothing in common with the somber kemalist art of the past decades." Well, this is such an anachronical comparison! How can you compare for instance, the period of Max Beckmann and the one of Sigmar Polke? Or can we say that Neo Rauch is somber in the Kemalist style(!) and that on the contrary Johannes Wohnseifer is playfull enough with his Jodi Foster or Reagan puppets? It would not make sense anywhere! But if anybody ever thinks that it does make sense, then I will humbly remind those art connaisseurs that as a kemalist, I started this multi media political art myself in 1987 with the box of democracy and I'll leave it there. Anybody with the right open mind can check the art of Ali Avni Çelebi, or Bedri Rahmi Eyüboğlu from the earlier years of kemalism till Balkan Naci İslimyeli or İsmet Doğan from my generation passing through Burhan Doğançay or Altan Gürman... So Atatürk not only brought all the foundations of modern culture and contemporary art, but most of the artists, filmmakers, writers, theater directors and actors are proud descendants of the Kemalist culture, unlike what Europe would like to believe, just looking at few galleries or exhibits close to kurdish politics. The main "united" art disciplines resistance was launched against the AKP, by the "Artist's İnitiative" (Sanatçılar Girişimi) a year and a half ago, with the countries most famous artists from all fields getting together with the slogan "we refuse!" (Reddediyoruz!) . The names include famous actors (Tarık Akan from the film "Yol", Rutkay Aziz) famous artists ( Mehmet Aksoy - from the destroyed "Monument of Humanity", Ekrem Kahraman, Mehmet Güleryüz), musicians (Edip Akbayram, Fazıl Say, İlhan İrem), famous theater people (Genco Erkal, Ferhan Şensoy, Orhan Aydın), writers (Ataol Behramoğlu- poet, Zeynep Oral - art writer, Ümit Zileli journalist) and hundreds of other names. I speak to you also as one of the three spokesmen of the Initiative.
Probably, as I like to emphasize, the main problem of western countries is their lack of understanding and knowledge on the very complex history of 20th Century Turkish Politics. Yes, Turkey has had problems in its democracy in the periods before Erdoğan too, but don't forget that since the plural Party system came to Turkey in 1946, the CHP stayed in power only 4 years in the first ones, and later CHP or any other social democrat Party could just be part of a coalition for only some 14 years with the seat of prime minister occupied by them for only 8-9 years. Turkey's rightist governments with various tint of Islamic concessions, are unfortunately mostly responsible of the undemocratic rulings that we know in the country. Even in all these grey years when we look back, not any other leader has ever attracted such massive reaction and none of them ever carried the zero tolerance Erdoğan has towards any criticism, including cartoons! Also often the military coups or memorandums, are often all placed in the same evil basket and commented as a whole, where as in reality they are as different from one another as enemy brothers are. I let serious researchers dig for themselves without blindly believing all the AKP versions on that summary.
As an epilogue to this ongoing story, I can assert that summary's such as
"the Kemalist elite looking down on the rural Turkey" are practical journalistic summaries introduced by AKP that are quite far from the reality. Turkey was a country where religion was lived intensely by anybody who wanted to do so, a country where all levels of social stratum respected each other, including bureaucrats and peasants. We didn' t have Converse or Adidas shoes in years where money was rare, but we had endless pride and self confidence and self respect. We looked to the future with high goals. We were proud to be Turks and believed in democracy, science and art. Atatürk kept our spirit high on darker days. Coming back to today, I will only remind our German friends, that we as Turks deserve the best democracy in the world, as much as any German or any Dutch person. We don' t want to think that an Erdoganish left over of a would be democracy, is good enough for us! So we ask the world to follow closely the situation of intellectuals and journalists as well as protesting masses in Turkey. This applies also to the courtcases starting with Ergenekon and Balyoz (sledgehammer). The world has to make sure that again Erdoğan is not going to act vindictively against all those who questioned his decisions and actions. The already arrested participants to the peacefull mass demonstrations of Gezi Park might be a very bad sign for the future: It's one thing to have your "European Affairs Minister" claim that "democracy of the highest level is alive and well in Turkey", it' s another thing to apply that democracy! Let me tell you an example about what level of "Empire of Fear" we are facing: Actor Mehmet Ali Alabora who happened to give few interviews to media including CNN Int. in the beginning of the crisis had just said "well it's not just about the Park". Well I guess by now the whole world knows that fact. Can you believe that Alabora has been a continuous subject of intimidation, if not threats directly by the Prime-Minister, precisely for having said "it's not just about the Park"? Do you know any country in the EU where such a sentence from an artist can become an issue of harrassment and still be considered a democratic country? You better watch closely what's to follow.
We expect Europe to restart the dialogue with Turkey right at that point: Reminding of the basic concepts of human rights, secularism, democracy and freedom for everyone, including all the Turks on the opposition camp... This has become an issue of life and death in our country.
Also, please have someone convince our government that the fact that the whole world reacted spontaneously to the horrorfull images coming from Turkey, does not mean at all that this protest movement was triggered anywhere abroad! This is what they are trying to prove (!) nowadays...


23 Temmuz 2013 Salı

20 YIL SONRA TEKRAR KRİTİK İKAZ / Bedri Baykam / 23 Temmuz 2013 tarihli Cumhuriyet makalesi..



Bu yazıyı dikkatle okuyun lütfen. Çünkü yaşayacaklarımızı kaçınılmaz şekilde etkileyecek. Yaklaşmakta olan yerel seçimlerin başımıza bir “taş” gibi düşüp, “Gezi Direnişi” ile yükselen morallerimizi paramparça etmemesini istiyorsanız, lütfen yayın...
İlk önemli hatırlatmam 1993 yazından olacak. Sol üçe bölünmüş: SHP-CHP-DSP. O yaz yaptığım çağrıyla
“Taban Operasyonu”nu başlatıyoruz: Bu bölünmenin Refah Partisi’ne önce yerel, ardından genel seçimleri kazandıracağını kamuoyuna ısrarlı şekilde anlatıyoruz. Bu gündemi sarsan çıkış, aynı zamanda Türkiye’de Atatürkçü ve sol tabanlı kitle örgütleri ve aydınların 12 Eylül sonrası ilk “bir arada”lıkları, yani USTKB’nin de öncüsü. İlk bildiri, bu ayrılığın demokrasimiz ile Atatürk devrim ve ilkelerini tehlikeye sokacağını aktarıyor. Kimler yok ki imzacılar arasında: ADD, ÇYDD, DİSK, Mimarlar Odası, ÇASOD, UPSD, onca meslek odası ve Türkiye’nin yüz akı aydınları: Türkan Saylan, Alev Coşkun, Onat Kutlar, Ahmet Taner Kışlalı, Suphi Baykam, Mustafa Ekmekçi, Oktay Ekinci, Ceyhan Mumcu, Hikmet Çetinkaya, Zeynep Oral, Nejat Yavaşoğulları, Rutkay Aziz, Mehmet Güleryüz, Tahsin Yeşildere, Oğuz Gündoğdu, Beral Madra, Turhan Feyizoğlu, Genco Erkal, Semih Balcıoğlu, Nurzen Amuran, Yusuf Taktak, İlhan Arsel, Necla Arat ve niceleri... Bugün birçoğunu kaybetmiş olduğumuz, yeri doldurulmaz dostlar. Bir isim daha var pırıl pırıl parlayan... Geçen hafta kaybettiğimiz eşsiz aydın, yurtsever dost Prof. Alparslan Işıklı. Bu hafta, bu ağır gündem içerisinde sütunumu kendisine ithaf ediyorum. Yalvardık sol partilere, “Ya birleşin, ya ortak aday çıkarın, ya alan paylaşması yapın. Mesela biriniz Ankara’da aday çıkarsın, biriniz İstanbul’da” dedik. İlk yanıt hemen Ecevit’ten geldi: “Bizi yok sayın”. O yaz sıcağında, bana destek veren ÇYDD ve ADD’li gençlerle on binlerce imza topladık. Hilmi Hacaloğlu, Barış Doster gibi bugünün başarılı basın mensupları, Devrim Çubukçu, Alptekin Gündüz, Serkan Şahin, İshak Gülsoy gibi değerli gençler durumun vahametini anlamıştı. İl başkanlıkları ve kurultaylarda kan ter içinde çalışıyorduk. O yıllarda sanal dünya filan yok ki!
SHP Başkanı Murat Karayalçın ve CHP Başkanı Deniz Baykal arasındaki temasları ise ben yürüttüm. Her birine diğerinin taleplerini bin bir uzlaşma formülü ile ilettim. Sonuç maalesef kocaman bir sıfır. Anadolu’da yaptığım iki konuşma arasında bir benzinciden Baykal’ı aramıştım ve son kopuş orada yaşandı. Bize düşen artık bir mucize beklentisiydi. Yani bu akıl almaz tıkanmaya rağmen, belediyeleri kaybetmemek!
Mucize değil, felaket yaşandı. Aynen korktuğumuz gibi, İstanbul’da Refah Partisi, %25’le kazanırken, merkez sol oyların toplamı %34 idi. Ankara’da Refah, %27,3 ile kazanırken, merkez solun toplamı %37 civarıydı. Hatta SHP’nin 26,88 puanına CHP’nin 2,09’u eklenebilse, o da fazlasıyla yetiyordu. Ama “bizim” partiler birbirlerini afiyetle yemeye devam edip Erdoğan ve Gökçek “efsaneleri”ni ülkeye hediye ettiler. Siyaseti normalde bizlerden çok daha iyi bilmesi gereken liderlerimiz (!) sayesinde yuvarlana yuvarlana bugünlere kadar düştük! Yani Atatürk Anıtı’na çelenk koymanın ve tencere tava çalmanın suç olduğu, aydınların, askerlerin zindanlarda çürütüldüğü bir Türkiye’ye kavuştuk! Cömert, Sarısülük, Ayvalıtaş ve Korkmaz işte o 1993 yazının inatlaşmalarının sonucu olarak öldürüldüler! İşte 20 yıl önceki basın toplantılarında bugünün karanlığını nasıl tarif ettiğimizi herkes okuyabilir, görüşmeleri o liderlere sorabilir. Olaylar “şeffaf” yaşandı, dolayısıyla hiç kimse
“benim aklıma gelmemişti” diyemez.
Şimdi akan kum saatine dönelim. Biz “Taban Operasyonu” ile uğraşırken o yaz doğan gençler, bu yaz Gezi Parkı’nda ellerinden kayan özgürlüklerine sahip çıkıyorlar! Ve mücadele devam ediyor. İktidar kendini faşist uygulamalara kilitlerken, Türkiye artık laik, demokratik hukuk devleti ve özgürlük müdafaasında şehitler veriyor.
Şimdi yerel seçim son süratle yaklaşıyor. İki seçeneğimiz var: Ya yine gençler ve partiler birbirini müşkülpesent şımarık bulvar gençleri gibi dışlamaya devam edecekler ya da
“ ne pahasına olursa olsun uzlaşma” diyerek önyargılarını taca atacaklar!
Zaman az, konu somut: Ey CHP! “Gezi’yi destekliyorum” demek yetmez. “Gezi ruhu”nun arasından çıkan aydınları, gençleri ve kendi eksenindeki küçük partilerin temsilcilerini listene alacak mısın? Ve sen Gezi destekçisi! “Bana layık parti yok” demenin seni yok edeceğini artık anlayacak mısın? Bu diyalogları açmanın şimdi tam zamanı. Ve top muhalefetin abisi konumundaki CHP’de. Umarım 20 yıl önceki intiharvari hatalardan şu kritik günlerde ders alınır. 

 Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..

19 Temmuz 2013 Cuma

'Deniz Gökduman Atölyesi' Sergisi 25 Temmuz'da Piramid Sanat'ta!





PİRAMİD SANAT

Deniz Gökduman Atölyesi Sergisi

25 Temmuz – 01 Eylül 2013

Deniz Gökduman Atölyesi Sergisi 22 genç sanatçının katılımıyla Piramid Sanat’ta!
Piramid Sanat’ta 25 Temmuz’da açılacak olan Deniz Gökduman Atölyesi Sergisi, Trakya Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Resim Bölümü Öğretim Görevlisi Dr. Deniz Gökduman’ın öğrencilerinin eserlerinden oluşuyor.
Sanat öğrencilerine destek vermek ve sanat dünyasını en yeni sanatçılarla tanıştırmak amacıyla düzenlenen Deniz Gökduman Atölyesi Sergisi, Gökduman’ın bugünkü öğrencileri ile mezunlarını bir araya getiriyor. Farklı teknik ve bakış açılarının yansıtıldığı eserlerde genç kuşağın hayal gücüne ve özgünlük arayışlarına tanıklık edeceksiniz.
Sergiye katılan isimler: Ali Gümülcine, Bensu Altay, Çiğdem Gökçeciler, Damla Bozkurt, Elçin Topçu, Emine Delibaş, Emrah Nallar, Fahri Çağdaş, İ. Boran Kabzımal, M. Emin Küçük, Mehmet Yorulmaz, Murat Gündüz, Nur S. Yıldırım, Özge Gümüş, Rengin Özbahar, Sercan Başar, Sevtap Yılmaz, Şehmus Atasever, Şenol Bora, Tayfun Pekdemir, Teoman Furat, Uğur Bolat
Deniz Gökduman Atölyesi Sergisi, 1 Eylül 2013 tarihine kadar Piramid Sanat’ta izlenebilir.


Açılış:  25 Temmuz 2013 Perşembe 
Saat:    18:00 - 21:30
Yer:      Piramid Sanat (Feridiye Cad. No:23 Taksim / İstanbul)
Tel:      0212 297 31 15 -20 – 21 



© 2013 Piramid Sanat
Feridiye Cad. No:23 Taksim - İstanbul
T: 0212 297 31 15-20-21 | F: 0212 297 44 11        
www.piramidsanat.com          info@piramidsanat.com         piramidartcenter@gmail.com 

Bu e-mail size Piramid Sanat etkinliklerini duyurmak amacıyla info@piramidsanat.com adresinden gönderilmiştir.
Bu maili düzgün görüntüleyemiyorsanız tarayıcıda açmak için buraya tıklayınız.
Mail listemizden çıkmak istiyorsanız buraya tıklayınız.
http://www.bedribaykam.com/ecard/ecard_denizgokduman.html

16 Temmuz 2013 Salı

AN OPEN PRESS STATEMENT FROM UPSD/AIAP UNESCO TURKISH NATIONAL COMMITTEE (ASSOCIATION OF TURKISH PROFESSIONAL VISUAL ARTISTS)



WE SEVERELY CONDEMN THE POLICE VIOLENCE AND DETAINING OF MR. OSMAN ERDEN, THE PRESIDENT OF AICA TURKEY AND A FACULTY MEMBER OF THE MIMAR SINAN UNIVERSITY.


The democratic and secular people of Turkey wanted to take the defense of their Gezi Park, the Taksim Square and all their free speech rights and freedom by the occupation starting from the 31st of May, 2013 (#occupygezi). However the anti-democratic and the brutal fascist repression of the police reached now a new shameful stage.

On Saturday, the 13th of July 2013, around Taksim Square and the Pera District, unfortunately "the now traditional" police brutality again took place and many resistants were pounded up by them. As part of this embarrassing and unfair incidents, the President of AICA Turkey and the faculty member of Mimar Sinan University, Osman Erden had also been pounded up in blood and detained. We are extremely sorry and severely condemn these anti-democratic, fascist procedures that could find a place for themselves against all the free speech and resistance rights given in any democratic and secular law system. As he is now released, we wish Osman Erden a speedy physical and moral recovery.

As UPSD Turkey, we are announcing here that, we will proceed to take the defense of the resistance of the secular, democratic regime and the basic principles of Turkey on the trail of Atatürk's thoughts.

And also we are consistently expressing here to all public and to the media that we will be in solidarity with all the artists, intellectuals, corporations and foundations against the whole repression and  brutality of middle age darkness...

Bedri Baykam
UPSD/AIAP UNESCO Turkish National Committee
President
Executive Committee
Bahri Genç
TijenŞikar
Turan Büyükkahraman
Murat Havan
Ekin Onat von Merhart
Nebahat Karyağdı


YANILIYORSUNUZ SN. BAŞBAKAN, BAKIN NİYE... / BEDRİ BAYKAM / 16 Temmuz 2013 tarihli Cumhuriyet makalesi..


           Sn. Başbakan, ayrı siyasi kutuplarda olduğumuzu yıllardır biliyoruz. Kimsenin de sizi farklı bir ideolojiye çekme niyeti olamaz. Ama özellikle Bingöl Havaalanı açılışındaki konuşmanızı dinledikten sonra, bir yazar olarak size bazı hatırlatmalar yapmam gerekti.
          Maalesef bu ülkenin “Başbakanı” olduğunuzu unutmuş, salt AKP Başkanı gibi konuşuyorsunuz, üstelik bir de vatandaş seçiyorsunuz. Bingöl Havaalanı, her siyasi partiden insanın kullanacağı bir alan. Burada kalkıp “
Eğer onların bir tuzağı varsa, Allah’ın da, milletin de bir tuzağı var, inanıyorum ki bu oyunları bundan sonra da bozacaksınız” demenize anlam veremiyorum. Çünkü siz orada bir parti konuşması yapmıyorsunuz; Türkiye’ye hitap ediyorsunuz. Olsa olsa, iktidarınızın varsa THY’ye yaptırdığı hamleleri veya hosteslere getirilen baskıların gerekçelerini anlatabilirsiniz. Şayet siz ülkenin Başbakanı iseniz, o kürsü, bir siyasi çekişme alanı değildir.
         İçeriğe dönersek, sevdiğiniz tabirle, “
velev ki” orası AKP İl Binası... Sn Başbakan, laik bir ülkede, yüce dini duygular siyasete karıştırılamaz. Bu hem Anayasa ve Partiler Kanunu’ndaki laiklik ilkesi ile ters düşen bir fiildir, hem de zaten Allah’ın -konu hangi ülke olursa olsun- siyasi partiler arasında “taraf olması” mevzubahis değildir. Din gibi ulvi ve birleştirici yüce duygular, siyasi ayrıştırıcı çekişmelere alet edilemez. Nedense, herkesin dilinde olan “Korku İmparatorluğu”nu kurmuş olmaktan mutlu görünüyorsunuz. “Öyle bir şey yok, nereden çıktı” demediğiniz gibi, polisin her gün daha da sertleşeceğinin “müjdesini” veriyorsunuz! Bunun yerine ülkenize sevgi ve anlayışla yaklaşmak o kadar zor mu?
        Geçen hafta Çağlayan’da, yetkilerini budadığınız Mimarlar Odası’nın ve Taksim Dayanışması’nın parçası olan arkadaşlarla beraber, değerli dostumuz Mücella Yapıcı’nın duruşmasını izledim: Lafını esirgemeden “
iç çamaşırlarının çıkartılıp domaltıldığını ve öksürtüldüğünü” anlattı. Bilmiyorum Sn Başbakan, 62 yaşında saygın bir hanımefendiye yapılan bu muameleden dolayı üzüldünüz mü, hükümetin başı olarak özür dilemeyi düşündünüz mü? Bırakın yakın çevrenizi, bu muamele diyelim bir Türban Dayanışması’nın başındaki bir başka muhterem hanımefendiye, başka bir hükümet zamanında yapılmış olsaydı, hangi haklı tepkileri verirdiniz acaba? Vatandaş seçiyorsunuz Sn. Başbakan...
         Gezi olaylarında beş gencecik insanımızı kaybettik. Annelerin feryadı yürek yaktı. Bir başsağlığı ziyaretini programınıza alabilirdiniz, yapmadınız. Aynen şahsıma yapılan saldırıda beni aramayı gündeminize almadığınız gibi. Size söylenenler hoşunuza gitmediği zaman "
Ne zamandan beri ayaklar baş oldu?" bile diyebildiniz. Halbuki kimse ayak veya baş değil, hepimiz Allah'ın birer eşit kuluyuz. Sizin ise tek farkınız her vatandaşı mutlu etmek için çok daha fazla sorumluluk üstlenmiş olmanız olmalıydı. Herkese eşit mesafede olmaya mecbursunuz. Halbuki siz, vatandaş seçiyorsunuz Sn. Başbakan...
         Bütün bunlar, sizde ve ekibinizde empati duygusunun hiç bulunmamasından yaşanıyor. Hani her gün “halk iradesine saygı” diye demeçler verip, hükümete hiçbir gerekçeyle karşı çıkılamayacağını söylüyorsunuz ya? Bakın nasıl yanıldığınızı izin verin size kanıtlayayım: “
Velev ki” siz muhalefettesiniz ve başka bir hükümet var. Ve o hükümet, diyelim ki, akıl almaz bir şekilde iktidara gelişinin daha altıncı ayında “18 yaşından küçükler Kur’an okumasın / dini bayram veya cenazeler dışında haftada birden fazla camiye gitmek yasaklansın” gibi kabul edilemez saçmalıkları yasa olarak çıkartmaya başladı. O zaman da siz ve partiniz, “ne yapabiliriz ki, daha üç yıl seçim yok, şikayet etsek de katlanacağız” der misiniz? Hayır, demezsiniz Sn. Başbakan. Seçmenleriniz de demez. Sabırla bu yıkıcı tahribatların süregelmesini beklemezsiniz. Demek ki illa “seçim beklemek” demokrasilerde her zaman geçerli olmuyor Sn. Başbakan. Şimdi siz diyebilirsiniz ki, “Bu örneğin ne alakası var, din zaten hepimizin tartışılmaz ortak değeridir”. Evet, bu çok doğru. İyi de, bu ülkenin çoğunluğu için Atatürk de tartışılmaz ortak değer ve hükümetinizin 19 Mayıs veya 29 Ekim kutlamalarını yasaklamaya kalkması ile bir başka hükümetin yapabileceği teorik sapkın yasakları arasında fark yok! İşte belki bu örnekle, yarattığınız infiali daha iyi hissedebilirsiniz! Neymiş? Demek ki, ancak o ülkenin herkes açısından yerleşik değerlerine ve rejimine dokunulmadığı sürece siyaset anlamlı bir dokunulmazlık kazanabilir!           Sürekli olarak halkın yarısını diğer yarısına şikayet ederek bir yere varılmaz Sn. Başbakan. Bu tavırla ne ülkeye huzur gelir ne de olaylar biter. Tarih hep göstermiştir ki, bazen doğru zamanlarda istifa etmek çok önemli bir çıkış yolu kazandırabilir herkese...

 Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..

15 Temmuz 2013 Pazartesi

AICA BAŞKANI MSÜ ÖĞRETİM ÜYESİ OSMAN ERDEN'E UYGULANAN POLİS ŞİDDETİ VE GÖZ ALTIYI ŞİDDETLE KINIYORUZ




31 Mayıs’ta başlayan Gezi Parkı Direnişi süresince parklarına, meydanlarına, hak ve özgürlüklerine sahip çıkmak isteyen halkımıza uygulanan antidemokratik baskılar, saldırılar ve polis şiddeti artık utanç verici bir duruma gelmiştir.
Cumartesi 13 Temmuz 2013 tarihinde yine Taksim ve çevresinde, İstiklal Caddesi'nde artık maalesef  "gelenekselleşmiş" gibi gösterilmek istenen anlamsız polis şiddeti kapsamında bir çok direnişçi yurttaşımızın polis tarafından darp edilmesi kabul edilemez bir tavırdır.

Bu olaylar çerçevesinde AICA Türkiye Başkanı MSÜ Öğretim Görevlisi  arkadaşımız Osman Erden'in göz altına alınması ve kan içinde bırakılması kabul edilemez, keyfi ve utanç verici bir uygulamadır. Demokrasi, düşünce, ifade ve yürüyüş özgürlüğü kavramları içinde bir hukuk devletinde yeri olmayan bu uygulamayı şiddetle kınıyor, Osman Erden'e geçmiş olsun dileklerimizi iletiyoruz.

UPSD olarak, laik demokratik ve hukuk devletinin ve Atatürk Türkiyesi’nin temel değerlerini savunmaya devam edeceğimizi ve Türkiye’de demokrasiyi ve özgürlükleri tehdit eden her türlü baskı, şiddet ve karanlığa karşı diğer aydın sanatçı dostlarımız ve sanat kurumlarımızla beraber dayanışma içinde olacağımızı bu vesile ile basınımıza ve tüm kamuoyuna tekrar kararlılıkla ifade ederiz.



Sevgi ve saygılarımızla,

Bedri Baykam
Unesco AIAP Uluslararası Plastik Sanatlar Derneği
Başkan

Yönetim Kurulu
Bahri Genç
TijenŞikar
Turan Büyükkahraman
Murat Havan
Ekin Onat von Merhart
Nebahat Karyağdı


9 Temmuz 2013 Salı

DEMOKRASİYİ KORUMA: MISIR-TÜRKİYE FARKI / Bedri Baykam / 9 Temmuz 2013 tarihli Cumhuriyet makalesi..



          Mısır’da izlediklerimizin adının ne olduğu en çok Türkiye’de tartışıldı. Ordunun verdiği ültimatomun ardından Mursi’yi safdışı bırakmasının adına, ülkemizde ve diğer ülkelerde ne dendiği resmen bizi gerdi! Amerika’nın konuya fazla “gevşek” yaklaşıp “lanetlenecek bir darbe” demekten sakınması, Avrupa ülkelerinin de pasifliği Hükümetimizi resmen ayağa kaldırdı! Ülkemizde Mısır hakkında iki saniyede “darbeyi kınıyorum” demeyenlerin, medyada, parlamentoda üstleri çizildi. Daha doğrusu, “Mısır’ı konuşuyorum” iddiasıyla konuya girişen insanların 90%’ı, Kahire üzerinden aslında Türkiye’yi konuştukları için, çoğu zaman absürd kıyaslamalara şahit olundu.
         Tabii Türkiye gibi “darbe lanetleme” seanslarına, tartışma kanallarında 20 yıl boyunca günde 16 saat katılmamış olan yabancılar, mecbur kaldıklarında, gerilim hattımızı neden söz ettiğimizi bilmeden izlemeye çalıştılar. Ülkemizin tarihi-siyasi-mahalli baskıları ve yaşanmışlıkları sonucu bir çeşit “tartışılmaz etik ve ahlak kuralı” haline dönüştürülen “her şartta askeri darbelere karşı çıkma” cümlesi bin kere tekrarlandı; AKP de, CHP de, eşit derecede “darbe”ye karşı çıktı. Kimsenin buna itirazı olmamalı. Nedeni çok yönlü: Demokrasiyi korumanın ötesinde, ülkemizde zaten bağımsız ve güçlü bir ordu yok. Ayrıca TSK sırf, ha mesela, tankların paslanmasını önlemek için bile bugün sokağa çıksa, karşısında herkesten önce Gezi Ruhu’nu bulur. Tarihi hatalarının ötesinde, TSK “halkla ilişkiler”ini çok fena götürmüş bir kurum olarak, bugün gençliğin tepkisini haklı olarak çekiyor. Bu kadar “kendisinin” bile arkasında duramayan, kolayca birçok ikinci Cumhuriyetçi yazara karşı psikolojik savaş kaybetmiş bir TSK, artık Türk halkıyla arasındaki o eski imrenilecek ilişkinin çok gerisinde. Bugün mantık dışı bulduğum Ergenekon Davası’ndaki senaryolara sıfır prim veriyorum ve Balyoz’da olduğu gibi, bunda da suçlanan arkadaşların masumiyetine candan inanıyorum. Ama kimsenin başka bir beklentisi yok askerden. Yani “askeri darbe” bu ülkede artık hem imkansız, hem de siyasi yelpazenin tamamından büyük tepki göreceğinden, bu hassasiyetin adını koymak zor.
           İyi de şimdi, dünyadaki her ülkenin bu konuda bizimle katıksız aynı duyguları paylaşacağını beklemek, abartılı olur. Çünkü ister Doğu’da, ister Batı’da, halkın önemli bir kısmı, demokrasiyi yalnız bir “seçim” meselesinden ibaret görmediği için, yetki verdiği hükümet demokrasiden saparsa, ona karşı meşru müdafaa hakkını, “demokratik gerekçelerle” mahfuz tutar. Nitekim, Mursi’nin (ve Müslüman Kardeşler’in) kurumları ele geçirme çabaları, kendisine tepki veren sanatçıları açıkça “tedirgin” etmesi, Anayasa’yı dini eksenlere çekmeye kalkışması, Mısır’da halkla yapılan söyleşilerde benzer ifadelerin sürekli gündeme gelmesine ve “demokratik olarak seçildi, ama ülkeyi demokratik olarak yönetemedi” sözlerinin duyulmasına neden oldu. Kaldı ki Mübarek iktidarını yıkan Tahrir çıkışı, laik, özgürlükçü bir devrimdi ve o kitlenin bugün tekrar ayağa kalkmış olmasına kimse şaşıramaz. Burada, yerel hassasiyetlerimizi dünyaya “tartışılmaz kaide” olarak dayatma merakımız giriyor devreye. Dünyada her halkın içinde bulunduğu şartlar farklıdır. Dolayısıyla “Mısır üstünden gizli olarak Türkiye’yi tartışmak” istediğimiz için, ülkemizde oluşmuş kesin yargıyı, “dini tartışılmaz kaide” gibi yeryüzüne zorla dayatma peşindeyiz. Bu mantıksız. Çünkü dünyada “istifa” veya “devrim” gibi kavramlar da var ve bunu insanların beyninden kesip atamazsınız. Ve mazoşist şekilde, bir iktidar üç yıl daha açık  tahribat yapmaya devam edecekse, her ülke insanından buna “demokrasi adına” tepkisizce katlanmasını bekleyemezsiniz. Çünkü bazı zararlar geri dönülmez olabilir! En büyük örnek de, seçimle gelip dünyayı felakete taşıyan Hitler’dir. Dünyanın tamamı Türkiye değil ki, her yerde her tartışmayı “faşist askeri darbeci” ekseninde engelleyip insanları gözaltına alıverin!
         Türkiye’de ise muhalefet çok farklı bir olgunluk noktasında; eli palalı psikopatlar, polislerin sırt sıvazlaması eşliğinde sokakta barışçı ve silahsız yürüyüşçülere saldırıp tutuklanmazken, aynı hafta sonu yüzbinler, tüm dünyayı imrendirecek bir “Gazdan Adam Festivali”ne imza atabiliyorlar! Kadıköy Rıhtımı’nda gururla katıldığım o müthiş sahneler de demokrasi mücadelesi tarihimizin içinde en güzel yerini aldı. Bugün onca yaşanandan sonra ülkemizi Mısır’la kıyaslanamaz hale getiren en önemli unsurlar arasında, ödenen onca bedelin ardından, artık fiili olarak demokrasiyi kollama ve koruma görevinin halka, gençliğe devredilmiş olmasıdır! Bundan daha sağlıklı bir şey olabilir mi?

 Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..

4 Temmuz 2013 Perşembe

Bedri Baykam'ın Genç Sanat Dergisi'nin Haziran sayısında yayımlanan yazısıdır.

BULVAR TİYATROSU KAHRAMANLARINA TOPLU YANIT
                                                                                                  BEDRİ BAYKAM

BİR DÜNYA KOMEDİSİNE GİRİŞ

Geçtiğimiz Nisan ayında, Türkiye’de bir “Dünya Komedisi” yaşandı. New York sergimde 7 adet boş çerçeve sergilediğim ve bunlardan birini koleksiyoner Murat Ülker’in aldığı haberi, bırakın sanatsal gündemi, ülkenin neredeyse siyasi gündemini bile sarstı! Yüzlerce haber, yorum, köşe yazısı ve daha da bol sanal medya ve sokak dedikodusu...
Yanlış anlamayın, elbette sergimin su taşırma kapasitesinin farkındaydım. Ancak yaşananlar, sanatsal eleştirinin ötesinde, ne yazık ki seviyesizlik içinde yüzerek kepazelik bölgelerine de girip çıktı. Sabırla bu yaşananları seyredip -daha önce yanıt verdiğim Ayşegül Sönmez ve Fatih Altaylı gibi dava konusu olabilecek birkaç yazı dışında- bunları biriktirip toplu bir yanıt vermek istedim.
“Dünya Komedisi” diyorum, çünkü aklı başında hiçbir ülkede, bir sanatçının avangard bir iddiayla ortaya konan sade bir sunumu, bu kadar gündem yaratmaz ve insanların biriktirdiği cerahati akıtmaya vesile olmaz!
Geriye bakıyorum da, 54 yıldır sanat yaparken daha önce 3-4 kez daha -aslında hepsi bana iltifat olacak şekilde - benzer şekilde kafaları birbirine tokuşturmayı başarmışım! Detaylarına girmeden birkaçını hatırlatırsam; “Dadaist” isimli barımın açılışında, efsanevi “şair ve boksör” Artur Cravan anısına iki genç kıza on beş dakikalık bir happening’de yağlı güreş yaptırmış olmam ve 2006’da yayınlanan 2 ciltlik otobiyografimi hazırlarken, çocukken benden gelen ilk spermi bir peçetede 1971’den beri sakladığımı hatırlayıp bir de bu defteri sergilemem, biri yirmi, diğeri 7 yıldır konuşulan tükenmez dünya harikaları! Şimdi bu literatüre bir de “Boş Çerçeve”yi eklemiş olduk! Ne mutlu bana!

HAKKIMDAKİ MALUM YANILGILAR
1963’ten beri bu ülkenin en meşhur birkaç ressamından biriyim. Hükümetler değişti, darbeler oldu, çağ değişti, hatta herkes kabul etmese de rejim değişti, ama bu olgu değişmedi. Egoların pazara çıkıp hergün birbiriyle sürtüşüp patladığı bir ortamda, kimi özgüveni eksik bazı meslektaşlarımın veya sanat insanlarının bunu bir kıskançlık, dedikodu, hatta bazen sataşma konusu yapabilmelerini bir yere kadar anlayışla kaldırabiliyorum. Bu dünyanın her yerinde benzer şekilde yaşanmış... Amerika’da da kimi dönem Jackson Pollock, kimi dönem Warhol, kimi dönemse Julian Schnabel okların hedefi veya günah keçisi olmuş. Ama belki yarım asır süren bir titrek hırıltı pek vuku bulmamış!
Yine burada detayına girmeyeceğim birkaç yanlış bilgi de, bu ve benzeri krizlerde etkili olmuş olabilir. Birincisi, benim “Harika Çocuk” seçilip devlet bursuyla yurtdışında okuduğum şeklindeki yanılgı. Diğeri de “zengin bir aileden gelip baba parasıyla Amerika’da bir yerlere yükseldi” söylentileri. Ne Harika Çocuk seçildim, ne yurtdışında devlet bursuyla okudum; ABD’ye cebimde sadece 800 $ ile taşındım. İsteyen “Sonsuz Okyanus” kitabımda detayları kanıtlarıyla okuyabilir. Veya mesela o günleri benimle paylaşan insanlardan ressam Suzan Batu ile konuşabilir. Başka “suçlarım” da var: 80’li yıllardan itibaren “Yeni Çağdaş Türk Sanatı” hakkında yazdığım onca makale, kitap, verdiğim onca konferans, hepsi belki bazı küratörleri üzmüş olabilir. Ne yapabilirim ki, o dönemlerde meydan çok boştu. “Boyanın Beyni” ve “Maymunların Resim Yapma Hakkı” gibi sanatın teorisi hakkındaki kitapları da birinin yazması gerekiyordu! Buradan çıkışla bazı genç küratör ve sanat yazarlarının meslekiBismillahlarını, bilinçaltlarında “Bedri Baykam’la mücadele kariyeri” olarak algılamalarını her şeye rağmen hayretle izliyorum!

BATI KOMPLEKSİNİ YENEMEYENLER
1984’te “Modern Sanat Tarihi Batı’nın Bir Oldu-Bittisidir” makalesini San Francisco Modern Sanat Müzesi’nin önünde dağıtırken veya yıllarca uğraşıp “Maymunların Resim Yapma Hakkı”nı yazarken, hedefim sanatta emperyalist tavırlarla yerleştirilmiş Batı hegemonyasını kırmak ve Batılı olmayan sanatçıları da, “Batı kompleksinden” kurtarmaktı. “Boş Çerçeve” sergisi vesilesiyle gördüm ki, bunu henüz hiç anlamayanlar olduğu gibi, tam tersine Batı sistemi karşısında kendini ezilmiş hissederek “bizden birşey çıkmaz” kompleksine bürünmüş onca insanımız var sanat dünyasında...
İzninizle özetini şöyle vereyim: O çerçeveyi Chicago veya Tokyo’da görmüş olsalar, bundan büyük keyif alacak olan kimi insanlar, burada eser sahibinin hem Türk hem de Bedri Baykam olduğunu öğrenince sivilce çıkarma yarışına girdiler. Üstelik sarfettikleri cümlelerin arkasında ne çeşit izler bıraktığının farkına bile varamadan!
Belki önce biraz düşünmelerini isterdim. Ne yaptığımı anlamaya çalışmalarını, eleştirmeden önce okumalarını, 20 yıl önce çıkardığım kitabı ellerine alıp sonra yorum yapmalarını beklerdim. Çünkü “Post-Duchamp Krizi” makalemdeki o düşünceler olmadan o hamle de o şekilde yapılamazdı.

İNTERNETTE “İNTİHAL” ARAMA İŞTAHI!
Bunu yapmak yerine, her biri hummalı bir faaliyetle internete girip, “boş çerçeve” yazıp, heyecanla Google’dan dökülecek “iyi” (!) haberleri beklemeye başladılar. Arama motorundan sonuçlar önlerine düşünce de onları tatmin edecek sonuçlara ulaştıklarını sanıverdiler! Eh, 1883 tarihli Mey-Sonier “Geleceğin Tabloları” çerçevesinden, Arnulf Rainer’in 1951 imzalı “Boş Çerçeve”si veya Ben Vautier’nin 1962 tarihli “Şasi”si veya İmi Knoebel’in 1968’e tarihlenen “Keirahmen”ine veya Gerold Miller’in 1999’dan “Ready-Mix C24”üne kadar onca farklı örnek vardı: Hepsi küçük farklarla duvara yaslanmış boş çerçeve, boş şasi, “boşumsu” çerçeve, önünde bazı şeyler olan boş çerçeve vs gibi 2005 yılına kadar giden farklı işlerdi. Böylece aradıkları “intihal” (!) kanıtlarını bulup “This Has Been Done Before” kavramımın içine oturttuklarına inanan onca süper zeka “Baykam’ın boş çerçevesi intihal çıktı” cümlesini etrafa kusup rahatlamaya başladı. Tabii bazı küçük noktaları unutarak...
1883 tarihli Mey-Sonier’nin duvara yaslanmış boş çerçevesi onlara göre bu konunun miladı ise, o zaman bu konuda sepete attıkları her diğer örnek, yani saydığım ve sayamadığım onca başka boş çerçeve yapıtı da birer “intihal” olmalıydı! Ama en sade mantıkla kendi duruşlarına göre böyle yorumlamaları gerekirken, onlar şu ilginç yolu takip etmeyi seçtiler: ”130 yıllık sürece yayılan her boş çerçeve işi özgün ve önemlidir, bir tek Bedri’ninki intihaldir, kopya kanıtıdır.” İşte böyle bir beyin sürüsüne ancak şapka çıkartılır. “Çok mu aradın, zor şartlar altında mı geliştirdin bu organı”  diye samimiyetle sorulur.
İşte Batı’ya karşı duyulan ezikliğin bundan daha büyük bir doğrudan kanıtı olamaz. Bu beyefendiler, hanımefendiler, yüksek oranda gelişme göstermiş birer beyin olarak, o tarihlerde veya bu tarihlerde Arnulf Rainer’e, Giulis Paolini’ye, Manolo Millares’e, Daniel Dezeuze’e gidip, yaylım ateşine başlayıp “siz intihal yaptınız, sizi gidi kopyacılar, biz keriz miyiz, böyle numaraları yer miyiz!?” diye slogan atmaya mı başladılar? Yok, hayır. Aralarında böyle bir eyleme karışan kahraman yok. Her biri Google tarihçiliği ile yetinip o bana saldıracakları mutlu ana kadar dizi seyretmeye devam etmişler!

DAHA DA VAHİM VAKALAR!
Aralarında iyice ruh sağlığını kaybedenler de var: Şöyle ki, bir romanda “duvara yaslanmış boş bir çerçeve varmış da Baykam’ın işi o romandan intihalmiş” diyenler, veya René Magritte (1929) ya da Philip Guston’un (1978)  duvara dayalı boş çerçeveli dekor düzenlemesi resimlerini burnuma dayayan fışkırık zekalara kadar hepsini gördüm ve “iyi sıhhatte olsunlar” demekle yetindim.
Peki, bu toplu hareket eden genç güruhun acaba çağdaş sanatta ve onun modern sanatla ilişkisinde, benzer bir hassasiyetle, birbirini andıran her esere ve her sanatçıya da saldırma refleksleri var mıydı?
Geçmişte Peter Halley’e “Seni Mondrian’a benzettim” diye veya David Salle’ye” Nedir bu adamın Picabia merakı?” diye savaş açmışlar mıydı? Jeff Koons’a, Damien Hirst’e gidip “Utanmıyor musunuz bay Duchamp’ın hazır-yapım alanına girmeye” diye çıkışmaları olmuş muydu? Yok, pek gören olmadı...
Şimdi işin püf noktasına gelirsek, ortaya koydukları hiçbir sözde “intihal” örneğinin yaptığım işler veya sergiyle bir alakası yoktu. Benimki, “duvara yaslanmış boş bir çerçeve” değildi ki! Birbirine eşit ikiz iki çerçevenin ters olarak sırt sırta sonsuza dek birleştirilmesi ve kesinlikle duvara yaslanmadan bir mekanda duvardan asılması ve her iki tarafından akıp giden “yaşam sahnelerinin” oluşturduğu “hazır akar görüntüler” üzerine kuruluydu. Bu olgu gerek basın bülteninde, gerek kataloglarda, gerek verdiğim röportajlarda çok net olarak ortaya konmasına ve normal zekada bir insanın bunu algılamasının pek zor olmamasına rağmen, ısrarla ve kötü niyetle topluma yalan söylemeye devam ettiler! Yüzleri kızarmadan! (kaldı ki demin verdiğim, birbirine %100 veya %98 benzeyen diğer boş çerçeve işler çizgisinde, ben de benzer bir “duvara yaslanan” iş yapmayı sürdürebilirdim! Herhalde bu 50 sanatçıdan daha az sanatsal hakkım yoktu ve onlara gık dememiş bu yüksek rütbeli genç eleştirmenler ordusunun bana da ağzını açma imkanı olmayacaktı!)

OKUMADAN, DÜŞÜNMEDEN ANINDA GÖRÜNTÜ EKSPERLER
Sanatın sürekli düşünülen ve öğrenilen dipsiz bir kuyu olduğunu, yani işin alfabesini bilselerdi, biraz alçakgönüllülükle, “mütevazılık”la, bu iş neymiş diye Robert Morgan, Hasan Bülent Kahraman -veya biraz sabretselerdi Kim Levin- yazılarına eğilip işin kökenini anlamaya çalışır, gülünç duruma düşmezlerdi. Ama yalnız Kahraman’ın yazısını algılayabilmek için üç yıl kapanıp okumaya ihtiyaç duyacaklarından, tüm bu verileri yok sayıp sanki “Taliban’ın Afganistan’da Buda heykelini tahrip etmesi hakkında ne düşünüyorsunuz?” gibi kolay cevaplı bir soruya yanıt verircesine, cerahatlerini içine düşünce katmadan iki dakikada mikrofonlara, kağıtlara akıtıverdiler! Hiçbir sanat insanına yakışmayacak şekilde, vurdumduymazca giriştiler bu tavra. Bu, -kendilerini solcu sananlar dahil- Özalizm’in yetiştirdiği “fast-food” gençliğin doğal tavrıydı! Emek, değer ve vicdan olmadan, iki saatte kendilerini eksper ilan edip bülbül gibi ötmek... Bulvar gazeteleri seviyesinde bir dille hiçbir çağdaş sanat okuma yöntemine girişmeden, analiz yapmadan...
ESAS GÜNCELLEME BOMBASI: FRIEZE’İN “BOŞ ÇERÇEVELERİ”
Geçen ay New York’taki Frieze sanat fuarı ise, bizim İstanbul’da kendiliğinden oluşan “Anti Çerçeve Timi”ni panik edecek nitelikte bir yapı gösterince, durumun traji-komedisi güncellenmiş oldu.
Şöyle ki, Frieze’de sergilenen eserlerin bir kısmında boşumsu ya da üstünde, önünde bir takım objelerle duvara dayalı olarak sunulan çerçevelerle, anı birebir yansıtmaya uğraşan aynalı işler, adeta benim sunumuma ulaşmaya çalışırcasına bir dayanışmaya girmişlerdi. İstanbul entel sanat ortamını hezeyana taşıyacak şekilde boş çerçeveyi duvara toslayanlar arasında, üzerine tül giydirmiş Liza Lou, duvardaki boş çerçevenin üzerini boya ve kumaşla örten Diana Molzan, çerçeveleri paketleyen Simon Dybbroe, çerçevelerin kimi bölgeleri üzerine graffiti ambalajlar yerleştiren Koreli Seung Tek Lee ve yine boş çerçevenin üzerine çeşitli malzemelere bandırılmış yılan derisi koyan Rose Keyser vardı. Frieze’in ferah ve geniş hollerinde yürürken, her an karşıma İstanbul’dan charter’la gelmiş ve ellerinde tencere, tava, düdük, pankart ve yanıp sönen ışıklarla bu durumu protesto eden ”boş-çerçeve-savar” timini göreceğimi sandım, ama herhalde saatlerimiz tutmadı! Halbuki Cüneyt Özdemir başta olmak üzere tüm medya ve entel dünya kalemlerimiz orada olsalar, New York’a bir Google dersi vererek bu yapıtlara bakmanın günah ve ayıp olduğunu, bunların Mey-Sonier’nin 1883 sunumundan sonra yüz kere yapıldığını anlatıp ciddi bir yaygara kopararak tarihe geçebilirlerdi.
İşin en ilginç noktası ise şu: Frieze’i birden istila eden boş çerçeveler, gerçekten de bizimkilerin internet hafiyeliklerinde bulduklarıyla çok paralel niteliklerdeydi. Yani onların da benim ürettiğim iş ve kavramla alakaları yoktu. Demek ki Cüneyt Özdemir ve Ahu Antmen ve Elif Dastarlı ve Özcan Yaman ve Ali Atıf Bir gibi yazarların acilen bir New York ortak bürosu açıp “işte gerçek intihal” başlığıyla ortak bir yayın çıkarmaları bile düşünülebilir!
Belgradlı sanatçı dostum, Selman Trtovaç, bu tavrı gösterenler hakkında “küçük ruhlar” (little souls) dedi bana. Bundan daha iyi bir tarif olabilir mi? Beni üzen, bazı genç “yetişmekte olan” sanat insanı adaylarının ötesinde, yaşını başını almış birkaç sanatçının da bu ucuz saldırıları sanal dünyada yaymaya tenezzül edecek kadar egolarına mağlup olmalarıydı. Neyse, onları “meslektaş” kontenjanından affetmeyi tercih ettim. Yüzüme bakabilirler...

1910’LARDAN BERİ SÜREGELEN HAZIR-YAPIM SÖMÜRÜSÜ
Yedi kuşaktır sanatçılar hazır-yapım furyası üzerinden Duchamp’ın mirasını Ali Baba’nın mağarasından hazineyi boşaltırcasına “indirmeyi” sürdürdüler. Buna “dur” diyen olmadığı gibi, dünya piyasası, başta Koons ve Hirst üstünden, bunu zirvede ödüllendirmeyi seçti. Yıllardır dünyanın onca müze ve galerisinde süren bu hazır-yapım furyasına “Post-Duchamp Krizi” teşhisi koymuş olan ben, ne yapacaktım? Batı’ya şirin görünmek için hem evrensel, biraz da yerel görünüp sergi mekanına 30 semaver, 50 halı mı atacaktım?
“Duchamp Kıskançlıktan Çatlardı” sergimin ne kadar önemli olup olmadığına zaman karar verir. Belki azıcık, belki de çok, bilemem. Ama en azından şunu söyleyebilirim: Galeri mekanına getirilip atılan veya pardon “yerleştirilen” onca hazır-yapımdan çok daha önemli olduğuna eminim!
En azından risk almayı tercih eden, sanatın alanını veya varoluş anını sorgulayan bir bakış açısı getirdim. Yıllarca içinde izlenimci, dışavurumcu, kübist, pop, minimal, kavramsal, fotoğraf-video işler seyrettik o çerçevenin içinde. Şimdi ise canlı, değişken, herkese göre farklı, realist, üç boyutlu, sonsuz katmanlı bir sahne var. Hem de çift yönlü... İlk anda o çerçeveye bakıp “burada hiçbir şey yok” denebilir. Halbuki orada “her şey” vardır. Bu spontan uzakdoğu felsefesinin varoluşçu algılanma anı ile ilgilidir. Çerçeve müzenin veya galerinin ortasına, bahçesine yerleştirilebilir, veya bir sokağa... Kimi zaman bir izlenimci sokak görüntüsü, kimi zaman soyut bir sanat uzamı sunar. Batı sanatının “Post-Duchamp Krizi” çerçevesinde “nesne” ile sürdürdüğü bu tutku-ötesi saplantıyı kırmak ve gözü nesneden ayırıp uzama ve zamana taşımak için dikildi bu çerçeveler. Her nesneyi orta yere “peygamberin sakalı” gibi kutsal ve milyonlarca dolarlık bir değer olarak yerleştirmeye alışmış bir sistem, artık zaman ve mekanı çerçeveleyip yaşamı sanat olarak sunmayı seçen bir anlayışla yer değiştirebilirdi.
Post-Duchamp Krizi’ne ilk yanıtımı, 1994 yılında “Livart” (Yaşayan Sanat) sergimle vermiştim. O takılmış plak gibi dönüp duran, yalama olan sistemi, canlı hayvanlar, aktörler, multi-medya bir yerleştirme ve her türlü izleyici katılımı ile resmen alt üst etmiştim. Bu sefer ise “Livart” değil yaşamın ta kendisi ve sürekli izdüşümleri ile bozuyorum bu sahte huzur ortamını! Hepsi bu...
Şimdi ortada bir gerçek var: 1860’dan bu yana modern ve çağdaş sanat dünyasında, evrenin her noktasında toptan neler olup bitmiş -Tanrı olmadığım için- bilemem. Ama herkes şunu bilsin ki, bu verilen örneklerin konuyla alakası YOK!

BEN BU FİLMİ DAHA ÖNCE GÖRMÜŞTÜM
“Çerçeve Krizi” gerçek içeriğiyle sanat sayfalarını dolduracağına, ülkemizin para ile olan hastalıklı  ilişkisi çerçevesinde önce fazlasıyla ekonomi sayfalarını doldurdu. İşin “satış” kısmına gelince... Mesela bu işler bir müzayede koleksiyonerinin anlayabileceği türden değil. Bu ancak gerçek avangardizmin kökenine inmek isteyen bir alıcının ilgileneceği türden. Çünkü bu bir dekor veya “hoş renk” cümbüşü değil, “fuar resmi” değil, standart bienal işi değil, değil oğlu değil! İşbu veriler eşliğinde hatırlatmak istiyorum ki, düşünsel ve fiili doğum süreci iki yıla uzanan bir sergi ve kataloğu ortadayken, Murat Ülker de eserler New York’a gitmeden iki gün önce görüp Black Box’u almışken, kimi saksağanlar, “bu işin Murat Ülker’e satılabilmek için” yapıldığını iddia edebilecek kadar kendilerini kaybettiler.
Bu vesileyle son bir hatırlatma daha yapmak istiyorum: Bu benim, ülkenin sanat sistemine getirdiğim ilk türbülans değil. 80’lerin en başına dönelim: 1981-86 arası, Türkiye’de Yeni Dışavrumculuğu tünel kazarak getirip anlattığım, savunduğum, ortaya çıkardığım ve Batı’yla ilk defa olarak ülkede eşzamanlı olarak tartışılır hale getirdiğim yıllara dönelim. İşte biraz nesnelliği, biraz vicdanı ve her şeyden önce sanatsal etiği olan bazı genç sanat tarihçiler ve eleştirmenler varsa, onlara bir ev ödevi vermek istiyorum: Bırakın benden o yıllarda etkilenen kendi kuşağımı veya benden sonra sonra gelen kuşağı, benden önceki kuşağın işlerine bakın. Bu sanatçılar arasında en bilindik isimlerin, 1986 öncesi yaptıklarına bakın, sonra da 1986’dan itibaren, benim 80’lerin başıyla beraber tırnaklarımla kazdığım tünelden sonraki işlerine bakın. Geniş fırça darbelerinin, cesur  renklerin, büyük ebatların, resimde yazının, kolajın nasıl açan papatyalar gibi resimlerine birden giriverdiğine bakın. Yani Yeni Dışavurumculuk tünelini inşa edişim öncesi ve sonrası diye bir hat çekin orta yere, 86 öncesi-sonrasını değerlendirin. Ben susuyorum. Yorumları siz yapın..
Ne kadar acıdır ki, tek modern sanat müzesi henüz 10 yaşını doldurmamış bu sistemde, bellek henüz oluşmadığı için benden önceki kuşak da, benden ortalama 20-25 yıl daha yaşlı olduğu için, o gün açtığım yoldan 5-10 yıl rötarla gelip bu yeni dünyaya kavuşanların ürettikleri işler, sırf sanatçısı daha yaşlı ve “duayen” diye, bu hafızasız ve kayıtsız ortamda “öncü” sayılabiliyor! Düşünüyorum da, ABD’de biri Pollock’un açtığı yoldan 10 yıl rötarla gitse, ama 20 yaş da daha yaşlı olsa aynı şekilde değerledirilir miydi… Bunu da tarihe havale ediyorum. Şimdi ise gelelim her biri yaylım ateşi açan “Boş çerçeve- savar” mensuplarına ve onlara verdiğim noktasal yanıtlara...

SAYGI VE BİLGİ NOKSANLIĞI
“SOL” gazetesinde, genç küratör Fırat Arapoğlu’nun, Dadaist Akımı’nın ansiklopedik bir dökümünü hatırlattığı yazısında müşahade ettiğimiz ana takıntı, “Ben şimdi bunun neresine oturtayım?” kıvranmasıdır. Ancak hiçbir yere oturmayan, hiçbir gerekçe ve mantık sunamadan gösterilen bu tavır, daha da vahimi büyük bir ukalalık hatta küstahlık eşliğinde düşüncesizce, saygısızca, avam bir dille sunulmaktadır. Şöyle ki, Arapoğlu “boş çerçeve belki bir otoportredir” diyerek aklısıra bana hakaret ederken, işi daha da saçmalamaya taşıyarak “Peki Bedri Baykam’ın 1960’lardan on yıllarca yıl sonra Duchamp’ı keşfetmesine ve referans vermesine ne diyebiliriz?” gibi bir inci yumurtlayabilecektir. Bedri Baykam’ın Duchamp’ı ilk uzun uzun referans verdiği yıl, 1987 idi. Fırat Arapoğlu ilkokula -belki- henüz başlamış, kısa pantalonlu bir bebekti. Modern sanat tarihini anlatan dizim, Cumhuriyet  gazetesinde o yılın Haziran ayında çarşaf çarşaf yayınlandı. Arapoğlu seksek oynarken o diziyi ıskalamış. Türk Çağdaş Sanat ortamında büyük iz bırakan “Boyanın Beyni” kitabı (içinde bu dizi de yer alarak) yayınlandığında yıl 1990’dı. Kitapta Modern Sanat Tarihi dışında, Post Modernizm üzerine ilk uzun çözümlemelerden biri ve sanatın düşünselliği-kavramsallığı üzerine birçok makalem yayınlandı. 1992’de UPSD sempozyumunda Post-Duchamp Krizi konferansı verdiğimde, Arapoğlu herhalde nihayet ilkokulu bitirmişti. Sanat bir maratondur. Kuşaklararası ilişkidir. O anda kendini gündemde ve ilahi güncel sanan, büyük bir ormanın yalnız tek bir ağacını temsil etmektedir. Kuşaklararası iletişim, saygı ve özeni öğrenmeden, bu cahil ve kendi boşluğunu deşifre eden tavırlarla bir insan hiçbir yere varamaz. Sanat yazarlığı böyle yapılmaz. Arapoğlu’na bunun kalıcı bir ders oluşturmasını, bundan sonra bu mesleği, geçmişi Arapoğlu ve kuşağının üzerine rahat oturabilmeleri  için emekle donatmış insanlara karşı daha dikkatli olmayı öğrenmesini diliyorum. Yoksa daha bunun gibi çok salvo yer hayatta. Benden kendisine abi tavsiyesi.

SİYASAL YALAN VE İFTİRAYA KALKIŞANLAR!
Sırada Radikal.blog’da “Boşş Çerçeve” isimli ahlaksız yazıyı kaleme alan Kemal Bozkurt. “Ahlaksız” deme nedenimin “boş çerçeve” muhabbetleriyle alakası yok. Bu şahıs, utanmadan şu satırları kaleme alabilmiş. “Ama benim unutamadığım Hrant’ın katlinin hemen öncesinden 301 dolayımıyla onun katledilmesine giden yolda sanatsal desteğini veren biriyken, öldürüldüğü anda da herkesten önce oraya gelerek ‘Ah ne üzgünüm’ mesajı vermeye çalışmasıydı. Boş çerçevenin dolu hikayesi buydu benim için.”
Bu satırları yazarak bana hakaret ettiğini sanan bu seviyesiz, bu alçak ithamları destekleyecek tek bir makalemi, tek bir imzamı, tek bir fotoğrafımı, tek bir videomu, tek bir kanıtı, bu yeryüzünde sunamaz. Çünkü bulamaz. Çünkü yoktur. İnsan kafadan dolma, uydurma, böyle palavralar atarak bir başka insanı karalayamaz. Ucunda hepimizi kahreden ağır cinayet yaşanmış bir olaya böyle alçakça bir iftirayı, seviyeli hiçbir insan uydurup ekleyemez.
İşin çerçeve kısmına gelince, durum içler acısı: Beyefendi diyor ki “Nurcan’a sordum dün, ressamsındır, sen de bilirsin, ne diyorsun’ diye. ‘Ahhh!’ dedi. “O kadar çok yapıldı ki artık klişe olmaktan bile çıktı”.
Nurcan kim? Soyadı ne? Sanat tarihçi mi? Dikiş kursuna mı katılıyor? Bilirkişi mi? Bilen yok! Bu arada Ülker’e resim atan tek Atatürkçü (!) ressam olduğumu da kendisinden öğrendim; geçiniz...
“Sanatatak” sitesinde Ayşegül Sönmez’e verdiğim ve Milliyet’te 15 Nisan 2013’te kısmen yayınlanan yanıtımı, Sönmez’in genç bir anne olduğunu düşünerek ve yazar geleceğini korumak adına buraya almıyorum. Bunun yerine Ali Şimşek isimli, kendini “sanat eleştirmeni” olarak sunmaya çalışan birinin “Kalpaklı Duchamp” başlıklı yazısına yanıt vereceğim.
“Kaliforniya'nın güneşli atmosferinde pişip ülkemize teşrif ettiğinde yıldızı da fazlasıyla parlamaya başlamıştı. Onun kalın boya akıtmalarında bir borsacı yuppie'nin hazcı tınıları da vardı...”
İşte burda “hop dedik!” diyip duralım ve öncelikle Şimşek’in kendisine yakıştırmaya çalıştığı “sanat eleştirmeni” sıfatını sökelim. Dünyanın neresinde bir sanat yazarı böyle rezil bir üslupla bir sanatçıyı aşağıladığını sanarak kalem sallayabilir? Bir Alman’ın, bir Hollandalı’nın bir sanatçıyı eleştirecek olsa bile böyle bir ucuz magazin üslubu kullanması mümkün mü?
Gelelim Ali Şimşek’in “teknik” olarak neden bir sanat yazarı olamadığına:
Aklı sıra çektiğim nü resimler veya oynadığım filmleri de araya karıştırıp oradan da iğnelemeye çalıştıktan sonra yeni inciler dökülüyor: “Fakat Baykam'ın hazcı dışavurumculuğu 1994 sonrası önemli bir evrim geçirecek, Refah Partisi'nin İstanbul'u kazanması, iktidara gelmesi ve 28 Şubat'a giden süreçte anlayışı farklılaştıracaktı. AKP iktidarıyla günümüzde somutlanan bu kapana doğru Baykam'ın işleri de fazlasıyla politikleşecek, 27 Mayıs ve Deniz Gezmiş gibi vurgular çalışmalarının belkemiğini oluşturacaktı.” Ali Bey bir sanat tarihçi veya eleştirmen ciddiyeti ile çalışmadığından, dedikodu ve uçuşan bilgilere güvenip, araştırma yapmadan bol keseden atıyor. Benim siyasi duyarlılıklarım, 1984’te “Modern Sanat Tarihi Batı’nın Bir Oldu-Bittisidir” manifestosuyla başlamıştı. Daha önce Deniz Gezmiş yaşarken ortaokulda yaptığım portreleri de cabası... 1987’de ABD’den döndükten sonra 1994 seçimlerinde kırılan vazonun çoook öncesinde, Türkiye’nin iç siyasetiyle ilgili duyarlılıklarım su yüzüne fazlasıyla çıkmıştır: Demokrasinin Kutusu, Referandum Kutusu, Kubilay Odası (1987). Tabii o yıllarda herhalde Şimşek liseyi bitirmeye çalıştığı için bu konuların pek farkında değildi. 27 Mayıs sergim 555K, Şimşek’in sandığından çok önce, 1990 yılında açılmıştır. Üniversiteye girmeye çalıştığı yıl ise, Evren ve Özal iktidardaydı. 12 Eylül sürüyordu. Ben ise, işkence ve sansüre karşı dev riskler alan bir sergi açıyordum. Hem de herkesin sinmiş olduğu karanlık bir ortamda. Üstelik hem o yıllarda Refah’ın 1994’de seçimi kazanmasını da dışarıdan seyretmedim. 1993’te ADD, ÇYDD, DİSK ve birçok aydının katılımıyla solda birliği ısrarla talep eden “Taban Operasyonu”nu başlattım. Ali Bey, bugünlere kadar yuvarlanacak karanlık bir ülkede yaşamasın diye; ama Ecevit, Baykal ve Karayalçın’ı ikna edemedik.
Şimşek’in bilgi donanım eksikliği bunlarla sınırlı değil. İzleyelim: “Baykam her ne kadar 80'li yılların haz ve dışavurum patlaması yaşayan büyük tuvallerin, 90 sonrası yükselen kavram ağırlıklı güncel-çağdaş sanat karşısında gerilediğini görse de, (bu Nişantaşı'ndan Taksim'e de bir kaymayı getirdi) zaman zaman kavramsal tınılı enstelasyonlar barındıran projelere de girişiverdi.” Birileri beyfendiye münasip bir dille hatırlatmalı: O sözünü ettiği sanat tarzının da öncü isimlerindenim. Multi-medyayı, siyaseti, kavramları, beş duyuya hitap eden “Yaşayan Sanat”ı, müziği, canlı enstalasyonları, erotizmi, izleyiciyi toptan içine alan sergi düzenlemelerini galeri ve bienal alanlarına taşıyan da 1987’den itibaren benim. Birileri adını 5 yıl sonra “yaşayan sanat”tan “güncel sanat”a çevirince, değişen bir şey  olmadı.  İşin acı tarafı şu: Bu anlattıklarımı on binlerce kişinin gezdiği sergilerden bilmeleri dışında, her şey tarihli, belgeli, kataloglu, manifestolu vs.
Bırakın tecrübesizliği, internetten bile beslenmeyi başaramayan bu arkadaşımız, deforme sol jargonlarla süslü saldırı yazıları hazırlarken, biraz da ön hazırlık yapıp kendisini bu denli zor durumda bırakmamalı. Benden ona da abi tavsiyesi. UPSD’yi ise yine sınırlı “eleştirel” kapasitesiyle “çoğu laik, kentin üst gelir grubuna ait, Kemalist, şehirli bir sanatçı çevresi” diye tanımlayıp aşağılamaya kalkması ise maalesef her açıdan yerlerde sürünen, yanıt vermeye kesinlikle değmeyecek bir zırvalama çabası. (Mesela “çoğu sabıkalı” der gibi, “çoğu laik” diyebiliyor! Demek kendisi anti-laik!)

GAFLARINI UNUTTURMAK İSTEYEN BİR GENÇ
Yine Sanatatak’ta Kemal İz “Duchamp Görseydi Güler Geçerdi” başlıklı yazısıyla sırasını alıyor. Öncelikle bültende yer alan bir yıl hatasını düzelttiği için teşekkürler. Pisuar işi 1917 yerine 1913 ibaresi taşıyordu. (Bu yapıt daha önce tüm kalıcı yayın ve kitaplarımda 1917 tarihiyle yer alıyor).
Kemal İz’in yazısında Hasan Bülent Kahraman’dan “Büyük Türk Foucault’su” şeklinde söz edilebilmesi, Türkiye’de bir önceki kuşağa saygısızlık ederek kendini parlatmaya çalışan yeni bir tipolojinin tezahürü. Bunu yaparak kendisine yazık ediyor. Yoksa Kahraman’ın kim olduğunu ve seviyesini zaten herkes bilir.
Gelelim benim hakkımda yaptığı seviyesiz saygısızlık denemesine: “Tümüyle kavramsal bir göndermeye sahip. Yani fazlasıyla suyu çıkmış, Post-Duchamp bir dönemde bir güzel sanatlar fakültesi öğrencisinin bile yapmayacağı, utanıp tenezzül etmeyeceği bir cin fikirliliğe dayanıyor. Hazır-yapım eserlerin ve günümüz sanatının ‘buluş’ mantığı fazlasıyla gına getirdiği için buraları kurcalayarak okuru yormak istemem açıkçası”.
Şimdi İz’e soralım: Bunları sayarken kendisinin mantığı ne? Bu işler nerede “gına getirmiş”? Hangi tarihte, kim, nerede yapmış? Zaten sanat dünyasının tamamı o “buluş” veya “sunuş farkı” üzerine kurulu değil mi? Her fuar ve her bienalde o “cin fikirlilik” veya “buluş” diye aşağıladığı şeyler yok mu? İz, ardından popüler kültürün dedikodusal uzantılarının dayanılmaz hafifliğine teslim olup, aklı yettiğince, Murat Ülker, Tayyip, Silivri hattında birşeyler gevelemeye çalışıyor. Kendisi o satırları yazdıktan sonra ben 3 kere daha gittim Silivri’ye, arkadaşlarımın davasına. Benim hiçbir zaman değişmeyeceğimi herkes bilir. O çerçeveye girenler değişir mi veya değişmiş sayılır mı, orası benim bölgem değil, bilemem.
İz, bu yazıdan bir ay kadar sonra, herhalde ayıp ettiğini düşünüp Mayıs ayında “fakülte öğrencisinin tenezzül etmeyeceği” bölümünü ve Kahraman hakkında söylediklerini çıkarmış. Bu sefer yerine ilk yazısı kadar uzun, bir “sanatsal eleştiri” eki koymuş. Şimdi de bu bölüme olan yanıtlarıma gelelim:
İz diğer hazır-yapımları Duchamp’ın Pisuar’ı yanında “birer parodi olmaktan öteye geçemez” derken, doğal olarak haklı ve benim 21 yıl önce “Post-Duchamp Krizi”nde söylediklerimi tekrarlıyor. Ama benim boş çerçevelerimin de bu parodi geleneğinin bir parçası olmayı sürdürdüğünü söylerken neden-sonuç-mantık üçgeninde defalarca karaya oturuyor.

ERGENEKON SAVCILARIYLA PARALEL GİDEN MANTIK
Bu yanıtın detayına inmeden önce, bu vesileyle bir genel vurgu yapmam lazım: Burada gerek İz’in gerek diğer yazarlarımızın ortak tavrı, aynen Ergenekon savcılarının bir benzeri. Şöyle ki gerekçelerden sonuca varan bir analiz yapmadıkları gibi, varmak istedikleri sonuçtan yola çıkıp, ona göre her yerde, geçmişte, benim geçmişimde, internette, dünyanın yayınlanmış her kitabında, “Bedri Baykam’ın yapıtının neden özgün olamayacağı” konusunda delil ve mantık arama işine koyuluyorlar. Bu, Türkiye’nin kendine has ortamına çok uyuyor. Meşhur kazan fıkrasının anlattığı gibi, cehennemde, Türkiye kazanının başında zebani yoktur. İnsanların yandığı o kazandan kimse çıkamaz, çünkü ne zaman biri tutunup çıkmaya çalışsa, alttaki diğerleri onu paçalarından çekip alaşağı ederler. Halbuki dünyanın 5 kıtasındaki sanat tarihçileri, eleştirmenleri, bir çıkış sunan sanatçılarına her şeyden önce olumlu önyargı ile yaklaşıp, ona nasıl destek verebileceklerini araştırırlar. Böyle olmasaydı, ne Berlinli Neue Wilden Akımı çıkardı, ne Basquiat Basquiat olurdu, ne Chia diye bir sanatçı doğardı. Her biri çıktığı an tepelerine aynı anda yüz elli bin “This Has Been Done Before” tuğlası atılır, düşman bertaraf edilirdi. Ülkemizin de bir gün genç yazarları nezdinde bu yapıcı olgunluğa geçeceğini umarak İz’in yazısının 2. bölümüne dönelim.
İz, yazısına dayanak olarak Lucy Lippard’ın “The Dematerialization of the art object from 1966 to 1972” isimli kitabını sunmak istiyor. Halbuki ne yazık ki bu kitabın genel içeriğinin konumuzla bir ilgisi yok. Bu kitap “Kavramsal Sanat”ın o tarihler arasında bıraktığı izleri ele alıyor. Yani kitabın adı da sanatın artık alışılmış estetikler çerçevesinde tual veya heykel yerine kavramlar üstünden farklı bir sanat sunumuna yönelmesi içeriğini taşıyor.
İz bunun ardınan benim, 140 yıldır dikdörtgenin içerisinde gördüğümüz onca akımdan sonra, boş çerçevenin içinde gördüklerimizle bu gelenekte çok farklı bir yeni görüntü açıldığını aktarmamla ilgili olarak, akıl almaz derecede saf ve yersiz bir saptama yapıyor. Efendim arada onca fluxus, minimalizm, kavramsal sanat vs dönem geçmiş de ben nasıl bunları görmezden gelebilir mişim? (Fesupanallah!) Dinle genç kardeşim, bu sözleri nasıl ciddi ciddi yazabilirsin? Muhatap olduğun kişi bu dediğin konuları da kapsayan 7-8 sanat kitabı yazmış, bu sergide de hazır-yapımlardan yola çıkan bir analiz sunuyor. Demek ne doğru dürüst kitaplarımı okudun, ne de sanatımı tanıyorsun. Ben “yıllardır dikdörtgenden şu akımlar geçti” derken, “dikdörtgen dışı başka şey yaşanmadı” mı demiş oluyorum? Bu nasıl bir mantık? Lütfen biraz ciddi olalım. Kalkıp benim de “kariyerim de ağırlıkla resim olduğu için sanatı da yalnız çerçevenin içine indirgediğim” iddiası o kadar komik ki... Zahmet olmazsa“Tual Dışı ve Ötesi Bedri Baykam” (Piramid 2003)  kitabımı karıştırsan mesela, happeninglerim, enstalasyonlarım, Livart çıkışlarım ve videolarımı izleyebilirsin. 80’ler ve 90’lar boyunca Vasıf Kortun, Beral Madra ve Hasan Bülent Kahraman’ın yazıları da bu açıkları doldurur, neler yaptığımı anlamana yardım edebilir. Ki ben tual resmini hiç yadsımayıp, hakkını zaten verdiğim gibi, ömrümde yalnız tual resmi yapmış da olabilirdim! Bu da diğer tual dışı yaşanmışlıkları yadsıdığım anlamına gelmezdi. Tual resmi ve kavramsal sanat arasında düşmanlığa varan bir rekabet ve dışlama biraz yurt dışında da görülse bile, özellikle Türkiye’ye has bir hastalıktır.
Sonuçta modernizm sonrası çağdaş sanatı da ele aldığımızda, avangardizm tarihi “ağaçları sık dikilmiş bir orman”dır. Burada da birbirine yakın “birbirinin kardeşi, kuzeni” onca sanatçı vardır. Sayılamayacak kadar birbirinden çok ince çizgilerle ayrılan yapıt vardır. Dolayısıyla, İz, Lucy Lippard’ın kitabından söz edip, kendisine göre benim işimi gereksiz kılacak onca sanatçı olduğunu iddia ediyorsa, iki aydır ülkeyi altüst eden bu konuda bulduğu değerli kanıtı bir an önce soyut değil, somut olarak ortaya koymalıdır. Yani tavandan mekanın ortasına sarkıtılmış çift taraflı ikiz boş çerçeveyi ve taşıdığı söylemi!
Geliyoruz son paragrafa. Burada genç arkadaşımızın “uzam” kelimesinin kullanım alanını henüz bilmemesiyle ilgili bir duvarla karşılaşıyoruz. Extension “uzantı” olarak geçer. İz, space’i de mekan olarak kullanıyormuş. Halbuki space hem mekan (yani belirli bir özel alan, galeri, müze, salon, ahır) hem de uzam (yani insanı çevreden belli bir ölçüde ayıran ve içinden yaşam etkinliklerini ve eylemlerini sürdürmesine elverişli toprak, hava ve sudan oluşan çevre, eski Türkçe’de mahal) anlamında kullanılabilir. Nesnelerin “space”de işgal ettikleri nitelik/alan şeklinde kullanımı, sanat dünyasının yaygın dilinde yoktur.
Sonuçta terminolojik sorunları rafa kaldırırsak, İz’in iddia ettiği “nesnesiz bir uzam”dan söz eden yoktur, ama konumuz zaten o çerçevenin içinden görünecek “nesneler”in kendi maddi varlıkları değildir. Onlar artık “dokunulmazlığı olan” ve özenle saklanan elmasvari değerler değildir. Bizi ilgilendiren, çerçevenin içine sürekli girip çıkan, akar, değişken görüntülerdir. Bunlar insan, eşya, yapıt, yağmur, kaya, karga, araba, gök, orman olabilir bakış açımıza göre. Sonuçta çerçeve, dünyanın  yaşanan bir an/uzam sahnesini sunar. Bizi artık ilgilendiren temel konuda, çerçevenin bir hazır-yapım olması değildir. Çünkü zaten çift taraflı yapışmış ikiz çerçeve, artık ancak dolaylı bir eski hazır-yapımdır.
Son kertede İz, şunu bilsin ki, beyni son derece açık bir insan olan Duchamp, bu çerçeveleri görse, gülüp geçmezdi. Ayrıca yaptığım espride olduğu gibi de “kıskançlıktan çatlamazdı”, olsa olsa etkilenip bana satranç oynamayı teklif ederdi.
Yanlız son bir cümlede İz’in hakkını vermem lazım: Daha sonra kendisi de rahatsız olup, Ülker sataşmalarını çıkardıktan sonra ortada kalan yazısı sanatsal bir irdeleme peşindedir. Sonuçta üstteki paragraflar da tüm bu sürecin sanatsal bir ifadeyle vermeye gerek gördüğüm tek cevabıdır. Sahte veya yalan siyasi bindirmeler veya “evlere şenlik” bir magazin entel dili değil, sanatsal bir üslup kullanılmıştır. Bu açıdan İz’e teşekkür ederim.

EŞEĞİ NİĞDE’YE SÜRMEYE GEREK YOK!
Cüneyt Özdemir’in Radikal’deki yazısına yanıt verdim. Sayemde hayatta 2-3 gününü internette sanat okuyarak geçirdi. Benden yediği zılgıtlardan sonra herhalde bir daha “ya kardeşim bunun maliyeti kaça ki şu kadara satıyorsunuz?” gibi arka kapısından sanat tarihine geçen cümleleri bir daha kullanmaz. Bu arada bu muzır beyinli genç arkadaşımızın DİPNOT TV sitesinde “Bedri Baykam’ın çerçevesi çalıntı çıktı, hem de ne çalıntı!” başlığı, ne yazık ki boyundan büyük işlere kalkışan ve kendi alanının dışında macera arayan bir gazeteci için hüzün verici bir iflasa parmak basıyor. Bu yazıyı derhal sitesinden çıkarmasını hukuki açıdan kendisine tavsiye ediyorum.
Bu arada Taraf gazetesi bir soruşturma yapmış. Ahu Antmen’e de sormuşlar boş çerçeveleri. Yanıtı şu:
Türkiye sanat ortamında bir kesim, basit piyasa manipülasyonlarını kavramsal sanat olarak değerlendirmeye ve sunmaya kadar götürdü artık işi! Kavramsal sanatın eleştirel ve muhalif tavrının içi boşaltılarak her balona bir kılıf uydurulabileceği zannediliyor. Baykam Duchamp’a referans vermiş ama... bir laf vardır geçti Bor’un pazarı yahu! (Yahut belki Türkiye’de yeni kuruluyor?!)”
Pardon Sayın Antmen, kavramsal sanatın muhalif tavrı ile iş üretmeyi “Demokrasinin Kutusu” ile en somut örneklerden biriyle başlatanlar ve sürürenler arasındayım... da, kavramsal sanat politik olmaya “mecbur” mu sandınız yoksa? Tabii ki ortada öyle bir “şart” ne ulusal ne de uluslararası arenada yok! Bu arada konu Duchamp’dan açılınca “geçti Bor’un pazarı yahu” diyormuşsunuz! Ahu Hanım size kötü bir haberim var: Ne Duchamp’ın kendisi ne onun etrafında iş üretenler ne de hazır-yapım’lar gündemden düşmüş durumda! Yani bilin ki Bor’un pazarı geçmemiş, eşeği de Niğde’ye sürmeye gerek yok. Manavın önündeki direğe bağlayabilirsiniz.

SAHİDEN KENDİNİZİ BU DURUMA DÜŞÜRMEYE DEĞER Mİ?
Radikal’den Işıl Eğrikavuk “Başın Öne Eğilmesin” röportajında “boş çerçeve” ile ilgili soruyu şöyle yanıtlıyor: “Bundan 50 sene önce Fransız sanatçı Yves Klein’in boş bir galeriyi sanat eseri olarak sergilediğini ya da Andy Warhol’un 80’lerde yaptığı heykelsiz kaideyi düşünecek olursak Baykam’ın bakış açısının yeniliğini daha iyi tartabiliriz sanıyorum.” İşte burada aniden durarak Ayşegül Sönmez’e tekrar dönmek istiyorum. Bakın Sönmez de ilk yazısında ilgiyi nerede bulmuş:”Murat Ülker, Bedri Baykam’dan 100 bin dolara boş bir çerçeve satın almış. Bedri Baykam’ca söylersek, “bu daha önce yapıldı.” Çerçeve değil çekti bu kez satılan... Çeki yazan Mustafa Taviloğlu’ydu... Satan ise Halil Altındere. Sanatçı, koleksiyoner Mustafa Taviloğlu’nun ona bir iş üretmesi için yazdığı çeki büyütüp imzalayarak bir iş haline getirmiş. Contemporary İstanbul’da sergilemiş. Piyasanın değerlerinden ve daha da önemlisi aktörlerinden bağımsız bir estetik üretimi düşünülemeyeceğinin altını çizmişti. Baykam’ın çerçevesinin çerçevelediği ise sanat dünyasının bağımlılığından ziyade Murat Ülker’in bir koleksiyoner olarak yeni yeni çizilmekte olan portresi olmalı.” Şimdi hem Eğrikavuk’a hem Sönmez’e sormak istiyorum: Değer mi gerçekten? Sırf birşeyler söylemiş olmak için bu kadar alakasız örnekleri “bir intihal kokusu” bulurmuş gibi davranmak için kendinizi bu durumlar düşürmeye değer mi? Olsa olsa çorbaya kaçmış saç teli gibi duruyor o kıyaslamalar.
Bari hiç olmazsa bu iki hanımefendinin verdiği örnek Ahmet Uhri isimli bayın Yurt Gazetesi’nde verdiği “kitaptan intihal” iddiası kadar yaratıcı ve neşeli olsaydı diyorum! Meğer hepsi yanılmış! Bütün mesele 1995 yılında Füsun Umar çevirisiyle Ayrıntı Yayınevi tarafından yayınlanan Charles Willford’un “The Burnt Orange Heresy” romanındaymış! Meğer bu romanda karşı çatlak duvara dayalı süslü bir çerçeve varmış, ben de bu işlerin hepsini 1971’de yayınlandığında duvarda duran o çerçeveden indiragandi yapmışmışım! Bir dakika: İşte burada sevgili internet hafiyelerimize ifşa ediyorum: Mey-Sonier bu duvar boş çerçevesini 1883’de çıkardığına göre (ya da Magritte duvara dayalı boş çerçeve resmini 1928’de yaptığına göre) bu Willeford denen pespaye yazar, 1971’de, 88 yıl sonra bu fikri aşırımento yapmış! Ne var ki dünya bilgilerini kafacığında ezbere bilen yazarımız Uhri, işte bu noktayı maalesef pas geçmiş, bu nedenle o sayfayı da çevirelim!

SOL JARGONU BAYAĞILAŞTIRMA YARIŞI
Diğer iki yazarımız Evrensel ve Birgün gazetelerinde, konuyu kapitale bağlama merakı içindeler. Özcan Yaman, 27 Nisan tarihinde Evrensel’de “Aslında çerçeve dolu” yazısında şunları diyor: “Bedri Bey bilerek ya da bilmeyerek çerçevesini  sanat –sermaye ve siyaset ilişkisine çevirmiştir. O çerçeve içinde kolay kazanılan parayı, artı değerin nasıl çar çur edilebileceğini göstermiştir. Son bir iki haftada sağlıkta özelleştirmelerin geldiği noktayı hasta bir kızın Bakan Erdoğan Bayraktar’ı deşifre etmesiyle güncellerken, sanatın geldiği noktayı Bedri Bey’in çerçeve performansı gerçekleştirmiştir diyebiliriz. Bu durum, olsa olsa toplumdaki sınıfsal ayrılığın “tok’un açın halinden anlamadığı ya da anlamamazlıktan geldiğinin” çerçevedeki resmidir diyebiliriz.” Ve ekliyor: “Peki ne oldu? Ülker medenileşmiş! Sınıfsal çelişkileri mi bitmişti? Sermayenin egemenliği mi son buldu? Sansür mü ortadan kalktı? İnsanlar hukuka mı ulaştı ve de sanat insanlara mı?  Olsa olsa “Türkiye sermayenin, sanatla olan ilişkisi duygusallaşmıştır’ diyebiliriz.” Bu dost nerede yaşıyor, merak ettim: İlk defa mı bir resim satıldı sanıyor? İlk defa mı “kapital” bir resim aldı o gün! Sınıfsal çelişkilerin bitmesi beklense, bugüne kadar bu ülkede tek bir resim mi satılırdı? “İnsanlar hukuka mı ulaştı”, haklısın Özcan bey, mesela AKP gidene ve hukuk gelene kadar resim üretmeyelim, satmayalım. “Sansür mü ortadan kalktı?” Pardon? Sansürü ortadan kaldırma görevi Ülker’e mi verilmişti, bana mı?
Böylece Özcan Bey sayesinde Türkiye’de kapitalin tüm vahşiliğinden, emek-sermaye çelişkisinden ben sorumluymuşum ve herhalde ressamların yalnız işçilere resim satması gerekiyormuş, onu öğreniyorum. Sanırım Türkiye’de ve dünyada tüm meslektaşlarım bunu uyguluyor da benim haberim olmamış!

 Birgün’den Rahmi Öğdül aslında Özcan Bey’le çok benzer şeyler söylüyor da, o biraz daha yaratıcı: “Kentlerin tüm vitrinleri içeriği sürekli değişen boş çerçeveler değil mi? Bir eklentinin, yani konuyu sınırlamak için tuvalin etrafına yerleştirilen çerçevenin, konudan bağımsız olarak hayatı ele geçirmesinden başka birşey değil boş çerçeve”. İyi de sevgili Rahmi Bey, zaten kentin tüm tualetleri de hazır-yapım pisuarlarla dolup taşmıyor mu? Bunu da Marcel Bey’e söylemiş olsaydınız keşke!
Ardından daha da ileri gidiyor Rahmi Bey: “Her meta boş bir çerçeve olarak pazarlanmıyor mu? İçeriğine ihtiyacımız yokken ambalajlarıyla ya da çerçevesiyle bizi tavlayan metalarla dolu ortalık. İçini yine kapitalizmin biçimlendirdiği arzularımıza göre doldurabileceğimiz boş çerçeveler olarak dolaşıma giriyor metalar”. Peh peh peh! Bre! Ne damara basmışım ben yahu! Tüm kapitalist piyasadan ve tüm alış-verişlerden sorumlu müdür oluyorum artık herhalde! Tek bir sanatçı bu kadar büyük ve yoğun bir temsiliyet onurunu nasıl hak eder! Gerçekten koltuklarım kabardı!
Aslında Rahmi Bey, yalnız kapital üstünden değil, eleştiri dünyasında da beni olağanüstü boyutlarda onurlandırıyor: Öğdül, Duchamp’ın yeni Dadacılara söylediklerini Kahraman’a hatırlatıyor: “Yeni-Dadacılar benim hazır-nesnelerimde güzellik buluyorlar. Pisuarı ve şişeliği meydan okmak için suratlarına fırlatmıştım, oysa onlar estetik açıdan övüyorlar bunları”. Duchamp sonrası dünyanın sanatla yarattığı kırılmayı göz önünde tutarken Duchamp’ın kendinden sonrakiler için söylediklerini hatırlatmamak olmaz. Bedri Baykam da Duchamp’ın sövgü dolu sözlerinden nasibini alıyor”.
60 sene önce Duchamp’ın yaptığı yorumlar esasında en çok banaymış! Ama ben Gülhane Parkı’nda varamamışım bunun farkına! César, Arman, Warhol, şu, bu derken olay 7-8 kuşak sanatçı üstünden meğer esas bana dayanıyormuş... Yani yüzbinlerce sanatçı arasından bana fokus yapılıyor, hatta çerçeveleniyorum!

BEN BU LİNÇ KÜLTÜRÜNE ALIŞIĞIM, DERİM SERT
Belki bu kadar tepki gelmesinin püf noktası şuydu: İlk defa yaramazlığı bu kadar açıkça, normalde yalnız Batılı büyük isimlerin çarpıştığı bir kuram-sunum alanına taşımıştım. Ortada bilindik bir resimsel alan “efendi” bir mekan düzenleme platformu, alışılmış bir neon ışık numarası veya videonun parazitli sesi yok... Sunulan “iş” ve “sergi” normalde Batılı ustalara tahsis edilmiş bir özel alan. Eh, bir Türk’ün böyle iddialara girişemeyeceği ortadayken demek ki bu olsa olsa Bedri Baykam’ın hezeyanı veya intihali olabilir. Hepsi bu! Yürüttükleri mantık bu kadar basit... ve yüzleri kızarmadan bana “intihal var” diye sundukları örneklerin nasıl bir cahiliye dökümü olduğunu görmek için Clement Greenberg veya Einstein olmaya gerek yok. Göz ve beyin taşımak yeter.
Türk sanatına bugüne kadar yaptığım fiili, sanatsal veya teorik katkıların dökümünü yapacak değilim burda. Kimseden de teşekkür beklemiyorum. Ama bu kadar açıkça kışkançlık, mantıksızlık ve cehaletle yüklü saldırı da kabul etmiyorum. Seviyesizliğin de bir limiti var. Gelecek kuşaklar, bu dönemlerde birşeyler bitirmiş, başarmış insanlara karşı bu kompleksleri taşımayacaklar. Onlarla mükemmel bir ilişkim olacağından hiçbir şüphem yok.
Sanatta tartışmaya açık olmayan veriler vardır: Tarihler, kronoloji, kitaplar, manifestolar, açılmış sergiler, basın küpürleri vs.
Dolayısıyla kimi aklı evvellerin sandığı gibi sanat alanı, sürekli olarak siyasi ucuz iftir atarak veya açılan sergi içerikleri ve tarihi hakkında dedikoducu bir üslupla atıp tutulabilecek bir başı boş alan değildir. Mantıksızlık veya anakronizm lekelerini de hiçbir zaman affetmez.
Sanatçı risk aldığı oranda vardır. Piyasaya uygun, estetiği düzgün, boyası dolgun, teorisi olgun sanatla, sanat fuarlarından “başarılı” çıkabilirsiniz. Ama bu sizi ıssız çöllere, karlı dağ zirvelerine taşımaz.
Kendine ve ne yaptığına inanan sanatçıyı kimse yolundan döndüremez. Hiçbir iftira, hiçbir dedikodu, hiçbir beyhude komik saldırı... Bunu genç kuşakların asla unutmamasını dilerim. Bu yanıt da onlara örnek teşkil etsin diye yazılmıştır.
Bu davul anlayana çalar...