4 Temmuz 2013 Perşembe

Bedri Baykam'ın Genç Sanat Dergisi'nin Haziran sayısında yayımlanan yazısıdır.

BULVAR TİYATROSU KAHRAMANLARINA TOPLU YANIT
                                                                                                  BEDRİ BAYKAM

BİR DÜNYA KOMEDİSİNE GİRİŞ

Geçtiğimiz Nisan ayında, Türkiye’de bir “Dünya Komedisi” yaşandı. New York sergimde 7 adet boş çerçeve sergilediğim ve bunlardan birini koleksiyoner Murat Ülker’in aldığı haberi, bırakın sanatsal gündemi, ülkenin neredeyse siyasi gündemini bile sarstı! Yüzlerce haber, yorum, köşe yazısı ve daha da bol sanal medya ve sokak dedikodusu...
Yanlış anlamayın, elbette sergimin su taşırma kapasitesinin farkındaydım. Ancak yaşananlar, sanatsal eleştirinin ötesinde, ne yazık ki seviyesizlik içinde yüzerek kepazelik bölgelerine de girip çıktı. Sabırla bu yaşananları seyredip -daha önce yanıt verdiğim Ayşegül Sönmez ve Fatih Altaylı gibi dava konusu olabilecek birkaç yazı dışında- bunları biriktirip toplu bir yanıt vermek istedim.
“Dünya Komedisi” diyorum, çünkü aklı başında hiçbir ülkede, bir sanatçının avangard bir iddiayla ortaya konan sade bir sunumu, bu kadar gündem yaratmaz ve insanların biriktirdiği cerahati akıtmaya vesile olmaz!
Geriye bakıyorum da, 54 yıldır sanat yaparken daha önce 3-4 kez daha -aslında hepsi bana iltifat olacak şekilde - benzer şekilde kafaları birbirine tokuşturmayı başarmışım! Detaylarına girmeden birkaçını hatırlatırsam; “Dadaist” isimli barımın açılışında, efsanevi “şair ve boksör” Artur Cravan anısına iki genç kıza on beş dakikalık bir happening’de yağlı güreş yaptırmış olmam ve 2006’da yayınlanan 2 ciltlik otobiyografimi hazırlarken, çocukken benden gelen ilk spermi bir peçetede 1971’den beri sakladığımı hatırlayıp bir de bu defteri sergilemem, biri yirmi, diğeri 7 yıldır konuşulan tükenmez dünya harikaları! Şimdi bu literatüre bir de “Boş Çerçeve”yi eklemiş olduk! Ne mutlu bana!

HAKKIMDAKİ MALUM YANILGILAR
1963’ten beri bu ülkenin en meşhur birkaç ressamından biriyim. Hükümetler değişti, darbeler oldu, çağ değişti, hatta herkes kabul etmese de rejim değişti, ama bu olgu değişmedi. Egoların pazara çıkıp hergün birbiriyle sürtüşüp patladığı bir ortamda, kimi özgüveni eksik bazı meslektaşlarımın veya sanat insanlarının bunu bir kıskançlık, dedikodu, hatta bazen sataşma konusu yapabilmelerini bir yere kadar anlayışla kaldırabiliyorum. Bu dünyanın her yerinde benzer şekilde yaşanmış... Amerika’da da kimi dönem Jackson Pollock, kimi dönem Warhol, kimi dönemse Julian Schnabel okların hedefi veya günah keçisi olmuş. Ama belki yarım asır süren bir titrek hırıltı pek vuku bulmamış!
Yine burada detayına girmeyeceğim birkaç yanlış bilgi de, bu ve benzeri krizlerde etkili olmuş olabilir. Birincisi, benim “Harika Çocuk” seçilip devlet bursuyla yurtdışında okuduğum şeklindeki yanılgı. Diğeri de “zengin bir aileden gelip baba parasıyla Amerika’da bir yerlere yükseldi” söylentileri. Ne Harika Çocuk seçildim, ne yurtdışında devlet bursuyla okudum; ABD’ye cebimde sadece 800 $ ile taşındım. İsteyen “Sonsuz Okyanus” kitabımda detayları kanıtlarıyla okuyabilir. Veya mesela o günleri benimle paylaşan insanlardan ressam Suzan Batu ile konuşabilir. Başka “suçlarım” da var: 80’li yıllardan itibaren “Yeni Çağdaş Türk Sanatı” hakkında yazdığım onca makale, kitap, verdiğim onca konferans, hepsi belki bazı küratörleri üzmüş olabilir. Ne yapabilirim ki, o dönemlerde meydan çok boştu. “Boyanın Beyni” ve “Maymunların Resim Yapma Hakkı” gibi sanatın teorisi hakkındaki kitapları da birinin yazması gerekiyordu! Buradan çıkışla bazı genç küratör ve sanat yazarlarının meslekiBismillahlarını, bilinçaltlarında “Bedri Baykam’la mücadele kariyeri” olarak algılamalarını her şeye rağmen hayretle izliyorum!

BATI KOMPLEKSİNİ YENEMEYENLER
1984’te “Modern Sanat Tarihi Batı’nın Bir Oldu-Bittisidir” makalesini San Francisco Modern Sanat Müzesi’nin önünde dağıtırken veya yıllarca uğraşıp “Maymunların Resim Yapma Hakkı”nı yazarken, hedefim sanatta emperyalist tavırlarla yerleştirilmiş Batı hegemonyasını kırmak ve Batılı olmayan sanatçıları da, “Batı kompleksinden” kurtarmaktı. “Boş Çerçeve” sergisi vesilesiyle gördüm ki, bunu henüz hiç anlamayanlar olduğu gibi, tam tersine Batı sistemi karşısında kendini ezilmiş hissederek “bizden birşey çıkmaz” kompleksine bürünmüş onca insanımız var sanat dünyasında...
İzninizle özetini şöyle vereyim: O çerçeveyi Chicago veya Tokyo’da görmüş olsalar, bundan büyük keyif alacak olan kimi insanlar, burada eser sahibinin hem Türk hem de Bedri Baykam olduğunu öğrenince sivilce çıkarma yarışına girdiler. Üstelik sarfettikleri cümlelerin arkasında ne çeşit izler bıraktığının farkına bile varamadan!
Belki önce biraz düşünmelerini isterdim. Ne yaptığımı anlamaya çalışmalarını, eleştirmeden önce okumalarını, 20 yıl önce çıkardığım kitabı ellerine alıp sonra yorum yapmalarını beklerdim. Çünkü “Post-Duchamp Krizi” makalemdeki o düşünceler olmadan o hamle de o şekilde yapılamazdı.

İNTERNETTE “İNTİHAL” ARAMA İŞTAHI!
Bunu yapmak yerine, her biri hummalı bir faaliyetle internete girip, “boş çerçeve” yazıp, heyecanla Google’dan dökülecek “iyi” (!) haberleri beklemeye başladılar. Arama motorundan sonuçlar önlerine düşünce de onları tatmin edecek sonuçlara ulaştıklarını sanıverdiler! Eh, 1883 tarihli Mey-Sonier “Geleceğin Tabloları” çerçevesinden, Arnulf Rainer’in 1951 imzalı “Boş Çerçeve”si veya Ben Vautier’nin 1962 tarihli “Şasi”si veya İmi Knoebel’in 1968’e tarihlenen “Keirahmen”ine veya Gerold Miller’in 1999’dan “Ready-Mix C24”üne kadar onca farklı örnek vardı: Hepsi küçük farklarla duvara yaslanmış boş çerçeve, boş şasi, “boşumsu” çerçeve, önünde bazı şeyler olan boş çerçeve vs gibi 2005 yılına kadar giden farklı işlerdi. Böylece aradıkları “intihal” (!) kanıtlarını bulup “This Has Been Done Before” kavramımın içine oturttuklarına inanan onca süper zeka “Baykam’ın boş çerçevesi intihal çıktı” cümlesini etrafa kusup rahatlamaya başladı. Tabii bazı küçük noktaları unutarak...
1883 tarihli Mey-Sonier’nin duvara yaslanmış boş çerçevesi onlara göre bu konunun miladı ise, o zaman bu konuda sepete attıkları her diğer örnek, yani saydığım ve sayamadığım onca başka boş çerçeve yapıtı da birer “intihal” olmalıydı! Ama en sade mantıkla kendi duruşlarına göre böyle yorumlamaları gerekirken, onlar şu ilginç yolu takip etmeyi seçtiler: ”130 yıllık sürece yayılan her boş çerçeve işi özgün ve önemlidir, bir tek Bedri’ninki intihaldir, kopya kanıtıdır.” İşte böyle bir beyin sürüsüne ancak şapka çıkartılır. “Çok mu aradın, zor şartlar altında mı geliştirdin bu organı”  diye samimiyetle sorulur.
İşte Batı’ya karşı duyulan ezikliğin bundan daha büyük bir doğrudan kanıtı olamaz. Bu beyefendiler, hanımefendiler, yüksek oranda gelişme göstermiş birer beyin olarak, o tarihlerde veya bu tarihlerde Arnulf Rainer’e, Giulis Paolini’ye, Manolo Millares’e, Daniel Dezeuze’e gidip, yaylım ateşine başlayıp “siz intihal yaptınız, sizi gidi kopyacılar, biz keriz miyiz, böyle numaraları yer miyiz!?” diye slogan atmaya mı başladılar? Yok, hayır. Aralarında böyle bir eyleme karışan kahraman yok. Her biri Google tarihçiliği ile yetinip o bana saldıracakları mutlu ana kadar dizi seyretmeye devam etmişler!

DAHA DA VAHİM VAKALAR!
Aralarında iyice ruh sağlığını kaybedenler de var: Şöyle ki, bir romanda “duvara yaslanmış boş bir çerçeve varmış da Baykam’ın işi o romandan intihalmiş” diyenler, veya René Magritte (1929) ya da Philip Guston’un (1978)  duvara dayalı boş çerçeveli dekor düzenlemesi resimlerini burnuma dayayan fışkırık zekalara kadar hepsini gördüm ve “iyi sıhhatte olsunlar” demekle yetindim.
Peki, bu toplu hareket eden genç güruhun acaba çağdaş sanatta ve onun modern sanatla ilişkisinde, benzer bir hassasiyetle, birbirini andıran her esere ve her sanatçıya da saldırma refleksleri var mıydı?
Geçmişte Peter Halley’e “Seni Mondrian’a benzettim” diye veya David Salle’ye” Nedir bu adamın Picabia merakı?” diye savaş açmışlar mıydı? Jeff Koons’a, Damien Hirst’e gidip “Utanmıyor musunuz bay Duchamp’ın hazır-yapım alanına girmeye” diye çıkışmaları olmuş muydu? Yok, pek gören olmadı...
Şimdi işin püf noktasına gelirsek, ortaya koydukları hiçbir sözde “intihal” örneğinin yaptığım işler veya sergiyle bir alakası yoktu. Benimki, “duvara yaslanmış boş bir çerçeve” değildi ki! Birbirine eşit ikiz iki çerçevenin ters olarak sırt sırta sonsuza dek birleştirilmesi ve kesinlikle duvara yaslanmadan bir mekanda duvardan asılması ve her iki tarafından akıp giden “yaşam sahnelerinin” oluşturduğu “hazır akar görüntüler” üzerine kuruluydu. Bu olgu gerek basın bülteninde, gerek kataloglarda, gerek verdiğim röportajlarda çok net olarak ortaya konmasına ve normal zekada bir insanın bunu algılamasının pek zor olmamasına rağmen, ısrarla ve kötü niyetle topluma yalan söylemeye devam ettiler! Yüzleri kızarmadan! (kaldı ki demin verdiğim, birbirine %100 veya %98 benzeyen diğer boş çerçeve işler çizgisinde, ben de benzer bir “duvara yaslanan” iş yapmayı sürdürebilirdim! Herhalde bu 50 sanatçıdan daha az sanatsal hakkım yoktu ve onlara gık dememiş bu yüksek rütbeli genç eleştirmenler ordusunun bana da ağzını açma imkanı olmayacaktı!)

OKUMADAN, DÜŞÜNMEDEN ANINDA GÖRÜNTÜ EKSPERLER
Sanatın sürekli düşünülen ve öğrenilen dipsiz bir kuyu olduğunu, yani işin alfabesini bilselerdi, biraz alçakgönüllülükle, “mütevazılık”la, bu iş neymiş diye Robert Morgan, Hasan Bülent Kahraman -veya biraz sabretselerdi Kim Levin- yazılarına eğilip işin kökenini anlamaya çalışır, gülünç duruma düşmezlerdi. Ama yalnız Kahraman’ın yazısını algılayabilmek için üç yıl kapanıp okumaya ihtiyaç duyacaklarından, tüm bu verileri yok sayıp sanki “Taliban’ın Afganistan’da Buda heykelini tahrip etmesi hakkında ne düşünüyorsunuz?” gibi kolay cevaplı bir soruya yanıt verircesine, cerahatlerini içine düşünce katmadan iki dakikada mikrofonlara, kağıtlara akıtıverdiler! Hiçbir sanat insanına yakışmayacak şekilde, vurdumduymazca giriştiler bu tavra. Bu, -kendilerini solcu sananlar dahil- Özalizm’in yetiştirdiği “fast-food” gençliğin doğal tavrıydı! Emek, değer ve vicdan olmadan, iki saatte kendilerini eksper ilan edip bülbül gibi ötmek... Bulvar gazeteleri seviyesinde bir dille hiçbir çağdaş sanat okuma yöntemine girişmeden, analiz yapmadan...
ESAS GÜNCELLEME BOMBASI: FRIEZE’İN “BOŞ ÇERÇEVELERİ”
Geçen ay New York’taki Frieze sanat fuarı ise, bizim İstanbul’da kendiliğinden oluşan “Anti Çerçeve Timi”ni panik edecek nitelikte bir yapı gösterince, durumun traji-komedisi güncellenmiş oldu.
Şöyle ki, Frieze’de sergilenen eserlerin bir kısmında boşumsu ya da üstünde, önünde bir takım objelerle duvara dayalı olarak sunulan çerçevelerle, anı birebir yansıtmaya uğraşan aynalı işler, adeta benim sunumuma ulaşmaya çalışırcasına bir dayanışmaya girmişlerdi. İstanbul entel sanat ortamını hezeyana taşıyacak şekilde boş çerçeveyi duvara toslayanlar arasında, üzerine tül giydirmiş Liza Lou, duvardaki boş çerçevenin üzerini boya ve kumaşla örten Diana Molzan, çerçeveleri paketleyen Simon Dybbroe, çerçevelerin kimi bölgeleri üzerine graffiti ambalajlar yerleştiren Koreli Seung Tek Lee ve yine boş çerçevenin üzerine çeşitli malzemelere bandırılmış yılan derisi koyan Rose Keyser vardı. Frieze’in ferah ve geniş hollerinde yürürken, her an karşıma İstanbul’dan charter’la gelmiş ve ellerinde tencere, tava, düdük, pankart ve yanıp sönen ışıklarla bu durumu protesto eden ”boş-çerçeve-savar” timini göreceğimi sandım, ama herhalde saatlerimiz tutmadı! Halbuki Cüneyt Özdemir başta olmak üzere tüm medya ve entel dünya kalemlerimiz orada olsalar, New York’a bir Google dersi vererek bu yapıtlara bakmanın günah ve ayıp olduğunu, bunların Mey-Sonier’nin 1883 sunumundan sonra yüz kere yapıldığını anlatıp ciddi bir yaygara kopararak tarihe geçebilirlerdi.
İşin en ilginç noktası ise şu: Frieze’i birden istila eden boş çerçeveler, gerçekten de bizimkilerin internet hafiyeliklerinde bulduklarıyla çok paralel niteliklerdeydi. Yani onların da benim ürettiğim iş ve kavramla alakaları yoktu. Demek ki Cüneyt Özdemir ve Ahu Antmen ve Elif Dastarlı ve Özcan Yaman ve Ali Atıf Bir gibi yazarların acilen bir New York ortak bürosu açıp “işte gerçek intihal” başlığıyla ortak bir yayın çıkarmaları bile düşünülebilir!
Belgradlı sanatçı dostum, Selman Trtovaç, bu tavrı gösterenler hakkında “küçük ruhlar” (little souls) dedi bana. Bundan daha iyi bir tarif olabilir mi? Beni üzen, bazı genç “yetişmekte olan” sanat insanı adaylarının ötesinde, yaşını başını almış birkaç sanatçının da bu ucuz saldırıları sanal dünyada yaymaya tenezzül edecek kadar egolarına mağlup olmalarıydı. Neyse, onları “meslektaş” kontenjanından affetmeyi tercih ettim. Yüzüme bakabilirler...

1910’LARDAN BERİ SÜREGELEN HAZIR-YAPIM SÖMÜRÜSÜ
Yedi kuşaktır sanatçılar hazır-yapım furyası üzerinden Duchamp’ın mirasını Ali Baba’nın mağarasından hazineyi boşaltırcasına “indirmeyi” sürdürdüler. Buna “dur” diyen olmadığı gibi, dünya piyasası, başta Koons ve Hirst üstünden, bunu zirvede ödüllendirmeyi seçti. Yıllardır dünyanın onca müze ve galerisinde süren bu hazır-yapım furyasına “Post-Duchamp Krizi” teşhisi koymuş olan ben, ne yapacaktım? Batı’ya şirin görünmek için hem evrensel, biraz da yerel görünüp sergi mekanına 30 semaver, 50 halı mı atacaktım?
“Duchamp Kıskançlıktan Çatlardı” sergimin ne kadar önemli olup olmadığına zaman karar verir. Belki azıcık, belki de çok, bilemem. Ama en azından şunu söyleyebilirim: Galeri mekanına getirilip atılan veya pardon “yerleştirilen” onca hazır-yapımdan çok daha önemli olduğuna eminim!
En azından risk almayı tercih eden, sanatın alanını veya varoluş anını sorgulayan bir bakış açısı getirdim. Yıllarca içinde izlenimci, dışavurumcu, kübist, pop, minimal, kavramsal, fotoğraf-video işler seyrettik o çerçevenin içinde. Şimdi ise canlı, değişken, herkese göre farklı, realist, üç boyutlu, sonsuz katmanlı bir sahne var. Hem de çift yönlü... İlk anda o çerçeveye bakıp “burada hiçbir şey yok” denebilir. Halbuki orada “her şey” vardır. Bu spontan uzakdoğu felsefesinin varoluşçu algılanma anı ile ilgilidir. Çerçeve müzenin veya galerinin ortasına, bahçesine yerleştirilebilir, veya bir sokağa... Kimi zaman bir izlenimci sokak görüntüsü, kimi zaman soyut bir sanat uzamı sunar. Batı sanatının “Post-Duchamp Krizi” çerçevesinde “nesne” ile sürdürdüğü bu tutku-ötesi saplantıyı kırmak ve gözü nesneden ayırıp uzama ve zamana taşımak için dikildi bu çerçeveler. Her nesneyi orta yere “peygamberin sakalı” gibi kutsal ve milyonlarca dolarlık bir değer olarak yerleştirmeye alışmış bir sistem, artık zaman ve mekanı çerçeveleyip yaşamı sanat olarak sunmayı seçen bir anlayışla yer değiştirebilirdi.
Post-Duchamp Krizi’ne ilk yanıtımı, 1994 yılında “Livart” (Yaşayan Sanat) sergimle vermiştim. O takılmış plak gibi dönüp duran, yalama olan sistemi, canlı hayvanlar, aktörler, multi-medya bir yerleştirme ve her türlü izleyici katılımı ile resmen alt üst etmiştim. Bu sefer ise “Livart” değil yaşamın ta kendisi ve sürekli izdüşümleri ile bozuyorum bu sahte huzur ortamını! Hepsi bu...
Şimdi ortada bir gerçek var: 1860’dan bu yana modern ve çağdaş sanat dünyasında, evrenin her noktasında toptan neler olup bitmiş -Tanrı olmadığım için- bilemem. Ama herkes şunu bilsin ki, bu verilen örneklerin konuyla alakası YOK!

BEN BU FİLMİ DAHA ÖNCE GÖRMÜŞTÜM
“Çerçeve Krizi” gerçek içeriğiyle sanat sayfalarını dolduracağına, ülkemizin para ile olan hastalıklı  ilişkisi çerçevesinde önce fazlasıyla ekonomi sayfalarını doldurdu. İşin “satış” kısmına gelince... Mesela bu işler bir müzayede koleksiyonerinin anlayabileceği türden değil. Bu ancak gerçek avangardizmin kökenine inmek isteyen bir alıcının ilgileneceği türden. Çünkü bu bir dekor veya “hoş renk” cümbüşü değil, “fuar resmi” değil, standart bienal işi değil, değil oğlu değil! İşbu veriler eşliğinde hatırlatmak istiyorum ki, düşünsel ve fiili doğum süreci iki yıla uzanan bir sergi ve kataloğu ortadayken, Murat Ülker de eserler New York’a gitmeden iki gün önce görüp Black Box’u almışken, kimi saksağanlar, “bu işin Murat Ülker’e satılabilmek için” yapıldığını iddia edebilecek kadar kendilerini kaybettiler.
Bu vesileyle son bir hatırlatma daha yapmak istiyorum: Bu benim, ülkenin sanat sistemine getirdiğim ilk türbülans değil. 80’lerin en başına dönelim: 1981-86 arası, Türkiye’de Yeni Dışavrumculuğu tünel kazarak getirip anlattığım, savunduğum, ortaya çıkardığım ve Batı’yla ilk defa olarak ülkede eşzamanlı olarak tartışılır hale getirdiğim yıllara dönelim. İşte biraz nesnelliği, biraz vicdanı ve her şeyden önce sanatsal etiği olan bazı genç sanat tarihçiler ve eleştirmenler varsa, onlara bir ev ödevi vermek istiyorum: Bırakın benden o yıllarda etkilenen kendi kuşağımı veya benden sonra sonra gelen kuşağı, benden önceki kuşağın işlerine bakın. Bu sanatçılar arasında en bilindik isimlerin, 1986 öncesi yaptıklarına bakın, sonra da 1986’dan itibaren, benim 80’lerin başıyla beraber tırnaklarımla kazdığım tünelden sonraki işlerine bakın. Geniş fırça darbelerinin, cesur  renklerin, büyük ebatların, resimde yazının, kolajın nasıl açan papatyalar gibi resimlerine birden giriverdiğine bakın. Yani Yeni Dışavurumculuk tünelini inşa edişim öncesi ve sonrası diye bir hat çekin orta yere, 86 öncesi-sonrasını değerlendirin. Ben susuyorum. Yorumları siz yapın..
Ne kadar acıdır ki, tek modern sanat müzesi henüz 10 yaşını doldurmamış bu sistemde, bellek henüz oluşmadığı için benden önceki kuşak da, benden ortalama 20-25 yıl daha yaşlı olduğu için, o gün açtığım yoldan 5-10 yıl rötarla gelip bu yeni dünyaya kavuşanların ürettikleri işler, sırf sanatçısı daha yaşlı ve “duayen” diye, bu hafızasız ve kayıtsız ortamda “öncü” sayılabiliyor! Düşünüyorum da, ABD’de biri Pollock’un açtığı yoldan 10 yıl rötarla gitse, ama 20 yaş da daha yaşlı olsa aynı şekilde değerledirilir miydi… Bunu da tarihe havale ediyorum. Şimdi ise gelelim her biri yaylım ateşi açan “Boş çerçeve- savar” mensuplarına ve onlara verdiğim noktasal yanıtlara...

SAYGI VE BİLGİ NOKSANLIĞI
“SOL” gazetesinde, genç küratör Fırat Arapoğlu’nun, Dadaist Akımı’nın ansiklopedik bir dökümünü hatırlattığı yazısında müşahade ettiğimiz ana takıntı, “Ben şimdi bunun neresine oturtayım?” kıvranmasıdır. Ancak hiçbir yere oturmayan, hiçbir gerekçe ve mantık sunamadan gösterilen bu tavır, daha da vahimi büyük bir ukalalık hatta küstahlık eşliğinde düşüncesizce, saygısızca, avam bir dille sunulmaktadır. Şöyle ki, Arapoğlu “boş çerçeve belki bir otoportredir” diyerek aklısıra bana hakaret ederken, işi daha da saçmalamaya taşıyarak “Peki Bedri Baykam’ın 1960’lardan on yıllarca yıl sonra Duchamp’ı keşfetmesine ve referans vermesine ne diyebiliriz?” gibi bir inci yumurtlayabilecektir. Bedri Baykam’ın Duchamp’ı ilk uzun uzun referans verdiği yıl, 1987 idi. Fırat Arapoğlu ilkokula -belki- henüz başlamış, kısa pantalonlu bir bebekti. Modern sanat tarihini anlatan dizim, Cumhuriyet  gazetesinde o yılın Haziran ayında çarşaf çarşaf yayınlandı. Arapoğlu seksek oynarken o diziyi ıskalamış. Türk Çağdaş Sanat ortamında büyük iz bırakan “Boyanın Beyni” kitabı (içinde bu dizi de yer alarak) yayınlandığında yıl 1990’dı. Kitapta Modern Sanat Tarihi dışında, Post Modernizm üzerine ilk uzun çözümlemelerden biri ve sanatın düşünselliği-kavramsallığı üzerine birçok makalem yayınlandı. 1992’de UPSD sempozyumunda Post-Duchamp Krizi konferansı verdiğimde, Arapoğlu herhalde nihayet ilkokulu bitirmişti. Sanat bir maratondur. Kuşaklararası ilişkidir. O anda kendini gündemde ve ilahi güncel sanan, büyük bir ormanın yalnız tek bir ağacını temsil etmektedir. Kuşaklararası iletişim, saygı ve özeni öğrenmeden, bu cahil ve kendi boşluğunu deşifre eden tavırlarla bir insan hiçbir yere varamaz. Sanat yazarlığı böyle yapılmaz. Arapoğlu’na bunun kalıcı bir ders oluşturmasını, bundan sonra bu mesleği, geçmişi Arapoğlu ve kuşağının üzerine rahat oturabilmeleri  için emekle donatmış insanlara karşı daha dikkatli olmayı öğrenmesini diliyorum. Yoksa daha bunun gibi çok salvo yer hayatta. Benden kendisine abi tavsiyesi.

SİYASAL YALAN VE İFTİRAYA KALKIŞANLAR!
Sırada Radikal.blog’da “Boşş Çerçeve” isimli ahlaksız yazıyı kaleme alan Kemal Bozkurt. “Ahlaksız” deme nedenimin “boş çerçeve” muhabbetleriyle alakası yok. Bu şahıs, utanmadan şu satırları kaleme alabilmiş. “Ama benim unutamadığım Hrant’ın katlinin hemen öncesinden 301 dolayımıyla onun katledilmesine giden yolda sanatsal desteğini veren biriyken, öldürüldüğü anda da herkesten önce oraya gelerek ‘Ah ne üzgünüm’ mesajı vermeye çalışmasıydı. Boş çerçevenin dolu hikayesi buydu benim için.”
Bu satırları yazarak bana hakaret ettiğini sanan bu seviyesiz, bu alçak ithamları destekleyecek tek bir makalemi, tek bir imzamı, tek bir fotoğrafımı, tek bir videomu, tek bir kanıtı, bu yeryüzünde sunamaz. Çünkü bulamaz. Çünkü yoktur. İnsan kafadan dolma, uydurma, böyle palavralar atarak bir başka insanı karalayamaz. Ucunda hepimizi kahreden ağır cinayet yaşanmış bir olaya böyle alçakça bir iftirayı, seviyeli hiçbir insan uydurup ekleyemez.
İşin çerçeve kısmına gelince, durum içler acısı: Beyefendi diyor ki “Nurcan’a sordum dün, ressamsındır, sen de bilirsin, ne diyorsun’ diye. ‘Ahhh!’ dedi. “O kadar çok yapıldı ki artık klişe olmaktan bile çıktı”.
Nurcan kim? Soyadı ne? Sanat tarihçi mi? Dikiş kursuna mı katılıyor? Bilirkişi mi? Bilen yok! Bu arada Ülker’e resim atan tek Atatürkçü (!) ressam olduğumu da kendisinden öğrendim; geçiniz...
“Sanatatak” sitesinde Ayşegül Sönmez’e verdiğim ve Milliyet’te 15 Nisan 2013’te kısmen yayınlanan yanıtımı, Sönmez’in genç bir anne olduğunu düşünerek ve yazar geleceğini korumak adına buraya almıyorum. Bunun yerine Ali Şimşek isimli, kendini “sanat eleştirmeni” olarak sunmaya çalışan birinin “Kalpaklı Duchamp” başlıklı yazısına yanıt vereceğim.
“Kaliforniya'nın güneşli atmosferinde pişip ülkemize teşrif ettiğinde yıldızı da fazlasıyla parlamaya başlamıştı. Onun kalın boya akıtmalarında bir borsacı yuppie'nin hazcı tınıları da vardı...”
İşte burda “hop dedik!” diyip duralım ve öncelikle Şimşek’in kendisine yakıştırmaya çalıştığı “sanat eleştirmeni” sıfatını sökelim. Dünyanın neresinde bir sanat yazarı böyle rezil bir üslupla bir sanatçıyı aşağıladığını sanarak kalem sallayabilir? Bir Alman’ın, bir Hollandalı’nın bir sanatçıyı eleştirecek olsa bile böyle bir ucuz magazin üslubu kullanması mümkün mü?
Gelelim Ali Şimşek’in “teknik” olarak neden bir sanat yazarı olamadığına:
Aklı sıra çektiğim nü resimler veya oynadığım filmleri de araya karıştırıp oradan da iğnelemeye çalıştıktan sonra yeni inciler dökülüyor: “Fakat Baykam'ın hazcı dışavurumculuğu 1994 sonrası önemli bir evrim geçirecek, Refah Partisi'nin İstanbul'u kazanması, iktidara gelmesi ve 28 Şubat'a giden süreçte anlayışı farklılaştıracaktı. AKP iktidarıyla günümüzde somutlanan bu kapana doğru Baykam'ın işleri de fazlasıyla politikleşecek, 27 Mayıs ve Deniz Gezmiş gibi vurgular çalışmalarının belkemiğini oluşturacaktı.” Ali Bey bir sanat tarihçi veya eleştirmen ciddiyeti ile çalışmadığından, dedikodu ve uçuşan bilgilere güvenip, araştırma yapmadan bol keseden atıyor. Benim siyasi duyarlılıklarım, 1984’te “Modern Sanat Tarihi Batı’nın Bir Oldu-Bittisidir” manifestosuyla başlamıştı. Daha önce Deniz Gezmiş yaşarken ortaokulda yaptığım portreleri de cabası... 1987’de ABD’den döndükten sonra 1994 seçimlerinde kırılan vazonun çoook öncesinde, Türkiye’nin iç siyasetiyle ilgili duyarlılıklarım su yüzüne fazlasıyla çıkmıştır: Demokrasinin Kutusu, Referandum Kutusu, Kubilay Odası (1987). Tabii o yıllarda herhalde Şimşek liseyi bitirmeye çalıştığı için bu konuların pek farkında değildi. 27 Mayıs sergim 555K, Şimşek’in sandığından çok önce, 1990 yılında açılmıştır. Üniversiteye girmeye çalıştığı yıl ise, Evren ve Özal iktidardaydı. 12 Eylül sürüyordu. Ben ise, işkence ve sansüre karşı dev riskler alan bir sergi açıyordum. Hem de herkesin sinmiş olduğu karanlık bir ortamda. Üstelik hem o yıllarda Refah’ın 1994’de seçimi kazanmasını da dışarıdan seyretmedim. 1993’te ADD, ÇYDD, DİSK ve birçok aydının katılımıyla solda birliği ısrarla talep eden “Taban Operasyonu”nu başlattım. Ali Bey, bugünlere kadar yuvarlanacak karanlık bir ülkede yaşamasın diye; ama Ecevit, Baykal ve Karayalçın’ı ikna edemedik.
Şimşek’in bilgi donanım eksikliği bunlarla sınırlı değil. İzleyelim: “Baykam her ne kadar 80'li yılların haz ve dışavurum patlaması yaşayan büyük tuvallerin, 90 sonrası yükselen kavram ağırlıklı güncel-çağdaş sanat karşısında gerilediğini görse de, (bu Nişantaşı'ndan Taksim'e de bir kaymayı getirdi) zaman zaman kavramsal tınılı enstelasyonlar barındıran projelere de girişiverdi.” Birileri beyfendiye münasip bir dille hatırlatmalı: O sözünü ettiği sanat tarzının da öncü isimlerindenim. Multi-medyayı, siyaseti, kavramları, beş duyuya hitap eden “Yaşayan Sanat”ı, müziği, canlı enstalasyonları, erotizmi, izleyiciyi toptan içine alan sergi düzenlemelerini galeri ve bienal alanlarına taşıyan da 1987’den itibaren benim. Birileri adını 5 yıl sonra “yaşayan sanat”tan “güncel sanat”a çevirince, değişen bir şey  olmadı.  İşin acı tarafı şu: Bu anlattıklarımı on binlerce kişinin gezdiği sergilerden bilmeleri dışında, her şey tarihli, belgeli, kataloglu, manifestolu vs.
Bırakın tecrübesizliği, internetten bile beslenmeyi başaramayan bu arkadaşımız, deforme sol jargonlarla süslü saldırı yazıları hazırlarken, biraz da ön hazırlık yapıp kendisini bu denli zor durumda bırakmamalı. Benden ona da abi tavsiyesi. UPSD’yi ise yine sınırlı “eleştirel” kapasitesiyle “çoğu laik, kentin üst gelir grubuna ait, Kemalist, şehirli bir sanatçı çevresi” diye tanımlayıp aşağılamaya kalkması ise maalesef her açıdan yerlerde sürünen, yanıt vermeye kesinlikle değmeyecek bir zırvalama çabası. (Mesela “çoğu sabıkalı” der gibi, “çoğu laik” diyebiliyor! Demek kendisi anti-laik!)

GAFLARINI UNUTTURMAK İSTEYEN BİR GENÇ
Yine Sanatatak’ta Kemal İz “Duchamp Görseydi Güler Geçerdi” başlıklı yazısıyla sırasını alıyor. Öncelikle bültende yer alan bir yıl hatasını düzelttiği için teşekkürler. Pisuar işi 1917 yerine 1913 ibaresi taşıyordu. (Bu yapıt daha önce tüm kalıcı yayın ve kitaplarımda 1917 tarihiyle yer alıyor).
Kemal İz’in yazısında Hasan Bülent Kahraman’dan “Büyük Türk Foucault’su” şeklinde söz edilebilmesi, Türkiye’de bir önceki kuşağa saygısızlık ederek kendini parlatmaya çalışan yeni bir tipolojinin tezahürü. Bunu yaparak kendisine yazık ediyor. Yoksa Kahraman’ın kim olduğunu ve seviyesini zaten herkes bilir.
Gelelim benim hakkımda yaptığı seviyesiz saygısızlık denemesine: “Tümüyle kavramsal bir göndermeye sahip. Yani fazlasıyla suyu çıkmış, Post-Duchamp bir dönemde bir güzel sanatlar fakültesi öğrencisinin bile yapmayacağı, utanıp tenezzül etmeyeceği bir cin fikirliliğe dayanıyor. Hazır-yapım eserlerin ve günümüz sanatının ‘buluş’ mantığı fazlasıyla gına getirdiği için buraları kurcalayarak okuru yormak istemem açıkçası”.
Şimdi İz’e soralım: Bunları sayarken kendisinin mantığı ne? Bu işler nerede “gına getirmiş”? Hangi tarihte, kim, nerede yapmış? Zaten sanat dünyasının tamamı o “buluş” veya “sunuş farkı” üzerine kurulu değil mi? Her fuar ve her bienalde o “cin fikirlilik” veya “buluş” diye aşağıladığı şeyler yok mu? İz, ardından popüler kültürün dedikodusal uzantılarının dayanılmaz hafifliğine teslim olup, aklı yettiğince, Murat Ülker, Tayyip, Silivri hattında birşeyler gevelemeye çalışıyor. Kendisi o satırları yazdıktan sonra ben 3 kere daha gittim Silivri’ye, arkadaşlarımın davasına. Benim hiçbir zaman değişmeyeceğimi herkes bilir. O çerçeveye girenler değişir mi veya değişmiş sayılır mı, orası benim bölgem değil, bilemem.
İz, bu yazıdan bir ay kadar sonra, herhalde ayıp ettiğini düşünüp Mayıs ayında “fakülte öğrencisinin tenezzül etmeyeceği” bölümünü ve Kahraman hakkında söylediklerini çıkarmış. Bu sefer yerine ilk yazısı kadar uzun, bir “sanatsal eleştiri” eki koymuş. Şimdi de bu bölüme olan yanıtlarıma gelelim:
İz diğer hazır-yapımları Duchamp’ın Pisuar’ı yanında “birer parodi olmaktan öteye geçemez” derken, doğal olarak haklı ve benim 21 yıl önce “Post-Duchamp Krizi”nde söylediklerimi tekrarlıyor. Ama benim boş çerçevelerimin de bu parodi geleneğinin bir parçası olmayı sürdürdüğünü söylerken neden-sonuç-mantık üçgeninde defalarca karaya oturuyor.

ERGENEKON SAVCILARIYLA PARALEL GİDEN MANTIK
Bu yanıtın detayına inmeden önce, bu vesileyle bir genel vurgu yapmam lazım: Burada gerek İz’in gerek diğer yazarlarımızın ortak tavrı, aynen Ergenekon savcılarının bir benzeri. Şöyle ki gerekçelerden sonuca varan bir analiz yapmadıkları gibi, varmak istedikleri sonuçtan yola çıkıp, ona göre her yerde, geçmişte, benim geçmişimde, internette, dünyanın yayınlanmış her kitabında, “Bedri Baykam’ın yapıtının neden özgün olamayacağı” konusunda delil ve mantık arama işine koyuluyorlar. Bu, Türkiye’nin kendine has ortamına çok uyuyor. Meşhur kazan fıkrasının anlattığı gibi, cehennemde, Türkiye kazanının başında zebani yoktur. İnsanların yandığı o kazandan kimse çıkamaz, çünkü ne zaman biri tutunup çıkmaya çalışsa, alttaki diğerleri onu paçalarından çekip alaşağı ederler. Halbuki dünyanın 5 kıtasındaki sanat tarihçileri, eleştirmenleri, bir çıkış sunan sanatçılarına her şeyden önce olumlu önyargı ile yaklaşıp, ona nasıl destek verebileceklerini araştırırlar. Böyle olmasaydı, ne Berlinli Neue Wilden Akımı çıkardı, ne Basquiat Basquiat olurdu, ne Chia diye bir sanatçı doğardı. Her biri çıktığı an tepelerine aynı anda yüz elli bin “This Has Been Done Before” tuğlası atılır, düşman bertaraf edilirdi. Ülkemizin de bir gün genç yazarları nezdinde bu yapıcı olgunluğa geçeceğini umarak İz’in yazısının 2. bölümüne dönelim.
İz, yazısına dayanak olarak Lucy Lippard’ın “The Dematerialization of the art object from 1966 to 1972” isimli kitabını sunmak istiyor. Halbuki ne yazık ki bu kitabın genel içeriğinin konumuzla bir ilgisi yok. Bu kitap “Kavramsal Sanat”ın o tarihler arasında bıraktığı izleri ele alıyor. Yani kitabın adı da sanatın artık alışılmış estetikler çerçevesinde tual veya heykel yerine kavramlar üstünden farklı bir sanat sunumuna yönelmesi içeriğini taşıyor.
İz bunun ardınan benim, 140 yıldır dikdörtgenin içerisinde gördüğümüz onca akımdan sonra, boş çerçevenin içinde gördüklerimizle bu gelenekte çok farklı bir yeni görüntü açıldığını aktarmamla ilgili olarak, akıl almaz derecede saf ve yersiz bir saptama yapıyor. Efendim arada onca fluxus, minimalizm, kavramsal sanat vs dönem geçmiş de ben nasıl bunları görmezden gelebilir mişim? (Fesupanallah!) Dinle genç kardeşim, bu sözleri nasıl ciddi ciddi yazabilirsin? Muhatap olduğun kişi bu dediğin konuları da kapsayan 7-8 sanat kitabı yazmış, bu sergide de hazır-yapımlardan yola çıkan bir analiz sunuyor. Demek ne doğru dürüst kitaplarımı okudun, ne de sanatımı tanıyorsun. Ben “yıllardır dikdörtgenden şu akımlar geçti” derken, “dikdörtgen dışı başka şey yaşanmadı” mı demiş oluyorum? Bu nasıl bir mantık? Lütfen biraz ciddi olalım. Kalkıp benim de “kariyerim de ağırlıkla resim olduğu için sanatı da yalnız çerçevenin içine indirgediğim” iddiası o kadar komik ki... Zahmet olmazsa“Tual Dışı ve Ötesi Bedri Baykam” (Piramid 2003)  kitabımı karıştırsan mesela, happeninglerim, enstalasyonlarım, Livart çıkışlarım ve videolarımı izleyebilirsin. 80’ler ve 90’lar boyunca Vasıf Kortun, Beral Madra ve Hasan Bülent Kahraman’ın yazıları da bu açıkları doldurur, neler yaptığımı anlamana yardım edebilir. Ki ben tual resmini hiç yadsımayıp, hakkını zaten verdiğim gibi, ömrümde yalnız tual resmi yapmış da olabilirdim! Bu da diğer tual dışı yaşanmışlıkları yadsıdığım anlamına gelmezdi. Tual resmi ve kavramsal sanat arasında düşmanlığa varan bir rekabet ve dışlama biraz yurt dışında da görülse bile, özellikle Türkiye’ye has bir hastalıktır.
Sonuçta modernizm sonrası çağdaş sanatı da ele aldığımızda, avangardizm tarihi “ağaçları sık dikilmiş bir orman”dır. Burada da birbirine yakın “birbirinin kardeşi, kuzeni” onca sanatçı vardır. Sayılamayacak kadar birbirinden çok ince çizgilerle ayrılan yapıt vardır. Dolayısıyla, İz, Lucy Lippard’ın kitabından söz edip, kendisine göre benim işimi gereksiz kılacak onca sanatçı olduğunu iddia ediyorsa, iki aydır ülkeyi altüst eden bu konuda bulduğu değerli kanıtı bir an önce soyut değil, somut olarak ortaya koymalıdır. Yani tavandan mekanın ortasına sarkıtılmış çift taraflı ikiz boş çerçeveyi ve taşıdığı söylemi!
Geliyoruz son paragrafa. Burada genç arkadaşımızın “uzam” kelimesinin kullanım alanını henüz bilmemesiyle ilgili bir duvarla karşılaşıyoruz. Extension “uzantı” olarak geçer. İz, space’i de mekan olarak kullanıyormuş. Halbuki space hem mekan (yani belirli bir özel alan, galeri, müze, salon, ahır) hem de uzam (yani insanı çevreden belli bir ölçüde ayıran ve içinden yaşam etkinliklerini ve eylemlerini sürdürmesine elverişli toprak, hava ve sudan oluşan çevre, eski Türkçe’de mahal) anlamında kullanılabilir. Nesnelerin “space”de işgal ettikleri nitelik/alan şeklinde kullanımı, sanat dünyasının yaygın dilinde yoktur.
Sonuçta terminolojik sorunları rafa kaldırırsak, İz’in iddia ettiği “nesnesiz bir uzam”dan söz eden yoktur, ama konumuz zaten o çerçevenin içinden görünecek “nesneler”in kendi maddi varlıkları değildir. Onlar artık “dokunulmazlığı olan” ve özenle saklanan elmasvari değerler değildir. Bizi ilgilendiren, çerçevenin içine sürekli girip çıkan, akar, değişken görüntülerdir. Bunlar insan, eşya, yapıt, yağmur, kaya, karga, araba, gök, orman olabilir bakış açımıza göre. Sonuçta çerçeve, dünyanın  yaşanan bir an/uzam sahnesini sunar. Bizi artık ilgilendiren temel konuda, çerçevenin bir hazır-yapım olması değildir. Çünkü zaten çift taraflı yapışmış ikiz çerçeve, artık ancak dolaylı bir eski hazır-yapımdır.
Son kertede İz, şunu bilsin ki, beyni son derece açık bir insan olan Duchamp, bu çerçeveleri görse, gülüp geçmezdi. Ayrıca yaptığım espride olduğu gibi de “kıskançlıktan çatlamazdı”, olsa olsa etkilenip bana satranç oynamayı teklif ederdi.
Yanlız son bir cümlede İz’in hakkını vermem lazım: Daha sonra kendisi de rahatsız olup, Ülker sataşmalarını çıkardıktan sonra ortada kalan yazısı sanatsal bir irdeleme peşindedir. Sonuçta üstteki paragraflar da tüm bu sürecin sanatsal bir ifadeyle vermeye gerek gördüğüm tek cevabıdır. Sahte veya yalan siyasi bindirmeler veya “evlere şenlik” bir magazin entel dili değil, sanatsal bir üslup kullanılmıştır. Bu açıdan İz’e teşekkür ederim.

EŞEĞİ NİĞDE’YE SÜRMEYE GEREK YOK!
Cüneyt Özdemir’in Radikal’deki yazısına yanıt verdim. Sayemde hayatta 2-3 gününü internette sanat okuyarak geçirdi. Benden yediği zılgıtlardan sonra herhalde bir daha “ya kardeşim bunun maliyeti kaça ki şu kadara satıyorsunuz?” gibi arka kapısından sanat tarihine geçen cümleleri bir daha kullanmaz. Bu arada bu muzır beyinli genç arkadaşımızın DİPNOT TV sitesinde “Bedri Baykam’ın çerçevesi çalıntı çıktı, hem de ne çalıntı!” başlığı, ne yazık ki boyundan büyük işlere kalkışan ve kendi alanının dışında macera arayan bir gazeteci için hüzün verici bir iflasa parmak basıyor. Bu yazıyı derhal sitesinden çıkarmasını hukuki açıdan kendisine tavsiye ediyorum.
Bu arada Taraf gazetesi bir soruşturma yapmış. Ahu Antmen’e de sormuşlar boş çerçeveleri. Yanıtı şu:
Türkiye sanat ortamında bir kesim, basit piyasa manipülasyonlarını kavramsal sanat olarak değerlendirmeye ve sunmaya kadar götürdü artık işi! Kavramsal sanatın eleştirel ve muhalif tavrının içi boşaltılarak her balona bir kılıf uydurulabileceği zannediliyor. Baykam Duchamp’a referans vermiş ama... bir laf vardır geçti Bor’un pazarı yahu! (Yahut belki Türkiye’de yeni kuruluyor?!)”
Pardon Sayın Antmen, kavramsal sanatın muhalif tavrı ile iş üretmeyi “Demokrasinin Kutusu” ile en somut örneklerden biriyle başlatanlar ve sürürenler arasındayım... da, kavramsal sanat politik olmaya “mecbur” mu sandınız yoksa? Tabii ki ortada öyle bir “şart” ne ulusal ne de uluslararası arenada yok! Bu arada konu Duchamp’dan açılınca “geçti Bor’un pazarı yahu” diyormuşsunuz! Ahu Hanım size kötü bir haberim var: Ne Duchamp’ın kendisi ne onun etrafında iş üretenler ne de hazır-yapım’lar gündemden düşmüş durumda! Yani bilin ki Bor’un pazarı geçmemiş, eşeği de Niğde’ye sürmeye gerek yok. Manavın önündeki direğe bağlayabilirsiniz.

SAHİDEN KENDİNİZİ BU DURUMA DÜŞÜRMEYE DEĞER Mİ?
Radikal’den Işıl Eğrikavuk “Başın Öne Eğilmesin” röportajında “boş çerçeve” ile ilgili soruyu şöyle yanıtlıyor: “Bundan 50 sene önce Fransız sanatçı Yves Klein’in boş bir galeriyi sanat eseri olarak sergilediğini ya da Andy Warhol’un 80’lerde yaptığı heykelsiz kaideyi düşünecek olursak Baykam’ın bakış açısının yeniliğini daha iyi tartabiliriz sanıyorum.” İşte burada aniden durarak Ayşegül Sönmez’e tekrar dönmek istiyorum. Bakın Sönmez de ilk yazısında ilgiyi nerede bulmuş:”Murat Ülker, Bedri Baykam’dan 100 bin dolara boş bir çerçeve satın almış. Bedri Baykam’ca söylersek, “bu daha önce yapıldı.” Çerçeve değil çekti bu kez satılan... Çeki yazan Mustafa Taviloğlu’ydu... Satan ise Halil Altındere. Sanatçı, koleksiyoner Mustafa Taviloğlu’nun ona bir iş üretmesi için yazdığı çeki büyütüp imzalayarak bir iş haline getirmiş. Contemporary İstanbul’da sergilemiş. Piyasanın değerlerinden ve daha da önemlisi aktörlerinden bağımsız bir estetik üretimi düşünülemeyeceğinin altını çizmişti. Baykam’ın çerçevesinin çerçevelediği ise sanat dünyasının bağımlılığından ziyade Murat Ülker’in bir koleksiyoner olarak yeni yeni çizilmekte olan portresi olmalı.” Şimdi hem Eğrikavuk’a hem Sönmez’e sormak istiyorum: Değer mi gerçekten? Sırf birşeyler söylemiş olmak için bu kadar alakasız örnekleri “bir intihal kokusu” bulurmuş gibi davranmak için kendinizi bu durumlar düşürmeye değer mi? Olsa olsa çorbaya kaçmış saç teli gibi duruyor o kıyaslamalar.
Bari hiç olmazsa bu iki hanımefendinin verdiği örnek Ahmet Uhri isimli bayın Yurt Gazetesi’nde verdiği “kitaptan intihal” iddiası kadar yaratıcı ve neşeli olsaydı diyorum! Meğer hepsi yanılmış! Bütün mesele 1995 yılında Füsun Umar çevirisiyle Ayrıntı Yayınevi tarafından yayınlanan Charles Willford’un “The Burnt Orange Heresy” romanındaymış! Meğer bu romanda karşı çatlak duvara dayalı süslü bir çerçeve varmış, ben de bu işlerin hepsini 1971’de yayınlandığında duvarda duran o çerçeveden indiragandi yapmışmışım! Bir dakika: İşte burada sevgili internet hafiyelerimize ifşa ediyorum: Mey-Sonier bu duvar boş çerçevesini 1883’de çıkardığına göre (ya da Magritte duvara dayalı boş çerçeve resmini 1928’de yaptığına göre) bu Willeford denen pespaye yazar, 1971’de, 88 yıl sonra bu fikri aşırımento yapmış! Ne var ki dünya bilgilerini kafacığında ezbere bilen yazarımız Uhri, işte bu noktayı maalesef pas geçmiş, bu nedenle o sayfayı da çevirelim!

SOL JARGONU BAYAĞILAŞTIRMA YARIŞI
Diğer iki yazarımız Evrensel ve Birgün gazetelerinde, konuyu kapitale bağlama merakı içindeler. Özcan Yaman, 27 Nisan tarihinde Evrensel’de “Aslında çerçeve dolu” yazısında şunları diyor: “Bedri Bey bilerek ya da bilmeyerek çerçevesini  sanat –sermaye ve siyaset ilişkisine çevirmiştir. O çerçeve içinde kolay kazanılan parayı, artı değerin nasıl çar çur edilebileceğini göstermiştir. Son bir iki haftada sağlıkta özelleştirmelerin geldiği noktayı hasta bir kızın Bakan Erdoğan Bayraktar’ı deşifre etmesiyle güncellerken, sanatın geldiği noktayı Bedri Bey’in çerçeve performansı gerçekleştirmiştir diyebiliriz. Bu durum, olsa olsa toplumdaki sınıfsal ayrılığın “tok’un açın halinden anlamadığı ya da anlamamazlıktan geldiğinin” çerçevedeki resmidir diyebiliriz.” Ve ekliyor: “Peki ne oldu? Ülker medenileşmiş! Sınıfsal çelişkileri mi bitmişti? Sermayenin egemenliği mi son buldu? Sansür mü ortadan kalktı? İnsanlar hukuka mı ulaştı ve de sanat insanlara mı?  Olsa olsa “Türkiye sermayenin, sanatla olan ilişkisi duygusallaşmıştır’ diyebiliriz.” Bu dost nerede yaşıyor, merak ettim: İlk defa mı bir resim satıldı sanıyor? İlk defa mı “kapital” bir resim aldı o gün! Sınıfsal çelişkilerin bitmesi beklense, bugüne kadar bu ülkede tek bir resim mi satılırdı? “İnsanlar hukuka mı ulaştı”, haklısın Özcan bey, mesela AKP gidene ve hukuk gelene kadar resim üretmeyelim, satmayalım. “Sansür mü ortadan kalktı?” Pardon? Sansürü ortadan kaldırma görevi Ülker’e mi verilmişti, bana mı?
Böylece Özcan Bey sayesinde Türkiye’de kapitalin tüm vahşiliğinden, emek-sermaye çelişkisinden ben sorumluymuşum ve herhalde ressamların yalnız işçilere resim satması gerekiyormuş, onu öğreniyorum. Sanırım Türkiye’de ve dünyada tüm meslektaşlarım bunu uyguluyor da benim haberim olmamış!

 Birgün’den Rahmi Öğdül aslında Özcan Bey’le çok benzer şeyler söylüyor da, o biraz daha yaratıcı: “Kentlerin tüm vitrinleri içeriği sürekli değişen boş çerçeveler değil mi? Bir eklentinin, yani konuyu sınırlamak için tuvalin etrafına yerleştirilen çerçevenin, konudan bağımsız olarak hayatı ele geçirmesinden başka birşey değil boş çerçeve”. İyi de sevgili Rahmi Bey, zaten kentin tüm tualetleri de hazır-yapım pisuarlarla dolup taşmıyor mu? Bunu da Marcel Bey’e söylemiş olsaydınız keşke!
Ardından daha da ileri gidiyor Rahmi Bey: “Her meta boş bir çerçeve olarak pazarlanmıyor mu? İçeriğine ihtiyacımız yokken ambalajlarıyla ya da çerçevesiyle bizi tavlayan metalarla dolu ortalık. İçini yine kapitalizmin biçimlendirdiği arzularımıza göre doldurabileceğimiz boş çerçeveler olarak dolaşıma giriyor metalar”. Peh peh peh! Bre! Ne damara basmışım ben yahu! Tüm kapitalist piyasadan ve tüm alış-verişlerden sorumlu müdür oluyorum artık herhalde! Tek bir sanatçı bu kadar büyük ve yoğun bir temsiliyet onurunu nasıl hak eder! Gerçekten koltuklarım kabardı!
Aslında Rahmi Bey, yalnız kapital üstünden değil, eleştiri dünyasında da beni olağanüstü boyutlarda onurlandırıyor: Öğdül, Duchamp’ın yeni Dadacılara söylediklerini Kahraman’a hatırlatıyor: “Yeni-Dadacılar benim hazır-nesnelerimde güzellik buluyorlar. Pisuarı ve şişeliği meydan okmak için suratlarına fırlatmıştım, oysa onlar estetik açıdan övüyorlar bunları”. Duchamp sonrası dünyanın sanatla yarattığı kırılmayı göz önünde tutarken Duchamp’ın kendinden sonrakiler için söylediklerini hatırlatmamak olmaz. Bedri Baykam da Duchamp’ın sövgü dolu sözlerinden nasibini alıyor”.
60 sene önce Duchamp’ın yaptığı yorumlar esasında en çok banaymış! Ama ben Gülhane Parkı’nda varamamışım bunun farkına! César, Arman, Warhol, şu, bu derken olay 7-8 kuşak sanatçı üstünden meğer esas bana dayanıyormuş... Yani yüzbinlerce sanatçı arasından bana fokus yapılıyor, hatta çerçeveleniyorum!

BEN BU LİNÇ KÜLTÜRÜNE ALIŞIĞIM, DERİM SERT
Belki bu kadar tepki gelmesinin püf noktası şuydu: İlk defa yaramazlığı bu kadar açıkça, normalde yalnız Batılı büyük isimlerin çarpıştığı bir kuram-sunum alanına taşımıştım. Ortada bilindik bir resimsel alan “efendi” bir mekan düzenleme platformu, alışılmış bir neon ışık numarası veya videonun parazitli sesi yok... Sunulan “iş” ve “sergi” normalde Batılı ustalara tahsis edilmiş bir özel alan. Eh, bir Türk’ün böyle iddialara girişemeyeceği ortadayken demek ki bu olsa olsa Bedri Baykam’ın hezeyanı veya intihali olabilir. Hepsi bu! Yürüttükleri mantık bu kadar basit... ve yüzleri kızarmadan bana “intihal var” diye sundukları örneklerin nasıl bir cahiliye dökümü olduğunu görmek için Clement Greenberg veya Einstein olmaya gerek yok. Göz ve beyin taşımak yeter.
Türk sanatına bugüne kadar yaptığım fiili, sanatsal veya teorik katkıların dökümünü yapacak değilim burda. Kimseden de teşekkür beklemiyorum. Ama bu kadar açıkça kışkançlık, mantıksızlık ve cehaletle yüklü saldırı da kabul etmiyorum. Seviyesizliğin de bir limiti var. Gelecek kuşaklar, bu dönemlerde birşeyler bitirmiş, başarmış insanlara karşı bu kompleksleri taşımayacaklar. Onlarla mükemmel bir ilişkim olacağından hiçbir şüphem yok.
Sanatta tartışmaya açık olmayan veriler vardır: Tarihler, kronoloji, kitaplar, manifestolar, açılmış sergiler, basın küpürleri vs.
Dolayısıyla kimi aklı evvellerin sandığı gibi sanat alanı, sürekli olarak siyasi ucuz iftir atarak veya açılan sergi içerikleri ve tarihi hakkında dedikoducu bir üslupla atıp tutulabilecek bir başı boş alan değildir. Mantıksızlık veya anakronizm lekelerini de hiçbir zaman affetmez.
Sanatçı risk aldığı oranda vardır. Piyasaya uygun, estetiği düzgün, boyası dolgun, teorisi olgun sanatla, sanat fuarlarından “başarılı” çıkabilirsiniz. Ama bu sizi ıssız çöllere, karlı dağ zirvelerine taşımaz.
Kendine ve ne yaptığına inanan sanatçıyı kimse yolundan döndüremez. Hiçbir iftira, hiçbir dedikodu, hiçbir beyhude komik saldırı... Bunu genç kuşakların asla unutmamasını dilerim. Bu yanıt da onlara örnek teşkil etsin diye yazılmıştır.
Bu davul anlayana çalar...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.