30 Mart 2016 Çarşamba

TÜRK’ÜN SEKSLE İMTİHANI! | BEDRİ BAYKAM | 29.03.2016


“Bu konu rahmetli Freud’ü bile aşar”

29.03.2016

BU YAZI SİZE DEĞİL, BAŞKALARINA MERAK ETMEYİN!
Bakmayın siz, her gün bu ülkede çocuk cinayetlerinden, ırza geçmelerden, tecavüzlerden ve boğaz kesmelerden söz edildiğine... Altta okuyacağınız makaleyi hiç üzerinize alınmanıza gerek yok. Sizin ne kadar bu konuları aşmış bir insan olduğunuzu hepimiz biliyoruz ve size... “saygı duyuyoruz”. Bizim yazımız uzun yıllardır her an 3. sayfa haberi olan diğer milyonlarca vatandaş hakkındadır. Aman siz üzerinize alınmayın!

TÜRK GENCİNİN CİNSEL ÇIKMAZLARI!
Allah’ın bildiğini kuldan saklamaya gerek yok. Türkiye’de “seks”, kelime olarak bile tüyler ürpertici gelen, ayıp, kirli, kötü ve günah bir şey olarak görülür. Olsa olsa evli çiftler arasında çocuk yapmak üzere -gürültüsüz ve edepli olması şartıyla- müsamaha gösterilebilen illegal sınırında bir çeşit doğa gafıdır. Ergenlik çağıyla beraber hormonları fışkıran ve doğanın artık “hadi çık ve çocuk yap” diye komut verdiği genç delikanlımız, ne yapacağını bilemez, şaşkın ördek gibi kah kendini sokaklara, kah kafasını duvara vurur. Nedeni ortadadır: Çünkü o andan itibaren, gencimiz ne yapsa suçludur! Biliyorsunuz, devlet büyüklerimize göre, flört fahişeliktir. Her şeyin en iyisini büyükler bilir. Bu nedenle görücü usulüyle ergenlik çağında bir kız bulunabilir ve apar topar teslim edilir kocasına. Adamın da yaşı fark etmez. 16-78 arası değişebilir. Buna dayanamayan kız şayet firar ederse, aynen kaçan kurbanlık hayvan muamelesi görür ve peşine düşülür. Şu farkla ki, o görüldüğü yerde silahla infaz edilir ve böylece “namus temizlenir”. Okula giden insan sayısı ve tabii özellikle kız çocuk sayısı malumunuz!.. Okullarda zaten Avrupa usulü cinsel eğitim yoktur, olması da düşünülemez. Türkiye Cumhuriyeti, erkeklerine kadına özen göstererek sevişmeyi öğretecek kadar “bayağılaşan” bir devlet olamaz! Zaten kondom dağıtmak gibi açıkça “fuhuşa teşvik eden” uygulamalar da pek görülemeyeceğine göre, her şey yasak-şiddet ve kulaktan dolma bilgiler üzerine kurulur. Kadının cinsellikten haz alma hakkı yoktur. Alırsa orospu olur. Sex shoplar, ikinci katlarda limitli olarak izin verilen ve gizli örgüt yapılanmasına benzeyen, her an yasaklanma tehdidi altında yaşayan gariban yerlerdir. İnternette seks siteleri, tüm özgür dünyada standart bir uygulama iken, biz de terör yuvası muamelesi görür. Ulaşılabilen her biri, “bilmem ne sayılı bilmem ne kanunla kapatılmıştır” diye idam mahkumlarının boynuna asılan ip gibi bir hükümle kaderlerine teslim olmuşlardır. Sex shop’lar gibi, seks siteleri de ancak batılı insana mahsus ve ona layık bir “üstün insan” durağıdır. Maazallah Türk o siteye bir girse, MİT çarpar, o çarpmazsa, mahkemeler, polisler, karakollar çarpar. Yetmezse elektrik çarpar! Televizyonlarda da öpüşme sahnesi ve bikinili olsa bile kadın vücudu, ve hatta gencimizi kötü yollara düşürebilecek olan bira-şarap gibi alkollü içecekler görülmesi kesin olarak sıkı denetim ve yasak altındadır. Her türlü karın deşme sahnesi, canlı bile olsa televizyonlarda zilyon kere gösterilebilir. Ama kadın dudağı, göğsü, alt kısımları, erkek kalçaları, asla ve kat’a görülemez! Siz ne diyorsunuz yahu? Artık sergilerimize haber yapmaya gelen TV ekipleri, RTÜK’ten ceza yememek için, çıplağımsı (!) bile olsa, kadın figürlü resimlerimizi çekememektedir. Bu, açıkça, sözde alaturka cahiliye tutuculuğu üstünden Taliban mantığıyla sanata saldırının ta kendisidir!

KADINLARIN OLMAYAN CİNSEL HAKLARI
Kadın başörtüsü altında korumaya alınması şart gariban bir mahluktan ibarettir. Dediğimiz gibi zevk almadan verebilmek gibi bir sihirbazlıkla, başlarda zevcelik görevi üstlenir, ardından da sessizce kaderini veya kumasını bekler. Kendi kendini tatmin etmenin onları kör yapacağı genç erkeklere en başından beri zaten anlatılmıştır. Kadınların kendi kendini tatmin ederken yakalanması durumunda ise kendilerine ne ceza verildiği pek kolay öğrenilemez. Çoğunlukla kendini şeytana satıp “kahpelik” yapan böyle bir kadının sesi bir daha hiç çıkmayabilir. Türkiye, kadınların bağımsızlığından veya cinsel ihtiyaçlarından kolay bahsedilebilen bir ülke olmaktan uzaktır! Türkiye’de kızların demokratik hakları denince, akıllarında yalnız türban taşıma hakları vardır, hepsi bu! Bir kızın yalnız ve bağımsız yaşama arzusu, istediği kadar erkek arkadaş deneyimi edinme güdüleri, yalnız “öteki-özgür dünyayı ilgilendiren” çarpık taleplerdir, sözünü edenin dili kesilir. Ülkemizde maazallah yalnız yaşayan bir kızın evine erkek girip çıkmadığı, beyninin içi solucan dolu onlarca komşunun ana merak ve dedikodu konusudur. Kadın bebekliğinden itibaren, babadan abiye, ondan kocaya “namusu” ile, bu üçüncü ele varana kadar “kız oğlan kız” olduğu garanti edilerek devredilen bir sosyal-ailevi metadır. Ne okul arkadaşına, ne de bir komşuya aşık olma hakkı vardır. Ayrıca bırakın kızları, bekar erkeklere bile kolay kolay ev verilmez. Çünkü Allah korusun, onlar da eve dişi insan davet edebilirler! Sonra komşu veya ev sahibi oturup kara kara düşünür, içeride ne yapıyorlar acaba diye. Yahu sana ne! Sen maçını seyret, bakkala git püskevit al, kahveye git gele at, sana ne elalemin uçkurundan? Sana kötü haber var: Aslında sen kimsenin namusundan sorumlu filan değilsin! Sana yalan söylediler! Senin yarattığın o mahalle baskısı ise, kadınları mezara, erkekleri cezaevine taşıyor, hepsi bu!

FANTEZİLERİ BİLE KOVALAYAN BİR DEVLET!
Bu arada yurt içinde bir kıza “konuşma” teklif etse, ailesi tarafından top tüfekle kovalanacak olan gencimiz, bir randevu evine gidip yaşamı “içinden “ deneyimle görmek istese, artık bunu yapamaz. 80 darbesi ertesinde Sadettin Tantan, büyük bir zekayla randevu evlerini kapattıktan sonra o alternatif de tıkanmıştır ve fuhuş, bu sefer kontrolsüz olarak sokaklara taşmıştır. Diyelim ki gencimizin Almanya’da amcası var ve rahatlamak için oraya kaçtı 10 gün: Alamanya’da, kendine bir yabancı bilgisayar hattı ayarlaması gerekir hemen. ÇÜNKÜ ONU GÖZBEBEĞİNDEN ÇOK SEVEN VE DÜŞÜNEN DEVLETİ, o bilmem kaç sayılı suç ve bilmem kaç sayılı bildiri nedeniyle yurt dışında da “o tip” sitelere girmesinin önünü kesmektedir. Türk internet hattı sunucularının sansürü, orada da sürmektedir. Zaten AKP hükümeti, cinselliğe olan savaşını iktidarının ilk yıllarında tabii ki beklediğimiz gibi başlattığında, sözde “çocuk pornosu”na dur demek için -tabii ki haklı olarak açılan bu mücadelenin- hemen oradan dejenere olarak değişeceğini ve tüm cinsel içerikli siteleri kapsayacağını görmek zor değildi ve bunu en başından itibaren ikaz etmiştim. Yahu, milletin cinsel fantezilerinden size ne? İsteyen erkek domine etmeyi sever, isteyen kadın erkek kırbaçlama rüyası görür! Sİ-ZE NE?? Milletin yatak odasına o gülünesi-ağlanası sözde tutucu çarpık ahlak anlayışını mı sokacaksınız?
İşte ben vatandaşını seven devlet diye buna derim! Cinsel haz gibi avam düşüncelerden gençlerini koruyabilen devlet, olsa olsa benim devletimdir. Cinsellik, 3. sayfa haberlerinde acı polisiye yerini alana kadar, devlet açısından mayın yerleştirilen doğal bir deprem hattıdır.

KAÇINILMAZ SONUÇ: ŞİDDET KÖŞEDE BEKLER!
İşte bu ortamlarda, “Allah, Allah, nereden çıktı bu?” diyebileceğiniz bir şekilde çocuklar kaybolur, cesetleri çöplerde çıkar, yüreğimiz yanar. Kız-erkek demeden öğrencilere tecavüz edilir. Genç kızlar kaçırılıp öldürülür. En şanslıları, tehditlerle konuşmayacağı düşünülen ve yaşamasına müsamaha gösterilenlerdir. İşte onlar da mahkemeye düştüğü zaman ilginç bir şekilde bu “muhafazakar” denilen toplumun çocuklardan değil, saldırıyı yapanlardan yana olduğu görülür. Yani seksten korkan ve onu ayıp günah olarak gören kitle, hakim veya milletvekili de olunca, beyninde bu konuda çakan şimşekler, onu olağandışı çelişkilere ve bilinçaltı hesaplaşmalara götürmeye devam eder. Bunu mantık veya izanla açıklama ihtimali yok. “Bu konu rahmetli Freud’u bile aşar” demekle yetinelim! Böylece köyün toplu tecavüz yapan saygın efendileri, mahkemede kravat taktı diye indirim alır, sistem birbirini kollar. Şunu da zaten unutmayın: Türk mantığı, el değmemiş kız bırakmayıp el sürülmemiş bir kızla evlenmek için her şeyi yapar!
Tabii bizimki gibi eğitimsiz ve kör topal ilerleyen bir toplumda, yobazlık propagandası ne kadar artarsa, şeriatçı terörizm ve kadına saldırı da o oranda artar. Sözde din adına her gün adam öldüren köktendinci teröristler, bir yandan başaracakları katliamın ardından cennete gidip hurilerine kavuşmayı beklerken, bir yandan da  işgal ettikleri köylerde de kadınları toplayarak cariye olarak kullanmaktan imtina etmiyorlar! Anlayacağınız, kadın açlığı, huriler üzerinden yobaz teröre de, köleliğin dönüşüne de hizmet etmiş oluyor!

ALMANYA ÖRNEĞİ
Hafta sonu bulunduğum Almanya, cinselliğini çözmüş ülkelerden. Nasıl insanlar arabaları için benzin alıyorlarsa, restoranlarda durup yemek yiyorlarsa, seks yapmak istediklerinde de zaten birbirleriyle bunu özgürce yapma olanağına sahip olduklarından herhangi bir sorunları, gerilimleri, früstrasyonları olmuyor. Dolayısıyla tüm bu özgürlüğün ve cinsel temas bolluğunun ortasında, yine de her yer sex shop dolu. Buralarda on binlerce, -çocuk pornosu hariç- her zevke veya tutucu (!) kişilere göre her eğilime kendini rahatlatma imkanı veren videolar satılıyor. O farklı eğilimleri burada saymayalım, ülkemin geneli, kendi ne yaşarsa yaşasın, biraz fazla meraklıdır sahte “skandal” çağrıları yapmaya... Ama zaten kimi kime şikayet edecekler? Almanları Merkel’e mi şikayet edecekler, olağandışı görünen cinsel eğilimleri hakkında? Bir 60-70 yıl ilerlesek, bu konuların detayı da konuşulur... Tabii sex shopların da yetmediği yerde, Almanya’nın her yerinde irili ufaklı randevuevleri, bu  hizmeti sokaktan temiz evlere çekerek, kontrollü bir şekilde bu gerilim hattının son gazını da almış oluyor. Hani şu genelev faciaları dışında ülkede artık bulunamayan “o” yerler bunlar! (Ha, size bir detay daha: Almanlar, bu hizmeti kadınlar için de sunuyorlar! Haberiniz ola! Bu veriyi iki asır tartışabilirsiniz.)

ŞAŞIRMA HAKKI “SIFIR” OLAN BİR DEVLET VE BİR TOPLUM!
Uzun lafın kısası, durumumuz bu konuda, yobaz terörün kaynağından uzakta değil! Nasıl 4 yaşından itibaren yobaz eğitimin eline teslim ettiğimiz çocukların canlı bomba olmalarını ülke olarak anlayamayıp, “deli mi bunlar, nereden çıktı bu beyni yıkanmışlar?” diye sorabiliyorsak, aynı şekilde tabu-yasak-günah haline getirdiğimiz cinselliğin taşıdığı baskı ve gerilim hatlarının nasıl kadın ve çocuklara karşı büyük bir şiddet rüzgarı taşıdığını da anlayamıyoruz. Türkiye, doğduğu andan itibaren, terörist ve tecavüzcü yetiştirebilmek için kitapta yazan her şeyi yapıp, ardından bu çabaları (!) beklenen sonuca doğal olarak ulaştığında, şaşkınlık naraları atmaktadır! Burada devletin yukarıdan yapılan baskı yasaları ve her türlü çekiştirme çabasının yanı sıra, halkımızın özellikle “tutucu” olarak nitelenen bir kısmının aynı çarpık mantıklara prim verdiğini görüyoruz!
Sevgili muhafazakar devletimiz, ülkede cinsel eğitim verip, sex shop ve randevuevlerini serbest bırakmadığı müddetçe veya halkımız flörtün fahişelik olmadığını anlamadıkça, sevdiğimiz gencecik insanlarımız, muhafazakarlık eliyle adım adım delirtilen kuşağın sapkın ve saptırılmışları olarak, etrafa şiddet ve ölüm saçabilecek kıvama gelmiş oluyor! Neden-sonuç ilişkisi, aynen terör konusunda olduğu gibi fazlasıyla açık!
Devletimiz elinden gelse, gençlerimizin cinsel arzularını “sıfırlayacak” bir hap da geliştirmiş olmak ister! Ama işte orada da sorun, o zaman “en az 3-4 çocuk yapın!” komutu nasıl gerçekleşebilecekler?

Ne diyorduk? Sizden bahsetmiyoruz, üzerinize alınmayın!

23 Mart 2016 Çarşamba

HERKES EKTİĞİNİ BİÇİYOR... AVRUPA DAHİL! | BEDRİ BAYKAM | 22.03.2016




DEMOKRASİ KORUMASI ALTINDA BOMBALAR YARIŞI

Yazılı basının artık televizyon ve sosyal medya ile baş etmesi, günümüz ortamında gittikçe imkansızlaşıyor. Ankara veya İstanbul bombalarının yorumlarını bitiremeden karşımıza Brüksel çıkıyor. Ölü rakamı ben bu satırları yazarken artmaya devam ediyor; 23-30-35... Bu sefer ikiz değil, üçüz bombalar söz konusu. Dünya, demokrasi koruması altında olan terör odaklarının önüne geçecek formülleri bulamıyor. Aynen bizde Davutoğlu’nun “Elimizde canlı bombacıların listesi var ama eylem yapmadan onları tutuklayamayız” dediği gibi... Dünya, ırk kökenlerini ve dine kafayı takanları demokrasi koruması altına aldığı günden beri, belki de geleceğini kaybetti. Çünkü 21. yüzyıl imkanları ve yaşam tarzı, artık Ortaçağ acımasızlığı ve kan içiciliği ile iç içe geçmiş durumda... Çağımızın kapsamlı ve “insan hakları”na yaslanan  hukuk anlayışı, terör örgütlerinin kalkanı haline gelmiş durumda her yerde:

“Demokrasi var efendim! Bırakın türban-peçe taksınlar, bırakın çocuklar 5 yaşında kuran kursuna gitsinler”

El-Kaideyi beşikten itibaren büyüten ABD’den, Türkiye’de siyasal İslamı kanatları arasına alan Avrupa’ya kadar, her ülkenin payı var tabloda...



FENER-CİMBOM’U DA AVRUPA’YA ALACAKLARMIŞ (!)

Evet, bizler de Orta-Doğu ülkesi olduk. Hatta böyle devam edersek yakında onun bile 2. sınıfı olmayı becerebiliriz. Evet, artık Avrupa doğal olarak teröre karşı kendi çaresizliklerini yaşarken, bizden de doğal olarak vazgeçiyor. Arada “sizi vizesiz Avrupa’ya alacağız” gibi ağır makyajlı yalanlar da söylemeyi ihmal etmiyorlar... He ya, sizi Avrupa’ya alacaklar, hepiniz Champs Elysees’de büfe veya bakkal bile açacaksınız; atölye, fabrika kuracaksınız. Yeterince paranoyaları yok, sayenizde Suriye ile komşu gibi olmak için size kapı açacaklarmış! Hatta bu gidişle zaten Fenerbahçe ve Galatasaray da bu palavralarla beraber Avrupa’ya göç edecek ve orada Paris, Lyon ve Monaco takımlarına kök söktürecekler... Türkiye’de oynatılamıyorlar ya artık! Diyeceksiniz ki “Saçmalama, Avrupa’nın ne farkı kaldı ki”... Siz de haklısınız.

Pazar günü Türkiye acılarının ve korku ötesi paranoyalarının ortasında sokağa çıkmaya korkarken, eski bir sevgiliden medet umar gibi kendisini sarı-lacivert ve kırmızı renklerin sahada oluşturacağı o asırlık büyük senfoniye teslim etmeye hazırlanıyordu. Heyecan yavaş yavaş doruğa çıkıyordu, hem de Galatasaray'ın bir şampiyonluk ümidi olmamasına rağmen. Ama sonra o beklenti de iki hamlede bitiverdi. Bahçede yağmur altında sönen bir mum gibi. Önce seyircisiz maç haberi, hemen ardından da futbolun idamı gibi gelen o iptal kararı... O anda Türkiye’nin yaşadığı hayal kırıklığı eşiği kolay kolay unutulur cinsten değildi. Sözde birbirini bir kaşık suda boğmak isteyen o gözü dönmüş düşmanlıklarla kendi rekabetini kin seviyesine çekmeye çalışan milyonlarca taraftar bile, içlerinin derinliklerinde bir sızı daha hissettiler. Aslında bu dev takımların birbirini tamamlayan yaramaz kardeşler gibi olduğunu yüreklerinde tekrar anladılar.



AYNAYA BAKIP YÜZLEŞECEK GÜCÜ BULUN!  

Hala aramızda olup o güzel günleri anlatan 50’lerden, 60’lardan, 70’lerden, 80’lerden insanlar, bugünkü genç kuşağa gerçek Türkiye’nin tadını hatırlatmaya çalışıyorlar... O abuk subuk uydurma demokrasi saptırma parodilerinin adım adım yok ettiği Türkiye Cumhuriyeti’nin, geleceğe umutla bakan kuşaklarının bu topraklara ait olmaktan duydukları büyük gururu o gençlerin anlaması çok zor. O günleri görmüş biri olarak özetleyeyim: anlatılamayacak kadar güzeldi o yılların aidiyet duygusu. Siyasette kavga gürültü vardı tabii. Ama her şey ortak zemin üzerinde gelişiyordu. Nifak tohumları henüz yeşerip ortalığı karartamamıştı.

“Bebek yüzlü katil, hakem Bebek Fenerbahçe’yi sahada katletmiş”. Bu artık ezberlediğiniz geçen haftaki haber. Masa Tenisi’nde ise, Avrupa Kıta elemeleri Türkiye’den alınmış. Federasyon yetkilileri çok şaşırmışlar! “Yazık, her hazırlığı yapmıştık” demişler...

Aynaya bakmıyoruz. Ülkenin kendisiyle yüzleşmeye cesareti yok. Neye benzediğimizi görebilen var mı aranızda? Orta-doğu ülkesi diyorduk ya... İşte de onun sıcak savaştan geçen kanlı-tozlu-kirli, bir de üstüne diktaya ve yolsuzluklara boyun eğmiş versiyonuyuz. Kimsenin şaşırmaya hakkı yok. Ne ektiysek onu biçiyoruz. Sakın zannetmeyin ki size yalnız AKP hükümetinden söz ediyorum. 80’lerin, 90’ların tüm politikacılarına soruyorum: Ne bekliyordunuz? Yobazlığa ve bölücülüğe demokrasi kavramının tüm iyi niyet dolu yeşil ışığını yakarken ne bekliyordunuz? Her rejimin kendini savunmaya mecbur olduğunu bilemeyecek kadar işin tarihsel perspektifinden ve hatta alfabesinden uzak bir rotada seyrederken, gerçekten kendi içinizden ürettiğiniz nihai terminatörünüz AKP’nin sizleri Avrupa’ya taşıdığını sanacak kadar saf mıydınız yoksa... aynen Avrupa’nın o yeşil milletvekilleri gibi! (Bakınız Cohn-Bendit). Onlar da ektiklerini biçiyorlar! Yıllarca traji-komik şekilde bu coğrafyada kendilerine “düşman” olarak (!) Atatürkçülüğü bellemiş ve iktidarının en başından beri AKP’ye yanaşmış bir Avrupa solu! Acı mı acı bir durum...



TERÖR’ÜN TOZ-KAN-BARUT KOKULARI ARASINDA SÜRECEK BU YAŞAM...

Eşim Sibel, Onat Kutlar’ı ve Yasemin Cebenoyan’ı öldüren bomba patlatıldığında, Onat’ın 1,5 metre yanındaydı. O olaydan 17 yıl sonra ben bıçaklandım. Beni bir hafta takip eden bir yobazın sipariş cinayet hediyesiydi. Piramid’in sanatçılarından arkadaşım Suat Akdemir, Cumartesi günü patlayan bombadan tam 40 saniye önce alçak katilin patladığı noktadan geçmiş. Yani ondan önce terk ettiği muhallebiciden hesap azcık geç gelse, maalesef patlamada o da gidecek. Ankara patlamasında ise, sevgili dayım Avukat Ahmet Yalçın’ın bürosunun tüm camları kırıldı, büro şoktan yerle bir oldu. Bütün bunlar sadece en yakın çevremin başına gelenler, tüm olayları üst üste koyduğumuzda ortaya çok net bir görüntü çıkıyor: Bizim ülkemizin artık en kötü günlerindeki Tel Aviv’den bir farkı kalmamış. Tesadüfen yaşıyoruz.

Maçları ve hayatı sonsuza dek erteleyemezsiniz. Açılışları, sergileri, davetleri ilelebet durduramazsınız. Terörün istediği zaten bu. Bir hamle yapıp hayatımızın bir ay mahvolduğunu görmek. Ben, korkudan eve kapanmak ve hayatı ertelemek yerine,  tersine cesaretle olayın üstüne gitmekten yanayım. Korkusuzca ama elden geldiği kadar dikkatlice yaşayarak. Bugün saklanarak, düğün ve gala erteleyerek  ne kazanacaksınız? Yarın IŞİD ve PKK, “bu kadarı yeter artık, zehir ettik adamların hayatını, bir durulalım” mı diyecekler? Ne değişecek yarın? Bu canavarların yaşama bakış açısı mı değişecek? İnsanileşecek mi? Yoksa kepengi mi indirecekler?

Kendi ürettiğimiz canavarlarımızla yaşamayı öğrenmeye mecburuz. Ölüm korkusunu ben yıllar önce yendim. Size de tavsiye ederim. Mumcu’nun meşhur cümlesini hatırlatırım size: Korkaklar 1000 kere ölür, cesurlar bir kere. Durumunuz bu ve yarın değişeceği yok!

Yarın ve hatta sonraki gün hiç bir şey niye değişmeyecek biliyor musunuz? Çünkü zaten bu Hükümet, kendini ölüme şartlayarak büyümüş bebeklerin su yollarını kesmek değil, kolaylaştırmaya çalışıyor. Yani anaokulu seviyesinde çocukların yollandığı kuran kurslarının önünü kesmek isteyecek bir irade ortada yok ve olmayacak. Zaten onların o şekilde beyinleri yıkanarak 14-15 yaşında ölmeye hazır hale getirilmelerinin adı “demokrasi”... İşte “Yeni Türkiye”, zaten malum AKP mantığının, yeni IŞİDcıların önünü gelecek nesiller için açtığı Türkiye!



BİZİ DE DEMOKRASİ ÖLDÜRDÜ...

Bu ülkeyi bölmeye çalışanlar veya bomba ve kafa kesmelerle şeriatçılığa geçmeye çalışanların kaçar çocuk yaptığını biliyorsunuz. Adına “beyaz Türk” (!) denen Atatürkçülerin rakamı ise ortada ve bizim eski spor toto sonuçları gibi: 0,1,2. Demek ki eğer Cumhuriyeti’ne ve kurucusuna bağlı bir insansanız, ne yarın, ne 2 yıl sonrası, ne de 20 yıl sonrası size bir şey vaat edebilir! Hani bir de eskiden bekçiniz vardı ya? Haşaa! İşte o da öldü artık. Sakın kimse ondan da medet ummasın. Onu bile demokrasi öldürdü! Artık ortada siz ve kendi gücünüzden başka bir şey yok. Şayet adına “kader” deyip köşeye sinmeyecekseniz, mücadeleye sahada devam edeceğiz beraber.

Bizi de maalesef “demokrasi” öldürdü. Onun, kuralları olan bir oyun olduğunu unuttuk. Mesela ben “ödünsüz laiklik” kavramını öne attıkça, rahmetli Yavuz Gökmen’den Hadi Uluengin’e, Nazlı Ilıcak’tan Mehmet Altan’a kadar, herkesin tüyleri diken diken olur, ilk fırsatta bana karşı laf sokmaya çalışırlardı. Şimdilerde aynı şeyleri birbirlerine söyledikleri oluyor mu, çok merak ediyorum. Bırakın onları, kesinlikle tekrarlamaktan bıkmayacağım, umarım her ay tekrarlarım, kendi arkadaşlarımız, bizi temsil eden sözde kanaat önderlerimiz, bu demokrasi saptırmalarında rol alıp, hiçbir şekilde yobazlık ve bölücülüğe dur diyecek cesareti kendilerinde bulamadılar. Dünya da, Avrupa’da, ülkemiz de, medyamız da, siyasilerimiz de ektiklerini biçiyorlar... Her zerresiyle!

16 Mart 2016 Çarşamba

“BENİM TERÖRİSTİM İYİDİR” MANTIĞININ UTANCI! | Bedri Baykam | 15 Mart 2016


 BEYNİ YIKANMIŞ ÖLÜM GENÇLERİ

Güya üniversite okuyorlar. Güya insan olarak doğmuşlar. 24-25 yaşında çeşitli üniversitelere sızmışlar. Amaçlarının okumak olmadığı belli. Beyinleri doğduklarından beri yıkanmış, demokrasi sağ olsun! Aynen “cennete gidiyorum ben, hurilere” diyerek kendi pimini çeken yobaz dönemdaşları gibi, demokrasiyi yüceltmek için her türlü yayına 1990 dönemecinde yeşil ışık yakılmasının ardından, bu yüce öğretiler sayesinde beynini, uğruna ölme pahasına etnik ve dini ortaçağ düşüncelerine kaptırmış zavallı bir kuşak bu. Kafasında ırk, etnik köken, mezhep, düşmanlık, kin, husumet, hesaplaşmadan başka bir şey yok. İçinde büyüdüğü ortama topluma düşman yetiştirilmiş, ağzından kan damlayarak “özel eğitimini” almış! Sordum, sormaya da devam edeceğim sonuna kadar: Ey siz büyük devlet adamları, merkez sağ-sol siyasetçiler, SHP’liler, ANAP’lılar, DYP’liler, DSP’liler,  ne bekliyordunuz bu ortamda her yıkıcı bölücü yobaz yayını serbest bırakırken? Demokratik ve efendice geçen paneller mi bekliyordunuz? Bugün işte bu sorumsuzların ektiği tohumları topluyoruz kanlı meydanlardan.. Geleceğe hangi perspektiften bakacaklarını bilemeyen, hiç bir neden-sonuç ilişkisi ile öngörülerini şekillendiremeyen bir siyasetçiler dizisi... Ve işin en acı tarafı, her birine yıllarca bugünleri tarif ederek, ikaz etmiştik. Atatürkçü Düşünce Derneği ve Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği, bu siyasilerin görevlerini yapamaması üzerine kaçınılmaz bir ihtiyaçtan doğmuştu. Şimdi artık bir yerlerde bomba patladığını öğrendiğimizde, bize tahmin-loto oynamak düşüyor acımızın ortasında: Dinci-yobaz IŞİD’mi yapmıştır, yoksa bölücü ırkçı PKK’mı? Ne yazık ki hayatımız artık Mart 2016 itibariyle bu acıklı özetten ibarettir.

TERÖR ÖRGÜTLERİ ARASINDA TERCİH YAPAN YAZARLAR-ÇİZERLER!
Her bir hikaye, içimizi parçalıyor... Umut Bulut’un babası, durakta bekleyen sevgili iki hukukçu, karnındaki bebeğini kaybeden anne, iki patlama arayla ölen arkadaşlar, kahredici hikayeler çığ gibi büyüyor maalesef. Televizyonlardan durmadan sesler yankılanıyor. “Polisler patlamanın olduğu alana kimseyi yaklaştırmıyor”, “Saldırıyı ŞU kınadı, BU kınadı, O kınadı... Nedir bu, yoksa kına yakma yarışından mı söz ediyorlar? Bu arada işin acıklı kısmı, PKK’nın saldırıyı düzenlediği ortaya çıktıktan sonra, PKK’yı gizlice veya açıkça destekleyen gazeteler, sanki bombayı halka karşı polis patlatmışçasına bir yayın yapıyorlar. PKK’yı, bölücüleri suçlayan yok. Yani sözde demokrasi için canını vereceğine sizi inandıran onlarca yazar var ki, şimdi fail PKK olunca, yuvarlak kelimelerin arkasına saklanıp, işi gerçek suçludan uzaklaştırıp, istediklerini noktaya çekiyorlar. Sözde terör karşıtı bir iki kelime geveleyip, topu taca atıp kaçıyorlar. Aynen bomba patlatan IŞİD olduğunda bu taktiği uygulayıp, bir de üstüne “efendim bunlar provokasyon, fail belirsiz” imalarının arkasına sığınanlar gibi... Yani gazetelerde köşe kapanların ciddi bir kısmı, kendi rüzgarlarına göre terör kaynağını öne çıkarıyor veya gizlemeyi tercih ediyor. Tabii ki bu hükümet ülkenin ordusunu da, istihbaratını da yedi bitirdi. F-tipi ortaklığından, TSK ve Atatürkçü istihbaratçı-bürokrat düşmanlığına, paralel avcılığından, Saraycı yerleştirmeye uzanan saçma sapan ve utanılası kadro kuruculuğu ve parçalayıcılığında bir tek şey yok: devletin kademelerine, o işi en iyi bilen uzmanlarını tarafsızca yerleştirmek! İşte adamların lugatında bir tek bu yok! Polis artık emirleri direk saraydan aldığını biliyor, yargıda Anayasa Mahkemesi, Saray’ın “fetva”larını dinlemediği için yürütülen rejim darbesi çerçevesinde kapatılma tehlikesi ile karşı karşıya. Konu yargı olunca, herkesin sorusu maalesef “bu yargıç acaba hangi gruptan?”... Ülkede hukuk, düzen, güvenlik kalmamış, tesadüflerle yaşıyor veya... ölüyoruz. Biri kalkıp Umut’un babasına “abi ben seni Umut’a ulaştırırım merak etme” dese, kendisi bugün aramızda olacaktı. Bir diğer kurban köşedeki simitçiyi görüp oraya yönelse, belki o da kurtulacaktı.
Patlama günü attığım tweet şu: “Ankara kalbimizi yine kanattı... PKK mı yaptı, PYD mi, yoksa IŞİD’mı? Ne fark eder? Allah tüm terör örgütlerinin belasını versin! Alçaklar!”. Twitter aşırı yüklenmeden mi, yoksa sansürden, baskılardan mı bilemem, o gece durdu, hesabımı açamadım, sabaha kadar da tweet yayınlanmadı. Hatta bir ara “bana özel sansür mü var?” diye tereddüt bile ettim.
Merak ediyorum, bu ülkede “ben hiç bir şey anlamamışım, ne Atatürk’ten, ne Cumhuriyet’in nimetlerinden, ne laiklikten, ne andımızdan” şeklinde bir itirafçılık furyası ne zaman başlayacak? Bir türlü göremedik bunu... Kimi profesörlerimiz de yüzleri kızarmadan hala suçu kafalarına göre özetledikleri Cumhuriyet tarihimize yüklemeye devam diyorlar!

CHP’Lİ GENÇLERE: SAPKIN PROPAGANDALARA PABUÇ BIRAKMAYIN!

Lütfen artık palavralara son verelim: Teröristler arasında tercihli bir dil kullanımına girenler, kendileri hakkında demokrat, insan hakları savunucusu, özgürlük neferi vs şeklinde tanımlamalar kullanmasınlar! Yoksa Türkiye’nin içine atıldığı cadı kazanından çıkışı daha da imkansız hale gelecek... Kendi siyasi görüşümüz ne olursa olsun, sokaktaki masum vatandaşa saldıran alçakları “sağcı-solcu” korumasına almak, kabul edilebilir bir şey değil. CHP’ye gelince, partinin özellikle genç kanadına sesleniyorum: Etrafta sinsice gezen anti propagandalardan nasibinizi almış olabilirsiniz. Sizi Atatürk, İnönü ve Cumhuriyet’in ilk yılları aleyhine dolduran onca yayını ve nifak tohumcusunu ibretle izliyorum. Lütfen nereye ait olduğunuzu unutmayın ve....ANKARA PKK BOMBACILARINI ÖLÜMÜNE KINAMADAN, BERKİN ELVAN VEYA ALİ İSMAİL KORKMAZ’IN HESABINI SORAMAZSINIZ! BÖYLE BİR ÇELİŞKİYE DÜŞEMEZSİNİZ! İNANDIRICILIĞINIZ KALMAZ! Ayrıca şunu unutmayın ki, sol bir parti, etnik tercihle kitle siyaseti yapamaz. Bu nedenle sizleri CHP içinde marjinalleştirmeye veya daha doğrusu radikalleştirmeye  çalışanların oyunlarına gelmeyin. PKK TERÖRÜNDE DE TEK SUÇLU OLARAK BU YETERSİZ HÜKÜMETİN İSTİHBARAT ZAAFLARINI ÖNE SÜREMEZSİNİZ! Haberiniz ola... 

9 Mart 2016 Çarşamba

YOBAZLIĞIN KÖKENİNİ 28 YIL ÖNCE BÖYLE İKAZ ETMİŞTİM! | Bedri Baykam | 08.03.2016



Efendim, Dünya Kadınlar Gününüz kutlu olsun! Bunu dedikten sonra da, gündeme göz atalım! Hani gazetelerden azıcık cesareti olanlar çalkalandı ya dün ve bugün... Ankara’da hafta sonu toplanan Hizb-ut Tahri örgütü, demokrasi ve laikliğin yıkılacağını ilan etti! Dinciler, hilafeti kaldıran Atatürk’ü ve Cumhuriyet kadrolarını kafir ilan etti! Hem de nerede biliyorsunuz değil mi? Atatürk Spor ve Sergi Sarayı’nda! Bunu seyreden Valiliğe de, Emniyet Müdürlüğü’ne de artık şaşırma hakkınızın bile kalmadığı bir dönemin en taze hediyesi bu! Yani IŞİD’in “siyasi kanadı” gibi bir söylem Başkent’ten yurdumun semalarına bu ses tonunda yayılıyor. Peki bu kadroların nasıl yetiştiğini hatırlamaya yüreğimiz yetiyor mu?



BAKIN 27 SENE ÖNCE NELERİ ÖNGÖREREK YAZMIŞTIM!

"Ben demiştim" demek kime ne kazandırır, bilmiyorum ama maalesef bugün artık dayanamıyorum, içimden geldi. 15 Aralık 1989 günü, yani 27 yıl önce Özalizm’in zirve günlerinde, Türkiye liberalizmin menfaat dünyası içinde yüzerken, bakın neler yazmışım:

"Bugünlerde Türk kamuoyunu en çok meşgul eden konu meşhur 141, 142 ve 163. maddeler ve bunların yürürlükten kaldırılıp kaldırılmaması. Özetle, demokrasi adına bu çağdışı hukuk savaşını verdiklerini iddia eden, hem sağ hem de sol kesimden birçok politikacı ve gazeteci, sonsuz düşünce özgürlüğü adına komünizm yanlılarına çağdışılığı belirlenmiş ve şeriatçılık isteyenlere karşı bir duvar oluşturan bu Türk Ceza Kanunu maddelerinin kaldırılmasını istiyorlar. Fakat bu şahıslar bunu talep ederken 163. maddenin kaldırılmasının Türk toplumumu nasıl bir geri dönülmez uçuruma iteceğini göremiyorlar ya da görmek istemiyorlar.

163. maddenin demokrasi adına kaldırılması gereği, hakikaten sol demokrat entelektüelin eşitlik, insancıllık, kardeşlik, özgürlük gibi inançlarının tamamen suistimal edilmesi sayesinde kendilerine inandırılmıştır. Burada maalesef ‘acınacak derecede vahim bir saflık’ söz konusudur. İran’da, devrimden sonra Demokrat Sol'un başına gelenler anlaşılan kimsenin kulağına küpe olmamıştır. Bu kişiler ‘Türkiye hiçbir zaman bir İran olmaz’ kanılarını topluma yayarak rejimin gerçek düşmanlarının arzu ettiği şekilde ‘bir tehlike yok’ rehaveti getirmektedirler. Bugünkü eğitim sistemiyle ve rejimle ve iktidar yanlılarının kilit noktalara giderek yerleştirilmesiyle, yarında nerelere gittiğimiz- maalesef, tedbir şimdi alınmazsa- çok açık olarak bellidir. ‘Bunların oyu %7'yi geçmez!’ demek politika tarihini tanımamak demektir. İran’da Humeyni rejiminden kaçıp Türkiye ve ABD’ye yerleşenler ise İran’da da olayların önce aynen böyle başladığını ve sonra çığ gibi kimsenin beklemediği bir anda, Şah’ın totaliter rejimine ve gizli polisi Savak’a rağmen büyüyerek geliştiğini anlatıyorlar. Bugün gösteri ve propaganda yokluğunda oyu %7 olan şeriatçılar, yarın kültürsüz yerel kesimin içine, 163. maddeden arındırılmış bir ceza kanunu ve İran ve Suudi Arabistan’ın pompaladığı milyarlarca dolarla indikleri gün, o %7 oyun %35'e çıkmasına şaşıracak mısınız? Hayır, ben hiç mi hiç şaşırmayacağım. Çünkü propagandanın etkilerini, dinin fanatizmini, hemen yanı başımızdaki İran örneğini, ‘Şeriatın kestiği parmak acımaz diyen gözü dönmüşlüğü ve yobazlığın cahilliğini, çok çok iyi biliyorum.

Bugün Türkiye’de sözde herkes Atatürkçüdür, Ama sağda da solda da, Atatürk’ü demode olarak görmek moda olmuştur. Ben şahsen Atatürkçüyüm ve bunun bugünkü ortamda ‘demodelik’ değil marjinal ve radikal bir tavır olduğuna inanıyorum. 12 Eylül darbesinin oluşum nedenlerinden bir tanesi, kamuoyuna –sözde- artan şeriatçı eylemlere karşı ordu harekatı olarak izah edilmiştir. Oysa bugünkü rejimin her haliyle Atatürkçülüğe nasıl baktığı ortadadır.

Laik demokratik, hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti bir kere kurulur ve bu yedek parçası olan bir oyuncak değildir. Bozulmaya gelmez. Bu cumhurbaşkanlığı seçimine bile benzemez. Çünkü alt tarafı 7 yıl bir süredir, geçer. Ama basın, politikacılar, aydınlar, yobaz takımının bu oyununa gelip, özgür sesini ve demokrasiyi geri dönülmez şekilde kaybederse, bunun telafisi imkânsızdır"



ATATÜRKÇÜLERE YÖNELİK CİNAYETLERİ VE SİVAS’I TAMAMEN ÖNGÖRMÜŞTÜM!

Ne yazık ki bu ikazların hiç biri kaale alınmadı ve 163. madde “düşünce özgürlüğünden zarar gelmez” savları arasında kaldırıldı! Sonuç maalesef hüsran ötesi oldu ve cinayetler, yobaz ağır propaganda ve örgütlenmeler en yoğun şekilde gelmeye başladı! Bakın, Sivas olaylarının gelişini 3,5 yıl evvelinden, 1 ocak 1990 tarihinde Playboy'daki Değinmeler köşemde, nasıl tahmin etmişim: Unutmayın ki, o anda henüz Muammer Aksoy'un öldürülmesine bile daha bir ay var!



"Şeriatçılar, serbestçe at koşturdukları bu ortamda arkalarına korkunç bir propaganda finansmanı ve devlet güvencesi alırlar. Tabii oyları yüzde 7'lerde kalmaz, fırlar. Kaldı ki belirli bir sokak gösterileri patlamasından sonra bu şeriatçı partinin yüzde 30-40 oya da ihtiyacı yoktur, şeriata ve karanlığa çöküş darbeyle de yapılır. Mesela, birden bir sokak mitingi, gözü dönmüş din fanatikleri tarafından bir toplu linç veya katliama dönüşebilir. Çünkü bu fanatikler için ‘Hak’ yolunda her şey mubahtır. Peki o zaman, mesela Erdal İnönü gibi 163. maddenin de kaldırılmasını talep eden politikacılar ne gibi traji-komik demeçler vereceklerdir? ‘Bunlar demokrasiyi hazmedememiş kişilerdir’ mi diyecektir Sn. İnönü? Bu olayların gelişi ‘perşembenin gelişi çarşambadan bellidir’ durumunda iken SHP bu konudaki gafletini nerelere kadar sürdürecektir? SHP, CHP’nin devamı olan kendi çizgisinde Atatürk’e ve laik TC’ye en büyük ihanetini, 163. maddenin kaldırılmasını talep ederek yapmıştır.”



PEKİ ZAMANE SİYASİLERİ, UYANDILAR MI?

İşte böyle sevgili arkadaşlar: Hani diyoruz ya, kimileri, 2007'de Cumhuriyet yürüyüşlerinde uyandı, kimileri Gezi'den sonra uyandı ve ... kimileri hala uyanamadı! İşte ben maalesef bugün yaşadıklarımız konusunda tam 29 yıl önce, ABD'den döndüğüm 1987 yılında uyandım ve Türkiye'nin bugünkü islamo-faşizme kaymakta olduğunu somut olarak gördüm: İran Başbakanı’nın Anıtkabir’i ziyaret etmeyi reddetmesine karşı hükümetin ve halkın tepkisizliğini gördüğümde uyandım. Maalesef her dediğim çıktı. Övünmüyorum, kahroluyorum üstelik "haklı çıkmamak için" zamanımın %60'ını vermeme rağmen! Doğruyu söyleyeyim mi? 30 yıl önce, bugünü net görebilmek için Einstein kadar zeki olmaya gerek yoktu. Atatürk'ü, Cumhuriyet dönemi tarihi, öncesi ve sonrasıyla 27 Mayıs dönemini bilip, objektif, mantıklı ve hayal dünyalarına kapılmadan öngörümde bulunmak yeterdi. İşte bunu yaptım. Ne yazık ki her dediğim çıktı. Belki bir süre, arada bir, bu acı hatırlatmaları yaparak sizlerle geçmiş üzerinde sohbetler yapacağım! Siyasi gündemimiz ise, bizim bu dönemimizde, yobaz zihniyetin keyifle yok ettiği hareket kabiliyetimiz ve düşünce özgürlüğümüzün acılı kıvranmaları ve yakınmaları ile geçecek.... Peki bizi bu noktalara getiren “büyük siyasi liderlerimiz”in gafleti ve affedilmez körlükleri sona erdi mi?! Ne gezer? Maalesef onlarda ders ötesi tarihi iflaslardan nasiplerini almadan aynen başını kuma gömen devekuşu olmaya devam ediyorlar! Hoşgörü adı altında, demokratik rejim ve Atatürk düşmanlarının saldırgan hainlikleri görmezden geliniyor! Efendim, ne diyorduk, Kadınlar Gününüz tekrar kutlu olsun!

2 Mart 2016 Çarşamba

AYM’DEN ENKAZ KALDIRICILARA, TÜRKİYE NİYET RÖNTGENİ! | Bedri Baykam | 1 Mart 2016


ANAYASA MAHKEMESİ “HUKUK YAŞIYORMUŞ!” DEDİRTTİ
Anayasa Mahkemesi’nin önce Can Dündar-Erdem Gül hakkında aldığı karar, ardından bugün Başkanı Sayın Zühtü Arslan’ın yaptığı çıkış yüreklere biraz su serpti. En azından Türkiye’nin henüz Padişah yönetimine geçmediğini kanıtladı AYM. Dündar-Gül ikilisinin hakkında verilen karar, bağımsız basın ve ifade özgürlüğü konularında, birilerinin iddia ettiği kadar meydanın boş olmadığını kanıtlaması açısından yaşamsal bir öneme sahip. AYM ve “Beştepe” arasında kılıçların artık düello kıvamında çekildiğini görmemek mümkün değil. Artık Cumhurbaşkanlığı koltuğunda, yalnız tarafsızlığından değil, Anayasa’ya sadakat metninden, kendi görev tanımları ve yasal bağlılıklarından vazgeçmiş birisi var. Kendisinden başka otorite, hak, hukuk tanımadığı için ne AYM’ye, ne de muhalefet liderlerine dayanabiliyor. Ülke bir ilkokulsa, kendisi de her noktasından sorumlu tek başöğretmeni olma iddiasında. Hatta öğrencilerin evleri ve ebeveynlerinin yaşam tarzlarından da kendisi sorumlu. RTE’nin “Yeni Demokratik Anayasa” ısrarlarının arkasında, uzaktan yakından hiçbir demokrasi arayışı yok, yalnız padişahlığının kılıfını bir Başkanlık rejimine oturtma çabası var. CHP’nin geç de olsa bu olguyu anlayıp o masadan kalkması, Türkiye’de rejimin sağlığı açısından sonsuz önemli bir gelişme! Bugünkü CHP’nin gelişmesi gereken bir algı yönetimi daha var. O da yoğun bir staja girip 28 Şubat ve öncesinde neler yaşandığını öğrenmek. Böylece bu konu gündeme geldiğinde, AKP veya yandaş medya şablonlarına düşmeden, ne yanıtlar vermesi gerektiğini tüm CHP’li vekiller öğrenmiş olurlar. Gerek 28 Şubat, gerek tüm diğer yakın tarih dönemeçlerimizde sürekli olarak hangi ezberlerin dayatıldığını da tekrar masaya yatırmaları lazım. Ama izninizle bugün değil!

KÖTÜ DAYATMALAR ARASINDA TARAF OLMAYA MECBUR DEĞİLİM!
Ben artık kabul etmediğim dayatmalar ve kötü alternatifler arasından seçim yapmaya mecbur bırakılan bir yurttaş olmak istemiyorum. Bıktım, reddediyorum. Hiç kimse, her gün asker-polis öldüren, on binlerce haneyi aşsız, babasız, kardeşsiz bırakan bir insan topluluğuna demokratik destek vermeye beni zorlayamaz. Bir yandan her gece yüreğimizi dağlayan şehit cenazelerini izleyip diğer yandan ertesi günkü pusuların planlarını örgütleyen ve çevresine ölüm saçan insanlar var orta yerde... Batı merkezleri onlara direnişçi kahraman muamelesi yaparken, bizim entel aydınların önemli bir kısmı da melek muamelesi yapmak istiyor. Halbuki otuz yıldır her fırsatta insan haklarından, hümanizmden, barıştan, silahsızlanmadan da bahseden onlar! Ne demişler, yersen! Ne yazık ki ben bu yapay-sahte-hormonlu demokrasi deformasyonlarını tabii ki yutmuyorum!
Bu arada beyni yıkanmış gençlere de üzülüyorum. Ama ortada “eşit” bir durum yok. Çünkü asker hepimizin yaşadığı yurdu savunuyor. Ama burada da bildiğimiz gibi farklı uygulamalar var: Evi arıyoruz bahanesiyle girdikleri özel hanelerde yöre halkını taciz eden, silahsız insanları inandırıcılığı olmayan bahanelerle oracıkta infaz eden ve yangına körükle giden, hukuku yok sayan, devlet otoritesini çeşitli güvenlik gücü sıfatlarıyla suistimal edenleri de kimse görmezden gelemez. Bu ülkede Kürt kökenli halkımızın yaşam koşullarını kullanarak tüm coğrafyayı sahte arayışlarla kana bulamaktan sonsuz zevk alanların, “Irak’ta kitle imha silahları var, şimdi onları bulmak üzere o ülkeye giriyoruz” diyenlerden hiçbir farkları yok. BEN KÖTÜLERDEN HİÇBİRİNE TARAF OLMAYA MECBUR DEĞİLİM. REDDEDİYORUM!
Bir de kendi yöresinin halkını ve tüm ülkeyi ateşe atmaktan çekinmeyen bu insanların karşısına “dikilen” bir hükümet var. İyi de o hükümet sanki kendisi insanın değerini biliyor mu? Sahi, kimdi geçen hafta  “2 tane pilot için iyi dostu Türkiye’yi kaybetti” sözleriyle Rusya’yı suçlayan, anımsayabildiniz mi? Sahiden nedir ki iki can? En değersizinden iki tabuttur, kaldırırsın biter gider! Sonuçta bu mantıkla hedef tüm bu “istenilmeyen yıkıcı güruhun imhası” değil midir zaten?
Ne yazık ki insanın en alt seviyede bir değere sahip olduğu ülkenin adıdır, Türkiye... Hedef istatistiktir. Bir kesimin, diğerini “daha çok” öldürmesi, yok etmesi, ortalıktan silebilmesidir... “Şu kadar şehidimiz var, bu kadar terörist etkisiz hale getirildi”...
12 yaşındayken sonsuz hurilere hızlı kavuşmak için canlı bomba olmayı seve seve üstlenen garibanların ülkesidir, Türkiye...
Irka göre toprak talebini dillendirmek için ölüm mekanizmasını işleten şaklabanların ülkesidir burası! Kendisini Allah’ın yeryüzüne gönderdiği katliam makinası sanan zibidilerin ülkesidir! O alay ettikleri Andımız’ın Cumhuriyet Türkiyesi’nden uzaklaşılan ortamda, artık cinci hocaların, bölücülerin, tarikatların, sultancıların, faşistlerin, yobazların cirit attığı yerdir burası.

“YAVRU GEZİCİLER” VE  “ENKAZ KALDIRICILAR” MAÇI (!)
İşte ben bu ülkede yalnız kaybettiğimiz şehit askerlere değil, tüm silahlı kuvvetlere sevgi saygı duyuyorum. Şu anda hala yaşayarak dağlarda, sınırlarda ya da sokak aralarında bizleri korumak için gecesini gündüze katan, gözü açık uyuyan askerlerimizin hepsi eşit derecede saygındır ve kimse unutmasın ki bizler her yerde onların sayesinde uyuyabiliyor veya işimizi yapabiliyoruz. Kucakladığımız bu “asker” sıfatlı insanlar, kendi halkımızdır! Üretilmiş robot askerler değillerdir veya bir başka kıtadan ithal edilmemişlerdir. Onları insan yerine koymamız için de şehit mertebesine erişmeleri gerekmemelidir.

İktidarı yöneten ve yönlendiren irade, Artvin’de en doğal haklarını arayan halk için “yavru gezici” tanımlamasını çekinmeden kurabiliyor. Aslında böylece onlara en büyük iltifatı yaptıklarının da pek farkına varamıyorlar! Kim ne derse desin, Davutoğlu hükümeti kendi iktidarını inkar eden, kendi görevlerini alelacele birilerine devredebilmek için sabah akşam Parlamento ve Bakanlar Kurulu’nun yetki alanlarını daraltıp başkanlık sisteminin nimetlerini anlatarak mesai saatlerini tamamlayan bir ekipten ibaret. Bu yapının doğal lideri sayılan zat-ı muhteremin eşi ise, yine geçen hafta aynı kocasının taktikleriyle, haftalık gündemimizi net belirleyen tavrı da sürdürmüş oluyor: Efendim kendileri bu ülkede “90 yıllık enkazı” kaldırıyorlarmış! Bundan daha acıklı bir senaryo olabilir mi? Kendilerine soralım: Tepe tepe kullandıkları o şatafatlı sıfatlar, arabalar, lüks devlet imkanlarını nereden elde ettiler? Yoksa her şeyi enkaz diye hakaret ettikleri Atatürk Cumhuriyeti mi sundu kendilerine? İşte yavru Geziciler bu soruları da merak ediyor!