ANAYASA MAHKEMESİ “HUKUK YAŞIYORMUŞ!” DEDİRTTİ
Anayasa Mahkemesi’nin önce Can Dündar-Erdem Gül
hakkında aldığı karar, ardından bugün Başkanı Sayın Zühtü Arslan’ın yaptığı çıkış
yüreklere biraz su serpti. En azından Türkiye’nin henüz Padişah yönetimine
geçmediğini kanıtladı AYM. Dündar-Gül ikilisinin hakkında verilen karar,
bağımsız basın ve ifade özgürlüğü konularında, birilerinin iddia ettiği kadar meydanın
boş olmadığını kanıtlaması açısından yaşamsal bir öneme sahip. AYM ve “Beştepe”
arasında kılıçların artık düello kıvamında çekildiğini görmemek mümkün değil. Artık Cumhurbaşkanlığı koltuğunda, yalnız tarafsızlığından
değil, Anayasa’ya sadakat metninden, kendi görev tanımları ve yasal
bağlılıklarından vazgeçmiş birisi var. Kendisinden başka otorite, hak, hukuk tanımadığı
için ne AYM’ye, ne de muhalefet liderlerine dayanabiliyor. Ülke bir
ilkokulsa, kendisi de her noktasından sorumlu tek başöğretmeni olma iddiasında.
Hatta öğrencilerin evleri ve ebeveynlerinin yaşam tarzlarından da kendisi
sorumlu. RTE’nin “Yeni Demokratik Anayasa”
ısrarlarının arkasında, uzaktan yakından hiçbir demokrasi arayışı yok, yalnız padişahlığının
kılıfını bir Başkanlık rejimine oturtma çabası var. CHP’nin geç de olsa bu
olguyu anlayıp o masadan kalkması, Türkiye’de rejimin sağlığı açısından sonsuz
önemli bir gelişme! Bugünkü CHP’nin gelişmesi gereken bir algı yönetimi daha
var. O da yoğun bir staja girip 28 Şubat ve öncesinde neler yaşandığını
öğrenmek. Böylece bu konu gündeme geldiğinde, AKP veya yandaş medya
şablonlarına düşmeden, ne yanıtlar vermesi gerektiğini tüm CHP’li vekiller
öğrenmiş olurlar. Gerek 28 Şubat, gerek tüm diğer yakın tarih dönemeçlerimizde sürekli
olarak hangi ezberlerin dayatıldığını da tekrar masaya yatırmaları lazım. Ama
izninizle bugün değil!
KÖTÜ DAYATMALAR ARASINDA TARAF OLMAYA MECBUR DEĞİLİM!
Ben artık kabul etmediğim dayatmalar ve kötü alternatifler arasından
seçim yapmaya mecbur bırakılan bir yurttaş olmak istemiyorum. Bıktım,
reddediyorum. Hiç kimse, her gün asker-polis öldüren, on binlerce haneyi aşsız,
babasız, kardeşsiz bırakan bir insan topluluğuna demokratik destek vermeye beni
zorlayamaz. Bir yandan her gece yüreğimizi dağlayan şehit cenazelerini izleyip
diğer yandan ertesi günkü pusuların planlarını örgütleyen ve çevresine ölüm
saçan insanlar var orta yerde... Batı merkezleri
onlara direnişçi kahraman muamelesi yaparken, bizim entel aydınların önemli bir
kısmı da melek muamelesi yapmak istiyor. Halbuki otuz yıldır her fırsatta insan
haklarından, hümanizmden, barıştan, silahsızlanmadan da bahseden onlar! Ne
demişler, yersen! Ne yazık ki ben bu yapay-sahte-hormonlu demokrasi
deformasyonlarını tabii ki yutmuyorum!
Bu arada beyni yıkanmış gençlere de üzülüyorum.
Ama ortada “eşit” bir durum yok. Çünkü asker hepimizin yaşadığı yurdu
savunuyor. Ama burada da bildiğimiz gibi
farklı uygulamalar var: Evi arıyoruz bahanesiyle girdikleri özel hanelerde yöre
halkını taciz eden, silahsız insanları inandırıcılığı olmayan bahanelerle
oracıkta infaz eden ve yangına körükle giden, hukuku yok sayan, devlet
otoritesini çeşitli güvenlik gücü sıfatlarıyla suistimal edenleri de kimse
görmezden gelemez. Bu ülkede Kürt kökenli halkımızın yaşam koşullarını
kullanarak tüm coğrafyayı sahte arayışlarla kana bulamaktan sonsuz zevk
alanların, “Irak’ta kitle imha silahları var, şimdi onları bulmak üzere o
ülkeye giriyoruz” diyenlerden hiçbir farkları yok. BEN KÖTÜLERDEN HİÇBİRİNE
TARAF OLMAYA MECBUR DEĞİLİM. REDDEDİYORUM!
Bir de kendi yöresinin halkını ve tüm ülkeyi
ateşe atmaktan çekinmeyen bu insanların karşısına “dikilen” bir hükümet var. İyi de o hükümet sanki kendisi insanın değerini
biliyor mu? Sahi, kimdi geçen hafta “2 tane
pilot için iyi dostu Türkiye’yi kaybetti” sözleriyle Rusya’yı suçlayan,
anımsayabildiniz mi? Sahiden nedir ki iki can? En değersizinden iki tabuttur,
kaldırırsın biter gider! Sonuçta bu mantıkla hedef tüm bu “istenilmeyen yıkıcı
güruhun imhası” değil midir zaten?
Ne yazık ki insanın en alt seviyede bir değere
sahip olduğu ülkenin adıdır, Türkiye... Hedef istatistiktir. Bir kesimin,
diğerini “daha çok” öldürmesi, yok etmesi, ortalıktan silebilmesidir... “Şu
kadar şehidimiz var, bu kadar terörist etkisiz hale getirildi”...
12 yaşındayken sonsuz hurilere hızlı kavuşmak
için canlı bomba olmayı seve seve üstlenen garibanların ülkesidir, Türkiye...
Irka göre toprak talebini dillendirmek için ölüm
mekanizmasını işleten şaklabanların ülkesidir burası! Kendisini Allah’ın
yeryüzüne gönderdiği katliam makinası sanan zibidilerin ülkesidir! O alay
ettikleri Andımız’ın Cumhuriyet Türkiyesi’nden uzaklaşılan ortamda, artık cinci
hocaların, bölücülerin, tarikatların, sultancıların, faşistlerin, yobazların
cirit attığı yerdir burası.
“YAVRU GEZİCİLER” VE “ENKAZ
KALDIRICILAR” MAÇI (!)
İşte ben bu ülkede yalnız kaybettiğimiz şehit askerlere değil, tüm
silahlı kuvvetlere sevgi saygı duyuyorum. Şu anda hala yaşayarak dağlarda,
sınırlarda ya da sokak aralarında bizleri korumak için gecesini gündüze katan,
gözü açık uyuyan askerlerimizin hepsi eşit derecede saygındır ve kimse
unutmasın ki bizler her yerde onların sayesinde uyuyabiliyor veya işimizi
yapabiliyoruz. Kucakladığımız bu “asker” sıfatlı insanlar, kendi halkımızdır! Üretilmiş
robot askerler değillerdir veya bir başka kıtadan ithal edilmemişlerdir. Onları
insan yerine koymamız için de şehit mertebesine erişmeleri gerekmemelidir.
İktidarı yöneten ve yönlendiren irade, Artvin’de
en doğal haklarını arayan halk için “yavru gezici” tanımlamasını çekinmeden
kurabiliyor. Aslında böylece onlara en büyük iltifatı yaptıklarının da pek
farkına varamıyorlar! Kim ne derse desin, Davutoğlu hükümeti kendi iktidarını
inkar eden, kendi görevlerini alelacele birilerine devredebilmek için sabah
akşam Parlamento ve Bakanlar Kurulu’nun yetki alanlarını daraltıp başkanlık
sisteminin nimetlerini anlatarak mesai saatlerini tamamlayan bir ekipten
ibaret. Bu yapının doğal lideri sayılan zat-ı muhteremin eşi ise, yine geçen
hafta aynı kocasının taktikleriyle, haftalık gündemimizi net belirleyen tavrı
da sürdürmüş oluyor: Efendim kendileri
bu ülkede “90 yıllık enkazı” kaldırıyorlarmış! Bundan daha acıklı bir senaryo
olabilir mi? Kendilerine soralım: Tepe tepe kullandıkları o şatafatlı sıfatlar,
arabalar, lüks devlet imkanlarını nereden elde ettiler? Yoksa her şeyi enkaz
diye hakaret ettikleri Atatürk Cumhuriyeti mi sundu kendilerine? İşte yavru
Geziciler bu soruları da merak ediyor!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.