28 Şubat 2019 Perşembe

CHP, ERDOĞAN’A VE YANDAŞ MEDYAYA TEŞEKKÜR BORÇLU (!) | Bedri Baykam | 27.02.2019



Durum son derece ilginç ve çelişkili. Cumhurbaşkanı Erdoğan, sistematik olarak her gün başta CHP olmak üzere, muhalefete yükleniyor. Artık onun tarafsızlık yemininin, Anayasa’nın ilgili maddeleri yeniden düzenlenirken oracıkta hasbelkader unutulmuş cümlelerden oluştuğunu çok iyi biliyoruz. Tabii durumu oportünist yorumlarla “O muhalefet eleştirilerini AKP Genel Başkanı sıfatıyla yapıyor” diyenler çıkabilir, ama bu mantığın da ilkokul çocuklarını bile ikna edebileceğini sanmıyorum. Peki sayfayı çevirelim, bu eşitsizliği, taraflılık söylemlerini zaten herkes biliyor.
Sonuçta ortaya şöyle bir tablo çıkıyor: CHP, Erdoğan tarafından her gün PKK ile, FETÖ ile, “bekaa sorunu” ile, terörle ve her türlü uğursuzluk ve olumsuzlukla suçlanıyor! Bu ağır suçlamalarda, CHP öyle haksız ve tutarsız şekillerde mağdur duruma düşürülüyor ki...
CHP’nin belediyeler için aday saptama yöntemlerinin ne kadar tartışılır olduğunu, ön seçime gidilmemesinin yarattığı dengesizlikleri zaten fazlasıyla vurguluyoruz. CHP’nin demokratik, evrensel bir sol parti standartlarına uymamasının getirdiği huzursuzluğu da söylemeyen kalmadı. Dolayısıyla CHP örgütünün içsel olarak yaşadığı tartışmalar, istifalar da ortada, CHP seçmeninin bıkkınlık ve küskünlüğü de... Öte yandan CHP’li olmayan genel muhalif seçmen kitlesinin de son seçimlerden bu yana yine CHP’den uzaklaştığını biliyoruz.
Ana muhalefet partisinin bu kadar köşeye itildiği ve tartışıldığı bir ortamda, Erdoğan ve yandaş medyanın CHP’ye yönelik akıl almaz salvoları, gerek CHP’nin küskün kadrolarında, gerek siyasetin geneline küsmüş halk kitlelerinde ciddi bir tepki yaratıyor. Haksız her suçlama, ki en sonuncusu çöp karıştıranları yadsımaya kadar gitmişti, tepki yaratıyor. Uzun lafın kısası “ben artık sandığa gitmeyeceğim” diyenler, “ne halleri varsa görsünler” diyenler, bu ağır hücumlarla tekrar gerçek yaşama dönüyorlar! Aralarından CHP yönetimine kızgınlıkları geçmeyenler olsa da, iktidara olan kızgınlıklarının dozunu hatırlayanlar, tekrar 31 Mart günü sandığa gitmek için gün sayar hale geliyor. İktidar, anti-CHP üzerine kurduğu kampanya ile belki kendi geleneksel oy tabanını hoşnut ediyor ama öte yandan rakibinin oylarını da tekrar konsolide ediyor! Ve ben bunu çok olumlu buluyorum! CHP’nin Ankara ve İstanbul’da yarıştan bu kadar umutlu olmasının ve anketlerde önde gitmesinin arkasında bu faktörü de yadsımamak gerek. CHP, illa mağdur edebiyatına girmeden, bu psikolojiyi artık kendi söylemlerinde iyi kullanmalı ve bu ortamı lehine değerlendirmeli.

BİR MAÇTAN FAZLASI...
Beşiktaş-Fenerbahçe maçında gerçekten bir maçtan çok daha fazlasını izledik. Yaşam dersi, tarih dersi, başkaldırı dersi, onur savaşı, ilerde olmanın rahatlığıyla rehavete düşmeme gibi sayısız sonucu değerlendirmemize olanak veren bir 90 dakikaydı. Çok ilginçtir, Fenerbahçe tarihinde 1-4’ten 4-4’e, 0-3’ten 4-3’e, birçok büyük geri dönüş vardır. Ben şanslı bir şekilde, bunların en bilinen ikisini stadda izlemiştim. Galatasaray’a karşı 1989’da yaşanan 4-3’lük Türkiye Kupası yarı final zaferi ve 2001’de İstanbul’da Gaziantep’e karşı aynı şekilde 0-3’ten gelen zafer... Bu sene de bu geri dönüşler yaşanıyor. Yine ezeli rakibi Galatasaray’a karşı deplasmanda 0-2’den 2-2’ye dönmüştü. Takımın ligin alt kısmında tersten final maçlarına çıkar hale geldiği bu haftalarda, kazanılan o tek puan altın değerindeydi. Bu arada, bu daha önce çok konuşulmuş olmasına rağmen Beşiktaş seyircisinin en azından bir kısmının hırsına yenilip “Fener kümeye” diye tezahürat yapması, Sadık’ın, Hasan Ali’nin gollerinde, Valbuena’nın canlı kalma inadında en büyük ateşleyici oldu. Bu da bir yaşam dersiydi: Ezeli rakibini/dostunu hiçbir zaman hor görme, aşağılama, zor durumda olmasını bir “alay” vesilesi haline getirme! Çünkü bunu yaparak onlara iyilik yapmış oluyorsun. Ve tabii ayrıca hiç şık durmuyor.
Bu arada centilmenlik konusu açıldığında, her iki başkana da teşekkürler! Gerek Fikret Orman gerek Ali Koç, birlikte düzenledikleri basın toplantısı ile örnek ve alkışlanacak bir tavır sergilediler. Burak’ın Dirar’ı, maçın tek tartışmalı anında almak üzere olduğu bir kırmızı karttan koruması, ona sarılarak olay yerinden uzaklaştırması da yine alkışlanır bir hareketti. Gökhan Gönül’ün eski takımına karşı gol attıktan sonra sevinmemesi ve karışık duygular içinde olması, çok ayrı derin olayları hatırlatan bir andı. Herkese teşekkürler.

BİR FUTBOLCUDAN FAZLASI...
Valbuena... İki yıldır Fenerbahçe’yi yöneten teknik direktörlerle sorunlar yaşadı. Ne kadar koşsa, ne kadar gol atsa, ne kadar gol pası verse, ne kadar canını dişine takarak oynasa ilginç bir şekilde Aykut Kocaman’ı da, Cocu’yü de ikna edemedi. Neredeyse, sürekli yedek bırakıldı ya da maçların ikinci yarısında veya sonlarında oyuna dahil edildi. Neredeyse istisnasız her oyuna girdiğinde maçın kaderine etki yaptı. Daha da önemlisi, yedek kalışını hiçbir zaman profesyonelliğinden ödün vermek, çalışmamak, kendini oyuna vermemek gibi dışarıya yansıtmadı. Daima hazır, centilmen, tüm hücreleriyle oynayan örnek bir sporcu oldu. Futbol diliyle konuşursak da, yan ve geri pas vermek gibi sorumluluktan kaçan yöntemlere hiç başvurmadı. Tam tersine hep ileriye dikey oynayan, risk alan, gol pası deneyen, adrese teslim ortalar yapan ideal bir futbolcu oldu. Son dönemlerde yine oynadığı her maçta en iyi oyunculardan biriydi. Fenerbahçe’ye kendine has bir ivmeyi oyun olarak vermeye başlayan Ersun Yanal, umarım artık Valbuena’yı sürekli olarak kullanır. Valbuena’nın duruşu da, bizim takımımız, mesleğimiz ne olursa olsun, hatırlamamız gereken bir yaşam dersi...  


21 Şubat 2019 Perşembe

İSTİKAMETLER VE DURMAYAN FELAKET SENARYOLARI | Bedri Baykam | 21.02.2019



Herkesin 31 Mart ve “1 Nisaaaannnn!” için senaryosu var. Daha doğrusu, her kafadan bir ses çıkıyor. Bunlardan bazılarını hatırlayalım: Kimi hızlı stratejistler, videolu anlatımlarla 31 Mart’ta seçimin neden yapılmayacağını anlatıyorlar. Diğerleri 31 Mart’tan sonra laikliğin artık tam hedef haline getirileceğini ve hatta kaldırılacağını söylüyorlar! Doların yine patlama yapacağını söyleyenler ile hiçbir şeyin kımıldamayacağını söyleyenler arasında patlamacılar önde gidiyor. Aynen 1994’ten hatırladığımız gibi, artık şeriata geçileceği ve kadınların türbana zorlanacağı sözlerini ima edebilenler bile var!
Bütün bu uçuşan söylenti ve iddialardan anlamamız gereken şu: İnsanlar son derece rahatsız, güvensiz. Yerel seçimi bir proje yarışması, halka hizmet taşıma yöntemlerinin kıyaslanması olarak kendi gerçek kapsama alanı ile gören neredeyse hiç kimse yok. Herkes bu depresif ortamda, o gün kendisine dayatılacak her şeye inanabilir, psikolojisi buna müsait.
Bu sütunlarda sıkça eleştirdiğimiz gibi CHP, adaylarında hem örgütünü hem imajını hem kendisini hem ülkeyi koruyacak bir ön seçim formülüne yanaşmadı. Sonuçta bildiğimiz gibi CHP’nin dışladığı bazı güçlü ve kamuoyunda karşılığını bulan adaylar da DSP’ye gitti. Son saniyede tekrar aday gösterilmeyen eski belediye başkanları, daha eski genel başkan adayları, ünlü simalar, 1980 darbesinin yadigarı olan bu oluşuma girerek CHP Genel Merkezi ile bir hesaplaşmaya adım attılar.
Bu cümlemden alınmaya gerek yok sevgili DSP’liler, işin tarihsel özeti bu. 12 Eylül yaşanmasaydı, DSP diye bir parti olmayacaktı. Veya Bülent Bey ve Rahşan Hanım, yalnız birbirlerine yaslanarak yaşayacakları iki kişilik isimsizler partisi tasarlamak yerine, halk nezdinde kendilerine o büyük gücü veren CHP örgütüne dönselerdi, herhalde son 30-40 yılda yaşadığımız felaketlerin ve parçalanmaların neredeyse hiçbiri yaşanmayacaktı. Özellikle 1994 seçimlerinden önce adeta yalvarmalarımıza karşın hiçbir şekilde uzlaşmayan Ecevit, Baykal ve Karayalçın’ın inatlarının kökeninde, hep “Ölürüm de birleşmem” tavrının affedilmezliği vardır.
Şimdi insanlar DSP’ye kaçan adaylar konusunda CHP’ye kızıyorlar. Haklılar. CHP’de ön seçim olsa, yenilen hiç kimse ne DSP’ye ne başka bir yere gidemezdi. O aday önemliyse ve halkta o kadar büyük karşılığı varsa, neden bıraktınız derler adama...
Öte yandan o adaylara kapıları açan DSP’ye de kızanlar var. Onlar da haklı. “Bir bölen” olarak tarihe geçen bir siyasi merkezin bu sefer de aynı işleme girişmesi hangi sonuçları doğuracak? Mesela çeşitli ilçelerde, CHP ve DSP birbiriyle yarışırken aradan AKP’nin sıyrıldığı olacak mı? O zaman halkın bir yarısı diğer yarısını suçladığı zaman sorumlu kim olacak?
Ben bu filmi daha önce gördüm. Bu nedenle 1994 seçimlerinden 9 ay öncesinde üzerimize çökecek sonuçlara karşı örgütlenmeye başlamıştık. Etrafımızda konuştuğumuz parti liderleri vardı, ama bir adet gerçek devlet adamı yoktu. Benim mantığımda, muhalif olduğunu söyleyen partiler yerel seçimlerde hiçbir yerde birbiriyle karşı karşıya gelmemeli... Ama maalesef bu ikazları dinletebilmek pek mümkün olamadı. Bakalım seçmenin bilinci ve sol duyusu bu düğümleri çözmeye yetecek mi?

MUHARREM İNCE AYDINLARLA BULUŞTU
Sanatçıları, yazarları, aydınları hatırlamak, onlarla dertleşmek genel olarak siyasetçilerin sıkça tercih ettikleri bir tutum değil. Sorarsanız, herkes sanatı ve sanatçıları çok sever ancak iş onların dertlerini duymak veya görüşlerini almak veya vizyonlarından yararlanmak olduğu zaman ortalık tenhalaşır.
Biliyorum, muhakkak sizin de aklınıza gelmiştir, son zamanlarda R. T. Erdoğan sanatçılarla çeşitli buluşmalar gerçekleştirdi. Kendisi diyebilir ki, artık bu sözü benim hakkımda söyleyemezsiniz. Ama burada hangi sanatçılarla, hangi amaç ve perspektifte buluştuğu da siyasi karşıtları tarafından masaya yatırılabilir. Ama en azından bu diyalogun önemini kendi açısından kavramış görünüyor Cumhurbaşkanı. Özellikle kendi kesiminin sanatçılarını ve kültür insanlarını yeterince yetiştirememesi konusunda ciddi bir özeleştiri de yaptı. İlginç... İnsan bir sonraki hamleleri merak ediyor!
Ana muhalefet ise, çevresi tüm yaratıcı yazar, çizer, müzisyen ve sanatçılarla kaynıyor olmasına karşın, onlarla ilgilenmemeyi herhalde siyasi ciddiyetin bir parçası sayıyor (!). Zaten önseçim haklarını örgüte vermiyorsun, bari halkın yakından tanıdığı, güvendiği bu insanları öne çıkar değil mi? Ama ne gezer?
Geçtiğimiz günlerde Muharrem İnce, yerel seçime destek çabalarının ortasında, bu farklı disiplinlerden sanatçı ve diğer aydınlarla bir araya geldi. Çok samimi ve dostça bir sohbet ortamı oluştu. Konuşulan her şey doğallık adına kayıt dışı olduğu için, onlar sadece katılanların belleğine yerleşti. Ama şu kadarını söylemem şart: Birçok aydın, tahmin edeceğiniz gibi İnce’ye o meşhur seçim gecesi neler olup bittiğini de sordu. O da samimiyetle yaşananları, hangi kararı niçin aldığını ve şimdiki bakış açısıyla bugün olsa nasıl farklı davranacağını özeleştiri yaparak anlattı. İnce dikkatle her birimizi dinledi, esprili, kendine has üslubuyla yanıtlar verdi. Zarif eşi yanı başındaydı. Hangi genç sanatçıların, hangi ustaların katıldığının dökümüne gerek yok. Mühim olan, ortamın yapıcı ve çok samimi olması. Sanat ortamının bu sıcak diyaloğa ihtiyacı vardı.
İnce, her yerde CHP’nin yerel seçim çalışmalarına katıldığını ve herkesten bunu beklediğini söylemeyi ihmal etmedi. Sonuçta birçok katılımcı bu sohbetten çok mutlu kalarak geceden ayrıldı, akıllarında kalan gri noktalara açıklama duymanın rahatlamasını yaşadılar.



15 Şubat 2019 Cuma

CHP’DE (HALA) TEPKİ VERENLERE! | Bedri Baykam | 14.03.2019


Bu makalem öncelikle CHP örgütüne, ardından da CHP seçmenlerine...
Değerli CHP örgütü, belediye başkan adaylarının resmi şekilde açıklanmasına birkaç gün kala, örgütün her kademesinden tepkiler gelmeye devam ediyor. Akif Hamzaçebi CHP Genel Sekreterliği görevinden istifa etti. Pazartesi, Gürsel Tekin liyakatle ilgili sert açıklamalarda bulundu. Maltepe örgütü, Ankara’ya doğru yürüyüşe çıktı, şu anda inançla yollarına devam ediyorlar. Beşiktaş örgütünün bir kısmı, adayına karşı sokak buluşmalarına girişti. Marmaris, Şişli, toz duman oldu. Siverek adayı Bucak partiyi karıştırdı. Soyuer’in İzmir adaylığı, babasının geçmişi nedeniyle kriz yarattı. Saymakla bitmez.
Gerek yıllardır, gerek bu son seçimler konusunda aylardır, sayısız kereler yazdım. Son 15 yılda neredeyse her kurultayda üstüne basa basa, “Bırakın her il ve ilçe, adaylarını tüm üyeleriyle seçsin” formülünü detaylı gerekçeleriyle anlattım. İnsan, eğer doğa üstü yeteneklere sahip değilse, her noktanın en uygun kişilerini objektif olarak belirlemeye kalkışmasının saçmalıktan başka bir şey olmadığını, kavga gürültü ve kaostan başka bir sonuç getiremeyeceğini, sayısız kereler makalelerde, panellerde, örgüt toplantılarında dile getirdim. Şimdi izninizle soruyorum sevgili Hamzaçebi’ye, sevgili Gürsel Tekin’e, her yerde şikayetini dillendirip ayağa kalkan örgüt üyelerine: Niye kızgınsınız? Ne umuyordunuz da hayal kırıklığına uğradınız?
Buradan hareketle şu soruyu da ekliyorum: Bugüne kadar “parti içi tam demokrasi” diye yırtınanlara ne kadar destek verdiniz de, bugün bu tepkileri ciddiye almamızı bekliyorsunuz? (Ekmek için Ekmeleddin) İhsanoğlu faciasına ne tepki verdiniz? O günlerde demokratik kitle örgütlerinin seçtiği aday için gerekli 20 milletvekili imzasından birini bile atmazken, tüm demokrasi ve şeffaflık çağrılarını görmezden gelirken aklınızda ne vardı? Soruyorum CHP örgütüne: Neden bilincinizin, düşünce ve buna bağlı kararlarınızın parti yörüngesi ve adayları saptanırken yok sayılmasına, bu beyin tutsaklığına yıllardır seyirci kalıyorsunuz? Sizin ötenizde, halkın partiye olan saygısında neye mal olduğunu göremiyor musunuz?
Huzursuzluğun hiçbir faydası yok. Ama bir de gerçek var: Şimdi bunları tartışma zamanı değil. Bunlar, kurultaylarda, genel başkan seçimlerinde, parti siyasetinin tartışıldığı kongre seçimlerinde gündeme gelecek konular. Şimdi konumuz artık seçim başarısı. Lütfen her haklı şikayetinizi artık buzdolabına kaldırın ve muhalefetten tüm adaylara destek vererek sahaya çıkın. Hiç kimsenin, kötü seçim sonuçları bekleyerek kurultay hesabı yapma hakkı yok. Bundan daha affedilmez bir tavır olamaz. Seçim için her şey yapılır, her dayanışma gösterilir. En büyük haksızlığa uğramışlar da bu söylediklerime dahildir. Seçimden sonra yaşanacaklar apayrı bir alandır. Şimdi 31 Mart akşamı genel anlamda muhalefet adına arzuladığımız sonuçlara ulaşabilmek için çalışma zamanıdır.

2019: YAYALARIN VARLIĞI HATIRLANDI!
Bu kredi kime yazılıyor onu ben bilemem, oralar çok karışık. İçişleri Bakanlığı’na mı, trafik komisyonuna mı, Bakanlar Kurulu’na mı, valilere mi? Bildiğim tek şey, bu yıl yaya geçitlerinde durmak gereğini nihayet biz Türklere hatırlatan bir makam oldu! Ayrıca sakın sanmayın ki, ben bu cümlelerimle kinayeli bir şekilde AKP hükümetine taş atıyorum. Alakası yok! Çünkü bugüne kadar bu uygulama hiçbir hükümetin aklına gelmedi! Ne Ecevit, ne Özal, ne Demirel, ne Çiller... Diyebilirsiniz ki “Çok saçma! Yaya geçitleri zaten hep vardı ve geçiş üstünlüğü zaten yayalardaydı!” Yok sevgili arkadaşlar, o iş öyle değildi! Yaya geçitleri, Türk şoförlerin gözünde ister ticari, ister sivil araç olsun, olsa olsa yayaların ezilmeleri gereken (!) yerin adıydı. Burada da şaka yaptığımı sanmayın lütfen. Bana doğruyu söyleyin: Bugüne kadar ışık olmayan yaya geçitlerinde kaç kere arabaların sükunetle durup yayalara yol verdiğini gördünüz?
Bu yazının benzerini 90’larda, Aydınlık’ta kaleme almıştım. Güvenli araba kullanmanın püf noktalarını çocukluğumdan itibaren bana sürekli nasihat ederek yanımda araba kullanan babacığımdan öğrendim. Yayalar konusunda bana verdiği bu uyarıyı ise ömür boyu tuttum: “Yayalara daima yol vereceksin. Onlar geçerken de elinin tersiyle acele geçmelerini işaret eden bir ‘hadi kış kış’ hareketi değil, tersine nezaketle ‘buyrun’ gülümsemesiyle, saygı ve güvenle onları yolu geçmeye davet edeceksin”. Yemin ediyorum sürekli uyguladım. Teşekkürler Dr. Suphi Baykam. Yaşam bu detaylarla, birbirimize nazik olmakla güzelleşiyor!
Ömrüm, yayaları yok sayarak, araçlarını onların üstüne sürerek sokakları kirleten magandalarla kavga ederek geçti. Her yavaşlayıp durduğum yaya geçidinde, zamanın yüzde sekseni, arkamdaki görgüsüzün korna veya sözlü tacizlerine maruz kaldım. Hiç aldırış etmeden yol vermeye devam ettim. Bir de zaten insanlar şunu hatırlasalar, bu saldırgan egoizmlerinden kurtulacaklar: Sonuçta en lüks otomobille bile gezseniz, indiğiniz an, siz de bir yayasınız. HEPİMİZ BİRER YAYAYIZ, BUNDAN KAÇIŞ YOK!
Tek ricam var: Konu güncel resmiyet kazanarak devlet kampanyasına da dönüştüğüne göre, lütfen artık yaya geçitlerinde araçlarını sorumsuzca süren şehir eşkıyalarının plaka numaralarını, gerekirse fotoğraf da çekerek, trafiğe veya 155’e bildirin ve Dr. Baykam nezaketini her yayaya yol verirken lütfen harfiyen uygulayın.



7 Şubat 2019 Perşembe

ŞANSLI HAYVANLAR VE KALPSİZ İNSANLAR | BEDRİ BAYKAM | 07.02.2019


Doğru yerde doğru zamanda olmak önemlidir. Şans, bazen yardım eder. Benim için iyi kalpli ve sağlam Atatürkçü bir ailede doğmuş olmak, “doğru yer ve doğru zaman”dır. Anneme, babama ve tüm aileme bana gösterdikleri özen ve sevgi için minnettarım. Ben dürüstlüğü, aile bağlarını, yardımseverliği onlardan öğrendim. 35 yıldır yazdığım her satırdan, verdiğim konferanstan sorumlu olmamdaki tutarlılığı, bu sağlam mayaya borçluyum.
Bunun dışında, ömrümde genel olarak hiç doğru yerde, doğru zamanda olmadım. Ne uçakta, ne sinemada yanıma Museum of Modern Art’ın direktörü, ne Hollywood’un en büyük yapımcısı, ne Picasso, ne de dünyanın en açık vizyonlu koleksiyoncusu düştü. Hiçbir askerlik arkadaşım ne kültür bakanı oldu, ne de banka sahibi... Ömrümde hiç hazıra konmadım. Paranın kendisine veya mala mülke önem verdiğimden değil, ama sanatçılık, hele uluslararası düzeyde, her açıdan çok pahalı bir meslek.
Bazen hayvanlar yanlış zamanda yanlış yerde bulunurlar. Bir mahallenin köpeği, çöpte günün artıklarını kolaçan etmeye gider, ama omurgasız bir belediyenin itlaf ekibi onu oracıkta ağına düşürüp ölüme yollar, hem de 30 saniyecik bir farkla...
Bazen de doğru yerde doğru zamanda bulunurlar. Cumartesi günü çok keyifliydi. Sevgili Uğur Dündar, beni ve Piramid Sanat’ı ziyaret etmeye geldi. O ayrıldıktan sonra bizim ekipten Sedef, Piramid’in önünde 2-3 aylık bir yavru kedi bulmuş. İtiraf edeyim, hastası olduğum tüylü bir tekir tipolojisine sahip kendileri! “Arapları korkutuyordu, aldım getirdim” dedi. O anda kediyi transfer ettim! 2 dakika önce vızır vızır arabaların tehdidi altında canlı kalma savaşı veren bu kedicik, Baykam ailesinin bir ferdi oluverdi. Onu Piramid’deki diğer iki kedi (birini Nişantaşı’nda, diğerini Eskişehir’de sokakta bulmuştum) ve iki köpeğimin yanına değil, eve aldım. Çünkü oğlum da aylardır bir kedi istiyordu!
Aynı gece Suphi ile aşılarını yaptırdık ve o andan itibaren evin yeni maskotu oldu. Şimdi her saniyesini bizimle paylaşarak mutluluk saçıyor etrafa! Yalnız kedi değildi doğru yerde doğru zamanda olan, esas bizler ona erişen şanslılardık! Bakın Luka’nın fotoğrafına!
Hayvan dostu insanlarla beraber yaşamak benim için büyük bir keyif ve kaçınılmaz bir durum. Çünkü hayvanlarla arası soğuk birine anlayış göstersem bile, sürekli bir ilişkiye giremezdim. Hem sevgili eşim, oğlum, hem tüm Piramid ve UPSD ekibi hayvan aşıklarıyla dolu.

EGE CANSEN NEDEN BÖYLE DÜŞÜNÜYOR?
Ama herkes aynı frekansta olamıyor. Kardeş bir gazetenin yazarını ağır bir şekilde eleştirmek tarzım değil. Ege Cansen’in geçenlerde Sözcü’de yazdığı “Hayvanperestlik” başlıklı yazıya gerçekten içerledim. Empati kurmaktan yoksun bir yazıydı. Hem hayvanlara, hem de hayvanseverlere karşı! Eski bir yazısını da referans göstererek şunları yazmaya cüret edebilmiş: “Başıboş köpeklerin belediyeler tarafından toplanıp bir barınma merkezine götürülmesi ve belli bir süre içinde sahiplenilmeyenlerin uyutulması gerektiğini yazdım”
(...) apartman girişlerine birbirinden pis, mikrop yuvası kartondan köpek yatakları veya kulübeleri konmaya başlandı. Kulübelerin önü de hayvan severlerin getirdikleri yağlı yemek artıklarıyla doldu”
Türkiye’de adeta köpeği kutsallaştıran yeni bir din oluşmuştu.”
Emin olun, insanın nasıl bir geçmiş sonucu bunları düşünebildiğini bilmiyorum. Bu dünyanın yalnız biz insanlar için var olduğunu kim anlattı sizlere? Yüz milyarlarca galaksi veya bir o kadar yıldız arasında dünya isimli gezegende, yaşam hakkının yalnız biz insan canlısına ait bir hak olduğunu sanmak nasıl bir mantık-zeka-evrensel ve ilahi hukuk anlayışının sonucudur? Ormanları, denizi, suyu, ezcümle doğayı kirletiyor oluşumuz maalesef artık normalleşti (!). Daha zeki ve saldırgan olmamız diğer canlılara karşı Nazivari davranma haklar vermiyor. Bu anlayış, benim gözümde affedilmez canilik ve doğaya, insanlığa, evrene karşı işlenmiş ağır bir suçtur. Ama bu da onları ne ilahi adalet, ne evrensel hukuk önünde koruyamaz. Türkiye’nin belediye itlaf ekipleri, Danimarka’nın balina katilleri, Uzakdoğu’nun canavar mutfakları, -her biri büyük ihtimalle ailelerinden kaynaklanan ağır defolu bir geçmişten gelen- herkes eşit derecede veya birbirinden ağır suçlu insanlardır.
Bizim toplumumuz merhametlidir. Ama şunu da belirtmem lazım, aşırı travmatik ve medyatik bir mevzu olduğunda birkaç günlüğüne kenetlenmekten ziyade (örnek: bacakları kesilen yavru köpek) her gün acı çeken ve imkansızlıklardan dolayı can veren dostlarımız için sürekli bir duyarlılık gerekiyor. Ormanlarda dağlarda dolaşarak, ömrünü buna adamış arkadaşlarımız var. Onlara destek olalım.
Sonuç olarak bizim yeni kedicik, Luka kurtuldu. Ege Bey, kedileri hiç olmazsa nispeten daha selim ve faydalı buluyormuş! (Çünkü onlar fare tutuyormuş). Ama buna rağmen kediler ve onları korumaya çalışanlar da Ege Bey’ den nasiplerini alıyorlar:
Her sabah on binlerce kadın, kocaman el çantalarının içinde veya arabalarının bagajları da plastik poşetlerde kedi maması taşımakta, gezi parkuru üzerinde belli değil noktalara bunları koymaktadır. Mamaları, kediler, köpekler, kargalar ve martılar yemektedir. Onların pisliği yetmiyormuş gibi görevi kenti temiz tutmak olan bazı belediyeler, kartondan ‘kedi evleri’ yaptırıp bunları otobüs duraklarını yerleştirmiştir. Pislik diz boyudur
Ege Bey, soruyorum size: Bir dahaki yaşamınızda bir sokak kedisi veya köpeği olarak doğsanız, sizin gibi konuya bakan bir insan hakkında neler düşüneceksiniz?


DJOKOVIC AVUSTRALYA FİNALİNİ TEK BAŞINA OYNADI! | Bedri Baykam | Şubat 2019



Kim ne derse desin, Slam Turnualarının havası ve etkisi diğer hiçbir tenis karşılaşmalarına benzemez. Belki kıyaslanabileceği tek şey, Davis Kupası finali! Onda da hak eden iki dev tenis ülkesi finale kalabilmişse... Sonuçta Melbourne’da Avustralya Açık’ı, US Open’ın ardından özlemiştik. Neredeyse 150 gün bu büyük slam heyecanından mahrum kalmıştık!
Herkes Federer, Djokovic ve Nadal arasındaki bitmez tükenmez hesaplaşmaların bu sefer hangi maceralara gebe olduğunu merak ediyordu. Formda bir Djokovic, turnuanın üst yarısında, yalnız Rus asıllı Kanadalı Shapavalov ve Rus Medvedev’e birer set kaybederek finale kadar yürüdü. Djoko, çeyrek finalde maçı bir buçuk set sonra sakatlanıp bırakan Japon gururu Nishikori’yi yenecekti. 4. turda, Nishikori’ye  3-2 yenilen İspanyol Carrena Busta, maç sonunda hakeme olan kızgınlığından resmen delirdi. Bu seviyede bir tepkiyi, en son galiba 1979 veya 80’de Roland Garros’un yan kortunda Nastase’nin kendisini çıldırtmasına tepki veren Amerikalı genç bir tenisçiden görmüştüm. Aslında Busta’nın tepkisinin kökeninde belki ilk turda bir ölüm kalım maçından canlı çıkmış olması yatıyordu. İtalyan Vanni’yi, ilk iki seti kaybetmiş olmasına rağmen dönüp yenmiş, ardından tatlı sert maçlarda İlya İvashka ve İtalyan Fognini’yi devirmişti. Kaybettiği maçta son setin 10 puanda biten uzun karar tie-breakinde 8-5 öndeyken hakemin yaptığı bir ağır hata onu çileden çıkarmıştı. Normalde Djoko’nun yarı finalde karşılaşması gereken rakibi, Fransız Lucas Pouille değil, Avusturyalı Thiem veya Rus asıllı Alman Zverev’di. Thiem, iki set mağlupken Popyrin’e karşı maçı terk etmiş, bu oyuncu ise hemen ardından Pouille’a mağlup olmuştu. Hem de yine beş setlik nefes kesen bir maçtan sonra...
Aynen 4. turda Raonic’e kaybettiği müsabakadan sonra raketini yerde paramparça eden Zverev gibi... Ama şu farkla: Birçok ikincil derecede önemli turnuva kazanan ve ATP klasmanında dünya 4 numaraya kadar yükselen hala yeni evrensel yıldız adayı Zverev, şu ana kadar büyük turnuvalarda henüz bir yarı final göremedi. Onu ve Wavrinka’yı yenen Raonic ise sükuneti ve centilmenliği ile kendisinden güzel şeyler bekleyenlerin umutlarını canlı tutmayı başarıyor. Ancak Raonic de 4 sette turnuanın sürpriz çıkış yakalayan Fransız Pouille’a postu deldirecekti. Pouille, ondan önce de 4 sette Hırvat ünlü tenisçi Borna Coric’i eleme başarısını göstermişti. Fransız tenisçi, bu çarpışmalardan sonra canlı kalıp yarı finalde terminatör Djoko’nun karşısına çıkmaya hak kazandı.

İSPANYOLLARIN BEKLENİLMEDİK ÇIKIŞLARI
Tablonun alt kısmında, normalde yarı finalde Nadal, Federer veya 2.05’lik Hırvat Marin Cilic ile karşılaşmalıydı. Ancak Cilic, tablonun bu kısmında, aynen yukarıda maceralarını izlediğimiz “4. tur şehidi” Carrena Busta gibi, kapalı bir kısmete doğru yol aldığını bilmiyordu henüz. Hem de önce Avusturyalı Tomic’i, ardından da Amerikalı Mc Donald’ı yenip, kendisi ile güven tazeleme işlemleri tamamladıktan sonra duvarına doğru yaklaşıyordu. Zaten ondan bir tur önce, bir başka İspanyol’a, Fernando Verdasco’ya yenilmenin eşiğinden döndü. Hırvat tenisçi, ilk iki seti 4/6, 3/6 kaybettikten sonra, 3. seti 6/1 ile aldı. 4. set, dev bir çekişmeye sahne oldu. Verdasco tie-break’e gidilirken, hayatının turnuasını oynuyor olabileceği düşüncesiyle varını yoğunu ortaya koydu. Ancak kendisini belki 6 ay uykusuz bırakacak şekilde kendi servisinde maç topu atarken çift hata yaptı! Ardından Cilic hem o seti, hem de maçı 3/2 kazanmayı başararak diğer İspanyol’un rakibi olmaya hak kazandı! Benim üzüldüğüm, Verdasco, Cilic karşısında gerçekten hayatının tenisini oynuyordu, yazık oldu. Gayet rahat en azından Tsitsipas’la çeyrek final oynayan kendisi olabilirdi. Olgun tecrübesini, solaklığını ve maça asılmasıyla birleştiren bir Verdasco, zirveyi zorlayan genç Yunan’ı bile çok yorardı. Sonuçta bu turnuada, onun değil, diğer iki İspanyol’un çıkışına şahit olduk. Biri demin sözünü ettiğimiz Carrena Busta, diğeri de Bautista Agut. Zaten Bautista Agut, önce tenise tekrar tutunmaya çalışan devler karesinin dördüncüsü sayılan (bana göre değil) Birleşik Krallığın kahramanı Murray’yi, ardından Avustralyalı Millman’ı müthiş geçen 5’er setlik maçlarda yendikten sonra, üstüne bir de tenisin genç süper starı Kochanov’u 6/4, 7/5, 6/4 gibi nispeten kolay bir skorla yenerek kendisini Cilic’in karşısında buldu. Batista Agut, ilk seti kaybetmesine karşın bu maçı da 5 sette almayı başararak kendi rüya aleminde çeyrek finale çıktı. Cilic ise her seferinde beş setlik korku tünellerinden canlı çıkamayacağını bedelini ödeyerek öğrenmiş oldu.

TİAFOE VE FEDERER FATİHİ TSİTSİPAS!
Agut gibi son sekize kalan diğer bir yıldız, ilk 32 seri başı tenisçi arasında adı geçmeyen ABD’li siyah genç oyuncu Tiafoe’ydi. O da çeyrek finalde Nadal’ın karşısına çıkana kadar önüne gelen her yıldızı defetmeyi başarmıştı. 2. turda 5 numaralı seri başı ünlü Kevin Anderson, 3. turda 5 sette İtalyan Andreas Seppi, 4. turda ise birkaç yıl öncesine kadar dünyanın zirvesine aday olan “komşu” Bulgar Dimitrov... Dimitrov’u  7/5, 7/6, 6/7, 7/5 ile 3-1 eleyen genç yıldız adayı, buna karşın Nadal’a karşı çeyrek finalde direnç gösteremeyerek 3-0 yenildi ve Nadal yarı finale çıktı. Turnuanın dikkat çeken ismi olan bu genç Amerikalı’nın ailesini kurtarmak için tenisçi olması ve fakir anne babasına iki ev hediye edebildiği anı, hayatının en güzel günü olarak tanımlaması, buradaki özetlerimize en zirveden girmeyi hak ediyor. Çeyrek finalin diğer sürpriz ismi Batista Agut da bu safhada Avustralya 2019’a en büyük damgayı vuran Yunan tenisçi Tsitsipas’ın karşısında buldu kendini... O da oraya gelene kadar, karşısına çıkan herkesi ilginç bir şekilde 4’er sette yenmişti. Ama bunlardan birisi dünya tenisinin en özel ismiydi: Kral Federer! Tsitsipas, ona karşı ilk seti 7/6 tie- break’te kaybettikten sonra kendisi üzerine iddiaya girecek fazla tenis sever bulamazdı. Buna karşın o andan itibaren maçı bırakacağı yerde, her zor virajda inanılmaz bir konsantrasyonla aşırı yakın geçen üç seti de kazanmayı başararak bir büyük zafere imza attı: 6/7, 7/6, 7/5, 7/6. Bu büyük galibiyetin hemen ardından televizyonlarda bundan yedi yıl önce, İsviçreli kral yine aynen kralken, küçük bir Yunan çocuğun onun hakkında söylediği sözler yankılanıyordu: “Ben Yunanım, hayattaki idolüm Federer”. Son olarak idolünü turnua dışına ittiği maçtan sonra kendisiyle yapılan röportajlarda ise şunları söylüyordu soğukkanlılıkla aynı genç: “Benim açımdan bir sürpriz yok, buralara gelmeyi bekliyordum”. Gerçekten de o anda genç Tsitsipas’ın söylediği her şey doğruydu. O özgüven olmadan, koca Federer’e sahayı dar eden o açılar, o incelikli kısa toplar, o tedirgin edici sükunet bu şekilde sahaya sürülemezdi. Ayrıca insan gönülleri fetheden genç Yunan’ın çocukken ve ardından stili oturana kadar, nasıl gece gündüz Federer’in oyununu en yakından izlediğini gayet rahat görebiliyordu. Böylece tutucu tenis severlerin bu sefer yarı finalde görmekten keyif aldıkları yüksek “haşmetmeap”, bir hayranına yenilerek terk-i diyar ediyordu. Günümüz tenisçilerinin aklına, Yunan tenisi deyince pek bir şey gelmez. Bizlerin aklı ise, hemen Nicky Kalogeropoulos’a gidiyor... !970’lerden başlayan Balkanlar fatihine...
Normalde büyük Slam Turnuvalarında yarı finaller ve final büyük oranda inanılmaz çekişmeli maçlara sahne olur. Bu karşılaşmalar aylarca unutulamaz ve konuşulur. Örneğin, iki yıl önce burada oynanan Federer-Nadal finalinde olduğu gibi... Halbuki bu yıl turnuva bu açılardan çok şanssız üç maç yaşadı. Tsitsipas, yarı finalde Nadal karşısında dağılıp gitti. Aynen çok güzel müsabakalar oynayarak geri oyununun gücüyle herkesi şaşırtan Fransız Davis Kupası oyuncusu Pouille’un Djokovic’in şaşırtıcı seviyesi karşısında eridiği gibi. Çoğu zaman bu maçların, en az final kadar analizini yaparım. Ama emin olun bu sefer söylenebilecek pek bir şey yoktu! Ama bir tek şey kesin: Seyirci Tsitsipas’ı çok sevdi. Önümüzdeki birkaç yılda tüm büyük şampiyonluklara da göz diktiği ortada. Federer’in yerine göz diktiğini de benden duyun ve unutun.

FİNALİ TEK BAŞINA (!) OYNAYAN DJOKOVİC
Heyecanla belki 4-5 saat sürebilecek bir Avustralya finali için iyice hazırlandık, çayımız kahvaltımız, not tutacağım özel olarak itinayla hazırladığım çizelgeler, her şey elimizin altındaydı (Tabii, çünkü benim basit hata kriterlerim TV yorumcularınınkilerle her zaman bağdaşmıyor!). Zorla sevgili kuzenim Mustafa Yalçın’ı bile yanıma getirttim “yılın en muhteşem maçlarından biri olacak sakın kaçırma” diye...
Her ne kadar Avustralya Açık’tan önce aylarca hiçbir turnuvaya katılmasa da, Nadal 15 gün boyunca Melbourne’da çok formdaydı ve bu maç nefes kesecekti.
Sonra ilk servis atıldı. Ne kadar ilginçtir ilk 2-3 oyunda hemen anlaşıldı ki bugün sahadaki Nadal, bizim belleğimizdeki Nadal değildi. Djokovic ise, gerçekten geçen yıldan beri tekrarladığımız şekilde oyununun üstüne sürekli değer ekleyerek yol almaya devam etmişti. Nadal’ın forehandlerinde üst üste gelen basit hataları ve büyük rakibinin özellikle backhandleriyle yaptığı muhteşem puanlar, oyunun dengesini en baştan etkiledi. Djokovic servisten doğrudan kazandığı puanların de ivmesiyle 3-0 öne geçtiği bu seti, kendi servisinde yalnız tek bir puan kaybederek ilk seti 6-3 ile hanesine yazdı.
Maçın başında çoğunluğu Nadal’ı destekleyen Avustralya seyircisi şaşkınlık ve hayal kırıklığı arasında gidip geliyordu. O anda Nadal’ın yediği ağır baskıya karşı oyunu nasıl çevirebileceğini bütün tenis eksperleri gözden geçiriyordu ama pek bir teorik sonuca bile varamadan! Belki daha önde durup oyunun akışını değiştirmek için sazı eline almayı, agresif oynamayı deneyebilirdi, ama 2. setle beraber bu düşünce de sahaya yansıtılamadı. İlk iki servis oyununu kazanan Nadal, seyirciye küçük bir “acaba” dedirttiyse de, o noktada Sırp şampiyon yine İspanyol boğasının servisini ve direncini kırmayı başardı. Özellikle takip eden oyunda Nadal ilk defa puanları 40/40’a taşımayı başarmasına rağmen, Djoko efsanevi rakibini maça sokmamaya sanki yemin etmişti. 4/2’de Nadal’ın servisini ikinci kere üst üste kıran Djokovic, ardından kendi servisinde üst üste attığı üç ace’le bu 2. seti de 39 dakikada bitirmeyi başardı. Özellikle servis kalitesinde farkını ortaya koyan Djoko, ilk iki sette tek bir vole puanı kazanmadan durumu 2-0’a taşımıştı.
Bütün bu yaşanan hızlı gidişata karşın kimse koca Nadal’ın hiçbir reaksiyon vermeden bu şekilde pes edeceğine inanamıyordu. 3. setin başında da Nadal ilk oyunu aldı. Ama umutlar yine hızla suya düştü. Nadal 2. servis oyununda forehand paralelde bariz bir hata yaptıktan sonra, rakibinin klas bir kısa topuyla servisini yine kırdırdı. Sırp şampiyon kendi servisini kolay kazandıktan sonra Nadal 3-2 gerideyken rakibinin servisini kırma ve sete ortak olma şansına erişti. Ancak fileye taktığı bir backhand kullanamadığı son şansı oldu. Ardından rakibinin son servis oyununda beraberliği yakalaması da yetmedi. Maçın son oyununda Nadal kendi servisinde 15-40 gerideyken bir rallide backhandini bariz şekilde dışarı attı ve “Nole” o anda mütevazi bir şekilde fileye yürüyüp kendisine sarılarak Avustralya açıktaki yedinci şampiyonluğunu kayıtlara geçirdi. Maçın sonunda iki şampiyonun centilmence birbirleri hakkında söyledikleri güzel sözler, yine tenisin erişilmez güzelliğini ortaya çıkaran anlardı. Her şeye rağmen, Nadal’ın ilk defa bir Slam finalinde set alamadan mağlup olması, çok şaşırtıcıydı. Kendisinin de özellikle iki hafta boyunca o kadar mükemmel oynadıktan sonra bunu beklemediğine eminim. Ama sonuçta, bir finalde ne yaşanırsa yaşansın, Nadal Nadal’dır... Paris’i Haziran’da yine kazanırsa, şaşırmayın...

SAVAŞ GÜNLERİNDE BALKANLARDA BÜYÜYEN ŞAMPİYON
1990’larda Balkanları yerle bir eden o vahşi savaşın ortasında büyüyen bu genç çocuk, inançla arzuyla azimle Batı’da bir eli yağda bir eli balda en lüks ortamlarda tenisi oynayan milyonları arkasında bırakıp, kendi efsanesini en güzel şekilde yazmıştı. Avustralya Açık kayıtlarında Federer ve Emerson’u arkasında bırakan Djokovic, elinde tuttuğu Slam Turnuvası sayısında da böylece Federer ve Nadal’a bir adım daha yaklaşarak 15. dev turnuvasını kazanmış oldu. Onun henüz 31 yaşında ve kendisine çok iyi bakıyor olması, Slam şampiyonluk sayısında önünde bulunan iki rakibini de aşma şansının yüksek olduğunu bize düşündürüyor. Özellikle her sene kendi oyununun üstüne ekleyerek, kendini geliştirerek yürümeyi başardığı için... Daha önceleri en iyi müdafaa oyununda sahip olduğu bilinen Sırp şampiyon, artık geriden kurduğu oyununda hem inanılmaz açılar buluyor hem de vuruş sertliğini son derece arttırdı. Djokovic hakkında son söyleyeceğim şu: Kendisi yıllardır, herhalde kazandığı 15 dev turnuvanın neredeyse tamamında, finalde ve hatta bir ölçüde turnuva boyunca, seyircinin tercihi olmadı. Onlar hep onun büyük rakiplerini tuttular. Ama bu bence artık değişmek üzere! Dünya artık Djoko’ya saygı duymayı ve onu sevmeyi öğrenecek!

TEK KADINLARDA OSAKA “BÜYÜK GİRİŞİNİ” TEYİD ETTİ!
Japonlar hem gururlarına hem de ülkelerine çok düşkün insanlardır bildiğiniz gibi. Bir Japon tenis şampiyonunun “inşası” da, aynı gerekçelerle, hem zor, hem çok içsel, hem de bir ülkenin derin tarihsel yükünü taşıma mecburiyetini beraberinde getiren bir ağır ödev. Uzun lafın kısası, Japonlar için bir tenis turnuvası aslında bir tenis turnuasından çok daha fazlasıdır. Uluslararası bir gurur ve sorumluluk vesilesidir. Japonların diğer bir insana kartlarını uzatırken bile nasıl mahcup şekilde baktıklarını, nasıl eğildiklerini, nasıl hafiften gözlerini kaçırdıklarını bilen bilir. Öte yandan Zen felsefesiyle yukarıda aktardığımız halet-i ruhiye doruklara çıkarken, bu sessiz, içine kapalı, saygılı ve bilinmeyenlerle yüklü profil, spor sahasında bazen bu Uzakdoğulu özel ve farklı kanı taşıyan insanların bir “Samuray” cengaver profiline dönüştüklerini görüyorum. Savaşçı, içindeki gücü ölümüne dışarı akıtan, olmayacak fizik kapasitelerini zorlayan, bambaşka bir profil.
Teniste de bunun anlamı, inanılmaz toplara yetişmek, ölesiye varını yoğunu ortaya koymak, bitti denilen puanları diriltmek, beceri eksiklerini inanç ve fizik zorlama ile yukarıya çekmek... Kei Nishikori, bu söylediklerimi uygulayan en önemli Japon isim. Erkek tenisinde daha önce bir slam turnuvasında, Amerika Açık’ta finale çıktı, ancak şampiyon olamadı. Halbuki, geçen yıl Amerikan Açık finalinde Serena Williams’a o meşhur hakem kavgalarıyla geçen maçta dünyayı dar eden Naomi Osaka, orada kazandıktan sonra ilk Avustralya Açık’ta katıldığı Slam turnuasından yine şampiyon çıkmayı başardı. Bu Japon tenisinin, elde ettiği ilk Slam zaferleriydi. Dolayısıyla Osaka’nın Japon ve Uzakdoğu kültüründe şu andan itibaren elde ettiği yeri, başka bir kültürden gelen insanların tam anlaması kolay değil. Onu anlayacak tek tenisçi ilk Uzakdoğulu şampiyon Li Na!
Biz Türkler de çok gururlu ve milli duygulara sahip bir milletiz. Örneğin Çağla Büyükakçay da Wimbledon kazansa, biz de müthiş bir şekilde bunu kutlarız. Ama Japon halkının kendi özel durumu ve tarihi, Osaka’nın durumunu biraz daha da farklı kılıyor.
Evet, şimdi sıra geldi sempatik Japon’u zirveye taşıyan o iki haftanın bazı detay dökümlerine...

TABLONUN ÜST TARAFI: SERENA’NIN ACI MAĞLUBİYETİ
İkinci turda en ilgi çekici maçlardan biri seyircilerin sevgilisi Kanadalı Eugenie Bouchard’ın Serena Williams’a 6/2, 6/2 yenildiği müsabakaydı. Dünya kadın tenisinin zirvesine en kalıcı damgayı vurmuş isimlerden olan Serena, 4. turda, yeni dünya 1 numarası Romen Simona Halep’in karşısında buldu kendini. Hem de bu Romen tenisçi, bir önceki turda Serena’nın sevgili ablası Venus’ü 6/2, 6/2 ezerek yenme cüretini göstermişti! Eski ve yeni bir numaraların çarpışmasında, galip gelen Serena oldu. İlk seti kolay kazandıktan sonra, 2.yi vermesine karşın maçı son sette 6/4 ile hanesine yazmayı bildi. “Annenin dönüşü” böylece güzel bir tescil daha almış oldu! Serena’nın çeyrek finaldeki rakibi, ciddi bir çetin cevizdi: Karolina Pliskova. 2. sette Amerikalı Madison Brengle’e ilk seti vermesine karşın 4/6, 6/1, 6/0 kazandı ve ardından aynı benzer tarifeyle İtalyan Giorgi’yi yine 2-1 yendi. Teorik olarak kendisini 4. turda bekleyen ünlü rakibi İspanyol Garbina Muguruza’ya karşı daha çok zorlanması lazımdı ama öyle olmadı. Daha önce Fransa Açık ve Wimbledon kazanmış rakibi karşısında Pliskova sert forehandleri ve servisleriyle maçı 6/3, 6/1 kazandı ve Serena’nın karşısına büyük kapışma için çıkmaya hak kazandı. İşte bu maç, tenis tarihinin neresine girer onu bilemem, ama Serena Williams’ın “makus talihli maçlarım” kitapçığına girmeyi hak edeceği kesin! Topa çılgın bir sertlikte vurma hakkını sonuna kadar kullanan iki isimden Pliskova ilk seti 6/4 kazandı. Serena 2. seti aynı skorla aldıktan sonra, 3. sette ağırlığını feci koydu ve 5-1 öne geçti. Servis de kendisindeydi üstelik. “Canavar” işbaşı yapmıştı anlayacağınız. İşte orada tarih bir U dönüşüne girişiverdi. Önce hakem büyük risk alarak (!) Serena’ya ayak hatası verdi. Aynı puanda Serena Pliskova’dan ters ayak bir top yiyince bileğini burktu. Sonuçta toplam 4 maç topu kurtaran Pliskova, 6 oyun üst üste kazanarak mucizeyi başardı! Pliskova Slamlerde Serena’yı 2 kere yenen çok az sayıda tenisçiden biri...

OSAKA’NIN FİNALE GİDEN YOLU
Zaten Pliskova’yı Melbourne yarı finalinde yenen de yeni dünya bir numarası Osaka’dan başkası olmadı. Önce Osaka’nın yarı final yoluna bir göz atalım.
Çeyrek finalde Osaka’nın rakibi, oraya kadar çıkması zaten beklenen Ukraynalı 6 numaralı seri başı Elina Svitolina oldu. Svitolina, 4. turda Amerika Açık’ta ses getiren Amerikalı Madison Keys’i 3 sette yenmişti. Ondan önceki turda Çin’li Zhang’ı da zorlu bir maçtan sonra yine üç sette saf dışı bırakmıştı. Aynen Latviyalı 13 numaralı seri başı Sevastova’yı 4/6, 6/3, 6/4 yenen Osaka gibi... Osaka’nın kurbanları arasında ise, Uzakdoğu’lu Hsieh vardı. Geçen yıl Wimbledon’da dünya 1 numarası Halep’i yenerek dünyada ilk 25’e giren ilk Tayvanlı tenisçiydi Hsieh. Ama o Uzakdoğu kapışmasını Osaka, zor da olsa geçmeyi başarmıştı: 5/7, 6/4, 6/1. Çeyrek finalde ise, Svitolina, Osaka’ya gerekli muhalefeti gösteremedi. Tek yanlı bir maçtan sonra, skor 6/4, 6/1 Osaka’ya yazıldı. Artık gözler o büyük yarı finale çevrilmişti: Osaka-Pliskova...
İtiraf edeyim o maçın başlangıcında hem tahminlerim, hem de hafif eğilimim Pliskova’dan yanaydı. Ama 2. seti almasına rağmen dişi samuraya 6/2, 4/6, 6/4 yenilmekten kurtulamadı. Pliskova’nın otomatiğe bağladığı ve artık hata yapmadan vurduğu çapraz backhandleri, rakibini sahadan taşırmayı başardığı dekruaze forehandleri, sahada uyguladığı dikey baskı hattı, her biri onu her maçta herkese karşı “favori” gösterebilen özellikleri. Belki bu maçı Osaka’ya kazandıran gerçekten milli aidiyetinin getirdiği o küçük ekstra faktördü. Evet Osaka, gösterişsiz servisine rağmen o silahıyla çok puan alıyor, “filinta” gibi olmayan fiziğine rağmen her topa yetişiyor, her açıyı yeniden Japon bir teknisyen gibi ölçüp biçebiliyordu. Ama o minnacık Japon duruşu farkından geliyordu zafere giden yol... Osaka finaldeydi artık...

ÇEK YILDIZ KVİTOVA’NIN MUTLU DÖNÜŞÜ
Tablonun alt kısmına bakalım bir de şimdi, Kvitova’yı finale taşıyan yola...
Çek Kvitova, çeyrek finale kadar sorunsuz geldi. Yolda kolay devirdiği isimler arasında İsviçreli Belinda Bencic vardı. 2016 Aralık ayında evini soymaya çalışan hırsızın saldırısında önce boğazına bıçak dayanan, ardından sol eli ağır şekilde yaralanan Kvitova’nın halinden belki en iyi ben anlarım, bıçaklanmayı en ağır şekilde bizzat yaşadığım için. Aylarca turnualardan uzak kalan ve kendisini maddi manevi olarak tamir etmeye çalışan Kvitova ile empati kurmamak mümkün değildi benim için.
Çeyrek finalde Kvitova’nın rakibi olan Avustralyalı Ashley Barty, 3. turda geçen yılın şampiyonu Wozniacki’yi 6/4, 4/6, 6/3 yenen Sharapova ile oynamıştı. Ben ne yazık ki o “güzeller zirvesi”ni kaçırdım. Ama Barty’nin “Masha”yı 4/6, 6/1, 6/4 yendiği maçı izledim. Setleri eşitliğe taşıdıktan sonra, Barty son sette 4/0 öne geçti. Ama bu hiçbir şekilde Sharapova’nın maçı bıraktığı anlamına gelemezdi. Masha’nın hayatını anlattığı kitabı “Unstoppable: My Life So Far”ı bu yıl okumuş biri olarak, artık benim bile ona bakışımda ciddi bir farklılaşma oldu. Oyun kalitesi, çekiciliği ve sempatikliğinin yanı sıra onun tenis kariyerine bin bir güçlüğü aşarak nasıl babasıyla Amerika’da giriştiği maceradan canlı kalarak çıktığı apayrı bir efsanevi hikaye. Neyse o ayrı bir yazı. Sonuçta sizi ilgilendiren bölümü şu son sette 4/0 gerideyken bile Masha’nın maçı bırakmayacağını biliyordum. Büyük bir azim ve konsantrasyonla Rus raket 4/3’ü buldu, hatta 4/4 sayısı kaçırdı. Ama son seti 6/4 ile kazanan, Barty oldu... Hangi Barty mi? 2014-2016 arasında, 16 yaşındayken tenisten sıkılıp onun yerine iki yıl profesyonel kriket oyunculuğu yapan Barty!!! Tenise döndükten sonra teklerde ve özellikle çiftlerde basamakları hızla aşan Barty... O da ciddi bir alkış hak ediyor. Sonuçta birinci yarı finalist belli eden maç, Barty ve Kvitova arasında oynandı. Ama aynen Osaka-Svitolina çeyrek finali gibi, o da çok kolay bitti: 6/1, 6/4 ile Kvitova eski kriketçi meslektaşını tribünlere hızla yollayıverdi.

DANİELLE COLLİNS MUCİZESİ
Alt tablonun alt kısmında, iki numaralı seri başı alman Anjelique Kerber’di. Kerber iki kolay maçı kazandıktan sonra ömründe hiçbir Slam maçı kazanmamış olan 25 yaşındaki Amerikalı Danielle Collins karşısında buldu kendini. Alman şampiyon ilginç şekilde yavaş ve tedirgin başladı maça. Rakibi ise tam tersini ilk bu andan itibaren gaza basan ve kaybedecek hiçbir şeyi olmayan bir plasenin rahatlığındaydı. Collins Kerber’i 6/0, 6/2 ile aşarken, herhalde bütün iddiaları altüst etmişti!
Normalde teniste, alakasız bir isim bir favoriyi yerle bir ettikten sonra ertesi maçta normal seviyesine döner ve kazanamaz. Çeyrek finalde Collins’in rakibi, 2. turda Hollandalı Kiki Bertens’i 3 sette yenen Rus Pavlyuchenkova idi. Üstelik 3. turda daha da ileri giderek Amerika’nın artık oturmuş genç yıldızı siyahi tenisçi Sloane Stephens’i de ilk seti tie-break’de kaybetmesine rağmen saf dışı bırakmayı başarmıştı.
Collins ilk seti kolayca 6/2 verdikten sonra ikinci sette 2/1’de rakibinin servisini kırmayı başardı. 5/3’e kadar avantajını koruyan Collins bir ara yakalandıysa da seti 7/5’le kazandı ve o rüzgârla son sette üç sıfır ileri geçti, o seti de 6/1 le kapatarak, rüyasında görse inanmayacağı bir başarıya imza attı, Kvitova’nın yari final rakibi oldu.
Yarı finalde ilk set 4/4’te hakem santrkortun çatısını kapatma kararı aldı. Kapalı kortta oynamayı seven Kvitova bundan mutlu oldu! İki benzer tenisçinin maçında bir vites oyunda, iki vites tecrübede önde olan Kvitova 7/6, 6/0 aldı ve düne kadar üniversitelerarası teniste çıkış arayan rakibinin rüyalarına son verdi.
Pliskova, Osaka’yı yenebilseydi, final iki Çek tenisçi arasında olacaktı. Şimdi hiç olmazsa bir Çek, her şeye rağmen finaldeydi.

KADINLARDA BÜYÜK FİNAL: OSAKA-KVİTOVA
Osaka-Kvitova finali şu açıdan ilginçti: Ertesi gün hangi tenisçi kazanırsa kazansın dünya bir numarasına yükselecekti. Yani konu, bir değil iki sıfata gelip dayanıyordu!
Erkekler finalinin aksine, kadınlar finali harika bir çekişmeyle geçti! Maçın başında ilk sette her iki tenisçi de servislerini bazen zorda olsa kazanarak yollarına devam ettiler. 3/3’te, Osaka üç servisini kırdırma topunu kurtarmayı başardı. 5/4 geriden gelen Kvitova, sert forehandler ve kısa toplarla 5/5’i hızla buldu. Tie-breakten önce, her iki tenisçi arasında geçen çok uzun raliler, kısa toplar, güzel puanlar heyecan barometresini yükseğe çekti. Tie-breakte, rakibinin servisini de baştan kurarak mini break yapan Osaka zorlanmadan seti 7/6 kapadı.
2. sete başlarken, tenis yazarlarının önünde bir istatistik dikkati çekiyordu: Osaka ilk seti aldığı son 58 maçın tamamını kazanmış! İnsan Kvitova’nın yerinde olmak istemez değil mi?
Çek tenisçi, buna rağmen servis kırarak sete başladı ve 2/0  öne geçti. Fakat Osaka hemen buna karşılık verdi ve 2/2’yi buldu. O hızla Japon tenisçi beklenilmedik bir şekilde Çek raketin servisini tekrar kırıp 4-2’yi buldu. 7. oyun, bir setin çoğu zaman en önemlisidir. Bu noktada zorlanmasına rağmen Kvitova servisini korudu ve 4/3’ü buldu. Ardından Osaka nefis bir backhand’le oyunu kapayarak 5/3’e taşıdı skoru.
İşte ondan sonra bir final maçına yakışır çok ilginç şeyler yaşandı. Bir sonraki oyunda Kvitova servisinde Osaka 0/40’ta üst üste üç maç topu kazandı. Ama Kvitova akıllı ve güçlü forehandler ve çelik sinirlerle bu oyunu inanılmaz şekilde kurtardı! Ardından, Kvitova rakibinin bir çift hatası ve birkaç basit hatası ile servisini kırarak 5/5’i yakalarken, Osaka ilk defa hiddetlenerek elindeki topu hışımla yere fırlattı. Bu Japon tenisçinin belki iki finalde gösterdiği tek insani tepki reaksiyonuydu.                    
Servisinde zorlanarak da olsa 6/5’i bulan Kvitova, ardından rakibinin bir çift hatası ve gerginliklerinden istifade ederek seti hanesine yazdı: 7/5
Son sete Kvitova servisine 0’a karşı tutunarak başlasa da, elindeki üst üste iki Slam turnuvası kazanma fırsatını kaçırmak istemeyen Osaka, skoru 3/1’e çekmeyi başardı. Ardından Kvitova rakibinin servisinde skoru 3/3 yapmanın eşiğine kadar geldi ancak bu önemli fırsatı kaçırdı. 2/4’te Kvitova 0/40’dan geri gelip servisine tutunsa da, Osaka servis oyunlarını kazanmayı başararak şampiyonluğu kucakladı. Maç topunda Osaka’nın servisini Kvitova backhandiyle karşılayamayınca, Japon şampiyon, o biten tenis maçlarının tüm rahatlamasıyla coşku dolu finişe ulaştı. Önce yere çömeldi, sonra da fileye koşarak rakibine saygı dolu bir reverans yaptı ve teşekkür etti. Osaka çok mutluydu, ama o yaşadığı korkunç saldırıdan çıktıktan sonra tekrar bir Slam finaline çıkan Kvitova, belki ondan da mutluydu! O korkunç olaydan sonra tüm fiziksel ve manevi yaralarını sarıp tekrar zirvenin en üstüne oynayabildiğini dosta düşmana ispat etti!
Geçen sene dünya 72 numara olan Osaka, şu anda iki Slam zaferini hanesine geçirmiş bir “Dünya 1 numarası”! İşte tenis bunun için çok güzel! Sizi oynatan veya oynatmayan, takıma alan veya almayan bir hocanın kaprisleri yok. Yöneticilerle aranızın iyi ya da kötü olmasının doğrudan bir etkisi yok. İnancınız ve gücünüz varsa çıkar oynarsınız ve isterseniz herkesi yenersiniz ve buna da kimsenin yapabileceği bir şey yoktur!

PLİSKOVA’NIN ÖNEMLİ ÇIKIŞI VE “YENİ SERENA”PROFİLİ...
İtiraf edeyim, Çek kadın tenisi zaten 30 yıldır dünyada bir ekol. Ama burada yarı finalde yenilmesine rağmen Pliskova’ya benim özel bir zaafım var. Onun oyun zekası ve konsantrasyonu yerinde olduğunda, o sertlikte topa vuran başka bir tenisçi bulmak zor. Hem forehand hem backhand, hem serviste Pliskova genel vuruş kalitesi toplam seviyesinde, belki dünyanın en iyi tenisçisi. Özgüvenini ve maça yayılan stratejik hamle dizilerinin seviyesini biraz daha yükseğe çıkardığı an, Pliskova ilk üçün her yerinin müdavimi olur WTA sıralamalarında! Her ne kadar şu anda bu turnuadan sonra 8’den 5’e yükseldiyse de, bence Pliskova, vatandaşı Kvitova ve Osaka, dünyanın bugün en iyi üç tenisçisi. Serena Williams mı? O tahtın daimi ev sahibi! Unclassified. Artık “anne” rolünü daha çok benimsemiş ve daha evcil olsa bile... Melbourne’da, son set 5/1’den kaybederken de büyük olay çıkarmaması, maçtan sonra basın toplantısında rakibinin kritik puanlarda rakibinin vuruş kalitesini övmekle yetinmesi, sanki yeni bir daha sakin Serena’ya işaret ediyordu artık.



BİR TURNUA BÖYLE GEÇTİ
Djokoviç ve Osaka, bu şampiyonlukla 2.900.000’er Amerikan dolarını servetine eklemiş oldu. Nadal ise bunun yarısı ile yetinmek durumunda kaldı! Kadınlarda, Japon Osaka’nın Çek Kvitova karşısında gelen zaferi, Amerika Açık’tan sonra katıldığı ilk turnuada, yine kupaya ulaşması, artık en büyükler arasında yerini aldığını kanıtlayan bir merhaleydi. Şimdi Slam turnualarında, sıra Mayıs’ta Paris toprak saha çekişmesine geldi. Bakalım Djokovic ve Osaka, bu çok farklı yavaş sahada yine şampiyonluğa ulaşabilecekler mi? Nadal’ın Paris tahtına rakip çıkacak mı? Osaka, Slamlerde arka arkaya “üçte üç” yapabilecek mi? Arkası yarın! Baharı bekleyin...