31 Ocak 2019 Perşembe

CHP, BUNLARI HAK EDİYOR MU? | Bedri Baykam | 31.01.2019



Yaşananları ibretle izliyoruz. Muhalif kesim, aylardır CHP’de adayların kim olacağının dedikodu izdüşümleri ve loto tahminleri ile meşgul. 2-3 aydır yorucu, üzücü, insanı hayrete düşüren seviyesiz bir bilgi kirliliği yayılıyor. Özellikle büyükşehirler, zengin merkez ve sayfiye ilçeleri paylaşılamayan en önemli bölgeler...
Dünyadaki her ülkede belediye başkanlığı için birden fazla aday adayı olduğunda parti içi yarış da çok normaldir. Ancak burada yaşanan, maalesef artık sağlıklı demokratik bir mücadele değil, tamamen halkın önünde oynanan bir trajikomedidir.
Yıllardır, şu son seçim dönemi için de aylardır, CHP’nin tüm üyeleri ile ön seçime gitmesi gerektiğini, bunun şart olduğunu tekrarlıyorum; bıkmadan ve kararlılıkla...
Yıllardır CHP’ye bir gelecek çizerken, gerek 2003 Genel Başkan adaylığım, gerek 2010’da hazırladığımız Demokratik Tüzük sürecinde, hep şunları dile getirdim:
Bırakın Yozgat’ı Yozgatlılar, Beşiktaş’ı Beşiktaşlılar seçsin; Edirne’yi Edirneliler, Kars’ı Karslılar seçsin. Yoksa Genel Merkez’in önü ve içi, Parti üst yönetimine ulaşmaya çalışan aday adayları, onların torpilli dost ve akrabaları, örgüt içi destekçileri ve bilumum baskı grupları, işadamları, dernek başkanları ve her türlü milletvekili ve asistanları ile dolup taşıyor. Her biri de, Parti’nin politbürosuna erişme gayretinde... Sonra da adaylar açıklandığında ne görüyoruz? İstifa edenler, ‘bu bana yapılır mı’ diyenler, ağlayanlar, kavga edenler, bildiri yayınlayıp lideri istifaya çağıranlar, başka partiye gidenler, kapı kapı tvlerde gezip dert yananlar ve daha neler neler... Bunlar CHP’ye yakışmıyor. Bu ilkellikten vazgeçin. Genel Başkan, herkesi atayabilen, azledebilen, insanların kaderiyle tek başına oynayabilen biri olmaktan çıksın, yalnız Parti’nin en çalışkan hamalı, imajı, bayrak taşıyanı ve sözcüsü olsun.”
CHP bu içler acısı ortamdan kurtulamıyor. Genel Başkan, “Bakalım örgüt kimi seçmiş?” diye koltuğuna yaslayıp sonuçları bekleyeceğine, her türlü kavgaya açık, çıkar ilişkisi dedikodularına gebe, insanı siyasetle uğraştığına pişman eden bu acıklı görüntülerin bir parçası ve hatta baş aktörü olmaya kendi kendini mahkum ediyor. Parti bir başka parti ile ittifaka mı gidecek? O noktalarda, aday seçmeyeceğinizi gerekçeleriyle beraber açıklarsınız, ve her yerde örgütünüze güvenip, sandık hukukunu sağlayıp, gönül rahatlığıyla izlersiniz çıkan adayları...
Ne yazık ki olumsuzluklar tavan yaptı! CHP, en hak etmediği şekillerde, basında ve sosyal medyada seviyesiz esprilerin ve ağır eleştirilerin hedefi oldu. Gruplar, aday adayları birbirleri hakkında ileri geri konuştular. Adaylar açıklandıktan sonra, tepki istifaları dahil sırayla yukarıda anlattığım her şeyi yaşadık.
Lütfen beni mazur görün, isim vermeden etraftaki hızlı dedikodulardan bahsedeyim: İstifa edip sonra geri çekmeye çalışan, tavır koyayım derken kendi hamlesinin kurbanı olan İl Başkanları, “Adaylar ipsiz sapsız adamların karısı veya kızı olmasın, CHP’nin dürüst ve mert evlatlarından olsun” diye tempo tutanlar, diğer il veya ilçelerden apar topar getirtilen “ithal” adaylara tepki vererek hak, hukuk, adalet ve liyakate saygı isteyenler, sürpriz adayların Parti’nin hangi ağır toplarıyla yurt dışında ticaret yaptıklarını “üzüntüyle” ballandırarak aktaranlar, genel başkan yardımcısı ve kimi milletvekillerinin istifasını isteyenler, İstanbul’un en önemli ilçelerinden birine aday atanmış birini istemedikleri için o ünlü ilçede protesto için buluşmaya davetiye çıkaranlar, tacizci aday iddiaları ve daha neler neler... Hangisini yazayım? Genel Merkez’e soruyorum: Bütün bu olup bitecekleri önceden göremediniz mi? Olayların bu şekilde akması dışında başka bir alternatif var mıydı? Seçime iki ay kala hala “ben adayımı belirlemedim” iptidailiğine düşünülebilir mi? Ne zaman bu isimler belli olacak da propagandaya başlayacaklar? Bakın, bu yazıyı isim vermeden yazacağım diye yemin ettim. Çünkü böylesine içler acısı ve utanç verici koltuk kavgası kahramanlarının adı yazılı olarak benden tarihe not olarak kalmasın istiyorum. Olup bitenlerden, yüz kızartıcı suçlamalardan gurur duyan bir tek CHP milletvekili veya parti meclisi üyesi var mı?
Efendim “gerçekleştirilemeyecek uzatmalı istifa” hikayesinde, ilçe başkanlarının “Biz il başkanımızla yola devam ediyoruz” demeci vermeye davet edildikleri ama sonu fiyasko ile biten toplantı denemelerinde, çaresiz pazarlıkların yıldırım hızına çıktığı bir ortamda, “adayım” diye gezenlerin çoğu, son günlerde partiden istifa etmiş olan şu ya da bu yetkililerin veya “ağır toplar”ın bir çeşit satelliti olarak görüldüklerinden, yarın öbür gün adaylıklarının düşmesi de gayet rahat gündeme gelebilir.
Sorular basit ve birbiri peşi sıra geliyor:
Şimdi mutlu musunuz? Bu yöntemlerle utançtan başka bir şey elde edilmesi sanki mümkün müydü? Allah aşkına bırakın bu Hacivat Karagöz oyunlarını ve aynaya bakın, ne gördüğünüzü bizlere değil, sokaktaki vatandaşa bir anlatın. O da sorsun sizlere: “Yahu neyi paylaşamıyorsunuz!?”
Ben siyasi bir deha değilim. Halkın nabzını ne düşündüğünü ne hissettiğini en basit algılarla gören bir sade vatandaşım. Adaylarınız mübarek olsun. Ben yine de destekleyeceğim ama yarattığınız bu itici ortamın Türkiye’ye, Parti’ye, demokrasiye nelere mal olduğunu lütfen artık görün.

28 Ocak 2019 Pazartesi

DJOKOVIC AVUSTRALYA FİNALİNİ TEK BAŞINA OYNADI! | Bedri Baykam



Heyecanla belki 4-5 saat sürebilecek bir Avustralya finali için iyice hazırlandık, çayımız kahvaltımız, not tutacağım çizelgeler, her şey elimizin altındaydı. Zorla sevgili kuzenim Mustafa Yalçın’ı bile yanıma getirttim “yılın en muhteşem maçlarından biri olacak sakın kaçırma” diye... Her ne kadar Avustralya Açık’tan önce aylarca hiçbir turnuvaya katılmasa da Nadal 15 gün boyunca Melbourne’da çok formdaydı ve bu maç nefes kesecekti.
Sonra maç başladı. Ne kadar ilginçtir ilk 2-3 oyunda hemen anlaşıldı ki bugün sahadaki Nadal bizim belleğimizdeki Nadal değildi. Djokovic ise, gerçekten geçen yıldan beri tekrarladığımız şekilde oyununun üstüne sürekli değer ekleyerek yol almaya devam etmişti. Nadal’ın forehandlerinde üst üste gelen basit hataları ve büyük rakibinin özellikle backhandleriyle yaptığı muhteşem puanlar, oyunun dengesini en baştan etkiledi. Djokovic servisten doğrudan kazandığı puanların de ivmesiyle 3-0 öne geçtiği bu seti, kendi servisinde yalnız tek bir puan kaybederek 6-3 ile hanesine yazdı.
Maçın başında çoğunluğu Nadal’ı destekleyen Avustralya seyircisi şaşkınlık ve hayal kırıklığı arasında gidip geliyordu. O anda Nadal’ın yediği ağır baskıya karşı oyunun nasıl çevirebileceğini bütün tenis eksperleri gözden geçiriyordu ama pek bir teorik sonuca bile varamadan! Belki daha önde durup oyunun akışını değiştirmek için sazı eline almayı, agresif oynamayı deneyebilirdi, ama 2. setle beraber bu düşünce de sahaya yansıtılamadı. İlk iki servis oyununu kazanan Nadal, seyirciye küçük bir “acaba” dedirttiyse de, o noktada Sırp şampiyon yine İspanyol boğasının servisini ve direncini kırmayı başardı. Özellikle takip eden oyunda Nadal ilk defa puanları 40/40’a taşımayı başarmasına rağmen, Djoko efsanevi rakibini maça sokmamaya sanki yemin etmişti. 4/2’de Nadal’ın servisini ikinci kere üst üste kıran Djokovic, ardından kendi servisinde üst üste attığı üç ace’le bu seti de 39 dakikada bitirmeyi başardı. Özellikle servis kalitesinde farkını ortaya koyan Djoko, ilk iki sette tek bir vole puanı kazanmadan durumu 2-0’a taşımıştı.
Bütün bu yaşanan hızlı gidişata karşın kimse koca Nadal’ın hiçbir reaksiyon vermeden bu şekilde pes edeceğine inanamıyordu. 3. setin başında da Nadal ilk oyunu aldı. Ama umutlar yine hızla suya düştü. Nadal 2. servis oyununda forehand paralelde bariz bir hata yaptıktan sonra, rakibinin klas bir kısa topuyla servisini yine kırdırdı. Sırp Şampiyon kendi servisini kolay kazandıktan sonra Nadal 3-2 gerideyken rakibinin servisini kırma ve sete ortak olma şansına erişti. Ancak fileye taktığı bir backhand kullanamadığı son şansı oldu. Ardından rakibinin son servis oyununda beraberliği yakalaması da yetmedi. Maçın son oyununda Nadal kendi servisinde 15:40 gerideyken bir rallide backhandini bariz şekilde dışarı attı ve “Nole” o anda mütevazi bir şekilde fileye yürüyüp kendisine sarılarak Avustralya açıktaki yedinci şampiyonluğunu kayıtlara geçirdi.

SAVAŞ GÜNLERİNDE BALKANLARDA BÜYÜYEN ŞAMPİYON
1990’larda Balkanları yerle bir eden o vahşi savaşın ortasında büyüyen bu genç çocuk, inançla arzuyla azimle Batı’da bir eli yağda bir eli balda en lüks ortamlarda tenisi oynayan milyonları arkasında bırakıp, kendi efsanesini en güzel şekilde yazmıştı. Avustralya açık kayıtlarında Federer ve Emerson’u arkasında bırakan Djokovic, elinde tuttuğu slam turnuvası sayısında da böylece Federer ve Nadal’a bir adım daha yaklaşarak 15. dev turnuvasını kazanmış oldu. Onun henüz 31 yaşında ve kendisine çok iyi bakıyor olması, slam şampiyonluk sayısında önünde bulunan iki rakibini de aşma şansının yüksek olduğunu bize düşündürüyor. Özellikle her sene kendi oyununun üstüne ekleyerek, kendini geliştirerek yürümeyi başardığı için. Daha önceleri en iyi müdafaa oyununda sahip olduğu bilinen Sırp şampiyon, artık geriden kurduğu oyununda hem inanılmaz açılar buluyor hem de vuruş sertliğini son derece arttırdı.

BİR TURNUA BÖYLE GEÇTİ GİTTİ
Normalde büyük slam turnuvalarında yarı finaller ve final büyük oranda inanılmaz çekişmeli maçlara sahne olur. Bu karşılaşmalar aylarca unutulamaz ve konuşulur. Örneğin iki yıl önce burada oynanan Federer-Nadal finalinde olduğu gibi. Halbuki bu yıl turnuva bu açılardan çok şanssız üç maç yaşadı. Federer’i eleyerek büyük sansasyon yaratan ve kişiliğiyle de çok ilgi çeken 20 yaşındaki Yunan tenisçi Tsitsipas, yarı finalde Nadal karşısında dağılıp gitti. Aynen çok güzel müsabakalar oynayarak geri oyununun gücüyle herkesi şaşırtan Fransız Davis Kupası oyuncusu Pouille’un Djokovic’in terminatör gücü karşısında eridiği gibi. Ama bir tek şey kesin: Seyirci Tsitsipas’ı çok sevdi. Önümüzdeki birkaç yılda üç büyük şampiyonluğa göz dikenler arasında olacağı kesin. Aynen Raonic’e kaybettiği müsabakadan sonra raketini yerde paramparça eden Rus asıllı Alman Zverev gibi. Ama şu farkla: Birçok ikincil derecede önemli turnuva kazanan ve ATP klasmanında 4 numaraya kadar yükselen şampiyon adayı Zverev, şu ana kadar büyük turnuvalarda henüz bir yarı final göremedi... Onu ve Wavrinka’yı yenen Raonic ise sükuneti ve centilmenliği ile kendisinden güzel şeyler bekleyenlerin umutlarını canlı tutmayı başarıyor. Bu turnuanın diğer bir dikkat çeken ismi Amerikalı Tiafoe oldu. 4. turda Bulgar Dimitrov’u 7/5, 7/6, 6/7, 7/5 ile 3-1 eleyen genç yıldız adayı, Nadal’a karşı çeyrek finalde direnç gösteremeyerek 3-0 yenildi. Onun ailesini kurtarmak için tenisçi olması ve fakir anne babasına iki ev hediye edebildiği anı, hayatının en güzel günü olarak tanımlaması buradaki özetlerimize girmeyi hak ediyor. 4. turda, Japon Nishikori’ye 3-2 yenilen İspanyol Carrena Busta, maç sonunda hakeme olan kızgınlığından resmen delirdi. Çeyrek finalde ise Japon tenisçi Djokoviç’e karşı varlık gösteremeden sakatlandı ve maçı bıraktı.
Djokoviç, bu şampiyonlukla 2.900.000 Amerikan dolarını servetine eklemiş oldu. Nadal ise bunun yarısı ile yetinmek durumunda kaldı! Kadınlarda, Japon Osaka’nın Çek Kvitova karşısında gelen zaferi, Amerika Açık’tan sonra katıldığı ilk turnuada, yine kupaya ulaşması, artık en büyükler arasında yerini aldığını kanıtlayan bir merhaleydi. Şimdi slam turnualarında, sıra Mayıs’ta Paris toprak saha çekişmesine geldi... Bakalım Djokovic ve Osaka, bu çok farklı sahada yine şampiyonluğa ulaşabilecekler mi?

24 Ocak 2019 Perşembe

SAY’IN POZİSYONUNU VAR’A TAŞIMAYIN! | Bedri Baykam | 24.01.2019



Türkiye, olumlu bir şaşkınlık ve bir miktar da rahatsızlıkla, Fazıl Say ve Erdoğan’ı takip etmekle meşgul. Herkes birbirinin görüşünü öğrenmek istiyor. Bu konu hakkında bırakın görüş belirtmeyi, yalnızca kendi başınıza düşünmek bile insana yorucu gelebiliyor. Hatta pozisyonu şu ünlü VAR’a taşıyıp, 10 kere de izleseniz, inanın pek bir şey çıkaramazsanız!
Say evvelsi gün paylaştığı yazısında, toplumsal uzlaşıdan söz ediyor ve geçmişte kendisinin de Erdoğan’ın da hatalar yapmış olabileceğini vurgulayarak iç barışa ulaşmak isteyen önyargısız bir profil çiziyor.
Bir itirafta bulunayım: İki ay önce, Fazıl’ın, Cumhurbaşkanı ve eşi önünde yaşadığı sahnenin aynısını ben de yaşadım. Bire bir. Şu farkla ki, ben rüyamda görmüş ve şaşkınlıkla uyanmıştım. (“Sen o sahneyi ancak rüyanda görürsün” diyecek kimi Erdoğancılar’ın veya “Şuna bak bu da aynı şeyi yaşamak istiyormuş” diyecek kimi solcuların alakasız, sığ ve beş para etmez yorumlarını okumadan çöpe atacağım, konuya dönüyorum.)
Dolayısıyla, o rüya nedeniyle Fazıl’ın yaşadığı çelişkileri daha iyi hissedebileceklerden biriyim.
Türkiye o kadar uzun zamandır, yoğun bir şizofrenik parçalanma ve ağır kamp ayrımı yaşıyor ki, insanların çoğuna bir bezginlik, yorgunluk ve hedefsizlik, geleceği kucaklayamama, plan yapamama korkusu, bu sebeple de yurt dışında bir hayat kurma düşüncesi gelip yerleşiyor. İnsanlar, zaten jeopolitik olarak dünyanın en kaygan ve riskli zemininde yaşıyor olmanın ötesinde, sürekli olarak her gün birbiriyle ölesiye kavga eden iki tarafın ortasında yer almaktan artık kusmak üzereler.
Erdoğan’ın, Say’ın annesinin vefatından sonra onu araması, beklenilmedik bir çıkıştı.
Erdoğan’ın baş sağlığı telefonu bir politika değişikliğine işaret ediyor mu? Belki, kim bilir.... Öncelikle, hiç kimsenin böyle bir telefon veya bir cenazeye katılım konularını polemiğe dönüştürme hakkı olamaz! Bunlar bazen şaşırtıcı şekilde devreye girer, ya da girmez. Bundan 8 yıl önce bıçaklandığımda, Cumhurbaşkanı Gül beni aramış, eşi de hastanede ziyaret etmişti. Erdoğan ise ne aramış, ne geçmiş olsun mesajına gerek görmüştü. Şimdi bu yakınlaşma, dönemsel olarak bir imaj yumuşatma çabası, yerel seçim öncesi diyaloğa dayalı bir siyaset hamlesi veya mesela İzmir kararsızlarına yönelik olabilir. Hiçbir zaman emin olamayız.
Bir de konuya Say’ın açısından bakalım. Sonuçta o da bu ülkenin yorgun milyonlarından bir vatandaş. Şu farkla ki, herhangi bir siyasi göndermeli Ömer Hayyam dizesini retweet ettiğinde bile hakkında dava açılabilecek kadar iktidarın gözüne batmış bir muhalif olarak nam salmış, uluslararası bir değerde sanatçı...
En azından kavramsal planda, muhalif sanatçılar, üniversiteliler, işçiler yarın yine herhangi bir güncel gerilim hattı belirdiğinde, Say’ın kapısını çalıp konser veya dayanışma imzası isteyecekler mi? Aslında bu sorunun yanıtı da, onlardan önce zaten Say’ın kendisi tarafından verilmiş olacak. Say kendisini ödünsüz bir muhalif olarak görmeye ve bu doğrultuda hareketlerine, kararlarına yön vermeye devam edecek mi? Yarın-öbür gün Erdoğan’dan yine “iki ayyaş” benzeri bir çıkış veya İnönü’yü hedef tahtasına koyan bir grup konuşması geldiğinde, ben şahsen ne yapacağımı her zamanki gibi biliyor olacağım. Ama Say o gün doğru kararı aldığından emin olabilecek mi? Hangi çelişkileri, tereddütleri yaşayacak? Yoksa kendini bir çıkmaz sokakta hissederek pişman mı olacak?
Bir tek şey kesin: Bu karşılaşmanın sanıldığı gibi tartışmasız galibi veya mağlubu yok. İki tarafın puan cetvelinde nerelere çıkabileceği veya inebileceği ise uzun vadeli konular. Türkiye gerçeği, her gün bu tartışmaların üzerine yenilerini ekleyecek.
Benim gibi ödünsüz Atatürkçüler bile (taştan üretilmiş olanlarımız hariç), en azından bilinçaltı olarak, ülkenin artık cıcığı çıkmış gerilim hatlarının bir mucizeyle normalleşebileceği yeni ortamlar isterler.
Peki bu “normalleşme” Say ve Erdoğan’ın atmış oldukları adımla başlayabilir mi? Pek kolay değil... Her ne kadar halkın bir kesiminde bir umut yaratmış olsa da, insan Erdoğan’ın bundan böyle bu jestine uygun yeni bir hal ve tavra geçiş yapacağına inanamıyor. Böyle bir kalıcı “normalleşme” düşüncesi olduğuna da inanmıyorum. Erdoğan, doğal olarak her konuda kendini haklı gördüğü için, ne yeni bir kimliğe geçiş yapar, ne de eski bıraktığı izlerden herhangi birisi üzerinden feragatte bulunur. Peki bu hareketi, laik kesimden oy toplayabilir mi? Hiç sanmıyorum. Arkadaki yol ayrımı faturaları çok kabarık. Peki bir mucize gerçekleşse ve bundan sonra bambaşka bir anlayışla, hoşgörülü, demokrasiye, mizaha ve sanata, sanatçıya ve muhalefete sonuna kadar saygılı bir iktidara kavuşsak, ben mutlu olur muyum? Tabii ki olurum. O apayrı bir ütopik umut dünyası...
Ama hiç kimse Erdoğan’a “Niye başsağlığı telefonu ettin?” diyemeyeceği gibi, kimse de kalkıp Say’a “Vay sen siyasi karşıtını konsere nasıl davet edersin?” diyemez. Bu yaşananları kimileri çok olumlu bulur, kimileri kabullenemez, bu da engellenemez. Ülke öyle kötü bir şekilde 25 yıldır öğütülüyor ki, kimse de direnç, özgüven, mantık, iyimserlik hali kalmadı.
Son söz: Lütfen yakın dostlarım dahil, şimdi kimse Fazıl’ı buralardan yola çıkarak harcamaya kalkmasın. Herkesin esas pozisyonunu bulması için biraz sabır lütfen. Türkiye’de yaşamak, gördüğünüz gibi zor zanaat... Öyle beklenilmedik VAR’lık krizleri, buralarda Say’makla bitmez!

17 Ocak 2019 Perşembe

AHMET HAKAN’A SORMAK İSTEDİĞİM BAZI SORULAR | Bedri Baykam | 17.01.2019



Ahmet Hakan Türkiye’nin tüm çelişkili konularına her gün parmak basıyor. Birkaç kampa bölünmüş bir Türkiye’de polemiğe açık konulara dalıyor. Hedefi, orta yolu bulmak, kanamayı durdurmak. Sonuçta da birilerini düşündürüyor, birilerini kızdırıyor, birilerine “işte bu”, öte yandan başkalarına da bazen “Hadi canım sen de!” dedirtiyor.
Ama bir şey kesin: Ahmet Hakan Türkiye’nin en çok okunan 2-3 köşe yazarından biri. Ben de onu her gün okuyorum. Bazen doğru söylemiş diyorum, bazen kızıyorum. Kendine has vurucu, ilginç özetleri, madde madde sıralama seçimleri, özledikleri-sinir oldukları tarzından listeler de uzayıp gidiyor.
Ahmet Hakan günümüz lügatında “eski Türkiye” ve “iktidarın Türkiyesi” arasında çarmıha gerilirken, uzlaşması güç konular arasında dil seçimi ve mantık kullanımı açısından bazen zorlanıyor. Son günlerde değindiği iki konuda olduğu gibi...
Bir yanda Ayasofya’da çekilen malum bale fotoğrafı, diğer tarafta Deniz Çakır olayı.
Leyla Alaton, Ayasofya Müzesi’ni (Dikkat edin: Müze!) gezerken, İnstagram’dan bir balerin pozu paylaşmış, ardından bir fırtına kopmuştu. Olay çıkarma fırsatı arayanlar ortalığa dökülüp yine ağır tepkiler vermişlerdi. Ahmet Hakan, Alaton’a köşesinden olayın neden alevlendiğini anlattı: Ayasofya’nın muhafazakar kesimin kanayan yarası olduğunu, “kırılgan, katmanlı duygusal” olarak nitelendirdiği durumları... Ama köşesinde de bu fotoğrafı yayınlamaktan çekinmedi. Böylece Alaton’un sildiği bu fotoğraf, çok daha geniş kitlelere ulaşmış oldu! Tabii öncelikle insanın aklına “Neden Ayasofya’da namaz ısrarı?” sorusu geliyor. Mesela Hristiyan bir ülkedeki bir camide, “Biz burayı kendi ayinlerimize açacağız” deseler, bu çok hoşumuza gider mi? Türkiye’de camii eksikliği mi var? Bir bale figürü, bu kadar mı provokatif geliyor? Neyse geçelim, Ahmet Hakan orada özetle “bunlar cıslı konular Leyla Hanım, aman lütfen dikkat” demiş oluyor, nezaketle.
Sıra geliyor ikinci konuya, Deniz Çakır olayı. Ahmet Hakan: “Deniz Çakır adlı dizi oyuncusu bir eleman var. Fazla alkol aldığında dağıtmaya temayülü olduğuna dair onlarca haberin konusu olmuş bu elemanın, yine alkol aldığı bir günde başörtülü kadınlara salça olduğuna dair bir iddia ortaya atıldıŞimdi herkesten önce Ahmet Hakan’a soruyorum: Burada kullandığı üsluptan memnun mu? Özeleştiri yaptı mı? “Dizi oyuncusu eleman-salça-alkol” vs, bu aşağılayıcı üslubu, üstelik böyle bir gerginliğe taşınmış konuda bir kişiyi hedef tahtasına koyarak kullanmış olmaktan mutlu mu? Gazetelere köşe yazıları “yetiştirilir”. Herhalde o acelelere kurban gitti bu kelimeler diyelim. Büyük ihtimalle zaten çok zor olan bu mesleği, İstanbul’da tutunmaya çalışarak, 1001 özel hayat sorununu aşmaya çalışarak yapan genç bir hanımefendi ile görüşmeden tek yönlü bir karalamaya bence girişmemeliydi. Nitekim Çakır suçlamaları yalanlayarak, doğrularını sıraladı. Ama çamur sıçramıştı bir kere. Aynı Ahmet Hakan, üç gün önce “Türbanlı kadının içkili kafede ne işi var?” diye bir özel bölüm kaleme alarak, Deniz Çakır’a destek olmak için bu soruyu soranlara kendi mantığının sesinden birçok yanıt verdi. “Belki şaşırtmak istiyordur-şaka yapıyordur-çelişki seviyordur-keyfimin kahyası mısın demeye zemin hazırlatmak için gitmiştir-tebliğ yapacaktır” Bunların her biri, alkollü mekana giden bu kişileri aklayan bakış açıları (“belki tebliğ yapacaktır” provokasyonu hariç)... İyi de mesela buna benzer uzlaştırıcı, hoşgörülü mantıktan bale fotoğrafımız hiç nasibini almıyor. Aynı mantıkla o balerin ve fotoğrafı çeken “belki o muhteşem mekanda bir klasik bale figürünün nasıl duracağını görmek istemiştir, belki komşu Aya İrini Kilisesi’nde Devlet Opera ve Balesi’nin verdiği açılış konserlerinden farklı bir ortam görmemiştir, belki spontan olarak içinden gelmiştir” şeklinde sayılabilecek mantık kurgularını göremiyoruz Ahmet Hakan’dan.
Olayın mantık özeti şu: Zaten toplumda dayatılan hep tek yönlü bir yaşam tarzı baskısı var. Hep muhafazakar yaşam tarzlarına ve gereklerine hoşgörüyle bakmamız isteniyor, ama bu yazıya sığmayacak kadar uzun bir şekilde aynı açıklık laik-özgür yaşam tarzlarına gösterilmiyor. Toplumda estirilen rüzgarla, hep aynı kesimin sesi dinlenip, “demokratik hoşgörü” yalnız onlar için kullanılıyor. Zaten yıllardır tekrarlıyorum: Altımızdaki halı çekilirken, maalesef CHP bile tüm bu süreçte hep “aman nü heykel-resim savunmayalım, bizi sapık zannederler”, “Aman alkol yasaklarına karşı çıkmayalım sonra bizi alkolik zannederler” şeklinde uzayıp giden bir tutucu mahcubiyet sürüp gidiyor yıllardır.
Sonuçta Ahmet Hakan, CHP’ye gidip “Binali Yıldırım üzerinden kampanya yapmayın, projelerinizi anlatın” derken kendi mantığının pozitif siyaset önerisini yansıtmış oluyor. Ama ben onun yerinde olsam, en azından günün 2. manşeti olarak “Binali Bey, Meclis Başkanı olarak size yakıştı mı anayasayı çiğnemek? Şu adaylığı bir daha düşünün veya istifa edin başkanlıktan” diye eleştirirdim. Veya protokol yeri savaşları komedyası devreye girdiğinde yine Yıldırım’ı sıkıştırırdım. Haksızlık yapmayayım, buna benzer bazı yazıları Hürriyet’te gündeme taşıyor, ama fazla orta yollu olarak!
Deniz Çakır’ı, hele kendisini dinlemeden infaz etmek kolay. Bale fotoğrafını manşet yapmak kolay. Ama günlük köşe yazarlığı insana başka sorumluluklar yüklüyor. Ben yine de Ahmet Hakan’ı her gün (Çarşamba hariç!) okumaya devam ediyorum.



10 Ocak 2019 Perşembe

SURURİ-CEZZAR ÇİFTİNİN ÖRNEK JESTİ VE “EPİVERON” | BEDRİ BAYKAM | 10.01.2019



Bu konuyu aylardır yazmak istiyordum, ama gündem izin vermedi. Normalde, bu hafta o kadar da çok şey var ki... Gerek Eren Erdem’in önce salınma sonra tekrar tutuklanma kararı, gerek demokrasimizin yüz akı OdaTv’ye karşı katliam çağrısı yapma cüretini gösteren Siirt müftüsü Ahmet Altıok, gerek Meclis Başkanı’nın istifa etmeden adaylığını açıklatma komedisi (veya dramı), gerek CHP’nin İzmir Belediyesi için alakasız, örgütün hiç tanımadığı ve hatta tehlikeli bulduğum isimlerden bile söz eder hale gelmesi...
Ama tiyatromuzun dev isimlerinden Gülriz Sururi’nin ölümünün ardından ortaya çıkan tarihi jest, bu hafta nihayet bu konuyu sizinle paylaşmamı kaçınılmaz kıldı. Sururi’nin “Kıldan İnce, Kılıçtan Keskince” başlıklı harika kitabını okuduktan sonra, onlara Amerika’dan 80’lerin başında yazdığım mektubu, neredeyse ilk sanatsal makalem sayarım! Sururi ve Cezzar çiftinin, Gümüşsuyu’ndaki 5 katlı binalarını, kültür ve sanat evi yapmaları için Nesin Vakfı’na bağışladıklarını, kamuoyundan önce, Pazartesi bu değerli vakıftan gelen bir mesajla öğrenenlerden biri oldum. İnanın ne kadar sevindiğimi anlatamam!
Konu yalnızca İstanbul’un yeni bir kültür merkezi daha kazanacak olması değil, nihayet bir işaret fişeğinin yakılmış olmasıydı. İşte aylardır, belki yıllardır yazmak istediğim konu buydu!
Çoğunluğunuzun Atatürk ve Cumhuriyetimize ne kadar bağlı olduğu konusunda şüphem yok. Atatürk’ün eğitim ve sanat ayakları üzerine diktiği kültür devrimine ne kadar hayranlık beslediğinizi, saygı duyduğunuzu da çok iyi biliyorum. Ama ne var ki sevgili halkımızın sanata karşı çok koruyucu, çok meraklı olmadığının da farkındayız. Herkes Atatürk’ün sanata verdiği önemden her fırsatta bahseder, ama sanatın/sanatçının sorunları nelerdir diye kendine hiç sormaz! Sanatı, sanatçıyı teorik olarak çok sever halkımız, belediyelerimiz, partilerimiz, devletimiz; ama koleksiyon yapmayı bilmez, yapanlara da çoğunlukla eksantrik gözüyle bakar. Çünkü sanat tarihinin şifrelerini bilmez. Devletimiz, çağdaş müze özürlüdür.
Halkımız, işadamlarımız bonkördür. Özellikle malı mülkünü bırakacağı bir ailesi olmayanlar veya sayamayacağı kadar çok gayrimenkulü olanlar, evlerini, hanlarını, hamamlarını Kızılay’a, Mehmetçik Vakfı’na, Türk Eğitim Vakfı’na, Lösev’e, Diyanet Vakfı’na, Darüşşafaka’ya veya huzurevlerine verirler. Bunların hiçbirine kimsenin zerre itirazı olamaz. Hepsine helal olsun, onlar da en güzel şekilde değerlendirirler bu bağışları.
Peki ya sanat kurumları? Mesela TOBAV, ÇASOD, Nazım Hikmet Kültür Vakfı... Hiçbirinin elde ettikleri buna benzer bağışlar yok diye biliyorum. Sanat orada da üvey evlat. Örneğin Başkanı olduğum Uluslararası Plastik Sanatlar Derneği, yıllardır bin bir zorlukla ayakta kalabiliyor. Bir dernek sanatçı haklarına, sergilere, yasa tasarılarına vereceği enerjiyi, kirası yüzünden gelen icra takipleriyle savaşmaya vermemeli. Sürekli bağış alan diğer değerli kurumların zaten kendilerine sürekli akan, aktiflerine yansıyan sayısız mali imkanı ve alternatifleri var. Halbuki bu kararı alan insanlar, bazı varlıklarını sanat kurumlarına da bağışlasalar, önce doğrudan onların en güzel şekilde barınmasını sağlayarak ülke sanatçılarının kuşaklar boyu gelişimine katkıda bulunurlar.
Gülriz Sururi-Engin Cezzar çifti, nur içinde yatsınlar, büyük bir jest yaptılar. Muhteşem bir tohum ektiler. Sayısız gayri menkulleri olan bir kuruma bağış yapmak yerine, sanata bir ışık yaktılar. Ülkeye örnek olmalarını diliyorum. İhtiyaçları olan gücü, halkımız da versin sanatçılara... Devletin yıllardır her şeyi esirgediği, yok saydığı sanatçılara...
Atatürk, Gülriz Sururi ve Engin Cezzar’la, muhteşem sanatçılıklarının ötesinde, ayrıca gurur duyardı! Darısı bu işaret fişeğini anlayıp yayacakların başına!

SANATÇILARIN ONURUNU EPİVERON KORUYACAK!
Doğaya bırakılmış sahipsiz kediler gibi yaşam mücadelesi veren çağdaş sanatçılarımız, batılı meslektaşlarının tersine, sıfır devlet desteği ile ayakta durmaya inat eden, “artiz” diye, “müslüman mahallesinde salyangoz satıyor” diye alay edilen o güzel ruhlu meslektaşlarım, ömürlerini verdikleri dikenli yollarla dolu sanat alanında yaşama tutunmaya çalışırken, ne yazık ki kendi ülkelerinin sanat dünyasında içeriden vuruluyorlar. Sanat tacirliği yapan müzayedeciler, ne yazık ki o sanatçıları ve itirazlarını hiçe sayarak, adeta onları ve galericilerini itibarsızlaştırarak, hatta onursuzlaştırarak, hukuki ikazları hiçe sayarak en duyarsız, en sert, en hırçın şekilde eserleri değerinin beşte veya onda birine piyasaya sunuyorlar! Tüm koleksiyonerlerin artık şunu bilmeleri lazım: Bundan böyle EPİVERON adını verdiğimiz “Eser Piyasaya Verme Onayı” isimli belgeye sahip olmayan bir eser aldıklarında sanat ve sanatçıya karşı büyük bir haksızlığa imza atmış olacaklar. Bu bilinçsizce Türk sanatını dinamitlemektir. Burada bir köşe yazısının iki paragrafında bu konuda her şeyi öğrenemezsiniz. Ama onca değerli sanatçıyı meslek bırakma noktasına getirmiş olan bu ve buna benzer sanat dünyası zorluklarına karşın, sanatçı haklarını korumak için UPSD, bu Cumartesi, 12 Ocak günü, 14.30-17.00 arasında Taksim’deki Piramid Sanat’ta geniş bir toplantıda bu konuyu EPİVERON başlığı ile ele alacak. Bütün sanatçılar, galericiler, sanat yazarları, gazeteciler, koleksiyonerler ve sanat aracıları, müzayedeciler ve ülkede sanatın nereye gittiği konusunda endişe duyan her vatandaş bu toplantıya katılabilir. EPİVERON’la birlikte, bundan sonra müzayedeciler, meydanın boş olmadığını görecekler.


3 Ocak 2019 Perşembe

YILIN KAYDA GEÇENLERİ | Bedri Baykam | 3 Ocak 2019



YILIN VAHŞETİ
Bunun üzerine laf da söylenmez; bunu aşan rezalet ve vahşet de bulunamaz! Washington Post yazarı Kaşıkçı’nın, dünyanın gelmiş geçmiş en geri zekalı cinayet timi ve bu kararı alan, onlardan bile daha aptal caniler tarafından Başkonsolosluk içinde, modern zamanların gördüğü en kanlı operasyonla “iz bırakmadan” (!) yok edilmesi, tarihin karanlık sayfalarına kaydoldu. Suudi Arabistan, yeryüzünün en seviyesiz ve en zalim devleti olma konusunda ayrı ayrı Oskarlara aday gösterildi, her birini de kazandı. Onlara acıyan bazı başka faşist devletler, “İz bırakmadan aydın gazeteci nasıl yok edilir?” konusunda ders vermeyi önerdiler! Pişkin emperyalist batı devletleri ise “Organ parçalayıcısı katil ile gözü kapalı ticaret” konusunda doktora tezi yazmakla meşguller!

YILIN BASIN OLAYI
Cumhuriyet Gazetesi’nin 7 Eylül 2018 günü yapılan Vakıf Yönetimi toplantısıyla tekrar esas yörüngesindeki yönetim kadrosunun kontrolüne geçmesi, Atatürkçü kadro ve yazarların gazeteye geri dönmeleri... Ayrılan kadronun yurt dışında yürütmeye çalıştığı akıl almaz dezenformasyon kampanyasını yüzlerine gözlerine bulaştırmaları da, işin en acıklı yönlerinden biriydi. Bazı haksızlıkların yok edilebildiğini toplumun yaşaması güzeldi!

YILIN RÖTARLI EN DOĞRU KARARI
Fenerbahçe’de ülkeyi ve neredeyse siyasi gündemi sarsarak, “demek bazı kireçlenmiş yapılar değişebiliyormuş” dedirten Ali Koç Devrimi’nin, daha önce Aziz Yıldırım döneminde Terraneo-Pereirra’da yaşanan hatayı adeta kopyalaması ve ancak 6 ay rötarla en doğru kararı Ersun Yanal-Volkan Ballı ikilisi ile bulması.

YILIN SİYASİ PATLAMASI
Fransa’da “Sarı Ceketliler”in benzin fiyatlarında yaşanan artıştan yola çıkıp Paris’ten başlayarak ülkeyi baştan aşağı sarsmaları, 68 Kuşağı’nın 50. yılında ağır bir nostalji yaşatması, Hollanda, Macaristan ve Belçika’ya sıçrayan olaylar karşısında Macron’un çaresizlik içinde kıvranması. Acaba Fransa, 68’in 100. yılına kadar rahat eder mi, ne dersiniz?

YILIN DİPLOMATİK FIKRASI
Türkiye’nin, Fransa’da Sarı Ceketliler’e karşı polisin kullandığı “orantısız güç” konusunda onları uyarması ve uluslararası diplomasi dünyasına şikayet etmesi; aynı Türkiye’nin 5 sene sonra Gezi olaylarını raflardan indirerek, şiddet kullanan polis yerine, onca taze suçlu üretmeye kalkışması!

YILIN HAYAL KIRIKLIĞI
Türkiye’de sol partilerin ve muhalefetin, yaşanan onca mağlubiyete karşın, bir türlü demokrasiyi içine sindirememesi... Her sıfatın, hala liderin iki dudağı arasında olması, görevden alma, atama ve TBMM veya yerel seçim adaylarını saptama konusunda, kendilerini insan üstü uzman gören lider ve politbürosunun tüm yetkileri ele almaları ve örgütün bu durumu ne yazık ki hazmedebilmesi, bu bozuk düzenden kendilerine düşecek koltuğun peşinde olmaları!

YILIN GİZEMİ
Muharrem İnce’nin, önce Türkiye siyasetinde ciddi bir umut haline gelerek heyecan yaratması, ardından seçim gecesi nereye kaybolduğunu -çok denemesine rağmen- izah edememesi. Hayatta en önemli planların B ve hatta C olduğunu bilmediğinden devre dışı kalması.

YILIN DOĞA ACISI
California ormanlarında yaşanan büyük afetin acısını dünyanın bütün ağaçlarının eşzamanlı hissetmesi...
YILIN İCADI: VAR SİSTEMİ! (İLK UYGULAYAN BENDİM!)
Futbolda nihayet hataların %85’inden kurtulmak için bir sistem geldi ve kem gözlerin itirazlarına rağmen yerleşti! Artık “futbol hatalarıyla güzeldir” türünden zırvalarla hakemleri linç etme operasyonları sona erdi! Zavallı hakemlerin yarım saniye tek açıdan gördükleri ve refleksle aldıkları kararları, geceler boyunca 12 kameradan defalarca izleyerek ukalalık yapan ve hala da farklı şeyler düşünen ve hakemleri hedef tahtası yapan çok bilmişlerin ayarları bozuldu! KEMİK romanımı okuyanlardan değilseniz şaşırabilirsiniz, gerçekleri bilin istedim. VAR ilk defa bu yıl değil, 2000’de, benim bestseller romanımda uygulandı! Bu ütopik kitabımda Fenerbahçe, 130 bin kişilik Nazım Hikmet Stadyumu’nda Galatasaray’a karşı penaltı kullanıyor, atışı yapan Bekir, direkten dönen topu uçarak vurduğu kafa ile ağlarla buluşturuyordu. Gsaraylılar gole “top direkten döndüğü için aynı oyuncu vuramaz” diye itiraz ediyorlar ve hakem pozisyonu monitörden tekrar izleyerek, Taffarel’in topa elinin ucuyla değdiğini görünce, gol geçerli sayılıyordu! Hatırlarsınız, KEMİK’te aynı zamanda 11 Eylül 2001 günü New York’ta yaşananlar da 10 ay öncesinde yayınlanmıştı. Sabah 09.00 civarında, Manhattan’da, Met-Life binasına bir uçak intihar dalışı yapıyordu. Ama uçak Boeing 797 idi! Çünkü teknoloji kitapta 20-25 yıl daha ilerideydi ve bugün kullandığımız cep telefonları da “görsel” adıyla herkeste vardı. Bugün bilim ve teknolojinin öpüşme noktası olan insan hücreleri ve bilgisayar çipi flörtü de yoğun olarak araştırma ve hatta casusluk konusuydu. Kitabın henüz gerçekleştirilemeyen icadı: Rüya kaydetme makinası! (Yolda, sabredin!)

YILIN LOTO YATIRAN SÜRPRİZİ
Geçen sezonun lig 2.si Fenerbahçe’nin ilk yarı sonunda sondan 2. olarak yoluna devam etmesi, buna rağmen geçen sezondan 5 misli fazla seyirci kalabalığına oynamayı başarması!