Bu
konuyu aylardır yazmak istiyordum, ama gündem izin vermedi.
Normalde, bu hafta o kadar da çok şey var ki... Gerek Eren Erdem’in
önce salınma sonra tekrar tutuklanma kararı, gerek demokrasimizin
yüz akı OdaTv’ye karşı katliam çağrısı yapma cüretini
gösteren Siirt müftüsü Ahmet Altıok, gerek Meclis Başkanı’nın
istifa etmeden adaylığını açıklatma komedisi (veya dramı),
gerek CHP’nin İzmir Belediyesi için alakasız, örgütün hiç
tanımadığı ve hatta tehlikeli bulduğum isimlerden bile söz eder
hale gelmesi...
Ama
tiyatromuzun dev isimlerinden Gülriz Sururi’nin ölümünün
ardından ortaya çıkan tarihi jest, bu hafta nihayet bu konuyu
sizinle paylaşmamı kaçınılmaz kıldı. Sururi’nin “Kıldan
İnce, Kılıçtan Keskince”
başlıklı harika kitabını okuduktan sonra, onlara Amerika’dan
80’lerin başında yazdığım mektubu, neredeyse ilk sanatsal
makalem sayarım! Sururi ve Cezzar çiftinin, Gümüşsuyu’ndaki 5
katlı binalarını, kültür ve sanat evi yapmaları için Nesin
Vakfı’na bağışladıklarını, kamuoyundan önce, Pazartesi bu
değerli vakıftan gelen bir mesajla öğrenenlerden biri oldum.
İnanın ne kadar sevindiğimi anlatamam!
Konu
yalnızca İstanbul’un yeni bir kültür merkezi daha kazanacak
olması değil, nihayet bir işaret fişeğinin yakılmış
olmasıydı. İşte aylardır, belki yıllardır yazmak istediğim
konu buydu!
Çoğunluğunuzun
Atatürk ve Cumhuriyetimize ne kadar bağlı olduğu konusunda şüphem
yok. Atatürk’ün eğitim ve sanat ayakları üzerine diktiği
kültür devrimine ne kadar hayranlık beslediğinizi, saygı
duyduğunuzu da çok iyi biliyorum. Ama ne var ki sevgili halkımızın
sanata karşı çok koruyucu, çok meraklı olmadığının da
farkındayız. Herkes Atatürk’ün sanata verdiği önemden her
fırsatta bahseder, ama sanatın/sanatçının sorunları nelerdir
diye kendine hiç sormaz! Sanatı, sanatçıyı teorik olarak çok
sever halkımız, belediyelerimiz, partilerimiz, devletimiz; ama
koleksiyon yapmayı bilmez, yapanlara da çoğunlukla eksantrik
gözüyle bakar. Çünkü sanat tarihinin şifrelerini bilmez.
Devletimiz, çağdaş müze özürlüdür.
Halkımız,
işadamlarımız bonkördür. Özellikle malı mülkünü bırakacağı
bir ailesi olmayanlar veya sayamayacağı kadar çok gayrimenkulü
olanlar, evlerini, hanlarını, hamamlarını Kızılay’a,
Mehmetçik Vakfı’na, Türk Eğitim Vakfı’na, Lösev’e,
Diyanet Vakfı’na, Darüşşafaka’ya veya huzurevlerine verirler.
Bunların hiçbirine kimsenin zerre itirazı olamaz. Hepsine helal
olsun, onlar da en güzel şekilde değerlendirirler bu bağışları.
Peki
ya sanat kurumları? Mesela TOBAV, ÇASOD, Nazım Hikmet Kültür
Vakfı... Hiçbirinin elde ettikleri buna benzer bağışlar yok diye
biliyorum. Sanat orada da üvey evlat. Örneğin Başkanı olduğum
Uluslararası Plastik Sanatlar Derneği, yıllardır bin bir zorlukla
ayakta kalabiliyor. Bir dernek sanatçı haklarına, sergilere, yasa
tasarılarına vereceği enerjiyi, kirası yüzünden gelen icra
takipleriyle savaşmaya vermemeli. Sürekli bağış alan diğer
değerli kurumların zaten kendilerine sürekli akan, aktiflerine
yansıyan sayısız mali imkanı ve alternatifleri var. Halbuki bu
kararı alan insanlar, bazı varlıklarını sanat kurumlarına da
bağışlasalar, önce doğrudan onların en güzel şekilde
barınmasını sağlayarak ülke sanatçılarının kuşaklar boyu
gelişimine katkıda bulunurlar.
Gülriz
Sururi-Engin Cezzar çifti, nur içinde yatsınlar, büyük bir jest
yaptılar. Muhteşem bir tohum ektiler. Sayısız gayri menkulleri
olan bir kuruma bağış yapmak yerine, sanata bir ışık yaktılar.
Ülkeye örnek olmalarını diliyorum.
İhtiyaçları olan gücü, halkımız da versin sanatçılara...
Devletin yıllardır her şeyi esirgediği, yok saydığı
sanatçılara...
Atatürk,
Gülriz Sururi ve Engin Cezzar’la, muhteşem sanatçılıklarının
ötesinde, ayrıca gurur duyardı! Darısı bu işaret fişeğini
anlayıp yayacakların başına!
SANATÇILARIN
ONURUNU EPİVERON KORUYACAK!
Doğaya
bırakılmış sahipsiz kediler gibi yaşam mücadelesi veren çağdaş
sanatçılarımız, batılı meslektaşlarının tersine, sıfır
devlet desteği ile ayakta durmaya inat eden, “artiz” diye,
“müslüman mahallesinde salyangoz satıyor” diye alay edilen o
güzel ruhlu meslektaşlarım, ömürlerini
verdikleri dikenli yollarla dolu sanat alanında yaşama tutunmaya
çalışırken, ne yazık ki kendi ülkelerinin sanat dünyasında
içeriden vuruluyorlar. Sanat
tacirliği yapan müzayedeciler, ne yazık ki o sanatçıları ve
itirazlarını hiçe sayarak, adeta onları ve galericilerini
itibarsızlaştırarak, hatta onursuzlaştırarak, hukuki ikazları
hiçe sayarak en duyarsız, en sert, en hırçın şekilde eserleri
değerinin beşte veya onda birine piyasaya sunuyorlar! Tüm
koleksiyonerlerin artık şunu bilmeleri lazım: Bundan böyle
EPİVERON
adını verdiğimiz “Eser Piyasaya Verme Onayı” isimli belgeye
sahip olmayan bir eser
aldıklarında sanat ve sanatçıya karşı büyük bir haksızlığa
imza atmış olacaklar. Bu bilinçsizce Türk sanatını
dinamitlemektir.
Burada bir köşe yazısının iki paragrafında bu konuda her şeyi
öğrenemezsiniz. Ama onca değerli sanatçıyı meslek bırakma
noktasına getirmiş olan bu ve buna benzer sanat dünyası
zorluklarına karşın, sanatçı haklarını korumak için UPSD, bu
Cumartesi, 12 Ocak günü, 14.30-17.00 arasında Taksim’deki
Piramid Sanat’ta geniş bir toplantıda bu konuyu
EPİVERON başlığı
ile ele alacak. Bütün sanatçılar, galericiler, sanat yazarları,
gazeteciler, koleksiyonerler ve sanat aracıları, müzayedeciler ve
ülkede sanatın nereye gittiği konusunda endişe duyan her vatandaş
bu toplantıya katılabilir. EPİVERON’la
birlikte, bundan sonra müzayedeciler, meydanın boş olmadığını
görecekler.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.