Türkiye,
olumlu bir şaşkınlık ve bir miktar da rahatsızlıkla, Fazıl Say
ve Erdoğan’ı takip etmekle meşgul. Herkes birbirinin görüşünü
öğrenmek istiyor. Bu konu hakkında bırakın görüş belirtmeyi,
yalnızca kendi başınıza düşünmek bile insana yorucu
gelebiliyor. Hatta pozisyonu şu ünlü VAR’a taşıyıp, 10 kere
de izleseniz, inanın pek bir şey çıkaramazsanız!
Say evvelsi gün
paylaştığı yazısında, toplumsal uzlaşıdan söz ediyor ve
geçmişte kendisinin de Erdoğan’ın da hatalar yapmış
olabileceğini vurgulayarak iç barışa ulaşmak isteyen önyargısız
bir profil çiziyor.
Bir itirafta bulunayım: İki ay önce,
Fazıl’ın, Cumhurbaşkanı ve eşi önünde yaşadığı sahnenin
aynısını ben de yaşadım. Bire bir. Şu farkla ki, ben rüyamda
görmüş ve şaşkınlıkla uyanmıştım. (“Sen o sahneyi ancak
rüyanda görürsün” diyecek kimi Erdoğancılar’ın veya “Şuna
bak bu da aynı şeyi yaşamak istiyormuş” diyecek kimi solcuların
alakasız, sığ ve beş para etmez yorumlarını okumadan çöpe
atacağım, konuya dönüyorum.)
Dolayısıyla, o rüya nedeniyle
Fazıl’ın yaşadığı çelişkileri daha iyi hissedebileceklerden
biriyim.
Türkiye o kadar uzun zamandır,
yoğun bir şizofrenik parçalanma ve ağır kamp ayrımı yaşıyor
ki, insanların çoğuna bir bezginlik, yorgunluk ve hedefsizlik,
geleceği kucaklayamama, plan yapamama korkusu, bu sebeple de yurt
dışında bir hayat kurma düşüncesi gelip yerleşiyor. İnsanlar,
zaten jeopolitik olarak dünyanın en kaygan ve riskli zemininde
yaşıyor olmanın ötesinde, sürekli olarak her gün birbiriyle
ölesiye kavga eden iki tarafın ortasında yer almaktan artık
kusmak üzereler.
Erdoğan’ın, Say’ın annesinin
vefatından sonra onu araması, beklenilmedik bir çıkıştı.
Erdoğan’ın baş sağlığı
telefonu bir politika değişikliğine işaret ediyor mu? Belki, kim
bilir.... Öncelikle, hiç kimsenin böyle bir telefon veya bir
cenazeye katılım konularını polemiğe dönüştürme hakkı
olamaz! Bunlar bazen şaşırtıcı şekilde devreye girer, ya da
girmez. Bundan 8 yıl önce bıçaklandığımda, Cumhurbaşkanı Gül
beni aramış, eşi de hastanede ziyaret etmişti. Erdoğan ise ne
aramış, ne geçmiş olsun mesajına gerek görmüştü. Şimdi bu
yakınlaşma, dönemsel olarak bir imaj yumuşatma çabası, yerel
seçim öncesi diyaloğa dayalı bir siyaset hamlesi veya mesela
İzmir kararsızlarına yönelik olabilir. Hiçbir zaman emin
olamayız.
Bir de konuya Say’ın açısından
bakalım. Sonuçta o da bu ülkenin yorgun milyonlarından bir
vatandaş. Şu farkla ki, herhangi bir siyasi göndermeli Ömer
Hayyam dizesini retweet ettiğinde bile hakkında dava açılabilecek
kadar iktidarın gözüne batmış bir muhalif olarak nam salmış,
uluslararası bir değerde sanatçı...
En azından kavramsal planda,
muhalif sanatçılar, üniversiteliler, işçiler yarın yine
herhangi bir güncel gerilim hattı belirdiğinde, Say’ın kapısını
çalıp konser veya dayanışma imzası isteyecekler mi? Aslında bu
sorunun yanıtı da, onlardan önce zaten Say’ın kendisi
tarafından verilmiş olacak. Say kendisini ödünsüz bir muhalif
olarak görmeye ve bu doğrultuda hareketlerine, kararlarına yön
vermeye devam edecek mi? Yarın-öbür gün Erdoğan’dan yine “iki
ayyaş” benzeri bir çıkış veya İnönü’yü hedef tahtasına
koyan bir grup konuşması geldiğinde, ben şahsen ne yapacağımı
her zamanki gibi biliyor olacağım. Ama Say o gün doğru kararı
aldığından emin olabilecek mi? Hangi çelişkileri, tereddütleri
yaşayacak? Yoksa kendini bir çıkmaz sokakta hissederek pişman mı
olacak?
Bir tek şey kesin: Bu karşılaşmanın
sanıldığı gibi tartışmasız galibi veya mağlubu yok. İki
tarafın puan cetvelinde nerelere çıkabileceği veya inebileceği
ise uzun vadeli konular. Türkiye gerçeği, her gün bu
tartışmaların üzerine yenilerini ekleyecek.
Benim gibi ödünsüz Atatürkçüler
bile (taştan üretilmiş olanlarımız hariç), en azından
bilinçaltı olarak, ülkenin artık cıcığı çıkmış gerilim
hatlarının bir mucizeyle normalleşebileceği yeni ortamlar
isterler.
Peki bu
“normalleşme” Say ve Erdoğan’ın atmış oldukları adımla
başlayabilir mi? Pek kolay değil... Her ne kadar halkın bir
kesiminde bir umut yaratmış olsa da, insan Erdoğan’ın bundan
böyle bu jestine uygun yeni bir hal ve tavra geçiş yapacağına
inanamıyor. Böyle bir kalıcı “normalleşme” düşüncesi
olduğuna da inanmıyorum. Erdoğan, doğal olarak her konuda kendini
haklı gördüğü için, ne yeni bir kimliğe geçiş yapar, ne de
eski bıraktığı izlerden herhangi birisi üzerinden feragatte
bulunur. Peki bu hareketi, laik kesimden oy toplayabilir mi? Hiç
sanmıyorum. Arkadaki yol ayrımı faturaları çok kabarık. Peki
bir mucize gerçekleşse ve bundan sonra bambaşka bir anlayışla,
hoşgörülü, demokrasiye, mizaha ve sanata, sanatçıya ve
muhalefete sonuna kadar saygılı bir iktidara kavuşsak, ben mutlu
olur muyum? Tabii ki olurum. O apayrı bir ütopik umut dünyası...
Ama hiç kimse Erdoğan’a “Niye
başsağlığı telefonu ettin?” diyemeyeceği gibi, kimse de
kalkıp Say’a “Vay sen siyasi karşıtını konsere nasıl davet
edersin?” diyemez. Bu yaşananları kimileri çok olumlu bulur,
kimileri kabullenemez, bu da engellenemez. Ülke öyle kötü bir
şekilde 25 yıldır öğütülüyor ki, kimse de direnç, özgüven,
mantık, iyimserlik hali kalmadı.
Son söz: Lütfen yakın dostlarım
dahil, şimdi kimse Fazıl’ı buralardan yola çıkarak harcamaya
kalkmasın. Herkesin esas pozisyonunu bulması için biraz sabır
lütfen. Türkiye’de yaşamak, gördüğünüz gibi zor zanaat...
Öyle beklenilmedik VAR’lık krizleri, buralarda Say’makla
bitmez!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.