30 Aralık 2015 Çarşamba

GÜNEY-DOĞU’DA AYRILIKTAN DAHA KÖTÜSÜ: ÖZERKLİK | Bedri Baykam | 29.12.15


IRKÇI ASALAKLARIN REZİL DÜNYASI
Size itiraf edeyim ki, ırkçılardan nefret ederim. Biz bu dünyaya gelirken ne etnik aidiyetimizi, ne ailemizi, ne cinsiyetimizi, ne genetik yapımızı seçebiliyoruz. Böyle bir ortamda, ırkını üstünlük sebebi görenler veya diğer ırkları aşağıladığını zannedenler, gözümde düşüncesiz birer “tescilli asalak” olarak kalmaya devam edecekler, bu kesin. Kendi topraklarında yaşayan siyahileri, Yahudileri, Müslümanları, Alevileri, Ermenileri, Kürtleri, Kızılderilileri, Suriyelileri, Uzak Doğuluları hor görenlere kızdığım kadar, onları düşünme yetisi olmayan acınası insanlar olarak da görüyorum.


İKİ ATEŞ ARASINDA BİR HALK
Ama bunun farklı bir adım ötesi de var: Dünyada Birleşmiş Milletler’e göre 192 ülke mevcut. Buna karşılık 2600’ün üstünde ırk var. Kendini ayrı bir ırk olarak gören herkes “ayrı toprak talep ediyorum” diye ortaya çıktığı zaman, dünya asırlar boyu bir kan gölü olmaktan kurtulamaz. Onların bir an önce Amnesty International’ın “tek ırk, insan ırkı” sloganını öğrenmeleri lazım.
Sınırlardan da nefret ederim. Aslında vizelerden, pasaportlardan, kağıt kürek ve bürokrasiden de nefret ederim. Keşke dünyada bunlara da hiç gerek olmasa!
Kürtlerin durumu ise, absürd bir noktada: Osmanlı dönemi dahil, yüzyıllardır yaşadıkları topraklarda rahatsızlıklarını yansıtan Kürtler vardı. Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde de kaldırdıkları isyan bayrağını indirmeden, 1984’ten beri PKK adını alan bölücü terör örgütünün başlattığı iç savaş sürüyor. Şu anda en azından teorik ve teknik olarak tüm vatandaşlarımız güya eşit haklara sahip. Ama maalesef özellikle son yıllarda giderek artan husumet, kin ve şiddet ortamında artık Kürt kökenli vatandaşlar evlerinin önüne bile çıkamaz hale getirildiler. Ama “ırka göre toprak” talebi öne çıktığı zaman, ikna olmam söz konusu değil. Zaten bu topraklarda 26 etnik köken asırlardır en doğal şekilde karışmıyor mu? Onlar hangi ırktan oluyor? İlginç bir şekilde Cumhuriyet vatandaşlığının ırklar üstü bir yurttaş aidiyeti olduğunu kavrayamıyorlar.
Güney-Doğu’da yaşanan ciddi ağır savaş, eskiden alıştırıldığımız bir “düşük yoğunluklu iç savaş” havasından çok uzaklaştı. Olay boyut atladı: Artık günlük şehit haberlerinin yanı sıra, öldürülen onlarca, yüzlerce PKK’lının ve hatta kimi sivil kayıpların istatistikleri de bilgi kanallarımızı dolduruyor. Bu arada PKK sivillere yönelik saldırılarını da fütursuzca sıklaştırmaya başladı. Şırnak’ta PKK’nın geçen Cuma günü ateşe verdiği İl Halk Kütüphanesi ve Kültür Merkezi ve onca başka iddia var. Kaybettiğimiz şehitlere kahrolduğum gibi, ergen yaşta beyni yıkanarak ya da zorla alıkonularak canlı bomba rolünde siperlere sürülen gencecik Kürt çocuklara da acıyorum.
Bir kere Türkiye’de siyasetin kirli ve mantıkdışı çıkarcı-değişken-oportünist sivri uçları o kadar birbirine girmiş ki, burada ne “düşmanımın düşmanı dostumdur” diyebiliyoruz, ne de “dostumun düşmanı düşmanımdır”! Her ilişki hattı ayrı sancılı ve cerahatli. F tipi, AKP’nin düşmanı diye, benim dostum olacak değil. Ya da bu hükümet PKK’yla savaşıyor diye kendimi PKK’ya yakın hissedecek değilim! Filan falan. Anladınız mı durumu? Çünkü siz de -hangi gruptan olursanız olun- aynı durumdasınız. Sonuçta ortada bir gerçek var: 1984’ten beri acı terör olayları devam ediyor. Halk iki ateş arasında kalmış durumda. PKK ve güvenlik güçlerinin çarpışmaları ve baskıları arasında zulüm görüyor. PKK’nın yanı sıra bu devletin de suçları kabarık. Yargısız infazlardan, faili meçhullere, baskı ve tacizlere kadar... Güney-Doğu’nun sorunu, Kanada veya Çekoslovakya’nın ikiye bölünmesi gibi referandumlar veya siyasi uygar tartışma ve tercihlerle ele alınmıyor ki! 30 yıldır her iki kesim her gün ağır kayıplar vererek ülkeyi acıya boğuyor. Ama bu, işin süregelen organize bir kök sorumlusu olduğunu değiştirmiyor. PKK, yıllar üstünden bir illegal ticaret şebekesi ve ölüm organizatörü olarak bir yol seçti. Demokratik hak-hukuk talepleriyle legal olarak ortalara çıkmadı. Bu nedenle onun sözde siyasi uzantıları da hiç bir zaman ikna edici olamadı.


ÖZERKLİK Mİ DEDİNİZ? YOKSA BAŞKANLIK MI (!), YOKSA AYRILIK MI?
Nasıl Tayyip Erdoğan ve yandaşları durmadan kafalarında yaşatıp besledikleri bir nev-i şahsına münhasır “Başkanlık” modelinden söz ediyorsa, bugün HDP’lilerin durmadan gündeme taşıdıkları “özerklik” de benim açımdan eşit derecede güvenilmez bir “ne idüğü belirsiz” proje. Sahipleri kusura bakmasın ama “ucube” sözünü bile kullanabilirim. Nasıl verdiği örneklerin aksine Tayyip Bey’in modeli Fransız veya Amerikan Başkanlık modellerine uzaktan yakından benzemiyorsa, Demirtaş ve çevresinin durmadan ağızlarına doladıkları özerklikle ne demek istedikleri de hiç net değil! Şimdilerde artık o kelime ile korkutmamak için “özyönetim” kelimesine sapıverdiler! Daha düne kadar “Biz artık Türkiye siyaseti yapıyoruz” diyen Demirtaş bile, artık “gelecek yüzyılda Kürdistan gerçeği olacak. Belki bağımsız devletleri de, federal devletleri de, kantonları da olacak, özerk bölgeleri de olacak Kürtlerin. Kürt halkı nerede nasıl yaşamak istiyorsa kendi karar verir, gerisi de buna saygı duyar” diyor. Maşallah, çok güzel. Benim fiili olarak bu konuda vardığım kanı şu: “Benim malım benim, senin malın da benim”. Ben böyle anladım, belki yanlıştır. Çünkü bu topraklarda bizim dediğimiz “Şırnak bizim, İstanbul sizin, Diyarbakır bizim, Ankara sizin, her yer hepimizin”. Onların dediği ise, “tüm Güney-Doğu, adına özerklik-federasyon ne derseniz deyin bizim, tüm gerisi hepimizin”. Durun, hatta bu da belli olmaz, 30 yıl sonra İstanbul’da da sayısal bir üstünlükten dem vurup “buralar da bizim, hadi uzayın” derlerse şaşırmam! Türkiye açısından ülkenin parçalanmasından daha kötü olabilecek tek şey, özerklik-özyönetim senaryoları. Ben tüm Kürt kardeşlerimle (benim için Adanalı hemşeri kardeşlerimden farkları yok) bir arada yaşamaktan mutluyum. Aklıma da zaten kimsenin ırkını, mezhebini soruşturmak gelmez. Ama şayet onlar illa ayrılıklarını, farklarını ve özelliklerini gözümüze sokmak için 30 yıldır silahı elden bırakmayı başaramıyorlarsa, fazla naz aşık usandırır. O zaman kendilerinden ricam, İstanbul, İzmir, Bodrum, Eskişehir, Trabzon gibi sayısız kentimiz üzerindeki aşklarını ve iddialarını gözden geçirsinler. Amerikalılar’ın meşhur bir deyimi vardır: “You can not have your cake and eat it”. Yani “kekim olsun, yesem de bitmesin”! Kürt kökenli vatandaşlarımız, bu ayrı-gayrı senaryolara geri dönülmez şekilde düştülerse, gerçekçi olarak Fenerbahçe-Galatasaray maçlarının heyecanının da, boğazdaki rakı-balıktan da, Ege sahillerinden de vazgeçebilecekler mi? Uğruna her gün ölüp öldürme vahşetini göze aldıkları topraklarına çekilebilecekler mi?.. Sadece doğuda ve güneydoğuda mı yaşayacaklar? Ankara’dan mali destek almaktan uzak durabilecekler mi? Her gün yavrularını şehit ettikleri ailelerin vergi paralarıyla mı Türkiye’ye kök söktürmeye devam edecekler? Bu etik bir duruş mu? Ayrıca şiddet bağımlısı ve HDP’yi sürekli olarak kendi kontrolünde tutmak isteyen PKK varken, hangi siyasi çözümden söz edilebilir ki?


YETTİ GARİ”
Evet biliyorum, tek bir oturuşta yeni bir düşüncenin tamamını hazmetmek tavsiye edilmeyebilir. Siz de şimdilik “bölünmekten daha kötü tek senaryo, özerklik” sözlerimi kayda geçirmekle yetinin. Bir tek şeyden sonsuza dek eminim: Ben artık bu karşılıklı ölüm istatistiklerinden de, PKK’yı mazur göstermeye çalışan sahte demokrat, naif entellerin yorum artıklarından da bıktım usandım. Tek bir şehit cenazesi haberine dayanacak halim de kalmadı. Bu oyunun çözümsüzlük içinde kendini tekrar eden sahte diyaloglarla örülü dokusunu artık külliyen reddediyorum. Anadolu diliyle “yetti gari” diyorum. Sürekli olarak “barış, diyalog ve çözüm” nakaratları arasında kendi evlatlarımız olan güvenlik güçlerinin pusuya düşürülmesini ve bunun kendi sözde aydınlarımız tarafından sessiz veya hatta yazılı (!) olarak onaylanmasını kabul etmiyorum. Bu yöntemlerin, hiç bir şekilde Kürt kökenli vatandaşlarımıza da yaradığına inanmıyorum. Batılılar’a şirin gözükmek için moda haline getirilen bu üç yüzlü Kürtçü politikaların güvenilmez demagojik yapılarının artık deşifre edilmesini istiyorum. Bu nedenlerle özenle azdırılan bir çeşit Türk-İslam sentezi faşizminin hangi tehlikeli boyutlara tırmandırıldığını da görüyorum. Toplum belki farkına varamadan delirtildi ve herşeyin yıllardır hergün benzer sendromlarla tekrarlandığı bu duruma alıştırıldı, ama ben yetti gari diyorum! Tek yanlı dayatılmış, doku uyuşmazlığı ile yüklü bir özerklik modeliyle zorla cinsiyet değiştirircesine üniter devletten uzaklaştırılarak sömürülmeye devam etmeyi de zinhar reddediyorum! Bölünme kabusu bile, özerklikten daha sıhhatli bir çözümdür! Özerklik veya özyönetim, sorunun kılık değiştirerek boyut atlatmasını sağlar, Türkiye’nin değişik bölgelerine kimlik krizini yayar, hepsi bu. Bu konuyu tekrar ele alarak derinleştireceğiz.




23 Aralık 2015 Çarşamba

TÜRK MÜZELERİ PİCASSO’YU NASIL KAÇIRDI? | Bedri Baykam | 22.12.2015


ÖLÜRKEN KALBİMDEN VE AKLIMDAN ÇIKMAYACAK OLAN KAÇAN GOL...
Türkiye sürekli tekrarlanan senaryolarıyla, ortaçağ batağında patinaj yapmaya devam ediyor. Daha pazar günü, en aydın ve en ileri siyasi parti sayılan, benim de üyesi olduğum CHP’nin İzmir İl Kongresi’nde Aziz Kocaoğlu’nun adamları az daha sevgili dostum Tuncay Özkan’ı linç edeceklerdi. Konu, gerekçe, hepsi içler acısı bir zavallılıkta! Diğer gündemler ise, ırkçı bir partinin tutarsız debelenmeleri, dinci bir partinin çıkar pozisyonları dağıtımı ve demokrasiyi adım adım boğması, medyanın inandırıcı olmayan ve aynaya bakmayan yakınmalarla ifade özgürlüğünün yok edilişinden şikayet etmesi gibi ağır dramlar. Bugün bu yazıda sizi günlük konularımızın dışına çıkarıp sanat dünyasına götüreceğim: Uluslararası sanat dünyasına... Ve orada Türkiye’nin, Picasso ile ilgili koca bir fırsatı, uluslararası büyük ikramiyeyi nasıl kaçırdığını, nasıl dünyanın tüm dikkatini üzerine çekme fırsatını yok ettiğini yine içim parçalanarak sizlere anlatacağım. Bu lafı espri olsun veya lafın gelişi diye söylemiyorum. Şöyle özetleyeyim: Son nefesimi verirken, bilincim yerindeyse, bu kaçan fırsatın yükünün acısını hala yüreğimin dibinde hissediyor olacağım. Yaşamla ilgili iki derin ağrılı “teessür ve teessüfümden” biri bu olacak.


GİDİP GÖRMEYE KALBİMİN ELVERMEDİĞİ SERGİ!
Şu anda Paris’e giderseniz, Grand Palais Müzesi’nde 29 Şubat’a kadar “Picasso.mania” isimli bir sergi var. Geçen hafta Uluslararası Sanat Dernekleri Dünya Başkanlığımla ilgili UNESCO görüşmeleri için Paris’teydim ve bu müthiş serginin kataloğunu oradan aldım. 338 sayfalık muhteşem bir yayın. Üç gün kaldığım Paris’teki zamanımın yarısı müzelerde geçti. “İhtişam ve Sefalet: Fahişeliğin Görüntüleri” sergisi, 16 Ocak’a kadar sürüyor. Harika bir sergi, ayrı bir yazının konusu. Ayrıca Palais de Tokyo’da çağdaş sanatı muhteşem bir algı zenginliği içinde sunan iki sergi var. Biri Ugo Rondinone’nin şair John Giorno hakkında düzenlediği dev sergi; diğeri de Ragnar Kjartansson’un mekan düzenlemeleri ve videoları. İkisi de birbirinden muhteşemdi. Bu da ayrı bir yazının konusu. Kaçırdığım sergilerden biri Centre Pompidou’daki Anselm Kiefer’di. O da 18 Nisan’a kadar görülebilir. Vakitsizlikten değil, kalbim dayanamayıp o sanat sarayında ölürüm diye gitmediğim sergi ise, tabii ki Picasso sergisi. Gelelim nedenine, Türkiye ve Türk müzelerinin kaçırdığı tarihi gole...


AMAN TANRIM AVİGNONLU MATMAZELLER 100 YAŞINDA!” PROJESİ...
Demoiselles d’Avignon” yani Avignonlu Bayanlar Matmazeller Picasso’nun 1907’de yaptığı en önemli resmi. Kim ne derse desin, Kübizm’in ve Modernizm’in önünü açan başyapıt. Amerikan kıtasındaki en değerli sanat eseri ve sahibi olan Museum of Modern Art’ın ne Mona Lisa ne de başka hiçbir yapıtla takas etmeyeceği bir 20. yüzyıl şaheseri. 2004-2006 yılları arası “Aman Tanrım, Avignonlu Matmazeller 100 yaşında” başlıklı bir sergiyi düzenleme çabalarımla geçti. 100. yılında bu dev eseri kutlamak için dört kıtadan ve üç kuşaktan en az 25 kadar sanatçıyı seçtim. Dünyaca ünlü sanat tarihçilerinin yazılarıyla da beslenecek bu çıkışta, Picasso fenomeninin sanat dünyasına attığı büyük tokadın ardından ilk büyük uluslararası sergi, bugünün dünyasından bakışla bir değerlendirme yapacaktı. Hedef, İstanbul’dan başlayacak bu serginin Avrupa ve Amerika müze ayağı ile dünyayı sallamasıydı. Daha önce Marcel Duchamp etrafında bu geniş kapsamlı analizler ve çıkışlar yapılmıştı. Ama Picasso etrafında bu kadar büyük evrensel boyutlu ve her kültürden gelen bir odaklanma hiç olmamıştı. Böylece, çağdaş sanat ortamında Türkiye kaynaklı evrensel bir rüzgar, çağdaş sanatta ciddi bir karşılık bulacak, konunun çarpıcılığı, medyatikliği ve yaratacağı ilgi dalgalarıyla, dünya sanat ortamının dikkati Türkiye üzerinden Picasso’ya yönelecekti. Tabii başta İspanyol ve Fransız müzelerinin küratör ve direktörleri de “bu fikir neden bizlerden çıkmadı ki?” diye çatlayacaktı. Listede kimler yoktu ki! Yazarlar arasında Donald Kuspit, Edward Lucie-Smith, Wayne Andersen, Hasan Bülent Kahraman, Deborah Willis, sanatçılar arasında Faith Ringgold, Antonio Segui, Paul Chambas, Pat Andrea, David Hockney, Cheri Samba, Miquel Barcelo, Julian Schnabel, Zhao Bandi, Özdemir Altan, Arpita Singh, Haluk Akakçe, Heri Dono ve daha niceleri vardı... Proje hızlı ve samimi bir ilgi dalgası yaratmıştı...


TÜRK MÜZELER HANGİ GEREKÇELERLE KAÇTILAR?
İlk olarak, tabii ki, İstanbul Modern’e gittim. Sevgili Oya Eczacıbaşı çok heyecanlandı, beğendi lafı yetmez, beni sollayan bir sahiplenme gösterdi. Ben de çok mutlu oldum. Bir sonraki randevuya kadar ayrıldık. Bu arada kendisi temas edeceği yabancı müzeleri sayıyordu. Ama o anda ikimizin de hesaplayamadığı bir faktör vardı: Rosa Martinez. İstanbul Modern, o dönem bu İspanyol hanımefendinin küratörlüğünde yürüyordu. Projeyi kendisine açtıklarında neler olmuş olabileceğini adım adım biliyorum. “Bizim Picasso hakkında böyle geniş bir sergi yapılacaksa, bunu neden ben yapmıyorum” krizi, bir adım ötesinde “bu pastayı kimseye yedirmem”in yıkıcı egosantrizmine yenilince İstanbul Modern, eminim istemeye istemeye projeden vazgeçti. Müze henüz 1-1,5 yıl önce kurulmuştu. Herhalde baş-küratörünün yetki alanına saygı duymak zorunda kaldı. Bu konuda en mazur gördüğüm kurum, bu nedenle İstanbul Modern.
Gittiğim ikinci adres, Sabancı Müzesi’ydi. Nazan Ölçer hanımefendi beni her zamanki nezaketi ile karşıladı. O da projeye bayıldı. Paris’teki Picasso Müzesi’ndeki dostlarını gündeme getirdi. Ben tam heyecanla bir sonraki randevumuzu beklerken birden üzgün bir edayla bana bildirdi: “Ama biz yalnız ölmüş sanatçıları sergileyebiliyoruz”. Şaşkınlıktan küçük dilimi yuttuktan sonra hemen yanıtladım: “Sevgili Nazan Hanım, hiç sorun değil, söz veriyorum size, açılışta bir makineli tüfek kapar, tüm katılımcıları hemen oracıkta rahmetli yaparım, sonra sergiyi rahat rahat gezebilir herkes”. Kendisi gülünce, ben de ciddi havamı terk ettim ve dostça ayrıldık. Sıra üçüncü ve son kapıma gelmişti: Pera Müzesi. Özalp Birol Bey, ilk görüşmemizden itibaren projeyle ilgilendi. Belki Oya Hanım’ın gösterdiği büyük sahiplenmeyi göstermiyordu ama sonuçta üst üste yaptığımız görüşmelerle projeyi rayına oturttuk ve kabul etti. Gönül rahatlığıyla yazışmalarımı yapıyor, yurtdışı görüşmelerimi Avrupa’da sürdürüyordum. Serginin 2007 sonbaharında açılması kararlaştırılmıştı, tek farkımız kendisi müzenin tek katını teklif ederken, ben iki katını rica ediyordum. Sonra 29 Ekim 2006 gecesi, açılışa bir yıl kala, aldığım bir “bütçesizlik” SMS’i ile o kapı da birden üzerime kapandı. Sonuçta benim açımdan konu “100. Yılında Demoiselles” olduğu için, 3 yıl önceden program yapan yabancı müzelere de gidemedim. Dosyayı, içime beton tıkayarak rafa kaldırdım.


BARCELONA VE PARİS’TE, 8-10 YIL SONRA...
2012 yılında Amerikalı küratör Michael Fitzgerald, bana bir ileti yollayarak temasa geçti. Mail adresime İstanbul Modern üzerinden ulaşmıştı. Projemi duymuş, kendisi de benzer izlerden yürüyerek Barcelona Picasso Müzesi’nde “Post-Picasso: Contemporary Reactions” sergisini hazırlıyordu. Beni de davet etti. İçim burkuldu ama tabii ki kabul ettim. Sergide Basquiat, Warhol, Mauizio Cattelan, Casper Johns, Rosenquist, Baselitz, Banksy gibi dünyanın en meşhur isimleri de vardı. Ne kadar ender görülen gönlü ferah bir insanmış ki, geçen yıl Barcelona’da serginin açılışında, hem basın toplantısında, hem de katalogda projenin ilk benim fikrim olduğunu basına ve sanatseverlere aktardı. Nerede Rosa Martinez, nerede Fitzgerald...
İşte şu anda Paris’teki sergi de, o çizginin devamı. Hem Demoiselles, hem Guernica, hem Kübizm’in, hem genel Picassoların, geniş kapsamlı bir dev sergide, dünya sanatçıları tarafından ele alınması... Yine dünya devleri, yine efsanevi isimler...


HASAR TESPİTİ
Picasso hakkında, etrafında, temalı, başka sanatçıların referanslarıyla oluşan sergiler geçmişte de tabii ki vardı. Ama tüm kıtalara yayılan, uluslararası dünya sanatçıları tarafından bu kadar geniş değerlendirmelerle, hele “Demoiselles 100 Yaşında” gibi bir çarpıcı başlıkla, sanatçının sanata en çok etkisi olmuş işinin yeniden keşfinin İstanbul’dan başlayacak büyük serüveni böylece suya düştü. Batı sanatını geçmişte hep yıllarca geriden izlemeye alışmış Türk sanat ortamında, bu açığın DNA’mıza geçmiş izleri herhalde bu proje gündeme gelirken ağır bastı. Böylece ne yazık ki “Picasso.mania” treni yeni geniş dönemine prestijini bir Türk müzesinden akıtmaya başlayarak çıkamadı. Sonuçta Türkler’e de yine alıştıkları gibi bu projeyi Paris veya Barcelona da izlemek düştü. Çağdaş Türk sanat ortamının gelişmekte olan ve sanat ortamına yeni giren ülkeler arasından sıyrılarak böyle bir projeye öncülük etmesi, yaşanamadı. Bu da ne yazık ki kolay kolay yerine konamayacak bir kayıp. 10 tane Picasso yok ve... zamanlama her şeydir, öyle değil mi?

Merak ediyorum, Türk müzeleri arasında uğradığımız zararları görüp pişman olan var mı? Bundan sonra bu hatanın tekrarlanmaması için en önemli konu, müzelerimizin genelinin, özellikle Sabancı ve Pera müzelerinin “sergi ithali” kolaycılığından çıkmaları. Ayrıca Türk sanat insanlarına duydukları güvensizlik, batıya göbekten bağımlılık gibi sendromlarını aşmaları lazım. “Her şeyi bu yabancılar en iyi bilir” sendromu bu... “Adamlar yapmış ya” şeklinde gelişen 20. yüzyıl ortasından sarkan ve biraz hayranlık ötesi kompleks yansıtan tavır artık çöpü boylamalı. Her yapıta ve fikre hayranlık duyabiliriz, ama taşıdığı pasaport, bunu belirlemez. Bu bir İzmirli veya Madagaskar çıkışlı pasaport da olabilir. Yazık ki yıllarca batılı sanat akımlarını 20-30 yıl geriden takip eden sanat ortamımız, bu sefer 10 yıl ileri gitmiş olabileceğine inanamadığından kendisine yapılan teklife karşı başını kuma gömmeyi tercih etti. Sanat ortamımızda son birkaç yılda giderek artan koleksiyonerlerimizin bir kısmının muzdarip olduğu “yalnız batı sanatı alma” hastalığı da, bu sendromun farklı bir ağır yansıması... Bu konu ise ayrı bir yazı konusu olacak...

16 Aralık 2015 Çarşamba

CHP KURULTAYLARI VE TARİH SAPTIRMALARI! | Bedri Baykam | 15.12.2015


Tarih deyince, akan sular durur. En önemli konudur “tarih yazmak, tarihe kalmak”. Tarih, yaşananların adı mıdır, yoksa tarihe istediği gibi damga vurabilmek için onu kafasına göre yazanın ardında bıraktığı mı? Tarihe son zamanlarda giderek merak sarmaya çalışan bir ülke, Türkiye. Genellikle arşiv tutmamakla, az okumakla, az kitap yayınlamakla bilinen kültürel zaaf dolu geleneklerimizden sıyrılmaya çalışırken, elimizden avcumuzdan su gibi kayıp giden zamanın hasbelkader yazılan tarih sayfalarından kimler sorumlu? İzlediğiniz bir belgesel, kronoloji sunan önemli bir web sitesi, okuduğunuz bir kitap tarihsel açıdan doğruları ne kadar söylüyor?


CHP TARİHİNDEN ABARTILI BİÇİMBOZMALAR!
Öncelikle en köklü siyasi partimizden başlayalım: CHP, kendi gençlik kollarına ve üyelerine, eğitim amacıyla “CHP Belgeseli: Altı Ok’un Tarihi” isimli bir belgesel izlettiriyor. Bu filmi, kendi mensubu bulunduğu ilçede izleyen oğlumla konuşurken ortaya çıktı, skandal hata. Sonra birkaç kere izledim ve üzüldüm. Web’de filmin kaynağı CNN TURK görünüyor. Başka künye yok. Her hâlükârda CHP örgütleri bu filmi göstermeye devam ediyor! Gelelim skandal boyutundaki hataya: Bu belgeselin 16. ve 17. dakikaları arasındaki verilere göre, 1972 yılında İnönü-Ecevit kapışması olarak geçen 5. Olağanüstü Kurultay’da, delegeler “82 yaşının yorgunluğunu taşıyan İnönü’ye karşı, 1085 delegenin 1032’sinin oyunu alarak Ecevit’i seçti”. Yani bu belgeseli izleyenler, artık o gün Ecevit’in İnönü’yü sandıkta nasıl ezip yok ettiklerini öğrenmiş oluyorlar! İşin gerçeğinde ise durum çok farklı. Gezmiş ve arkadaşlarının asıldığı günün ertesinde gerçekleşen bu Kurultay’da, Genel Başkanlık yarışı zaten yoktu. Ecevit’in Parti Meclisi listesi, İnönü’nün Parti Meclisi listesi ile yarıştı. Ecevit’in listesi, 709-507 seçimi kazandıktan sonra, İnönü, Genel Başkanlık’tan istifa etti. “Bu Kurultay’ı kazanacağız demiyorum, kazandık diyorum” diyen Genel Sekreteri Kemal Satır yanılmıştı. O seçimlerin oy sayımı hakkında bundan 10 sene önce başka ilginç itiraflar da duydum, ama bu yazının konusu değil, geçelim. Bir hafta sonra, 14 Mayıs 1972 günü, özel bir kararla Genel Başkanlık seçimi için toplanıldı. Ecevit tek aday olarak girdi; 1416 delegeden 913’ü katıldı, Ecevit, 826 oyla kazandı. 30 Haziran 1972’de ise, 21. Olağan Kurultay'da, 35 tüzük maddesi değiştikten sonra Ecevit yine tek başına aday oldu ve orada katılan 1085 delege arasından 1032 oy alarak koltuğunda oturmaya devam etti. Yani Ecevit, İnönü’yle değil, onun Parti Meclisi listesi ile yarışırken 709-507 kazandı. Diğer 1085-1032 rakamının ise İnönü’yle hiçbir alakası yok. Ayrıca İnönü o tarihte 82 değil, 88 yaşında. Şimdi bu belgeseli ciddiye alıp seyreden bir genç partilinin kafasına yerleşen yanlış verilerin bedelini kim ödeyecek? Acaba ne yazık ki Parti’de nükseden İnönü dönemini anlamama ve ona hak ettiği değeri ve saygıyı vermeme hastalığı, buna benzer maddi hatalar ve cehaletle zerkedilmiş bilgisizliklerden mi kaynak buluyor? Demokrasiyi Türkiye’de yaşama geçiren, “Ortanın Solu”nu sloganlaştıran, siyasi olgunluğu ve tecrübesiyle dosta düşmana parmak ısırtan “İsmet Paşa”yı, önümüzdeki hafta Cuma günü 42. ölüm yıldönümünde saygıyla anacağız.
Tüm CHP yöneticilerinden rica ediyorum, bir an önce bu belgeseli dolaşımdan çıkarın, düzeltmesi için kaynağına iade edin. İnsanlara da hatayı anlatıp İnönü ve tarih adına, bundan sonra kaynak seçiminde daha dikkatli olacağınıza söz verin. Ortada tabii ki bir kötü niyet yok. Ama tarih çoluk çocuk işi değil. Hele CNN TURK gibi ciddi kurumların adı geçiyorsa...


2003 KURULTAY’I SÜT LİMANMIŞ (!)
Aynı CNN TURK, kendi web sitesinde, CHP kurultaylarının yazılı tarihini verirken bu hatayı yapmıyor ama 2003 yılındaki 30. Kurultay’dan söz ederken Baykal’ın tek aday olarak katılıp kazandığını kısa bir cümleyle anlatmakla yetiniyor. Bunu okuyan araştırmacı-tarih veya siyaset öğrencisi de güllük gülistanlık bir kurultay yaşandı sanıyor. Halbuki, 2003’te benim de Baykal karşısında Genel Başkan adayı olduğum Kurultay, CHP tarihinin en çekişmeli, en tartışmalı ve dramatik kurultaylarından biri. Genel Başkan seçimine geçmeye birkaç saat kala, Baykal’ı rakipsiz bırakmak isteyen zihniyet, genel başkanlık için gerekli delege imza sayısını, hem de o anda yapılan kurultay için, büyük sayım kavgaları ve 7 saatlik bir süreçten sonra %5 ‘ten %20’ye çıkarıyor. Böylece, topladığım %10 imza çöpe giderken büyük bir hukuki skandalla Baykal tek aday kalıyor. O son günlerde yarışa dahil olan Erol Tuncer de aynı şekilde ekarte ediliyor. O gün Baykal ekibini kurultayda kesin yenilgiden kurtaran tek şey, bu içler acısı hamle. Çünkü o bahtsız tüzük değişimini geçirebilmek için el kaldırarak yapılan ilk açık oylamada, "görsel" olarak o utanılası değişime "hayır" oylarının fazlalığı ile karşılaşmıştı. Ancak ne yazık ki Baykal ekibinin seçtirdiği Kurultay Divan Başkanı, "galibin anlaşılamadığını" söyleyerek bu sefer sırayla 1350 civarında delegeye Divan’dan sırayla teker teker sorularak bu tüzük maddesinin akıbetinin belli olacağını ilan etti. Böylece gülünesi şekilde, tek konusu Genel Başkan seçim şartlarını zorlaştırıp Baykal’ın koltuğunu korumak olan bu saçma ve özürlü tüzük maddesini geçirmek için, belki 6 saat süren yeni bir maratona geçilmişti. Daha da komiği, "Divan Başkanı" (!) Abdullah Emre İleri, maddeyi sırayla sorduğu delegelere bir de "bakın Genel Başkan burada, bakalım siz ne yanıt vereceksiniz onun önerisine" şeklinde tedirgin edici yönlendirmeleriyle "tarafsız" (!) bindirme görevini sürdürmüştü. Sonuçta tabii isim isim Baykal ve ekibinin yakın izlemesine karşı "muhalif, fişlenecek nankör" (!) görünmek istemeyen delegelerin bir kısmı "evet" yanıtı vermeye mecbur kalarak saf değiştirmiş ve CHP tüzüğü bugüne kadar süregelen bir ağır yara almıştı. Açık oylamada Baykal'ın önerisini red eden CHP delegeleri, isim sırasıyla yüksek sesle tek başlarına yanıt vermek zorunda bırakılınca, 924-265 gibi bir açık farkla baskıya boyun eğmişlerdi. O gün bu faşist eyleme "peki canım" diyen büyük demokratlar arasında kimler vardı, ne siz sorun, ne de ben söyleyeyim... Büyük Türk basınının muhabirleri arasında o günden sonra o tüzük darbesini eyleme koyanlara yaklaşıp, "pardon bu tavır, sizin 50 yıldır demokrasi hakkında söylediklerinizle yüzde kaç uyuşuyor?" diye soran da çıkmadı! CNN TURK’ün sitesinde, bunlardan eser yok. Ortalık meğer süt limanmış! Halbuki Baykal’ın Sarıgül’ü yendiği bir sonraki kurultayda fizik kavgalar olmasına karşın, 2003 kurultayı çok daha çekişmeli ve hatta kritik bir iktidar-muhalefet çekişmesine sahne olmuş, Parti tüzüğü ve parti içi demokraside kalıcı yaralar açmıştı. Medya toparlamalarında göz ardı edilemeyecek vukuatlar...


BUGÜNE YANSIMALARI...
CHP Genel Başkanı’nın seçim koşulları, işte o kurultaydan beri çelişkili ve hatta illegal tüzük maddeleri ile gerçekleşiyor. Zaten Cumhuriyet'te bir ay önce sansürlenen ilk yazımın konusu da, CHP tüzüğünün şu anda hala içine itilmiş olduğu absürd durumdu: Tüzüğe göre "gizli oy ve açık tasnif"le seçilmesi gereken Genel Başkan, tüzüğün uğradığı biçimbozmayla artık bir çeşit "açık oy, açık tasnif"le gerçekleşme çelişkisine düşüyor ve bu hala bugün sürüyor. Şöyle ki artık Genel Başkan öneren imzalar, iki farklı isme imza veremiyorlar. Yani "ilgimi çeken iki aday var, şunları dinleyerek karar vereyim" diyemiyorlar. Eskiden böyle bir konu yoktu. Bunu deşifre etmek ise Cumhuriyet'le arama bildiğiniz krizi soktu. Bugünkü adaylar da barajın %10’a düşmüş olması hariç, aynı dertlerden muzdarip.

CNN TURK’ün de hem kısa zamanda siteyi düzeltmesi hem de şayet o “Altı Ok” filminden arama motorlarında görüldüğü gibi gerçekten sorumluysa, en kısa zamanda o gaflara merhem olup, onu dolaşımdan çıkarması, 1972 ve 2003 kurultaylarının aktarımını o film ve bilgi sitelerinde yeniden kurgulaması gerek. Çünkü tarih, bu ülkede sanıldığından biraz daha ciddi bir alan!

9 Aralık 2015 Çarşamba

Bir insanın hayatını kurtarmayı umarım başaracağız | Bedri Baykam | 8.12.2015


Ashraf Fayadh, dünyanın çağdaş sanata en uzak bölgelerinden birinde yaşayan bir sanat insanı. Henüz 35 yaşında, şair, sanatçı ve küratör kimlikleri arasında gidip gelerek şu üç günlük ömürde, kendini kelimelerin ve sanatın gizemine adamış. Hem kelimelerle oynuyor, hem detual, fotoğraf, video, her birini kullanarak sanat üretiyor, yorumluyor. 2013’te Venedik Bienali’nde Suudi sanatını sergileyen küratör oluyor.
BİR FUTBOL MAÇINI SEVMEMEK İÇİN BİN SEBEP!
2013 Ağustosu’nun lanet olası bir günü, Fayadh’ın bir kahvede bir Avrupa futbol maçı seyredeceği tutmuş. Ne var ki o gün oradaki bir “sözde” meslektaşıyla absürd bir tartışmaya giriyorlar. Bu, kendisini sevmeyen, herhalde onu kıskanan ve hatta ondan nefret eden bir zavallı. Tartışma sonrası Suudi Arabistan’ın Kral’a bağlı en sert birimlerden din polisine gidiyor ve Fayadh hakkında Dini kitaba sövdü, ateizm propagandası yaptı” şeklinde bir şikayet bırakıyor. Mahkeme önce onu bir tazminat karşılığında serbest bırakıyor ama ardından 1 Ocak 2014’te 4 yıl hapse ve 800 kırbacamahkum ediyor. Fakat dava bir üst mahkemeye gittiğinde, hakim davanın bu sefer tekrar bir alt mahkemede görülmesini istiyor. Orada bu davaya yeni atanan hakim ise, Fayadh’ın daha önce gösterdiği pişmanlıkların yetersiz olduğunu ve ölüm cezasından kurtulmaması gerektiğine karar veriyor. Yani Fayadh, umduğu gibi serbest kalacağına, bu sefer 17 Kasım’dan itibaren birden ölümü bekleyen adam haline geliyor. Halbuki aradan geçen süreçlerin hiç birinde kimse Fayadh’ın şiirlerinden onun din düşmanı veya ateistolduğunun tatmin edici kanıtını bulamıyor. 4 yıla mahkum olduğunda, sonuçta karşı tarafın kendisini suçladığı konular, saçının uzun olması, sigara içmesi ve... telefonunda kadınlarla beraber birçok fotoğrafı bulunması. Kaldı ki bunlar mesela çıplak kadın resimleri filan değil. Çevrelerinde sanatçı ve sanat severlerle çekilmiş normal resimler!Ama bunlar da katı Suudi rejiminde fazlasıyla “cyber-suçlar” kapsamına giriyor!! En çok 2008’de yazdığı bir aşk şiirinden suçlanıyor sanatçı. Karar “dinden dönmesi, İslam’dan çıkması” gibi yoruma dayalı suçlar üzerine gelip demir atıyor.
FAYADH’IN AİLESİNİN YAŞADIĞI BÜYÜK DRAM
Ne var ki bu us ve mantık dışı bindirmeler ve suçlamalar, geçen hafta korkunç bir olaya neden oluyor. Bu ani yükü kaldıramayan babasına bir inme geliyor ve kendisi ne yazık ki, vefat ediyor. Bu bilgiyi 2. bir kaynaktan teyid etme peşindeyim.
Fayadh’ın kız kardeşi Raeda Fayadh, Gaza’da oturuyor ve bu dehşet karşısında perişan. CNN’de panik içinde yardım arıyor dünyadan. Hatta CNN de Suudi yetkililere ulaşmaya çalışıyor ama en azından henüz başaramıyor. “Bazı aptal adamlar kardeşimin dizelerini yanlış anladılar! Onu şikayet edenin zaten ona takıntısı ve nefreti var diyor. Ve Raeda, Suudi Arabistan’da insan öldürmenin ne kadar basit ve günlük bir olay olduğunu bölgenin içinden biliyor. Bu yıl rakamlar tekrar birden 1995 yılının rakamlarına fırlamış. Amnesty International, yalnız bu yıl içinde rakamın şimdiden 151 olduğunu söylüyor. Konular dine hakaret iddialarından, aldatma veya  uyuşturucu gibi konulara kadar gidebiliyor! Uzun lafın kısası, durum çok vahim. Konuşulan şeyler arasında, Fayadh’ın sitesine, kamuya açık alanda, Abha’da, din polisinden kırbaç cezasını çeken bir adamcağızın görüntülerini koymuş olmasının esas bu kararda rolü olduğunu söyleyenler var.
Karar alındığından beri, Fayadh’ın bazı İngiliz dostları başta olmak üzere, Avrupa’dan başlayarak tüm dünyada tepkiler yankılanıyor. The Guardian’da yayınlanan bir kaç yazı, uluslararası sanat ve düşünce özgürlüğü derneklerinin devreye girmiş olması, hızla konuyu uluslararası arenaya taşıdı.
DÜNKÜ BASIN TOPLANTIMIZ
Dün, 7 Aralık’ta Dünya Başkanı olduğum UNESCO resmi Partneri IAA Uluslararası Sanat derneklerinin girişimiyle Türkiye’nin en önemli sanat ve düşünce insanları İstanbul’da Piramid Sanat’ta Ashraf Fayadh için bir araya geldi. Aralarında AICA Türkiye BaşkanıEvrim Altuğ, PEN Türkiye adına Halil İbrahim Özcan, Türkiye Yazarlar Sendikası adınaAba Müslüm Çelik, Tiyatrocuları temsilen Erhan Yazıcıoğlu, Sanatçılar Girişimi adına sözcüler Ataol Behramoğlu ve Orhan Aydın, Sodev adına İnan Dağdelen ve Bilgesu Erenus, Ekrem Kahraman, Suay Karaman, Denizhan Özer ve UPSD yönetim kurulundan sanatçılar gibi birçok isim bir araya geldi. Bu çok önemli bir çıkıştı. Ayrıca şahsen temas ettiğim PENInternational Başkanı Jennifer Clement, bu basın toplantısına özel bir metin yolladı ve toplantıda okudum: ‘Dünyada kendi dönemimizde yaşanan en büyük haksızlıklardan biri karşısında dehşet içinde irkiliyoruz. Şair Ashraf Fayadh bir kriminal değildir. Onun sözleri kimseyi öldürmedi, kimseye işkence yapmadı, kimseden bir şey çalmadı. Sözlerinde taş, bomba, kılıç ve silah yoktu. Fayadh, şiirlerinde düşünce ve inanç özgürlüğüne inandığı için bu ceza ile karşı karşıya’.
Ayrıca IAA olarak Suudi Arabistan Kralı Sayın Salman’a yanlış anlamalar sonucu mahkum olan Fayadh’ın bir an önce serbest bırakılması için açık mektup yazarak kendisine gönderdik. Suudi Arabistan, Türkiye Büyükelçisi’ne de bu mektubu ayrıca ilettik. UNESCO daimi temsilcimiz Hüseyin Avni Botsalı aracılığı ile Suudi Arabistan UNESCO temsilcisi ile irtibata geçeceğiz. Ayrıca Kral ailesi ile yakın ilişkisi olan Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e de konuyu aktardık. CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu da, konuyu benden dinledikten sonra uluslararası imza kampanyasına adını yazdırarak Fayadh’a açık destek verdi. Bizim kuşak için, uzun yıllar geçmesine rağmen Deniz Gezmişlerin acısını dün gibi taze. Bu nedenle Fayadh’ın durumu ile Türk aydını hemen empati kurdu ve sıkıntıyı iliklerinde hissetti.
Uluslararası kamuoyu dayanışmasının baskısıyla bir insanın hayatını kurtarmayı umarım elele başaracağız. Şimdi, bütün bu çabalar ne kadar başarılı olacak? Gerçekten bilemiyorum, bilemiyoruz. Basın toplantısı son derece enerjik geçti, ama orada bulunan, her biri köklü kurumlardan gelen prestijli “hazirunun” tersine, sevgili basınımız, maalesef herhalde yine daha önemli konular peşindeydi. Mesela kimin eteği kısaydı, kim gece kulübünde çıkarken olay çıkardı veya küfretti gibi...
İşte bu uyurgezerleri yola getirmek de bizim işimiz olacak. Ashraf Fayadh, hapisten çıkıp özgürlüğüne kavuşana kadar!
Bedri Baykam

1 Aralık 2015 Salı

HIZLI HÜKÜMETİN KARIŞIK GÜNDEMİ! | Bedri Baykam | 1.12.15


İsviçre’de veya Finlandiya’da 10 yılda olmayacak olaylar, Türkiye’de iki-üç haftaya sığarak rahatça yaşanabiliyor (Dikkat edin “Fransa” veya hatta “Belçika, Hollanda” demiyorum, çünkü oralarda da durum karışık!). Hayatımız artık James Bond filmi gibi. Yakında her gün yürüdüğümüz sokaklardan geçerken “eğilin kurşun atıyorlar” demeye bile alışacağız. Acıtan bir durum bu. Zaten dünyada ne yazık ki devamlı canlı kalması gereken “gündemdeki sıcak bölge” açığı artık İsrail-Filistin hattında değil,  bizim coğrafyamızda yer buluyor! Yani dünyanın savaş ekseni tamamen bize doğru kaymış durumda ve işin acısı biz artık bu duruma alıştık!

TÜRKİYE NESİNE GÜVENEREK RUS UÇAĞINA SALDIRABİLDİ?
Eskiden konumuz yalnız PKK terörüydü; şimdi işleri geliştirdik, kılıç kalkan döşenip kavga etmeyeceğimiz, diklenmeyeceğimiz komşu kalmadı.
Hatırlayacaksınız, Kennedy cinayeti hakkında “Dünyayı Değiştiren 8 Saniye” başlıklı bir sergi açmıştım. Bizim geçen hafta yaşadıklarımız da, “Türkiye-Rusya ilişkilerini ve Türk dış politika eksenini toptan değiştiren 17 saniye” diye anılacak diye korkuyorum! “Efendim, bu uçak 17 saniye boyunca sınırımızı ihlal etmişmiş, kaç kere söylemişiz bizi dinlememiş, sınırlarımızın dışına bir türlü çıkmamış!” İyi de hepimiz ezbere biliyoruz ki, buna benzer konular sürekli yaşanıyor. Örneğin, Türkiye ve Yunanistan arasında en az ayda bir, savaş uçakları “it dalaşı” yapıyorlar ve günün sonunda siyasiler hızlarını alamazsa hemen bir nota dayıyorlar... Aynen yine Ege kara sularında yaşanan kıta sahanlığı konularında olduğu gibi! Rusya bunu bilmiyor mu? Fazlasıyla biliyor! Peki biz topraklarımıza bir saldırısı söz konusu olmayan Rus uçağına ne yaptık? Vurup düşürdük ve pilotlarının da ölmesine veya kaybolmasına neden olduk. Bir de üstüne “yarın olsa yine yaparım” dedik (!), bu da yetmedi, “Rusya bizden özür dilesin” dedik. Rusya’nın bize şu anda yaptığı ekonomik yaptırımlara ve açtığı ekonomik savaşa bakıyorum da, “nereden çıktı bu acayip tavır?” diyemiyorum! Türkiye neye güvenerek bu kabadayılığı yaptı? Dünyanın bu kritik süreci içinde, alternatif bir süper güç ilişkisini neye dayanarak ateşe atabildi? Konu “düşmanımın dostu düşmanımdır” diyecek kadar basit olamaz, değil mi? Bunu yapan bir Amerikan uçağı olsaydı, sen onu da aynı şekilde düşürebilecek miydin, aynı kafa tutmayı yapabilecek miydin? Rusya’ya hiçbir mantığa sığmayan saldırıyı yaparken bunun yüz binlerce ya da milyonlarca ailenin günlük ve hatta tüm yaşamlarının gidişatına ne gibi korkunç zararlar getirebileceğini aklına getirdin mi? Anlayamadığımız püf noktası hangisi? Nedir bu işin gerçek yüzü? Karışık işler bunlar!

KORKARIM TAHİR ELÇİ CİNAYETİ GRİ BÖLGEDE KALMAYA MAHKUM...
Tahir Elçi cinayeti çok bilinmeyenli bir denklem ve ne yazık ki şimdiden öyle kalmaya aday. Polis ve savcılar cinayet yeri ve delil toplama işini çatışmalar sürdüğü için doğru dürüst yapamıyorlar. Olay yerini saatler/günler sonra incelemek ne kadar işe yarayabilir, tartışılır. Tabi kaçınılmaz şekilde insanların aklına 90’larda üst üste yaşanan derin devlet cinayetleri geliyor. Ama o senaryo adına da birçok gri nokta var. Tahir Elçi’nin açıklama yaptığı sokağın başına otomatik silahlı PKK militanlarının gelmesi için derin devlet mi emir verdi? Bu senaryoda devlete sızmış güçler iki polisi yem olarak mı harcadı? Teröristlerin ellerinde silahlarla Tahir Elçi’nin açıklama yaptığı sokağa ateş ederek dalmalarını polis mi istedi? “Tüm yaz boyunca HDP’nin siyasi yükselişini durdurmak için saldırılara geçen ve emeline kavuşan PKK, Elçi’nin de barışçı sözlerinden rahatsız olup o bölgede o saatte silaha mı sarıldı?” sözlerini biri söylediği zaman, aksini kesin olarak iddia edebilir miyiz? Aslında şu saatten sonra ne desek boş, çünkü her iki taraf da bu olayı kendi açısından, görmek istediği gibi değerlendirecek. Her veriyi, ulaşmak istediği sonuca kanıt olarak görecek, uysa da, uymasa da! Zaten biz Türkiye’de davaların böyle akmasına alışık değil miyiz? Savcının etrafta ateş sürerken neredeyse yerde emekleyerek, vurulmamaya çalışarak kanıt aradığı, (ardından da çoluk çocuğun, gazetecilerin delilleri ayaklar altına alıp gezindiği!) ülke haline gelmiş olmamız acı bir gerçek! Birileri artık ülkeyi “Vahşi Batı”nın kovboy filmlerinin orta yerine taşıdı ve bırakıp gitti! Hayır bu ortamlara alışmamız bir güldürü vesilesi olamaz! İyi de, nedir bu işin gerçek yüzü! Karışık işler bunlar!

GAZETECİLİĞİN YİNE ÖLDÜRÜLDÜĞÜ GÜN!  
İşte bu denklemlerin önümüze sürüldüğü aynı hafta bir de Can Dündar ve Erdem Gül tutuklanmalarını yaşadık. Ne yazık ki beklenen oldu Cumhuriyet ve Can Dündar önce hedef gösterildi sonrasında da düğmeye basılınca aylar sonra savcılar üzerlerine gitti. Zaten bu bilinen verileri tekrarladığımızda, ülkede yargı bağımsızlığının ve güçler ayrılığının olmadığını ve davaların resmen sipariş edilebildiğini görüyorsunuz! Ülkenin ve basının bu olaydan sonra Cumhuriyet gazetesine ve bu iki gazeteciye sahip çıkışındaki en güzel taraf şu: Can Dündar’ın ideolojisini veya Cumhuriyet gazetesinin yeni çizgisini hiç tutmayan, sahiplenmeyen, hatta toptan reddeden insanlar da aynı yüksek sesle ve aynı kararlılıkla konunun üzerine gidip desteklerini açıkça verdiler. İşte bu alkışlanacak güzel bir şey. Çünkü tek sesli bir “diktatörlüğün hedeflediği dikensiz gül bahçesi”ne ulaşmak istemiyorsak, başka seçeneğimiz yok. Bugün bu hesaplaşmaların vakti hiç değil... Bugün bizim için ana hedef, demokrasiyi korumak için Can Dündar ve Erdem Gül’ü hapisten çıkaracak toplumsal baskıyı kurmak, Cumhuriyet gazetesini koruma altına almak... Önceliklerinizi, mücadele kitabınızda çok iyi saptamanız lazım. Arada bazen haddini aşıp sizi delirtmeye çalışanlar olsa bile...

30 Kasım 2015 Pazartesi

UPSD 14. Genel Kurul basın bülteni‏



UPSD 14. Olağan Genel Kurulu dün (29 Kasım 2015)
İstanbul’da UPSD Merkezi’nde yapıldı ve
Bedri Baykam 4. defa UPSD Başkanlığına getirildi.

Baykam üç yıllık yoğun faaliyet raporunu okuduktan sonra, dünyanın en zor dönem ve coğrafyasında görev yaptıklarını ve ayrıca geçen ay Çek Cumhuriyeti/Pilsen’de yapılan UNESCO Resmi Partneri IAA/AIAP Uluslararası Sanat Dernekleri 18. Genel Kurulu’nda Dünya Başkanı seçilmesiyle birlikte sanat dünyasının gözünün Türkiye’ye çevrildiğine dikkat çekerek tüm kurullarda yer alan üyelere büyük sorumluluklar düştüğünü vurguladı. Önümüzdeki dönemin faaliyet programının ele alınması ve diğer tüzük değişikliklerinin yanı sıra UPSD üye giriş aidatının genç sanatçılar için %50 indirimli olmasına karar verildi.

Seçimlerle oluşan UPSD’nin yeni dönem Yönetim Kadroları aşağıdaki üyelerden oluştu:

YÖNETİM KURULU ÜYELERİ
BEDRİ BAYKAM Başkan
BAHRİ GENÇ Başkan Yardımcısı-Sayman
TİJEN ŞİKAR Genel Sekreter
ASLI ÖZOK
MURAT HAVAN
CEYLAN MUTLU
FAZİLET KENDİRCİ

YÖNETİM KURULU YEDEK ÜYELERİ
AYŞE EREL
DENİZHAN ÖZER
PINAR PARTANAZ
BOZKAYA ALDAŞ
DENİZ SAĞDIÇ
NEBAHAT KARYAĞDI
BETÜL AYDINER
YÜCEL DÖNMEZ

ONUR KURULU
HÜSAMETTİN KOÇAN
NİLÜFER ERGİN
TOMUR ATAGÖK
ÖZDEMİR ALTAN
SEYHUN TOPUZ
MUZAFFER AKYOL
RAHMİ AKSUNGUR
EKREM KAHRAMAN

DENETLEME KURULU ASİL
BÜNYAMİN ÖZGÜLTEKİN
EKBER YEŞİLYURT
FEHİM GÜLER

DENETLEME KURULU YEDEK
TÜLİN ONAT
BARIŞ SARIBAŞ
DURSUN DÖNMEZ

ÜYE KABUL ASİL
BERNA ERKÜN
MUSTAFA KARYAĞDI
NURGÜL DÖKMECİER

ÜYE KABUL YEDEK
BAHAR KOCAMAN
SONYA TANRISEVER
BİLGE ALKOR

27 Kasım 2015 Cuma

UPSD'nin Can Dundar ve Erdem Gul hakkındaki bildirisi‏


UNESCO RESMİ PARTNERİ IAA/AIAP TÜRKİYE ULUSAL KOMİTESİ
ULUSLARARASI PLASTİK SANATLAR DERNEĞİ (UPSD)
CUMHURİYET GAZETESİ’NDEN CAN DÜNDAR VE ERDEM GÜL’ÜN TUTUKLANMALARINI PROTESTO EDİYOR VE
BASIN ÖZGÜRLÜĞÜ ÇAĞRISI YAPIYOR!
27.11.2015


Cumhuriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Can Dündar ve Ankara Sorumlusu Erdem Gül’ün dün (26 Kasım 2015) tutuklanmaları, Türkiye’de basın ve düşünce özgürlüğünün ötesinde, haber alma özgürlüğünün de artık tam bir karanlık döneme girdiğinin kanıtıdır.

Araştırmacı gazeteciliğin, dünyanın her yerinde bilinen konuların iç yüzünü araştırmak ve derinine inmek gibi kamuoyunu ilgilendiren temel hak ve çalışma yöntemlerini yok sayarak sorumlu gazetecileri aylarca tehdit ettikten sonra hapse atmak, ancak anti-demokratik rejimlerde görülebilecek çağdışı bir uygulamadır.
Zaten uygulanan yöntem, yani önce habere veryansın etmek, sonra hedef göstermek, ardından da yargıyı o hedefe kilitleyerek mesleğini yapan gazetecileri zindana atmak, her hangi bir medeni hukuk devletinde kabul edilebilir yöntemler değildir. ‘Bağımsız yargı’ ve ‘kuvvetler ayrılığı’ bu şekilde tamamen yok sayılmıştır.

Türkiye Cumhuriyeti ve geçmişinde onca baskı ve basın şehidi olan Cumhuriyet Gazetesi elbet bu karanlık günleri aşacaklardır. Türkiye, baskılara ödün vermeyecek kararlı ve gururlu bir halka sahiptir. Ancak, bu yöntemlere başvuranları tarih tüm marifetleriyle hatırlayacaktır.

Kamuoyuna saygılarımızla duyurulur.

Bedri Baykam
UPSD Başkan
IAA/AIAP Dünya Başkanı

Yönetim Kurulu
Bahri Genç
Tijen Şikar
Murat Havan
Nebahat Karyağdı
Ceylan Mutlu

PANEL | Koleksiyonerlikte Tehlikeli Batı Sapması, 3 Aralık Persembe, 17.00-19.30‏


25 Kasım 2015 Çarşamba

SEVGİLİ KÖŞEDAŞLARIM: CUMHURİYET’TE “KURBAĞA ILIK SUDA PİŞİYOR”; PEKİ RAHİP NİEMÖLLER’İ HATIRLAYAN VAR MI? | BEDRİ BAYKAM


Şu andan itibaren Cumhuriyet yönetimi ve özellikle Can Dündar hakkında söylediklerimi tekrarlamak istemiyorum. Bu da en azından bu süreçte bu konuda kaleme aldığım son satırlar. Yazdığım iki yazıda bu konuyu fazlasıyla irdeledim. Mantıksızlıkları, çelişkileri, bahane üretim mekanizmalarını teşhir ettim. Nasıl Fethullahçıların sahte kanıt üretim merkezlerinde can kardeşlerimiz hakkında onca sahte delil, tutuklama bahanesi üretildiyse, bu yüzden Tuncay Özkan, Mustafa Balbay, Doğu Perinçek ve Soner Yalçın gibi sayısız aydınımız ve Genel Kurmay Başkanına kadar sayısız komutanımızı yıllarca zindana attılarsa, nasıl bundan 52 sene önce Kennedy cinayeti konusunda Warren Komisyonu üyeleri ve darbeciler, gerçekleri saklamak için akla karayı seçip delilleri yok etme başarılarıyla tarihe geçtilerse, “Can Dündar mantığı” da en az o kadar ödüllerini topladığı demokrasi kavramını doğduğuna pişman etmeyi başardı.
KURBAĞA ALIŞTIRILARAK PİŞİRİLİYOR...
Beni burada biraz daha yakından ilgilendiren, Cumhuriyet gemisinin içinde kalan değerli yazar ve gazeteci arkadaşlarımın yaşanan infazı ve geminin toptan değiştirilen rotasını anlayıp anlayamayacakları. Nedeni ortada: Cumhuriyet’ten çıkan ve giren isimlere bakan herkes, bir ideolojik operasyon yapıldığını görebilir. Fakat bu operasyon, “yavaş yavaş pişirilen kurbağa” örneği gibi sinsice ve bir sürece yayılarak yapılıyor. Nazilerin Kristal gece katliamı gibi bir toplu yok etme değil bu. Kendini kurnaz sanan sinsi bir sürekli öğütme. Kimi yazar vefat ediyor, yerine farklı ideolojiden biri getiriliyor. Kimisi “yönetim seçimiyle” değişiyor, kimisi istifaya zorlanıyor, kimisi ne olduğunu anlamadan kendini denize atılmış buluyor. “Arada bir” yazan diğer bazı Atatürkçü yazarlara ise, gazetenin kepengi indiriliyor, “başka kapıya” denmiş oluyor. Benim infazımda ise Can Dündar bilinçaltı dürtülerine mağlup oldu ve gazeteye uyguladığı ideolojik metamorfozu açığa çıkaran abartılı bir hamleyi sudan bir bahaneyle yapıverdi. Kör Salih bile bunu gördü. Bu usulca yapılan ameliyat şimdi birden ayyuka çıktı, insanların gözüne battı. PKK veya F tipi hakkında yapılan ve yapılmayan yorumlar veya satır aralarında değişen niyetlerin aranması birden geride kaldı, takke düştü, kel göründü. İtiraf edeyim, Can, itirazlarımı dile getirdiğim konuşmalarımızda beni bile tereddüde düşürüp“acaba?” dedirtmişti. Gazetenin aldığı yeni çarpıcı farklı liberal kadroyu sorguladığımda, bana yelpazeyi genişletmek ve solun her rengini temsil etmekten söz etti. “Bekleyelim, görelim” dedim. Sonuçta yapılan sansür ve “Atatürkçü CHP” arayışlarına vurulan doğrudan darbeyi herkes gördü ve gündeme taşıdı. Nasıl Parti’de, Kürt sorununa bakış, fiili ve yarı resmi olarak değiştirildiyse, “Ermeni soykırımı” tanımlamasına sıcak bakanlar veya doğrudan bunun propagandasını yapanlar listelerde öne çıkarıldıysa, nasıl Parti’nin sözcülüğüne İslami partilerden gelen Bekaroğlu çıkarılabildiyse, nasıl “düşmanımın düşmanı dostumdur” mantığıyla olsa da, dün demokrasi ve Cumhuriyet’in bir numaralı düşmanı olan “F tipi” şaşırtıcı köprüler oluşturulabildiyse, Cumhuriyet de bu gidişata paralel koşarken Y-CHP’yi ve Y-Cumhuriyet’i benim gibi kökten Atatürkçülerin “şerrinden” korumak istedi! Yani Dündar, “bir taşla iki kuş” vurmuş oldu!
SEVGİLİ KÖŞEDAŞLARIM VE RAHİP NİEMÖLLER

Yine en az şu “ılık suda yavaş yavaş pişen kurbağa” hikayesi kadar ünlü bir diğeri var: Alman rahip Niemöller’in: “Önce komünistleri almaya geldiler, bir şey demedim, komünist değildim, sonra Yahudileri almaya geldiler, bir şey demedim, Yahudi değildim..” diye başlayıp devam eden o muhteşem ders metni... Peki soru şu: Orhan Bursalı, Ataol Behramoğlu, Zeynep Oral, Ali Sirmen, Işık Kansu (ki yakın zamanda kendisi de direkten dönmüştü!), Mine Kırıkkanat, Şükran Soner, Erol Manisalı gibi gazete içi dostlarım, bu infazı görmezden mi gelecekler? “Nasıl olsa biz gemide duruyoruz, birinin daha suya atıldığını duymadık” mı diyecekler? Göreceğiz. Çünkü bazı kritik viraj olayları vardır ki, artık farklı izahat arama reflekslerini birden öldürür... Bu sevgili yazar arkadaşlar olan biteni görüp tepki verebilecekler mi, yoksa ezbere bilip defalarca kullandıkları bu örneği, sevgili gazetemizin iç eylemleri hakkında da gündeme getirebilecekler mi? Geçmiş tecrübelerine ve isimlerinin ağırlığına baktığımda sorunun yanıtı, onların doğruları görecekleri yönünde. Bugün bunun Cumhuriyet’te yaşandığını görmezden gelip “canım bana ne, ben CHP üyesi miyim sanki” derlerse, herhalde bir daha ömür boyu o rahibin adını ağızlarına alamayacaklarını eminim biliyorlar... Ben onlardan “Bedri Baykam’ı savunmalarını” istemiyorum. Savunduğumuz ortak demokratik siyasi değerleri ve gelecekte kendi mevzilerini gazete içinde savunmalarını istiyorum. Umarım kendimi ifade edebildim. Bu ikazı yapmak, benim bu süreçte Cumhuriyet’e yönelik dile getirdiğim sorumluluklarımın sonuncusuydu. Cumhuriyet, daha önce de benzer işgaller yaşadı. 1991 yılında İlhan Selçuk’lar, Uğur Mumcu’lar gazeteden ayrıldılar, liberal kabus geçtikten sonra da 1992’de evlerine döndüler. Bilmem başka söze gerek var mı?

24 Kasım 2015 Salı

“Y-CHP” VE “ULUSALCILIK” İKİLEMİ | Bedri Baykam | 24.11.2015


DERSİMLİ KEMAL”
Kılıçdaroğlu göreve geldiğinden beri, CHP’ye demokrasi vaat etti. Bu arada Parti’nin kökleriyle ilgili algılarının “Ortodoks” CHP’lilerden farkı, göreve geldiğinin ilk haftası anlaşıldı. Mesela benim için o ilk hafta Radikal’le yaptığı röportajda manşete taşınan “27 Mayıs’ı yapanlar şimdi utanıyor” cümlesi, ciddi bir yol ayrımının ağır işaretiydi. CHP kültüründen gelen bir insanın kullanacağı bir cümle değildi bu. Gerekçelerine girmiyorum, ayrı bir makale konusudur. Ama zaten cümle toptan yanlıştı ve CHP hinterlandına ait bir insandan gelecek bir cümle değildi. Ortada buna benzer bir düşünce taşıyan ne bir eski dönem gazetecisine, ne de eski bir siyasi veya askere rastladım. “İdamlar hatalıydı, o insanları kahraman yaptı” dedi herkes, genel kanı böyleydi, hepsi bu. Kılıçdaroğlu’nun Cumhuriyet’in ilk yılları ile ilgili sorunları da hep oldu. Yani “Dersimli Kemal” söylemi, İnönü hakkında getirilen ağır suçlamalara sessiz kalma, “biz eski CHP değiliz” sözleri, hep liberal ve merkez medyada malum yankıları bulan çıkışlar oldu. “Türkiye’de laikliğe yönelik bir tehlike yoktur” gibi şakamsı sözler bile duyabildik CHP zirvesinden. 


CHP’NİN KADRO ENGELLİLERİ
Nasıl yazılarımda “Ben Cumhuriyet Gazetesinin genel gidişatına, tablonun geneline bakarım” dediysem, aynı şey CHP için de geçerli. Sanki Atatürkçülük uzak tutulması gereken bir veba! Sayın Kılıçdaroğlu, hiç bir zaman Atatürkçülüğü ile tanınan siyasetçi, yazar, düşünürleri A kadrosuna değil, herhangi bir kadrosuna bile almadı. Sonuçta tabii ki zaten CHP kadrolarının çoğunun da Atatürkçü olduğu söylenebilir, ama ben başka şeyden söz ediyorum. Bu konuda emek harcamış, kitap yazmış, siyaset yapmış, yurdu taramış eylemci insanlardan söz ediyorum. Alev Coşkun, Uluç Gürkan, Vural Savaş veya rahmetli Alpaslan Işıklı gibi ağır isimlerden söz ediyorum. Buna daha bir çok genç yazar-eylemci isim de eklenebilir. Ümit Zileli veya Tevfik Kızgınkaya gibi, Suay Karaman gibi. Bu dostlarımız gibi sayısız isim hep dışarıda kaldı.


ULUSALCILIK KELİMESİNİN UĞRATILDIĞI ANLAM KAYMASI
Bu tavır, merkez medya ve TV sunucuları arasında “ulusalcı” adıyla anılan Atatürkçü kesimin hep aşağılanması ve anti-demokrat/faşist gösterilmesine paralel gitti. Ortada saçma bir algı oluşturuldu. Buna göre “ulusalcılar”, şayet demokrasinin gelişmesi isteniyorsa, her şekilde uzak tutulması gereken kesim olarak görüldü. Bir çeşit “demode” statüsüne geçirilerek kendi bazı mecraları dışında toplumdan izole edildi. Malum haber kanallarının tartışma programlarından ve gazetelerden uzak tutuldular. 
CHP içinde de bu farklı olmadı. Parti, gerek kuruluş kökleri, gerek tarihçesi gerek örgütü ve yoğun Atatürkçü seçmen kitlesine rağmen kendisine çekinmeden başkanınca  “Yeni CHP” dedirterek farklı bir kulvara girdi. Baykal’ın anti-demokratik dar vizyonundan şikayet derken ortaya bir de partinin kendi temel yapısından uzaklaşması geldi. Olayın vahameti, Kılıçdaroğlu’nun, Ekmeleddin İhsanoğlu gibi, (şayet Erdoğan Cumhurbaşkanlığını istemeseydi) AKP’nin “taktik adayı” olabilecek bir ismi, Partinin bayrağı haline getirmeye kalkışmış olabilmesi! Hem de inanmadan, bir miting bile yaptıramadan. 
Peki oturup sorgulamak lazım: Bu ulusalcılık nasıl bir şeydir ki? Nasıl bir öcüdür? Nedir ağır suçları? Laikliğe bağlılığı mı, yobazlığın eğitimden bürokrasiye, siyasetten hukuka sızmasını engellemek istemeleri mi yoksa Atatürk'e değişmez saygısı mı? Tarikatlarla arasına koyduğu mesafe mi? Bağımsızlık arzusu mu? Ülke bütünlüğüne ırkçılığı reddederek sahip çıkmaları mı? Belli değil! İlginçtir ki, dinci-faşist grupların DA, bayrak sevmelerinden yola çıkıp, kendilerini “milliyetçi” olarak tanımlamalarını referans alan kimi Atatürk karşıtları, hemen oradan Kemalist yurtseverleri aynı sepete atıp, hiç bir utanç taşımadan aynı kasede bu grupları çalkalayabiliyorlar. İşte merkez veya liboş veya yandaş medyanın ekran ve sütun prensesleri, prenslerinin bu saptırmaları, sessiz şekilde CHP’ye de yansıyan dalgalar yaratıyor.


ÖZAL’I ALTI OK’A TERCİH ETMEK!
Aslında Y-CHP köklerini 1993-95 yılları arasında Türk siyaset sahnesinde sahte bir heyecan yaratan Yeni Demokrasi Hareketi’nden alıyor. Sn Kılıçdaroğlu, o hareketin ana ekseninden yola çıkarak CHP’yi “demokrasi, ifade özgürlüğü, yolsuzluk karşıtlığı” hatlarından yakalamayı başardı. Ama Parti’nin geri kalan temel değerleriyle arasına koyduğu mesafe gün geçtikçe ortaya çıktı. Kılıçdaroğlu, CHP tarihinden en çok Ecevit’ten söz etmeyi seviyor, ama sevdiği liderlerden söz ederken Menderes ve Özal’ı da eklemeyi ihmal etmiyor! Yani kendisi için bu liderler, zaten yeniden tanımlamak istediği “Altı Ok” felsefesinden kesinlikle daha çok iz bırakmışa benziyor. Tabii gerçek CHP seçmeni tabanında bu hayranlıkların bıraktığı etki, soğuk bir duştan ibaret. Yani bu “ezber bozma” (!) pek hayırlı olmuyor.
Sonuçta, ortaya çıkan resim şu: Ermeni soykırımı iddialarına, Kürtlere, tarikatlara, İslamcılara, “F tipi”ne rahatlıkla açılabilen, ama Atatürkçülere kapanmayı refleks haline getiren bir liderin partisi artık CHP! Halbuki partinin takılıp kaldığı %25’lik oy limiti, sanılanın aksine büyük oranda ülkenin ödünsüz laik, altı okçu, Atatürkçü kesimlerinin oyu. Zaten Kılıçdaroğlu’nun örnek aldığı ve kendi arkadaş damarlarını beslediği YDH’nin de %40 oy alacağını iddia edip %0,4 aldığını hatırlarsak, bu ideolojik bölgenin oy potansiyeli biraz daha ortaya çıkar. Aynen Y-CHP’nin de tüm destek ve çabalarımıza karşın, patlama yapamaması gibi!
Eğri oturup doğru konuşalım: CHP’de kimseden Atatürkçülüğe müsamaha etmesini istemiyoruz. Atatürkçülük CHP’nin ana atar damarıdır, kurucu felsefesidir. CHP’yi bu doğal köklerinden yapay dönemsel kanırtmalarla koparmaya çalışanlar, CHP’ye ve Türkiye’de solun muhalefet gücüne rötar yaptırmaktan başka bir sonuca ulaşamazlar. Ulusalcılık kelimesine de kimsenin alakasız canavarımsı uydurma anlamlar yüklemek, kimsenin haddi değildir.

İşte bu okumuş olduğunuz makaleyi kimi yapay sahte demokratların, neden “Y” organlarda yayınlamak istemediklerini şimdi daha iyi anlamışsınızdır umarım!