30 Aralık 2015 Çarşamba
GÜNEY-DOĞU’DA AYRILIKTAN DAHA KÖTÜSÜ: ÖZERKLİK | Bedri Baykam | 29.12.15
IRKÇI ASALAKLARIN REZİL DÜNYASI
Size itiraf edeyim ki, ırkçılardan nefret ederim. Biz bu dünyaya gelirken ne etnik aidiyetimizi, ne ailemizi, ne cinsiyetimizi, ne genetik yapımızı seçebiliyoruz. Böyle bir ortamda, ırkını üstünlük sebebi görenler veya diğer ırkları aşağıladığını zannedenler, gözümde düşüncesiz birer “tescilli asalak” olarak kalmaya devam edecekler, bu kesin. Kendi topraklarında yaşayan siyahileri, Yahudileri, Müslümanları, Alevileri, Ermenileri, Kürtleri, Kızılderilileri, Suriyelileri, Uzak Doğuluları hor görenlere kızdığım kadar, onları düşünme yetisi olmayan acınası insanlar olarak da görüyorum.
İKİ ATEŞ ARASINDA BİR HALK
Ama bunun farklı bir adım ötesi de var: Dünyada Birleşmiş Milletler’e göre 192 ülke mevcut. Buna karşılık 2600’ün üstünde ırk var. Kendini ayrı bir ırk olarak gören herkes “ayrı toprak talep ediyorum” diye ortaya çıktığı zaman, dünya asırlar boyu bir kan gölü olmaktan kurtulamaz. Onların bir an önce Amnesty International’ın “tek ırk, insan ırkı” sloganını öğrenmeleri lazım.
Sınırlardan da nefret ederim. Aslında vizelerden, pasaportlardan, kağıt kürek ve bürokrasiden de nefret ederim. Keşke dünyada bunlara da hiç gerek olmasa!
Kürtlerin durumu ise, absürd bir noktada: Osmanlı dönemi dahil, yüzyıllardır yaşadıkları topraklarda rahatsızlıklarını yansıtan Kürtler vardı. Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde de kaldırdıkları isyan bayrağını indirmeden, 1984’ten beri PKK adını alan bölücü terör örgütünün başlattığı iç savaş sürüyor. Şu anda en azından teorik ve teknik olarak tüm vatandaşlarımız güya eşit haklara sahip. Ama maalesef özellikle son yıllarda giderek artan husumet, kin ve şiddet ortamında artık Kürt kökenli vatandaşlar evlerinin önüne bile çıkamaz hale getirildiler. Ama “ırka göre toprak” talebi öne çıktığı zaman, ikna olmam söz konusu değil. Zaten bu topraklarda 26 etnik köken asırlardır en doğal şekilde karışmıyor mu? Onlar hangi ırktan oluyor? İlginç bir şekilde Cumhuriyet vatandaşlığının ırklar üstü bir yurttaş aidiyeti olduğunu kavrayamıyorlar.
Güney-Doğu’da yaşanan ciddi ağır savaş, eskiden alıştırıldığımız bir “düşük yoğunluklu iç savaş” havasından çok uzaklaştı. Olay boyut atladı: Artık günlük şehit haberlerinin yanı sıra, öldürülen onlarca, yüzlerce PKK’lının ve hatta kimi sivil kayıpların istatistikleri de bilgi kanallarımızı dolduruyor. Bu arada PKK sivillere yönelik saldırılarını da fütursuzca sıklaştırmaya başladı. Şırnak’ta PKK’nın geçen Cuma günü ateşe verdiği İl Halk Kütüphanesi ve Kültür Merkezi ve onca başka iddia var. Kaybettiğimiz şehitlere kahrolduğum gibi, ergen yaşta beyni yıkanarak ya da zorla alıkonularak canlı bomba rolünde siperlere sürülen gencecik Kürt çocuklara da acıyorum.
Bir kere Türkiye’de siyasetin kirli ve mantıkdışı çıkarcı-değişken-oportünist sivri uçları o kadar birbirine girmiş ki, burada ne “düşmanımın düşmanı dostumdur” diyebiliyoruz, ne de “dostumun düşmanı düşmanımdır”! Her ilişki hattı ayrı sancılı ve cerahatli. F tipi, AKP’nin düşmanı diye, benim dostum olacak değil. Ya da bu hükümet PKK’yla savaşıyor diye kendimi PKK’ya yakın hissedecek değilim! Filan falan. Anladınız mı durumu? Çünkü siz de -hangi gruptan olursanız olun- aynı durumdasınız. Sonuçta ortada bir gerçek var: 1984’ten beri acı terör olayları devam ediyor. Halk iki ateş arasında kalmış durumda. PKK ve güvenlik güçlerinin çarpışmaları ve baskıları arasında zulüm görüyor. PKK’nın yanı sıra bu devletin de suçları kabarık. Yargısız infazlardan, faili meçhullere, baskı ve tacizlere kadar... Güney-Doğu’nun sorunu, Kanada veya Çekoslovakya’nın ikiye bölünmesi gibi referandumlar veya siyasi uygar tartışma ve tercihlerle ele alınmıyor ki! 30 yıldır her iki kesim her gün ağır kayıplar vererek ülkeyi acıya boğuyor. Ama bu, işin süregelen organize bir kök sorumlusu olduğunu değiştirmiyor. PKK, yıllar üstünden bir illegal ticaret şebekesi ve ölüm organizatörü olarak bir yol seçti. Demokratik hak-hukuk talepleriyle legal olarak ortalara çıkmadı. Bu nedenle onun sözde siyasi uzantıları da hiç bir zaman ikna edici olamadı.
ÖZERKLİK Mİ DEDİNİZ? YOKSA BAŞKANLIK MI (!), YOKSA AYRILIK MI?
Nasıl Tayyip Erdoğan ve yandaşları durmadan kafalarında yaşatıp besledikleri bir nev-i şahsına münhasır “Başkanlık” modelinden söz ediyorsa, bugün HDP’lilerin durmadan gündeme taşıdıkları “özerklik” de benim açımdan eşit derecede güvenilmez bir “ne idüğü belirsiz” proje. Sahipleri kusura bakmasın ama “ucube” sözünü bile kullanabilirim. Nasıl verdiği örneklerin aksine Tayyip Bey’in modeli Fransız veya Amerikan Başkanlık modellerine uzaktan yakından benzemiyorsa, Demirtaş ve çevresinin durmadan ağızlarına doladıkları özerklikle ne demek istedikleri de hiç net değil! Şimdilerde artık o kelime ile korkutmamak için “özyönetim” kelimesine sapıverdiler! Daha düne kadar “Biz artık Türkiye siyaseti yapıyoruz” diyen Demirtaş bile, artık “gelecek yüzyılda Kürdistan gerçeği olacak. Belki bağımsız devletleri de, federal devletleri de, kantonları da olacak, özerk bölgeleri de olacak Kürtlerin. Kürt halkı nerede nasıl yaşamak istiyorsa kendi karar verir, gerisi de buna saygı duyar” diyor. Maşallah, çok güzel. Benim fiili olarak bu konuda vardığım kanı şu: “Benim malım benim, senin malın da benim”. Ben böyle anladım, belki yanlıştır. Çünkü bu topraklarda bizim dediğimiz “Şırnak bizim, İstanbul sizin, Diyarbakır bizim, Ankara sizin, her yer hepimizin”. Onların dediği ise, “tüm Güney-Doğu, adına özerklik-federasyon ne derseniz deyin bizim, tüm gerisi hepimizin”. Durun, hatta bu da belli olmaz, 30 yıl sonra İstanbul’da da sayısal bir üstünlükten dem vurup “buralar da bizim, hadi uzayın” derlerse şaşırmam! Türkiye açısından ülkenin parçalanmasından daha kötü olabilecek tek şey, özerklik-özyönetim senaryoları. Ben tüm Kürt kardeşlerimle (benim için Adanalı hemşeri kardeşlerimden farkları yok) bir arada yaşamaktan mutluyum. Aklıma da zaten kimsenin ırkını, mezhebini soruşturmak gelmez. Ama şayet onlar illa ayrılıklarını, farklarını ve özelliklerini gözümüze sokmak için 30 yıldır silahı elden bırakmayı başaramıyorlarsa, fazla naz aşık usandırır. O zaman kendilerinden ricam, İstanbul, İzmir, Bodrum, Eskişehir, Trabzon gibi sayısız kentimiz üzerindeki aşklarını ve iddialarını gözden geçirsinler. Amerikalılar’ın meşhur bir deyimi vardır: “You can not have your cake and eat it”. Yani “kekim olsun, yesem de bitmesin”! Kürt kökenli vatandaşlarımız, bu ayrı-gayrı senaryolara geri dönülmez şekilde düştülerse, gerçekçi olarak Fenerbahçe-Galatasaray maçlarının heyecanının da, boğazdaki rakı-balıktan da, Ege sahillerinden de vazgeçebilecekler mi? Uğruna her gün ölüp öldürme vahşetini göze aldıkları topraklarına çekilebilecekler mi?.. Sadece doğuda ve güneydoğuda mı yaşayacaklar? Ankara’dan mali destek almaktan uzak durabilecekler mi? Her gün yavrularını şehit ettikleri ailelerin vergi paralarıyla mı Türkiye’ye kök söktürmeye devam edecekler? Bu etik bir duruş mu? Ayrıca şiddet bağımlısı ve HDP’yi sürekli olarak kendi kontrolünde tutmak isteyen PKK varken, hangi siyasi çözümden söz edilebilir ki?
“YETTİ GARİ”
Evet biliyorum, tek bir oturuşta yeni bir düşüncenin tamamını hazmetmek tavsiye edilmeyebilir. Siz de şimdilik “bölünmekten daha kötü tek senaryo, özerklik” sözlerimi kayda geçirmekle yetinin. Bir tek şeyden sonsuza dek eminim: Ben artık bu karşılıklı ölüm istatistiklerinden de, PKK’yı mazur göstermeye çalışan sahte demokrat, naif entellerin yorum artıklarından da bıktım usandım. Tek bir şehit cenazesi haberine dayanacak halim de kalmadı. Bu oyunun çözümsüzlük içinde kendini tekrar eden sahte diyaloglarla örülü dokusunu artık külliyen reddediyorum. Anadolu diliyle “yetti gari” diyorum. Sürekli olarak “barış, diyalog ve çözüm” nakaratları arasında kendi evlatlarımız olan güvenlik güçlerinin pusuya düşürülmesini ve bunun kendi sözde aydınlarımız tarafından sessiz veya hatta yazılı (!) olarak onaylanmasını kabul etmiyorum. Bu yöntemlerin, hiç bir şekilde Kürt kökenli vatandaşlarımıza da yaradığına inanmıyorum. Batılılar’a şirin gözükmek için moda haline getirilen bu üç yüzlü Kürtçü politikaların güvenilmez demagojik yapılarının artık deşifre edilmesini istiyorum. Bu nedenlerle özenle azdırılan bir çeşit Türk-İslam sentezi faşizminin hangi tehlikeli boyutlara tırmandırıldığını da görüyorum. Toplum belki farkına varamadan delirtildi ve herşeyin yıllardır hergün benzer sendromlarla tekrarlandığı bu duruma alıştırıldı, ama ben yetti gari diyorum! Tek yanlı dayatılmış, doku uyuşmazlığı ile yüklü bir özerklik modeliyle zorla cinsiyet değiştirircesine üniter devletten uzaklaştırılarak sömürülmeye devam etmeyi de zinhar reddediyorum! Bölünme kabusu bile, özerklikten daha sıhhatli bir çözümdür! Özerklik veya özyönetim, sorunun kılık değiştirerek boyut atlatmasını sağlar, Türkiye’nin değişik bölgelerine kimlik krizini yayar, hepsi bu. Bu konuyu tekrar ele alarak derinleştireceğiz.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.