25 Ekim 2019 Cuma

AYDINLANMA ABİDESİ: AHMET TANER KIŞLALI | Bedri Baykam | 24.10.2019


Bugün, Orta ve Yakın Doğu’nun bitmez tükenmez ırk ve çıkar savaşlarından, emperyalizmin entrikalarından söz etmeden önce, size güzel bir insandan bahsedeceğim.

İnsan, kaybettiklerini özler. Hele bir de alçak katiller tarafından yok edilmişse… Ben de doğal olarak en yakın dostlarımı, her gün haberleştiğim, konuştuğum, uzun uzun dertleştiğim dostlarımı özlüyorum, yaşadıklarımıza bakıp onlarla bu noktalara kadar gerilememek için nasıl kafa patlattığımızı hatırlıyorum ve kahroluyorum. Sevgili Muammer Aksoy’u, sevgili Uğur Mumcu’yu, sevgili Onat Kutlar’ı, sevgili Ahmet Taner Kışlalı’yı çok özlüyorum. Bu isimlerle olduğu kadar sık görüşmemiş olsak da değerli Çetin Emeç, Bahriye Üçok, Turan Dursun, Necip Hablemitoğlu da hep kalbimdeler. Durmadan “Onlar yaşasaydı, şu durumda nasıl tepki verirlerdi” sorusunun yanıtını arıyorum. Muammer Aksoy, anayasanın demokratik yapısının darmaduman edilmesine karşı neler yapardı; Uğur Mumcu, hepimizin ağzını açık bırakacak hangi yolsuzluk kanıtlarını masasından Türkiye’ye yayardı; Onat Kutlar, sanatçıların, kitle örgütlerinin tepkilerini nasıl birleştirirdi… Onlarla bazen konuşuyorum, sıkıntılarımızı onların açık beyinlerine itiraf edip yanıt bekliyorum. Aynen bazen doğal (?) yollarla kaybettiğimiz, Türkan Saylan, İlhan Selçuk, Aziz Nesin veya babam Suphi Baykam’la dertleştiğim gibi... Çıkmaz sokaklara çare aradığım o sessiz ve hazin anlar bunlar...

Büyük dost, eşsiz insan Ahmet Taner Kışlalı’nın aramızdan ayrılışının ardından 20 koca yıl geçmiş. Birkaç gün önce mezarı başında olamadığım için çok üzgünüm. O lanet olası günü unutmama imkan yok. Eski “Manastır” atölyemde, bir öğleden sonra işlerime bakarken gelen telefon, acı cümleler... Son sürat açılan televizyon, beklenen mucizevi kurtulma ümidi… Ve hemen ardından o kabullenemediğimiz, içimizi kanatan melun kaybetmiş olduğumuz haberi... Nefesimin kesilmesi, gözyaşlarımın istilası, isyan, haykırışlarım...
Oğlum henüz 10 aylıktı. Sevgili Kışlalı’nın onun doğumunu kutlayan telefonu, “Dedesinin adını en güzel şekilde yaşatsın” temennileri henüz tazeydi. “Ödünsüz Laik Türkiye” başlıklı kitabıma 1995’de yazdığı önsözde sarf ettiği güzel sözler, beni mahcup edecek düzeydeydi. Neredeyse her hafta telefonlaşır, siyasi durumun genel bir değerlendirmesini yapardık. Birçok panele, Anadolu’nun değişik kentlerinde beraber katılır, yobazların halkımızın düşüncelerini kirletmelerine karşı en açık sözlerle ve mantık yapımızla dur demek için elimizden geleni yapardık.

Kendisini yakından tanımış herkes, ne dediğimi çok iyi bilir ve sözlerimde hiçbir mübalağa olmadığını bilir: Ömrümde Ahmet Taner Kışlalı kadar klas, şık, zarif, Atatürk’ün değerini zaman içinde her fikrini sınayarak en derin şekilde içselleştirmiş ve ödünsüz savunuculuğunu yapan, dinlemesini bilen, özenli, dikkatli ve güvenilir bir dost, bir vatandaş, bir insan olmayı bu kadar samimi ve güvenilir şekilde sürdüren, her haliyle saygı uyandırıp aydınlanma devriminin çağdaş hukuk, eğitim ve sanat yoluyla yayılacağının bilincini hiçbir gün terk etmeyen mükemmel bir insan az tanıdım! Ailesiyle daha sık bir araya gelememek, ayrı şehirlerde olup az görüşmek de ayrı bir üzüntümdür. Bu Cuma, onları en değerli misafirlerim, onur konuklarım olarak Ankara’daki Galeri Siyah Beyaz açılışına davet ettim. Onlara sarılarak yeri doldurulmaz eşsiz dostuma olan hasretimi bir nebze olsun gidermek istiyorum.


SOÇİ HERKESİ MUTLU EDEBİLİR Mİ?
Soçi Mutabakatı ile Barış Pınarı Harekatı diplomatik bir rotaya şimdilik oturmuş gözüküyor. Ama ABD homurdanıyor, “Türkiye bir şey kazanmadı ki!” şeklinde yorumlar duyuyoruz. Zaten rahatsız oldukları ana konu şu: “Bir dakika yahu! Daha düne kadar en havalı şekilde size masada şartlar dayatan bizdik, Trump’tı, Pence’di. Şimdi 5 gün sonunda ne oldu da siz birden ‘öbür ayı’ ile yatağa girdiniz, pardon masaya oturuverdiniz?”. (İnönü’nün tarihi sözünü tekrar hatırlatırsak) Kim ev sahibi, kim patron, kim kiracı, kim ortak? Olay tam Arap saçı! Nasıl soyut bir eseri, herkes kendi algılarına göre öznel olarak yorumlayabiliyorsa, burada da gerek Türkiye gerek Amerika gerek Rusya gerek Suriye, yaşanan durumu kendi haklılık teorilerine göre aktarıp birbirlerini diplomasi platformunda etkilemeye çalışıyorlar. Bir satranç oynanıyor. Ama kuralları herkes kendi çıkarları açısından ilerleyen durumlara göre baştan yazabiliyor! Terör örgütü ise, değişik isimlerle, sözde farklı oluşumlarla, birbiriyle anlaşamayan ülkelerin yarattıkları gri alanlar, belirsizlikler ve toz duman içerisinde, kaosta hala varlığını sürdürme peşinde. Soçi Mutabakatı bunu artık yeni ve dar sınırlara zorlasa da, Erdoğan’ın Esad’la süregelen kopukluğu, herhalde hala en çok onlara yarıyor!
Trump’ın bir devlet başkanı tarafından yazıldığına inanılması zor kaba mektubunun ardından, Erdoğan’ın Putin ile Suriye bataklığını şekillendirmeye oturmuş olması, Amerikan cephesindeki “yeni hamle seçimi” öncesinde, sanki ilgi, endişe ve çıkar hesapları karışımı tadında! Bu sefer önümüzde 150 saatlik bir süreç için kum saati çalışıyor. ABD Dışişleri Bakanı Mike Pompeo’nun CNBC’de “Trump, ‘gerekirse Türkiye’ye karşı askeri hareket yapabiliriz’ dedi” demeci ve hemen ardından gelen tekzibi, Türkiye’nin alışık olduğu “biz onu demek istememiştik” ekolünün bir uzantısı gibiydi…
Batı, yıllardır Türkiye’ye karşı hep iki yüzlü, hatta çok yüzlü siyasetler izledi. Açık veya üstü kapalı tehdit, blöf ve şantajlar, her zaman Pompeo’nun askeri hareket imasına kadar varmasa da, ekonomik açıdan Türkiye’yi çökertme kartı hep masada tutuldu. Konular değişti, bu tavır değişmedi. Bazen Kıbrıs, bazen Ermeni lobisi, bazen Güneydoğu’da PKK ile çatışmalar veya operasyonlar konu edildiğinde Amerika ve bazen de Avrupa, hep sivri dillerini ve tırnaklarını öne çıkardılar.
Batı medyası da bu acınası tavırlara destek vermek için hep işine gelen dezenformasyon kampanyaları yapmayı görev bildi.
Barış Pınarı Harekatı’nın finalinde, Türkiye’nin “iki ayı ile yatağa girip”, bundan en azından şimdilik gözle görülür bir yara almadan, üstelik sahada aktif bir “kanun koyucu” taraf olarak ortaya çıkmış görünmesi özellikle Avrupa için çok şaşırtıcıdır. Onların bugünlerdeki şaşkın psikolojik durumu, vallahi saydığımız herkesten daha vahim durumda!

18 Ekim 2019 Cuma

“AYILARLA YATAĞA GİRME”NİN ŞEKİLLENDİRDİĞİ ÇATIŞMALAR | Bedri Baykam | 17.10.2019


Barış Pınarı Harekâtı’na ilk baktığımızda, Türkiye’nin teröre karşı bir mücadeleye girişmesinden daha normal bir hamle olamaz diyoruz. Batı’nın yüzyıllara yayılan Türkler’e karşı önyargısını, çıkarcı ve değişken politikalarını bilmeyen yok. Çifte standart konusunda eksper olduklarını da rahatlıkla söyleyebiliriz. Türkiye’nin bu harekât için haklı gerekçeleri olduğu da ortada. Bu arada Erdoğan’ın “Savaş bir başka devletle olur. Bu bir savaş değil, terörle mücadeledir” sözlerinin ciddi bir ağırlığı var. Burada hedefin kesinlikle Kürtler değil, PYD/YPG olduğunu, terör devleti kurulmasını engellemek, yüz binlerce Kürt asıllı Suriyeli vatandaşın evlerine geri dönmesini sağlamak için orada bulunduğumuzu ısrarla vurgulaması da önemli.
Operasyon öncesinde, Trump’ın bölgeyi boşaltma kararı ve hemen ardından Türkiye’nin bölgeye girmesi, buna rağmen Amerika’da özellikle Senato ve Temsilciler Meclisi’nin şiddetle operasyona karşı çıkarak acil yaptırımlar istemeleri, ilginç bir gri alan. Amerika’da çift başlı yönetim çatlakları, “tavşana kaç, tazıya tut” mu demiş oluyor? Sanki Türkiye’nin harekâtına kapı açıldı ve ardından tepkiler yağmaya başladı.

SİLAH TİCARETİ, BARIŞ SEVMEZ
Bu arada çatışmalar, dünya tarihinde ve yakın tarihte kime yarıyor? Tabii ki herkesten önce silah tüccarlarına! Silah üreticilerine ve onları pazarlayan ülkelere, bu ticaretten payını alan kimi siyasetçilere! Herhalde onların “ateşkes” istediğine inanmayacaksınız! Bakın, ben Atatürk’ün “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” felsefesine inananlardanım. Dolayısıyla bu operasyon için de en büyük isteğim, bir an önce sonuçlanması. Tabii ki fedakârca gözü kapalı hedefe yürüyen ordu mensuplarımızın arkasındayız, onların değerini biliyoruz, onlara sevgi ve dayanışmamızı yolluyoruz. Öte yandan her şehit askerin nasıl yüzlerce akraba ve dostunu mahvettiğini, halkın kalbini nasıl parçaladığını da biliyoruz. Bu bir basket maçı değil. “Ölü sayısında açık farkla avantaj sağlamak” gibi bir istatistiğin peşinde koşamaz kimse, vicdan bunlara elvermez. Kaldı ki ölüp giden teröristlerin çoğunun da örgüt tarafından kandırılmış, ailelerinden koparılmış, hayatı başlayamadan bitirilmiş gencecik insanlar olduğunu bilmiyor muyuz? Türkiye’nin hedefi, terörü yalnız savaşla bitirmek değil, ırk ayrımcılığı üzerinden dayatmayla bu zavallı emellere emperyalizmin kurban ettiği bu kesimin uyanıp gerçekleri görmesini sağlamak olmalı.
Zaten çok ağır şartlarda seyreden ekonomimizin, bu operasyonun maddi yükünü ne kadar kaldıracağı da ciddi bir endişe konusu. Burada ABD veya Avrupa’nın ekonomik tehditlerinin olası sonuçlarından da öte, doğrudan o korkunç genel askeri savaş maliyetinden söz ediyorum. Bir ülke ekonomik olarak önünü görmeden uzun süre yürüyemez.

ESAD’LA MÜZAKERESİZ SORUN NASIL ÇÖZÜLÜR?
Ben, Şam’la diyaloga kurmadan, Esad’la tekrar Türkiye’nin de çıkarlarını koruyan sağlam anlaşmalara girmeden, bu büyük sorunun kalıcı bir çözüme ulaşmasının çok zor ya da imkansız olduğunu düşünenlerdenim. Putin’in temsilcisi Lavrentyev’in Türkiye ve Suriye’nin çeşitli bakanlıklar ve istihbarat servisleri üzerinden temasta olduklarını duyurması yeterli değil. Çok daha güçlü bir düzeyde Türkiye-Suriye teması lazım. Türkiye zaten bulunduğu topraklara el koymayacağına göre, Şam’la masaya oturmaya bir gün mecbur kalacak. Ülkemiz bu konuda tereddütlü veya pasif davrandıkça, Esad’ın farklı arayışlara girmesi de -izlediğimiz gibi- kaçınılmaz olacak! Türkiye, bu dönüş diyalogunu geciktirdikçe, beklenmedik farklı ittifak hamlelerinin önü açılıyor. Rusya’nın Suriye için istediği Anayasa’da, Kürtler’e bir çeşit “kültürel otonomi” istiyor olması ve bunun Şubat 2017’de Moskova’da yapılan Kürt Konferansı’nda gündeme gelmesi, bugün bu şartlarda hangi uzantılara ulaşır?
Sonuçta, bugünlerde tarihi dik duruşu sıkça hatırlanan İsmet İnönü’nün ünlü deyimiyle, Türkiye bir değil, “iki ayı ile” yatağa girmiş oluyor! Hem de aynı coğrafyada, gizli ve derin soğuk çıkar savaşı yürüten iki ayı... Operasyonun uzaması, 911 kilometrelik sınırın lojistik olarak giderek ağır faturalarla hedeflerimiz açısından kontrol altında tutulma çabası, ilerleyen süreçlerde diplomatik kıskaçlar altında giderek zorlaşacak.

HAREKATI, İÇ SİYASET MALZEMESİ YAPMA GÜDÜSÜ
CHP ve İYİ Parti, bu kritik harekata destek verdiler, ama doğal olarak bazı çekincelerini de ortaya koydular. Erdoğan’ın AKP İl Başkanları toplantısında, harekattan söz ederken “İnşallah en kısa zamanda bu fetih müyesser olur” şeklindeki demeci haklı tepkiler aldı ve uluslararası plandaki yalnızlaşmamızın yeni bir gerekçesi oldu. Bu arada bu harekâtı, 1974 Kıbrıs Harekatı’na doğrudan benzetmiş olması, belki en azından bilinçaltında yeni bir “Kıbrıs Fatihi Ecevit” imajı arayışında olduğunu gösteriyor. Cumhurbaşkanı’nın konuyu iç siyaset malzemesi yapma doğrultusunda güç ihtiraslarına mağlup olduğu anlar arasında, Suriye konusunu işlerken aynı toplantıda “Buradan milletimizin her bir ferdini partimiz saflarına katılmaya davet ediyorum” dediği an vardı. Hiç olmazsa her gün yeni şehit haberlerinin geldiği bir süreçte, çelişkili anayasa maddelerimizin ötesine geçerek (Anayasamız Cumhurbaşkanı’nı hem “tarafsız”, hem de bir partinin siyasi genel başkanı olarak görmekte bir sakınca görmüyor) AKP sıfatlarını rafa kaldırabilmesi beklenebilirdi. Böyle bir tavrı olmayınca, muhalefet eleştirilerinin de gelmesi kaçınılmaz oldu. Hem de yaşadığımız günlerde ulusal beraberliğimizin önemini her gün ifade ediyor olmalarına rağmen... Bu hatalar, Cumhurbaşkanı ve hükümetinin “giderek Türkiye’yi bir parti devleti” haline getirdiği yönündeki eleştirileri doğal olarak yoğunlaştırdı.
İşlenecek daha çok konu var. Örneğin, bu operasyon dahil, herkesin her konuda aynı fikirde olmama hakkı... Ya da gelenekselleşmiş batı medyası dezenformasyon kampanyasının da etkisiyle uluslararası diplomasi alanında artık neredeyse mecburi yalnızlığa mahkum edilen bir ülke olarak yaşamanın zorluğu gibi. Belki haftaya...
Şehitlerimize, kederli ailelerine ve arkadaşlarına, Türk milletine bir kez daha baş sağlığı dileyerek, ordumuzun bir an önce hedeflerine ulaşarak yurda esenlikle döneceği anı iple çektiğimi ifade etmek istiyorum.

11 Ekim 2019 Cuma

TRAFİK TERÖRÜ VE OTORİTELERİN ACİZLİĞİ | Bedri Baykam | 10.10.2019


Araba kullanmak halkımızın genel yapısına pek uygun bir faaliyet değil. Hele ki yağmur yağdığında...
Ülkemizde yollara çıkmak, harbe gitmek gibi bir şey!
Trafik terörünü anlatırken, izninizle önce şehir içinden başlayalım! 17 yıldır pek olumlu hareketine denk gelemediğim AKP hükümeti, bu seneyi beni şaşırtarak “Yaya Önceliği Yılı” ilan etti. Normalde her ülkede “yayalara saygı” nefes almak gibi bir şeydir. Ülkemizde ise direksiyonun başına geçenler, aslında hepimizin birer yaya olduğunu unuturlar ve yollardan yürüyerek geçenleri ezilecek sinek gibi görürler. Yaya geçitleri ise onların gözünde yayaların cezalandırılacağı noktalardır. Babamdan öğrendiğim en önemli şeylerden biri, yayalara göstermemiz gereken saygıydı. Yalnız durmak değil, aynı zamanda zarif bir el hareketiyle “Buyurun geçebilirsiniz” demek... İtiraf edeyim, ben bunu yaptığımda insanların belki dörtte biri, güvenip geçemiyorlar.

MAGANDALARIN SEYİR DEFTERİ
Yaya geçitlerinde yaya yol vermek resmen ustalık istiyor! Deli gibi arkanıza yapışarak hızlı kullanan sürücüler, siz durup yol vermeye çalışırken ya size bindirecek gibi olurlar, ya solunuzdan yayayı hiçe sayarak tıraşlayarak geçerler, ya da yolu bu münasebetsiz nezaketle tıkadığınız için hırıltılı kornalar çalarlar! İki seçeneğiniz olur, ya arabadan inip “Nedir derdin, yayalar ölsün mü, sokağa mı çıkmasınlar?” diye sakin bir sesle sormak ya da bu saygısız ile sonu karakolda bitecek bir kapışmaya girmek! Geçen Cuma günü, Beşiktaş Stadı’nın önündeki yaya geçidinde ben her zamanki gibi yol verirken, 34 TBP 97 (Hıncal Ağabey gibi hissettim kendimi!) plakalı taksi, yol verdiğim yayanın önünü keserek umursamadan solumdan basıp geçti!
Abdülkadir Günyaz, değerli bir sanat yazarımız. Etiler’de, karşıya geçerken “Herhalde kendini kovboy sanıyordu” dediği bir motosikletli onu ezip geçmiş, durmadan da kaçmış! Kafatasında kanama, travma, kırıklar derken Günyaz bir hafta ile atlatmış hastane süresini ve kurtulmuş. Başka motosikletli kovboylar da şehir içi bulvarlarda “aletlerini şaha kaldırarak” yaşamlarındaki kompleksleri topluma kusmakla meşguller... Aynen motosikletlileri taciz etmeyi bir yaşam tarzı haline getiren kimi taksiler ve kamyonlar gibi... Al birini vur ötekine! Ne şehir yolları motosikletlerin “rodeo” gösteri alanıdır, ne de motosikletliler diğer araçlardan daha az hakka sahip, beyinsizlerin saldırma hakkını kendilerinde gördükleri kurbanlardır!
Ders verdiğim Altınbaş Üniversitesi’nde bir el ilanı gördüm: Moda Tasarım öğrencisi İrem Uzer, hızla gelen arabanın çarpması sonucu yoğun bakıma alınmış. İrem hastanede iki ay kalmış, tesadüfen ölümden dönmüş. Kendisine çarpan “önemli aile” çocuğu, 16. vukuatından da hapse girmeden kurtulmuş. Kazanın videosunu seyrederseniz ağlarsınız.
Bunlar, şansın yardımıyla canlı kalabilenler. Maalesef kaybettiklerimizin dökümüne ve ülkemizde yarattıkları yıkıma hiç girmeyelim. Bu makaleyi okuyan binlerce insanın yüreğini yakan kaç yeri doldurulmaz kaybımız var acaba?
Demokrasinin oturmadığı ülkemizde “çakar” kullanma yasağı da havada kalan bir duyurudur. Siz bu baskıya boyun eğip sağa çekmezsiniz, o siyah makam arabasından korumalar inip sizi en azından taciz edebilir. “Çakar yasağı” haberi, bu aleti kullanma imtiyazı verilen “istisnalar”ı da içeriyor! Peki insanın, arabanın içindekilerin yetki belgesini sorma ve kontrol etme şansı var mı? Geçiniz!
Şehir içinde sürat yaparak turuncu, hatta kırmızı ışıkta geçenler, polisleri umursamadan üç araba yan yana park edip yolu tıkayanlar, hiçbir yol ağzında birbirlerine yol vermemeyi “erkeklik” veya “kadınlık” göstergesi sananlar, dar sokaklarda saatte 80’le gidenler, akar trafikte Fransızların “balık kuyruğu” dedikleri şekilde makas atarak trafiği birbirine katanlar, zincirleme kazaya sebep olanlar, Bağdat Caddesi’nde gece yarısı yarışanlar, hepsi kendilerini son derece dokunulmaz birer vahşi batı haydutu hissediyorlar. Bu arada toplu suç işlemeyi kolay bir cezadan kaçış yöntemi olarak kabul edenler, “asker uğurlama” adı altında bir rezalete imza atarak büyük korna gürültüleriyle, polisleri de hiç umursamadan bütün kenti taciz ederek bazen de etrafı silah yağmuruna tutuyorlar. Bu arada “yol benimdi-senindi” kavgasından ötürü, arabasında bıçak, silah veya beyzbol sopasıyla gezen magandalar da, hiçbir ciddi ceza almadıklarından gayet rahatlar!
Tüm bunlara karşı ise otoritelerin alabildiği tek önlem alkol ve kimlik kontrolü yapmak! Pes!

AZRAİLİN BÜYÜKELÇİLERİ”
Uzun yolda, trafik polisi ve jandarmanın neredeyse tek yaptıkları şey, yolun çok rahat olduğu ve sürat tahdidinin mantıksızca düşük olduğu yollarda pusu kurarak sürücülere ceza kesmek, yola sinir küpü olarak devam etmelerini sağlamak! Araçların rahatça 150 ile gidebilecekleri noktalara 90 limiti koymak, ceza kesmek için pratik bir yöntem olabilir ama trafik kazalarını azaltıcı bir önlem değil. Bugünkü teknolojik imkanlarla, bu demode yöntemler yerine, mesela saatte 150 ile giderek önündeki arabanın 3 metre arkasında seyreden ve cezaya davetiye çıkaran tacizcilere karşı bir önlem almayı başarsalar veya virajlarda birbirleriyle yarışan tırları, kamyonları engelleyebilseler, uyuyan otobüs şoförlerinin önlemini alabilseler, saatte 200’le makas atarak herkesi taciz edenleri durdurabilseler, o zaman kazalarda ciddi bir düşüş yaratırlar. Yoksa olsa olsa hazineyi mutlu eden uyduruk hız ve limitte alkol cezalarıyla, kendilerini tatmin ötesine geçemezler ve ölümlü kazalar giderek artar.
Lütfen bana kimse bürokratik yanıtlar vermeye kalkmasın: “Efendim bu bizim sorumluluk alanımız değil; her ilin valisinin, jandarmasının, il trafik polisinin sorunu”
Benim devletten beklediğim, hiçbir faydası olmayan ve kazaları durduramayan bu yöntemlerin dışına çıkarak, uydularla yolları kontrol etmek, özel araçların veya insanların bu magandaları o gün o yolda bulunacak ekiplere kolaylıkla şikayet etmesi için özel hatlar oluşturmak ve kaza olmadan engelleyebilmeyi sağlamak! Vatandaşların sağlığını ve can güvenliğini hiçe sayarak her yerde serserice araba kullanmayı gösteriş-erkeklik ve mafyalık sendromları ile harmanlayanlar, acilen yeni metotlarla hak ettikleri büyük caydırıcı cezaları ağır şekilde bulmalılar!

3 Ekim 2019 Perşembe

BİR “LUNAPARK CİNAYETİ”NİN ARDINDAN... | Bedri Baykam | 03.10.2019


(Bu makaleyi yayına verirken bile boğazı kocası tarafından kesilerek öldürülen bir kadının, Kadriye Ecim’in haberini geçtiler.)

Söyleyecek söz bulamıyorum. “1 Ekim 2019 günü, akşam haberlerinde dinlediğim çok üzücü bir yerel haber” diyerek sayfayı çevirmem imkansız. Her defasında “Yok artık bu kadar alçaklık da olacak şey değil!diyorum. Hemen ardından ortaya yeni bir alçak çıkıyor. Sözünü ettiğim en taze alçak Manisa’nın Salihli ilçesinde ortaya çıktı. Henüz 34 yaşında genç bir baba olan Eren Erbahçeciler, Manisa Su ve Kanalizasyon İdaresi’nde çalışan sade bir vatandaşımızdı. O gün, 9-10 yaşlarındaki kızına güzel bir gün geçirtmek için lunaparka götürdü. Belki bütçesinden ayırdığı mütevazi parayla onu kaç değişik oyuna sokabileceğini ondan sonra da neler yedirebileceğinin hesabını yapıyordu. Sonra bir jeton tartışması çıkmış, şerefsiz görevli jeton atmadığını iddia etmiş. Erbahçeciler ise tabii ki attığını söylemiş, kavga çıkar çıkmaz da K.S., silahını çıkarıp genç babayı kurşun yağmuruna tutmuş.
Lütfen geleneksel “Aman Allah’ım ne korkunç ya!” diyerek sayfayı çevirme alışkanlıklarınızı köşeye kaldırın, kendinizi o küçük kızın yerine koyun. Ömür boyu, o yaşadığı kabus ötesi dramı unutma şansı var mı? Daha sonra hangi siyasi lider kim hakkında hangi ağır lafları etmiş, Ali ne cevap vermiş, Veli ne demiş, herhangi bir şekilde bunları umursama fırsatı olacak mı bu kızımızın? Hangimizde onu ömür boyu teselli edecek kapasite var? Yalnız kızı mı? Arkasında bıraktığı babasını, ailesini, yakınlarını izledim cenaze videosu boyunca... Sözün bittiği yer! Empati duygunuzu, yani karşınızdaki insanın o anda ne hissettiğini algılama çabanızı, her an canlı tutun lütfen. Sayılamayacak kadar faydasını göreceksiniz.
Maalesef cezalar caydırıcı değil. Ama ben herhangi bir hükümetin basit tuzaklarına düşmem. Düşüncesiz dernekler gibi “Hadi idam cezası konulsun” diye tempo tutmam. İdam cezasını bir hükümet buna benzer gerekçelerle devreye sokup geri getirse, yarın öbür gün uydurma bahanelerle bunu hangi siyasi karşıtlarına karşı kullanabileceğini çok iyi bilirim. Yani konumuz idam tartışması yapmak değil. Ama lütfen başka yaratıcı fikirler bulun. Böyle bir alçağa ne ceza verirsiniz? Üç kuruşluk jeton tartışmasından kızının önünde bir babaya önce iftira atıp, ardından ona son nefesini verdirten bir mikrop var karşınızda...

HANGİSİNİ SAYALIM?
Size yalnız son bir çarpıcı örneği hatırlattım. Hangisini sayalım? Yalnız son iki yılda buna benzer yaşanan adilikleri saymaya kalksanız ortaya ansiklopedi çıkar. Daha birkaç hafta önce kızının önünde “Ölmek istemiyorum” feryatları içerisinde son nefesini veren annemizi mi hatırlayalım? Ya da annesinin sevgilisi tarafından dövülerek öldürülen beş yaşındaki küçük Eymen’in son anlarını düşünüp insanlığımızdan mı utanalım? Peki ya İstiklal Caddesi’nde iki alçak tarafından bıçaklanarak öldürülen İTÜ’lü Halit Ayar kardeşimiz? Onu unutmadınız herhalde... Sokak ortasında kendisinden para talep eden iki cani serserinin kurbanı olmuştu. Onun acısı ve utancı geçti mi içinizden? Onun ailesinin acıları hiç dinecek mi sanki?

BOKS DEĞİL, CİNAYET SEYREYLEYEN “POLİS”LER...
Bir ay önce Batman Otogarı’nda yaşanmış Suat Yüksekbağ cinayeti ise inanın saydıklarımdan bile daha korkunç: Bir “ödenmemiş kan parası” bahanesiyle, masum bir genç, binmiş olduğu otobüsten alçaklar tarafından indiriliyor, otobüs şirketinden, otogar yetkililerinden hiçbir tık yok; ama durum daha da vahim: Abisi bir başka kavgada birini bıçaklayıp öldürdü diye, o ailenin mensubu olmaktan başka suçu olmayan Suat Yüksekbağ, otogarda bıçaklanarak yerlerde can çekişirken, kamuya açık alanda bilinçli olarak öldürülürken 5 polis, o anda işlenmekte olan cinayeti seyrediyor. Şimdi haklarında soruşturma açılmış veya açığa alınmışlar, ne işe yarar? Bana sorarsanız onların suçu katilden daha fazla! Onlar vatandaşın malını ve canını korumak için devletten maaş alıyorlar. Ama çarpık uygulamalı bazı tartışmalı yasalardan korktukları bahanesiyle başlarına bir idari soruşturma veya ceza gelmesin diye silahlarını çıkarıp katliamı durdurmuyorlar. Tam tersine belki insanlığını devreye sokacak olan başka vatandaşların yaralıya yaklaşmasını engelliyorlar! Sanki katil işini kimse karışmadan rahat bitirsin diye... Halkın arasından “vurun şunu lan” diye insanlar bağırırken, maaşını ödediğiniz polis, “bir şey yok” diyor. Katil ne kadar ceza alırsa, o polislere bence bunun net iki katını vermeniz lazım! Katilin ortalıkta görüntülü video-telefon konuşması geziyor: “Bütün ailesinin kanını bardağa koyar içerim”. O polisler, akşam evde ne diyeceklerdi ailelerine? “Bugün bizim korumamız altında bir adamı acayip katlettiler ama olaya bulaşmamayı başardık” mı diyecekler? Sorsanız size dinden imandan söz açarlar, mangalda kül bırakmazlar! Demek dinden, kul hakkından, merhametten de anladıkları bu kadar! Tabii ki bu sözüm tüm polislere değil, bu meslekte yer almayı hak etmeyen bunlar gibi bilinçsizlere...
Örnekler sonsuz... Öldürülen kadınlarımız, yani kanayan en büyük yaramızdan sürekli söz ediyoruz. Ne yazık ki gün geçmiyor ki yeni bir “sözde erkek” eline tabanca ya da bıçak alıp bir kadın öldürmesin!

İŞİN KÖKENİ: SEVGİ VE EĞİTİM YOKLUĞU!
Tabii ki her şey dönüp dolaşıyor eğitime geliyor ve ailelerinden gördükleri veya görmedikleri şefkate... Çocuklarına sarılmadan, onları öpüp koklayıp kucaklamadan büyütmeyi büyük meziyet sanan anlayışın yurdun birçok yerinde süren egemenliği... İlköğretim veya liseye ne kadar gidip gitmedikleri ve orada alıp alamadıkları eğitim... Öpüşmenin ve sevişmenin yasak olduğu ama her türlü adam öldürmenin, bıçakla, tabancayla, bombayla, gırtlak sıkarak, döverek, kafasını taşlarla ezerek insan öldürmenin olağan görüntü sayıldığı televizyon ekranlarımız... Erkek egemen toplumun bireylerinin kendi içlerinde “insan öldürme yetkisi”ni kullanmayı doğal bir hak olarak görebildikleri zavallı bir toplum olarak her gün tescil yiyoruz. Yasalar yetersiz, polis görev ve salâhiyetleri kanunları ve uygulaması daha da yetersiz! Toplumda, kadına ve çocuğa yönelik şiddet, herhangi bir konudan “erkek”lerin birbirine yönelik şiddeti her yerde tetikte bekleyen bir canavar gibi. Buna tabii bir de “trafik terörü” ve “siber zorbalık” konularını da eklememiz lazım. Ama onları da ayrı olarak ele alacağım.